Aşağıda okuyacağınız röportaj, Catalyst dergisinin 2019 Bahar sayısı için John Nichols tarafından Noam Chomsky ile gerçekleştirilmiştir. Kübra Altaytaş tarafından textum için Türkçeye çevrilen metin iki sacayağı etrafında örülmüştür: Bir yanıyla faşizm, neoliberalizmin bilançosu ve sol olanaklar tartışılırken; diğer yanıyla Amerikan siyasetine ve yaklaşmakta olan başkanlık seçimine dair değerlendirmelere yer verilmiştir. Her ne kadar başkan adayları artık belirlenmiş olsa bile, röportajın günceli anlamaya dair önemli bir katkı sunduğu düşünülerek ilginize sunulmuştur.
John Nichols: 10 yaşınızdayken, faşizmin yükselişi üzerine düşüncelerinizi aktardığınız bir makale kaleme aldınız. Bu makaleyi, İspanya İç Savaşı’nın son günlerinde, Barselona’yı ele geçiren Francisco Franco’nun faşist güçlerine hitaben yazıyordunuz. Abraham Lincoln Taburu adı altına birleşen Amerikalılar, henüz tarih 8 Aralık 1941’i göstermezken yani ABD 2. Dünya Savaşı’na henüz dahil olmamışken silah toplamaya ve Hitler ve Mussolini’ye karşı savaşmaya cesaret ettikleri için “aceleci anti-faşistler” olarak küçümsenmekteydi. Siz henüz 10 yaşınızdayken, kendinizi anti-faşist mücadelenin yanında konumlandırdınız. Yazdığınız bu makaleyi hatırlıyor musunuz?
Noam Chomsky: Bu bahsettiğiniz makale, dördüncü sınıf bir gazete için kaleme alınmıştı. O günlerde editörüydüm ve annem dışında başka bir okurunun olduğunu pek anımsamıyorum. Şansım var ki, annem de o günlerden bugünlere bir şeyler saklamamış. Eminim, şu an o makaleyi tekrar okuyabiliyor olsak, bu oldukça utanç verici olurdu. Makale hakkında hatırımda kalan tek şey, o günlerde aklımdan neler geçirdiğimi de ifade eden ilk cümlesi: Avusturya düşüyor, Çekoslovakya düşüyor, Toledo düşüyor ve şimdi Barselona da düşüyor.
Makaleyi Barselona’nın düşüşünden sonra, Şubat 1939’da yazmıştım. O günlerde açık bir biçimde görülen, faşizmin amansız yükselişiydi. Bu yükselişin karşısında durabilecek herhangi bir güç yoktu. Yazdığım makale de dünyada olup biten korku verici şeylerle ilişkiliydi. Hitler’in Nürnberg mitinglerini dinleyebilecek yaştaydım. Dilini anlayamasam bile, konuşmasının tonu yeterince anlaşılırdı. Dolayısıyla, bu vebanın Avrupa’yı saracak olduğunu ve sonunun da pek görünür olmadığını anlayabiliyordum.
Barselona’nın düşmesi benim için yalnızca İspanya liberal demokratik devletinin sonu anlamına gelmiyordu. Daha da önemlisi, bu, toplumsal devrimin sonuydu. İspanya İç Savaşı basit bir biçimde faşizm ve liberal demokrasi arasındaki savaşa işaret etmiyordu. İspanya’nın büyük bir bölümünü saran, toplumsal devrim ateşinin komünistler, faşistler ve liberal demokratlarca söndürülüşünü simgeliyordu. Tabii ki bu üç grup aralarında pek anlaşamıyorlardı fakat ortak olan nokta, toplumsal devrimin söndürülesiydi. Barselona, bu ateşin son sembolüydü. Başarabilenler, Fransa’ya kaçtılar.
John Nichols: Sizin için büyük savaşın gelmekte olduğu açıkça görünür müydü o günlerde?
Noam Chomsky: Söylediğim gibi, bu durdurulamaz görünmekteydi. Avrupa’nın dört bir yanına oradan da bütün dünyaya yayılıyordu. Amerikalı planlamacıların, ABD Dışişleri Bakanlığıyla, Dış İlişkiler Konseyi ile görüşmelere başladıklarını ve savaşın nasıl yaşanacağı; savaş sonrası dönemin nasıl olacağı üzerine toplantılar yapıyor olduklarını çok sonradan öğrendim.
Sene 1939’u gösterirken ortaya çıkan tablo, savaşın bir yanda ABD’nin diğer yanda Almanya’nın hakimiyet kurduğu iki kutuplu bir dünya düzeni ile son bulacağını söylüyordu. Dolayısıyla, çocukluğumun sunduğu perspektif bütünüyle gerçek dışı değildi.
John Nichols: Philadelphia’da büyümüş olmanın getirdiği deneyimler, böyle bir perspektif kazanmanızda etkili oldu mu?
Noam Chomsky: Daha lokal düzeydeki deneyimlerin etkisi oldu diyebilirim. Ağırlıklı olarak Almanlar ve İrlandalılardan oluşan bir mahallenin tek Yahudi ailesiydik. İrlandalılar, İngilizlerden nefret ederdi; Almanlar ise Almanlara sempati beslerdi. Paris’in düşüşünden sonra yapılan bira partilerini anımsıyorum. Sokaktan Cizvit okuluna giden çocuklar geçerdi. Okulda onlara neler öğretildiği ve sonucunda ortaya çıkan Yahudi karşıtlığı üzerine düşünmekten nefret ederdim.
Dolayısıyla, makale de kişisel deneyimlerimi harmanlayan bir yazı oldu. Tesadüf bu ya, aileme de bu konuyu hiç açmadım. O günlerde ailenizle böyle konular hakkında konuşamazdınız. Ömürleri boyunca böyle bir şey yazdığımdan haberleri olmadı. O makale, benim için tamamıyla kişisel kaldı. Fakat aynı zamanda da, makalenin ortaya çıkmasına neden olan bütün dinamikleri birbirleriyle eklemliyordu.
John Nichols: Faşizm üzerine 80 yıllık bir konuşma deneyimi kazanmışken, bugün nerede durduğumuzu nasıl açıklıyorsunuz? Faşizm ve faşist baskılar üzerine pek çok tartışma mevcut. Konuyla ilgili bir yığın kitap yazılıyor. Günümüzde ne olup bittiğini nasıl anlamlandırmalıyız?
Noam Chomsky: Ben, “faşizm” kelimesini tercih etmek konusunda biraz çekingenim açık konuşmak gerekirse. Bu kavram, bugünlerde oldukça gevşek bir biçimde kullanılıyor. Rahatsız edici herhangi bir durumu ifade eden bir kavrama dönüşüyor. Halbuki faşizm, 1930’ların bağlamında anlam kazanan bir kavram. O günlerde, liberal düşüncenin savunucularının bile faşizme bir çeşit takdir sunduğunu hatırlamakta fayda var. Örneğin, Roosevelt’in kendisi, Faşizm’in başlangıcı olan Mussolini’yi tanımlamak için, “takdire şayan bir İtalyan beyefendisi” diyor.
Faşistler o günlerde, emek hareketini, sosyal demokrat ve Komünist sol hareketleri bastırmayı başardılar ve bu batı düşüncesinde gayet hoş karşılanan bir şeydi. Batılı şirketler ve ABD Dışişleri Bakanlığı, tarih 1937’yi gösterirken, Hitler’i ılımlı olarak tanımlıyor. Dönemin Berlin konsolosu ve savaş sonrasının da en saygın devlet adamlarından olacak George Kennan, yükselen Naziler için fazla zorluk çıkartmamamız gerektiğini vurguluyor yine aynı dönemlerde. Onlarla iyi geçinebileceğimizi çünkü yaptıkları birtakım faaliyetler yanlış olsa bile, oldukça faydalı icraatlarının da olduğunu söylüyor.
Faşizm, yalnızca alışkın olmadığımız bir siyaset biçimi olarak algılanıyor o günlerde. Faşizm dediğimizde yalnızca bir faciayı düşünüyoruz fakat aynı zamanda belirli bir sosyo-ekonomik ajanda sunuyor. Faşizm, belli bir toplumdaki bütün sektörleri koordine edebilecek güçlü bir devleti de beraberinde getiriyor. Aynı zamanda hem sermaye hem de emek üzerinde hüküm kuran güçlü bir devletten bahsediyoruz. Bir yanıyla, sermaye devletin kontrolü altında gelişimini sürdürüyor; diğer yanıyla emek de bütünün bir parçası olarak kurgulanıyor. Bugün faşizm terimini kullanırken böyle bir gerçekliği işaret etmiyoruz.
John Nichols: O halde, bugün için faşizm hangi bağlamda kullanılıyor?
Noam Chomsky: Bugün için faşizm, çürümüş ve kokuşmuş olan her toplumsal olgu için kullanılıyor.
Joan Nichols: Fakat, bu çok geniş bir tanım.
Noam Chomsky: Evet, öyle. Oldukça geniş bir tanım.
Joan Nichols: Bugün küresel ölçekte düşündüğünüzde, faşizm tehdidinin tam olarak ortaya çıktığını gözlemlediğiniz herhangi bir yer var mı?
Noam Chomsky: Belki Brezilya, şu an için en ayrıksı vaka olarak değerlendirilebilir. Ülke şu an, Jair Messias Bolsonaro başkanlığında yönetiliyor. Bildiğiniz üzere, ülke eli kanlı bir askeri diktatörlük geçmişine sahip. Bolsonaro, askeri yönetime methiyeler düzüyor. Cunta yönetimini, yalnızca “yeterince insan katletmemiş” olmasından mütevellit eleştiriyor. Kendisine sorarsanız, tıpkı Arjantin’de 30.000 kişi öldüren neo-Nazi ulusal güvenlik devleti örneklerinden birini temsil etmelilerdi. Brezilya’da süregelen ve Brezilya sağ kanadının yürüttüğü bir darbe yaşanmaktaydı. Bu darbenin ilk ayağı, işçi partisi lideri Dilma Rousseff’in tamamıyla karalamalardan oluşan bir suçlamayla azledilmesiydi. Bolsonaro, Dilma’nın azli için kullandığı oyu, askeri diktanın baş işkencecisine ithaf etti. Brezilya için böyle bir adamdan bahsediyoruz şu an.
Bolsonaro’nun politik ajandası, ülkenin her karışını satabilmek için yerli halkların tamamıyla yok edilmesi üzerine kurulu. Kendisinin ekonomi bakanı, Paulo Guedes, Chicago ekolünden çıkmış en hararetli neoliberalizm savunucularından biri. Üstelik, Şili’de Pinochet’in askeri hükümeti için çalışmış. Kendisinin de açıkça dile getirdiği üzere, güttüğü ekonomi programını oluşturan iki ana strateji mevcut: her şeyi özelleştirmek ve yabancı yatırımcılar için bütün bir ülkeyi satışa çıkarmak. Amazon bölgesini sermayenin maden ve tarım şirketlerinin yatırımlarına açmak istiyor. Amazonlar aynı zamanda gezegenimizin en büyük akciğerleri.
Joan Nichols: Bolsonaro’nun iktidara nasıl geldiğinden biraz bahsetmek ister misiniz?
Noam Chomsky: İktidara nasıl geldiği, hangi koşullarda seçildiği gerçekten oldukça dikkat çekici. Benzer dinamikleri, yaklaşan Amerikan seçiminde de görebiliriz. Bu sebeple, Bolsonaro’nun iktidara gelişini bir nevi tecrübe olarak görmekte fayda var. İlk stratejileri, ülkedeki genel atmosferin işaret ettiği ve seçim anketlerinin de bunu onayladığı, seçimin müstakbel galibi Lula da Silva’nın üzerine gitmekti. Lula da Silva, aynı zamanda Dünya Bankası’nın “Brezilya’nın Altın Çağı” olarak adlandırdığı on yıllık dönem boyunca yoksulluğu azaltan, eğitimde fırsat eşitliğini hem azınlık grupların hem de bütün mağdurların lehine olacak şekilde iyileştiren ülkenin eski başkanıydı. Yapmış olduğu pek çok hata da vardı elbette ama küresel ölçekte politik liderler arasında en saygın isimlerden biriydi. Hala devam eden sömürgecilik mirasının kırılıp, Küresel Güney’in rolünün değişmesi gerektiği üzerinde duruyordu.
Böyle bir durumda buldukları çözüm, sandıktan galip çıkacağa benzeyen Lula da Silva’yı 25 sene süreyle bir hapishane hücresine koymaktı. Bulunduğu hücrede ne tek bir sayfa okumasına izni verildi; ne de açıklama yapabilmesi mümkündü. Eşim Valeria ile birlikte kendisini hapishanede ziyaret edebildik. Kendisini 25 sene boyunca bir hücreye kapatmak, aslında bir ölüm cezasından farksızdı. Ölüm mahkumlarıyla kendisi arasındaki tek fark ise, idama giden mahkumlara son sözleri sorulurken; Lula da Silva’nın tek bir açıklama yapması bile yasaktı. En sevdiği torununun vefatının ardından cenazesine katılma talebi, birçok müzakereden sonra ancak ve ancak bir saatliğine olacak şekilde kabul edildi. Fakat, törenden tek bir söz söylemeden ayrılmak zorundaydı. Kendisi, şu an için dünyanın en kritik siyasi mahkumudur ve eğer bunu aşabilirse, gerçekten şahane olacak[1].
Joan Nichols: Lula ile ilgili gelişmelere ABD medyasında çok az yer verildiğini fark etmişsinizdir. Aslında bu durum, Bolsonaro için de geçerli. Tabii, bu noktada ABD medyasının dünyada ne olup bittiğini kulak ardı etmesine dair daha geçiş bir sorundan bahsedebiliriz. Fakat, sizi özellikle Brezilya’da ne olup bittiğinin önemsenmemesi endişelendiriyor.
Noam Chomsky: Bolsonaro, kavramın bütün anlam yüküyle birlikte olmasa bile yarattığı acı, vahşet ve otoriyanlıkla birlikte faşizme en çok yaklaşan isim.
ABD, hem kültürel hem de entelektüel anlamda oldukça izole olmuş bir ülke. Dünyanın diğer yerlerinde, sosyalist ya da komünist olmak gayet normal karşılanabiliyor. Komünist Parti, seçimlere katılabiliyor. Sosyalist olmak, bir tür çağdaş insan tasviri. Fakat, eğer ABD’den bahsediliyorsa, sosyalizm adeta lanetli bir kelime. Birinin sosyalist olması demek, tıpkı Nazi olması gibi ya da Stalin gibi bir canavar olma haliyle örtüşüyor. Bu Amerika’ya özgü bir durum.
Joan Nichols: Bolsonaro’nun iktidara gelişinin verdiği rahatsızlıktan öte, Brezilya’da yaşananlar dünyada politikanın eyleniş biçiminin değişimine dair bir şeyleri de işaret etmiyor mu?
Noam Chomsky: Kendisine seçimi kazandıran şeyin sosyal medyada yürüttüğü kampanya olduğunu düşünüyorum. Sosyal medya, çoğu Brezilyalının “bilgi kaynağı” olarak kullandığı bir mecra. WhatsApp uygulamasını biliyorsunuz değil mi? Bu uygulama üzerinden İşçi Partisi aleyhine akla hayale sığmayacak yalanlar servis edildi. Kasım ayında yapılacak bir sonraki ABD seçiminde, eğer Bernie Sanders Trump’ın karşısına çıkarsa, burada da benzer şeyler görebileceğimizi düşünüyorum. Dolaşıma sokulan karalama kampanyaları, cevap üretemeyeceğiniz suçlamalar. Yalnızca iğrenç, bayağı, safi bir kötülük hali. Diğer yandan, ABD’de bu tip kampanyalara sosyalizm suçlamalarıyla başlandığını da görüyoruz.
Başkan Trump’ın, ulusa sesleniş konuşmasında sosyalizm üzerine oldukça uzun bir monolog vardı. Kendisinin altını çizdiği noktalar, bugün için Demokratlara yönelik eleştirilerin mihenk taşı haline geldi. Demokratların içerisinde güç kazanan Bernie Sanders gibi, Alexandria Ocasio-Cortez gibi, Rashida Tlaib ve diğerleri gibi güç kazanmakta olan demokratik sosyalistler var. Bu durum da uzun zamandır mahrum kaldığımız demokratik-sosyalist söylemin yükselmesine olanak sağlıyor.
Joan Nichols: Trump ve onun siyasi müttefikleri “sosyalizm” kavramından ne şekilde nemalanabilir?
Noam Chomsky: Öncelikle kendimize hatırlatmamız gereken bir nokta var: ABD, hem kültürel hem de entelektüel anlamda oldukça izole olmuş bir ülke. Dünyanın diğer yerlerinde, sosyalist ya da komünist olmak gayet normal karşılanabiliyor. Komünist Parti, seçimlere katılabiliyor. Sosyalist olmak, bir tür çağdaş insan tasviri. Fakat, eğer ABD’den bahsediliyorsa, sosyalizm adeta lanetli bir kelime. Birinin sosyalist olması demek, tıpkı Nazi olması gibi ya da Stalin gibi bir canavar olma haliyle örtüşüyor. Bu Amerika’ya özgü bir durum.
Bernie Sanders’ı ele alalım. Kendisinin politik duruşu, eski Başkan Dwight Eisenhower’ı hiç şaşırtmazdı herhalde. Geri dönüp Eisenhower’ın konuşmalarına baktığımızda, Yeni Düzen (New Deal) ilkelerine kuşkuyla yaklaşan herhangi birinin Amerikan politik sisteminin parçası olamayacağı vurgusunu görüyoruz. Tersinden söylemek gerekirse, emekçilerin sendikal özgürlüklerinin elinden alınmasını savunan, onları tıpkı geçmişte olduğu gibi sefalet içinde yaşayan kitlelere dönüştürmeye çalışan herhangi birinin çağdaş dünyanın parçası olamayacağı düşünülüyor.
Joan Nichols: Aslında, Eisenhower 1953’de yaptığı barış konuşmasında[2] üretilen her bir savaş uçağının parasını, okul inşaa etmek için kullanabileceğimizi söylemişti. Bu ifade, tıpkı Bernie Sanders’ın ağzından çıkmış gibi.
Noam Chomsky: Ülke, Reagan’ın ardından -Carter-Reaganlı yıllardan sonra- gelen neoliberal dönemde fazlasıyla sağa doğru bir kayış gösterdi. Dolayısıyla, esasında kendilerini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan bu insanlar, Yeni Düzen ilkelerine benzer bir geleneğe geri dönüşü sembolize ediyor. Bana sorarsanız, bu oldukça savunulabilir bir tutum. Fakat buradaki sorun, temsil ettikleri şeyin uzaktan yakından sosyalizmle alakasının olmayışı. Sosyalizmin geçmişte ne anlama geldiğini hatırlamakta fayda var. Sosyalizmin olmazsa olmaz ön koşulları, üretim üzerinde işçilerin söz sahibi olması; yine emekçilerin aktif katılımlarıyla kurumlar üzerinde kontrol sağlamaları; ve de bütün bir sosyo-ekonomik sistem üzerinde demokratik yönetimin tesis edilmesidir.
Güncel ABD politikasında, kendilerini demokratik sosyalist olarak tanımlayanlar, bu ön koşulların adını anmaktan oldukça uzak. Avrupa’da ılımlı sosyal demokratik olarak adlandırılan uygulamaları ABD’de hayata geçirmeyi vaat ediyorlar, ki bu bile ABD için oldukça önemli. Dolayısıyla, yükselttikleri değerler gerçekten oldukça hoş. Fakat, karşılaşacakları şey, sosyalizm ifadesinden doğan bir şeytanlaştırılma olacak. Bundan gerçekten emin olabiliriz. Bu bağlamda bana öyle geliyor ki, Brezilya’da yaşananlar burada yaşanacaklar için adeta bir ön gösterim niteliği taşıyor.
Joan Nichols: Bir an için Bernie Sanders’ın ABD başkanlığı için aday gösterildiğini farz etsek[3], sizce yürütülen kampanya nasıl olurdu?
Noam Chomsky: Söyleyeceklerim sadece Bernie Sanders için geçerli değil; onun gibi başka bir ismi de düşünebiliriz. Bence maruz kalacağı kampanya, televizyon ve radyo kanallarında, sosyal medyada dönen oldukça kısır ve oldukça acımasız bir kampanya olacak. Şunu unutmamak gerekiyor: kampanyanın dolaşıma sokulacağı bütün kanallar sağcıların elinde. Radyo programı dinleyip dinlemediğini bilmiyorum, fakat bu benim arada sırada yaptığım bir şey. Her defasında da şoka uğruyorum. Şunu söylemeye çalışıyorum aslında. Örneğin Fox News. Liberal gözüküyorlar değil mi? Oldukça fazla dinleyiciye sahipler aynı zamanda. Rush Limbaugh’un programlarını 20 ya da 30 milyon kadar insan dinliyor. Kendisinin kullandığı en ünlü ifade ne biliyor musunuz? “Üçkağıtçılığın dört temel sacayağı vardır, üçkağıtçılık dört temel kurum aracılığıyla inşa edilir: hükümet, medya, akademi ve bilim.” Dinleyicilerine şunu öğütlüyor: bu kurumlardan çıkan tek bir kelimeye inanmayın. Bu gibi ifadeler, toplum içerisinde hızla yayılıyor.
Joan Nichols: Bizlere daima, elitlerin politik söylemi kısıtlı ve dar bir alana hapsetmek için büyük bir enerji harcadığını hatırlatıyorsunuz.
Noam Chomsky: Toplumsal aktivizm, politik sınıflar ve iş çevrelerinde bir tür kansere benzetilir. Eğer, bu kanser yayılırsa, onu güç uygulayarak durdurmanız gerekir. Dolayısıyla, böyle bir yayılım gerçekleşmeden önünü kesebilmek daha uygun maliyetlidir. Şunu söylemeye çalışıyorum: Politik söylemin kapsamını daraltma hamleleri, örgütlü toplumsal hareketlerin yükselmesini engelleyip onlara gelişim şansı bırakmamaya yöneliktir.
Halkın dikkatini başka bir yöne çekmek, kullanılan diğer bir taktik. Trump ve siyasi müttefiklerine göre sınırlarımızdan içeri sızmaya çalışan bir yığın katil ve terörist, ülkemizi işgal etmeyi ve parçalamayı amaçlıyorlar. Dikkatimizi bu yöne çevirmemiz gerektiğini söylüyorlar. Son otuz senedir reel ücretlerde bir artışın olmayışı, pek çok yan hakkımızı kaybetmiş oluşumuz, politik sistemimizin tamamıyla çökmüş olması, yöneticilerin aldığı her kararın yoksullara ve emek gücüne yönelik bir saldırı niteliği taşıması bahsi geçen unsurlar karşısında dikkatimizi dağıtmamalı. Bize şunu söylüyorlar: “Yüzünüzü o tarafa çevirmeyin. ABD sınırlarına dayanan tehditleri görmüyor musunuz? Endişelenmeniz gereken başka şeyler var.”
Halkın dikkatini dağıtmanın birden çok yöntemi var. Bütün bu yöntemler, seneler içerisinde gelişti. Bu tip yöntemler, reklam sektörünün de büyük bir parçası. Üstelik, ABD’de reklam sektörü, ülkenin en büyük sektörleri arasında. Bütün bir reklam endüstrisi, genç insanların örgütlenmesini, aktivizmini, “yanlış fikirlere” bulanmasını engellemeye yönelik. Bu yöntemler, Ocasio-Cortez gibi olmamanız için uygulanıyor. Bu tip fikirleri, eylemlilikleri hiç oluşmadan engellemeye çalışıyorlar.
Joan Nichols: Engellemeyi başardıklarını söyleyemeyiz herhalde. Sanırım şu an için, Ocasio-Cortez Twitter’da 3,3 milyondan fazla takipçiye sahip. Kongre’ye seçilen Ocasio-Cortez ve diğer genç kadınlar adeta politik-starlara dönüşmekte. Burada başka bir gerilim var. Seçim anketlerde görünür olan şu ki, 30 yaşın altındaki insanlar demokratik sosyalizm fikrine ya da kapitalizme karşı çıkan bir fikre sempati besliyorlar. Bernie Sanders 2016 yılında çok iyi bir kampanya yürütmüştü ve 2020 seçimleri yaklaşırken de iyi çalışıyor gibi gözüküyor. Bu durum pro-kapitalistlerin ilerleme kaydettiğine dair bazı şeyler söylemiyor mu? Bir değişimin başladığından söz edemez miyiz?
Noam Chomsky: Ben bu söylediğin değişimleri, başka bir yerden okuyorum. Tüm bunlar oluyor çünkü neoliberal dönemin etkileri, halkta tepki yaratıyor. Dünya genelini sarmış bir reddiye hali mevcut ve neoliberalizmin reddiyesi, iki farklı şekilde vücut buluyor. Bir yandan, bahsettiğin pro-kapitalist hareketler ivme kazanıyor; diğer yandan neo-faşizm yükseliyor.
Şimdi önümüzde, bu reddiyenin hangi yöne gideceğine dair gerçek bir soru var. Avrupa’da ve ABD’de ve dahası dünyanın diğer ülkelerinde birikmiş bir öfke, bir hınç hali mevcut. Öyleyse, güncel olan sorumuz şu: peki bundan sonra bizi ne bekliyor?
İş dünyasının içerisinden gelen politik elitlere sorarsanız, bizi bekleyen şey sınırımıza dayanmış haydutlar. Ocasio-Cortez’e ya da Bernie Sanders’a sorarsanız, insanları marjinalleştiren, halk yokmuş gibi davranan, bütün bir politik sistemin altını oyan politikalar yerine daha sosyal ve ekonomik bir ajanda sunmayı vaat ediyorlar.
Bu hem ABD’de hem de bütün Avrupa’da mevcut olan bir gerilim. Bahsettiğim öfke ve hınç hali burada duruyor ve politikacılar, bu hal ile farklı biçimlerde eklemlenip farklı yönlere odaklanıyorlar. Bir kısım politikacı, bu hali oluşturan nedenlere yüz çevirmenizi sağlamaya çalışıyor ve böylece onlar açısından daha yönetilebilir oluyorsunuz. Diğer kısım politikacı da bu hali oluşturan nedenleri yüksek sesle dile getiriyor. Bu sayede, öfkeyi ortaya çıkaran nedenlere karşı bir şeyler yapma ihtimaliniz gündeme geliyor. Bu ikilik, dünyanın hemen her yerinde ortaya çıkmış en büyük gerilim. Kapitalizm, son otuz-kırk senelik gelişimiyle en vahşi biçimini kazandı. Bu biçimiyle, insanlar acı çekiyor; öfke duyuyor ve tepki gösteriyorlar.
Soru şu: Bu tepki hangi biçimde somutluk kazanacak? Bu açıdan bakınca, aslında mevcut atmosfer, 1930’ların havasını andırıyor. 1930’larda da bu tepkiden faşizm değil de başka gerçeklikler çıkabilirdi. Örneğin, 1920 ve 1930’lar boyunca, çok canlı ve eylemliliği çok yüksek işçi hareketleri, sosyal-demokratik hareketler, komünist ve soldan yükselen hareketler görüyoruz. Diğer yandan da yükselen faşizm söz konusu. O zamanların sorusunu hatırlayalım: Kim kazanacak? Ne yazık ki, bu sorunun cevabını biliyoruz. Günümüzdeki durumun 1930’lardaki kadar dramatik olduğunu düşünmüyorum ama yapısal olarak oldukça benzerler.
Neoliberal dönemin etkileri, halkta tepki yaratıyor. Dünya genelini sarmış bir reddiye hali mevcut ve neoliberalizmin reddiyesi, iki farklı şekilde vücut buluyor. Bir yandan, bahsettiğin pro-kapitalist hareketler ivme kazanıyor; diğer yandan neo-faşizm yükseliyor.
Joan Nichols: Ünlü İngiliz parlementocularından Tony Benn, kendisinin henüz genç bir adam olduğu 1930’ların dünyasına baktığında, her iki yöne de savrulabilecek ülkeler gördüğünü söylüyor. O günlerde gerçekleşen ve ABD için bir şans gibi görünen Roosevelt’in varlığına karşın, dünyanın diğer ülkelerinde oldukça tehlikeli, oldukça yıkıcı figürlerin iktidarda olduğunu vurguluyor.
Şu an, bambaşka bir çağda kendimizi yine bir türbülans anında buluyoruz. 30 senedir küreselleşme fenomeniyle birlikte yaşıyoruz. Bu fenomen, dünyayla ilişkilenme biçimimizi tamamıyla değiştiriyor. 20 senedir bahsi geçen bir dijital devrim çağının içerisindeyiz. Bu devrim, iletişim kurma yöntemlerimizi tamamıyla değiştiriyor. 8 ila 10 yıldır ise, otomasyon devrimi yaşıyoruz. Çalışma biçimimizle ilgili her şeyin değişmesinin henüz başlangıcındayız. Tüm bunların yarattığı bir şaşkınlık var. Şöyle düşünüyorum: ABD’li demokratlar bütün bu değişimler ile nasıl başa çıkacaklarına dair tatmin edici bir cevap üretmekten oldukça uzaktalar. Bu tespitime katılır mısınız?
Noam Chomsky: Öncelikle şunu hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum: her iki parti de 1970 öncesinden oldukça farklı bir çizgide, yeniden inşa edildi. 1970’lerde bütün bir sosyo-ekonomik sistemin değiştiği oldukça büyük bir değişim yaşadık. Yeni Düzen ilkeleri kabul görüyordu, disipline edilmiş bir kapitalizm içerisinde yaşıyorduk, ya da ‘gömülü liberalizm’[4]in benimsendiği yıllardı diyelim. Bu aynı zamanda büyük bir ekonomik genişleme dönemi. Amerikan tarihinde ulaşılan en yüksek büyüme verileri 1950’li ve 1960’lı yıllarda. Zaten bu zamanlara, “Kapitalizmin Altın Çağı” denmesinin altında yatan sebep de bu durum. Daha eşitlikçi bir büyüme anlayışı mevcut o yıllarda. Yurttaşlık haklarında iyileşmelerin yaşandığı, insan haklarının bağlamının genişlediği de yıllar aynı zamanda.
1970’lerin ilk yıllarında, bütün bu gelişmelerin askıya alındığını görüyoruz. Zaten ardından, adına neoliberalizm dediğimiz, 1970 öncesi dönemden oldukça farklı bir yöne giden, bütün siyasi partilerin yeniden yapılandığı bir gerileme dönemine giriyoruz. Demokrat Parti bu anlamda, ırkçı güney demokratları ve kuzeyin emek destekçileri ile liberallerini bir arada tutan oldukça kırılgan bir koalisyon zeminini sürdürmeyi öyle veya böyle başarıyordu. Fakat, bu koalisyon, Yurttaşlık Hakları Hareketi ile tamamen yerle bir oldu.
Bu koalisyonun dağılmasıyla, Başkan Richard Nixon ve destekçilerinin temel stratejisi güneyin ırkçılarını Cumhuriyetçi Parti’ye dahil etmenin bir yolunu bulmaktı. Tabii, bu sırada demokratların da stratejisi değişiyordu. 1970’lere kadar kısmen de olsa gücünü işçi sınıfından alan, işçi sınıfının çıkarlarını ve değer yargılarını politik sahnede temsil eden bir tablo çizerken, 1970’lerle beraber bu durum tamamıyla değişti. En basit haliyle ifade etmek gerekirse, demokratlar işçi sınıfını terk etmişti; dahası, emekçileri düşmanı oldukları sınıfın ellerine bırakmıştı. Demokratların güttüğü ılımlı liberalizm çizgisi son nefesini “Humphrey-Hawkins Tam İstihdam Yasa Tasarısı”yla verdi. Ki bu tasarı da 1978’de kongrede onaylandığında, Carter halihazırda tasarının üzerinde yeterince değişiklik yapmıştı. Bu taslağın ardından, işçi sınıfı lehine alınmış herhangi bir karar daha bulamayız. Bu tarihten sonra, emekçiler tamamıyla yalnız kaldı diyebiliriz.
Joan Nichols: Demokratlar, kendilerini emekçilerden uzakta konumlandırmaya başlayınca; Cumhuriyetçilerin boşalan alandan istifade edip emekçilerin oylarının en azından bir kısmına talip olmaya çalıştıklarını söyleyebilir miyiz?
Noam Chomsky: Cumhuriyetçiler, bahsettiğimiz dikkat dağıtma yöntemleriyle, emekçilerin oylarını kazanmayı başardı aslında. Bu dikkat dağıtma yöntemleri, hala işe yarar gözüküyor. Fakat, bu durum, her zaman işe yaradığı anlamına da gelmiyor. Obama’nın ortaya çıkışı, işçi sınıfının oylarıyla sağlanmıştı. Aslında, Obama’ya oy vermiş emekçi halkın büyük kısmı, ardından Trump lehine oy kullandı. Trump’un yükselttiği umut ve değişim hakkındaki konuşmaya inanan bir halk vardı. Tabii, bu beklentilerin gerçekleşmeyeceği ve herhangi bir umudun olmadığı çok hızlı bir biçimde ortaya çıktı.
2008 krizi sonrası ortaya çıkan mali yardımları hatırlayalım. Kongrenin hazırladığı taslakta, mali yardımlarında iki farklı strateji belirlenmişti. Taslakta geçen ilk öneri, tamamıyla 2008 krizinin ortaya çıkmasına neden olan failleri, finans kurumlarını kurtarmaya yönelikti. İkinci öneri ise, mali yardımların krizin mağdurlarını, evsiz kalan, yoksullaşan insanları desteklemeye yönelik kullanılmasıydı. Hangi önerinin kabul edildiğini tahmin etmek zor olmasa gerek? Dönemin Hazine Bakanlığı Genel Müfettişi olan Neil Barofsky, ortaya çıkan ikiliğe o kadar sinirlendi ki; hızını alamayıp üzerine kitap bile yazdı. Kitabın adı da “Mali Yardım Paketleri: Halk vs. Piyasalar Ekseninde 2008 Krizi Sonrası Politik Tercihler Üzerine Bir İç Hesaplaşma”[5]. Fakat, emekçiler de bu yaşananları görüyor elbette. Ortaya çıkan hissiyat sanırım şöyle özetlenebilir: “Bizleri umursamıyorlar. Bizleri kurtların önüne atıyorlar. Yaptıkları tek şey, güzel sözler söylemek, daha fazlası değil.” Bu hissiyatı takip eden ise, doğrudan sınıf düşmanına oy vermek oluyor. Trump, emekçiler aleyhine her şeyi yapabilir. Fakat aynı zamanda, sınırlarına dayanan tehditleri işaret ederek bir ortak zemin de yaratıyor.
Bu oldukça zorlu bir durum. Bernie Sanders, Ocasio-Cortez ve demokratların arasından çıkan diğer isimler, Demokrat Parti’yi eski günlerdeki çizgisine çekmeye çalışıyorlar. Fakat, güneyli demokratların desteği olmadan bunu yapmaları mümkün değil. Bu destek, Roosevelt için de Yeni Düzen için de oldukça kritikti. Ta ki, Yurttaşlık Hakları Hareketi ile ipler kopuncaya kadar.
Joan Nichols: O halde şu an için olanın bir politik kriz olduğunu işaret ediyorsunuz?
Noam Chomsky: Aslına bakarsan, yaşadığımız şey anayasal bir kriz. Bunu söylemek için, açıklanan rakamlara bakmak bile yeterli. Senato, nüfusun yalnızca %25’inin yaşadığı eyaletlerin kararlarıyla yönetiliyor. Senatoda egemen olanlar çoğunlukla kırsal, yaşını başını almış, gelenekselci, genellikle beyaz adamın üstünlüğüne inanan, oldukça dindar insanlar. Üstelik nüfusun genelini yansıtan değerler bunlar olmamasına rağmen, senatodaki güçlerini korumaya devam ediyorlar. Bu durumun, anayasal bir krize neden olduğu o kadar aşikâr ki. Üstelik, herhangi bir yasa değişikliğini engelleyebilecek senatal güçleri de olduğu için, böylesi bir kriz anayasal herhangi bir araçla da aşılabilir gözükmüyor.
Joan Nichols: Bir yandan, bu senato üyelerinin demokratik yasa değişikliklerini engelleyecek güce sahip olduklarını söylüyorsunuz. Diğer yandan da mevcut yasa değişikliklerinin elitlerin lehine olacağı kaygısını taşıyorsunuz. Bu çelişkili bir ifade değil mi?
Noam Chomsky: Yasa değişiklikleriyle ilgili süreçleri oldukça yakından takip etmek lazım. Bence, iş çevrelerinde oluşan lobilerin en güçlü ve en tehlikeli faaliyetleri Amerikan Yasama Değişim Konseyi[6]’nde vuku buluyor. Bu konsey, federal hükümetler üzerinde “dengeli bir bütçe” sınırlamasının getirilmesi için ulusal düzeyde bir anayasal değişikliğin yapılması için oldukça mesai harcıyor. Dengeli bütçe sınırlaması ne anlama geliyor peki? İfade ettiği çok açık bir gerçeklik var: bütün sosyal yardımları durdurmak. Sıradan bir vatandaşın erişebildiği herhangi bir sosyal yardımı bütçeden uzaklaştırmak istiyorlar. Tabii bir üstte, daima Pentagon bütçesi mevcut ve bu bütçeden büyük tarım şirketleri, enerji şirketleri ve finansal kurumların faydalanacağından şüphemiz olmasın. Bu düzenlemeyle istenen şu: sosyal güvenlik harcamalarını, sağlığı, eğitimi tamamen unutun! Halihazırda, dengeli bütçe politikası uygulayan eyaletlerde zaten bu durumu görebilirsiniz.
Yüzeyin hemen altında kaynamakta olan gerçek bir sınıf savaşı var. Bu savaşın bazı yansımaları yüzeye vuruyor ve görünürlük kazanıyor ve bu durum yakın gelecekte çok daha büyük bir krizle karşı karşıya kalacağımızı söylüyor.
Joan Nichols: Bu gelişmelerin pek azına medyamızda yer veriliyor. Medya üzerine de oldukça kafa yormuş bir isimsiniz. Dolayısıyla, hiç umulmadık kaynaklardan nasıl bilgiye ulaşabileceğinize dair bir fikriniz var. Birkaç tavsiyeniz olur mu bu konu hakkında?
Noam Chomsky: Sermayeyi temsil eden medyada yayınlanan köşe yazılarını, makaleleri takip edebilirsiniz. Büyük bankaların, JPMorgan Chase’in fosil yakıt yatırımlarını arttırdığını buralardan öğrenebilirsiniz. Bu tip yazıları okumaya başladığınızda, ne olup bittiği üzerine kafa yorma süreci de başlıyor pek tabii. Örneğin kendinizi JPMorgan Chase şirketinin üst düzey yöneticisi olan Jamie Dimon’un pozisyonuna koyun. Kendisi de elbette küresel ısınmanın sebep olduğu ve olacağı oldukça tehlikeli sonuçları en az bizler kadar iyi biliyor. Buna rağmen, fosil yakıtların çıkarılması bir yana dursun; bu yakıtlar içerisinde en tehlikelisi olan Kanada katran kumuna yatırım yapmaya devam ediyor.
Bu durum, size ne düşündürüyor? J. Dimon’un karşısında iki seçenek var. Ya tam olarak şu anda yapmakta olduğu işi sürdürecek ve JPMorgan’ın karına kar katacak; ya da istifasını verip yerini başka birine bırakacak ve yeni gelen isim de birinci seçeneği aynen uygulayacak. Bir yandan, bu kökleri çok derine inen kurumsal bir sorun.
Tekil olarak kötü adamlardan bahsetmenin de bir önemi yok aslında. Bizim için önemli olan, tercihlerinin işaret ettiği kurumsal yapıya odaklanmak. Ki eminim ki bu yapının işaret ettiklerini ıskalamak istemeyiz. Dolayısıyla, New York Times’tan öğrenecek çok şeyimiz var. Ayrıca, sermayenin temsilcisi Wall Street Journal’ı da takip etmek önemli.
Joan Nichols: 90 yaşınıza girmişken, hala her şeyi okuyor, her tartışmaya dahil oluyor ve bir şekilde etki bırakıyorsunuz. İlk yayının ardından 50 sene geçmiş olmasına rağmen, New Press’in “Yalanları İfşa Etmek ve Hakikati Vurgulamak Aydın Sorumluluğudur” başlığı ile yeniden yayımlamasıyla, aydınların toplumdaki rolleri üzerine hala sizin yazdıklarınız üzerine konuşuyoruz.
Bu makalenizde şöyle diyorsunuz: “Aydın sorumluluğuna dair, rahatsız edici pek çok soru mevcut. Aydınlar, hükümetlerin yalanlarını ortaya çıkarmanın yanı sıra bu yalanların arkasındaki motivasyonları, nedensellikleri de ortaya koymakla ve onları analiz etmekle yükümlüdürler. Batı dünyasında mevcut olan politik özgürlük ortamı ve onun sağladığı hem bilgiye erişim hem de ifade özgürlüğü sayesinde, bunu yapabilecek güce sahipler aynı zamanda. Batı demokrasisi en azından ayrıcalıklı bir azınlığa, güncel gelişmelerde gizlenen çarpıtmaları, yalan yanlış yorumlamaları, olayların arkasındaki ideolojileri ve sınıf çıkarlarını bizlere sunmak için gerekli olan boş vakti temin ediyor. Dolayısıyla, aydınların sahip oldukları bu ayrıcalıklar göz önüne alınınca, onlara düşen sorumluluk sokaktan geçen herhangi birininkinden çok daha fazla.”[7]
Hayatınız boyunca, kendiniz de böyle bir sorumluluk bilinciyle hareket ettiniz. Şöyle düşünüyorum, bu motivasyonun arkasında ciddi bir iyimserlik unsuru var. Ne dersiniz?
Noam Chomsky: Eğer bir iyimserlik görmek istiyorsanız, bu makaleyi kaleme aldığım günlere dönüp bakmanız yeterli bence. 1966 yılında yayımlanmıştı ilk kez. Hillel Vakfı’nın Harvard Üniversitesi’nde düzenlediği bir organizasyonda yapılmış olan bir konuşmaydı. Ardından, New York Kitap İncelemeleri tarafından derlenip makale olarak yayımlandı.
1966 senesinin atmosferinde nasıl bir ortamda yaşıyorduk? Her şeyden önce, tarihin en iğrenç savaşlarından biri devam ediyordu. ABD, Güney Vietnam’ın ırzına geçiyordu deyim yerindeyse. Hükümet nezdinde ve genel algıda oldukça saygı gören Vietnam tarihçilerinden Bernard Fall, kendisinin Vietnamlı bir akademisyen olup olmadığı konusunda kuşkularını dile getiriyordu çünkü Vietnam’ın kültürel ve tarihsel bütünlüğüyle hayatta kalıp kalamayacağını kestiremiyordu. Bütün bir coğrafyayı sarmış böylesi bir saldırıdan Vietnam’ın sağ çıkıp çıkamayacağını öngöremiyordu.
Neredeyse tek bir protesto yoktu ABD genelinde. Ben, o günlerde Boston’da yaşıyordum. Boston, liberal değerlere sahip bir şehir. 1965’in Ekim ayında, ilk evrensel protesto günü yaşandı. Biz de bu amaçla, Cambridge meydanına gittik. Herhangi bir konuşmayı rahatlıkla yapabileceğiniz bir mekandan bahsediyorum. Amacımız bir yürüyüş düzenlemek idi. Kendim de konuşmacılardan biri olmak istiyordum. Hem planlanan yürüyüş hem de konuşmalar, gösteri karşıtları tarafından engellendi. Gösteri karşıtlarının pek çoğu, Vietnam hakkında herhangi bir konuşma duymak istemeyen öğrencilerdi.
İkinci evrensel protesto günü 1966’nın Mart ayında yaşandı. Şans eseri, bu makale de bu yürüyüşten hemen önce kaleme alınmıştı. Önceki deneyimimizle, Boston meydanında Vietnam destekçisi bir toplanmayı yapamayacağımızı biliyorduk. Ardından, toplantımızı bir kilisede yapmaya karar verdik. Arlington sokağında bulunan bir kilisede toplandık. Bu sefer, kilise saldırıya uğradı. Dışarısı gösteri karşıtları, onların fırlattıkları domatesler, konserve kutuları ve polis güçleriyle doluydu. Bütün bunlar 1966 senesinde oluyor.
Aynı günlerde ülkemize başka neler olup bitiyordu? Yalnızca beyazlar için erişilebilir olan federal konut yasası hala uygulanıyordu. Nazilerin bile uygulamadığı kadar ekstrem bir ırk yasasına sahiptik. Naziler, Nürnberg yasalarını hazırlarken bütün dünyadaki ırkçı örnekleri incelemişti. Böylesi bir örneği bulabildikleri tek yer, ABD idi. Fakat, son kertede Naziler için bile, ABD’deki ırk yasası uygulanamayacak kadar ağırdı. O zamanların ırk yasası, “Bir Damla Kan” kuralına dayanıyordu. Bu ne demek? Eğer büyük-büyük-büyük-büyükanneniz siyahsa, siz de siyah olarak değerlendiriliyordunuz. Böylesi bir kanun, hala günceldi 1960lar Amerika’sında. Tabii, homoseksüellik karşıtı kanunlar da.
Sesi yükselen tek bir kadın hareketi yoktu. Kadınlar henüz hukuki olarak gerçek kişiler olarak görülmüyordu, Yargıtay bunu kabul etmiyordu. Bu durum, 1975’e kadar böyle devam etti. Örnekleri çoğaltabiliriz. Özetle, ülke şu anki olduğundan çok daha leş bir yerdi.
Peki ne değişti? Tabii ki, cennetten gelen bir hediyeyle birlikte her şey iyileşmedi. Daha iyi bir ülke yaratmak ideasıyla, insanlar ve özellikle de gençler örgütlenmeye, aktivizme, mücadeleye başladı.
Joan Nichols: Ve benzer bir durumun günümüzde yeniden yaşandığına inanıyorsunuz sanırım?
Noam Chomsky: Yalnızca, Ocasio-Cortez’in öne sürdüğü Yeşil Yeni Düzen başlığıyla hazırladığı taslak üzerine düşünelim. Şu an bu taslak, politik gündemin tam orta yerinde duruyor. Bir sene önce, belki de bizler için hiçbir şey söylemeyen saçma sapan bir taslaktı. Bir sene içinde ne değişti? Gün Doğumu Hareketi[8]’nden bir grup genç, Temsilciler Meclisi sözcüsü Nancy Pelosi’nin ofisinin önünde oturmaya başladı. Dertlerini bir grup meclis üyesine iletmeyi başardılar. Bu eylemden kısa bir süre sonra, talepleri ciddi bir konuya dönüşmüştü. Washington valisi Jan Inslee, Demokrat kanattan başkan adaylığını koyarken en büyük önceliğinin iklim değişikliği olduğunu duyurdu. Dolayısıyla, artık çevreye dair her şey politik gündemde, çevreye dair her endişe hakkında konuşabiliriz ve bu soruna dair bir şeyler yapabiliriz. Fazla zamanımız yok. Tüm bunlar, iyimser olmak için yeterince neden sunuyor. Geçmişten bugüne, pek çok ilerleme kaydettik. Bütün bu gelişmeleri aktivist, örgütlü, kararlı insanların bir araya gelip dünyayı değiştirmek için çalışmaya başlamasıyla sağladık. Dolayısıyla, iyimser olmak için nedenlerimiz var.
[1] Lula da Silva, 580 günlük hücre hapsinin ardından 8 Kasım 2019 tarihinde özgürlüğüne kavuşmuştur.
[2] Orijinal metinde, Cross of Iron speech olarak geçmektedir. Chance for Peace speech olarak da bilinir.
[3] Başkanlık yarışında Demokratların adayı olacak ismi belirlemek amacıyla yapılan önseçimlerde, Demokratlar 29 aday ile Amerikan tarihinin en yüksek aday sayılı ön seçimlerini gerçekleştirmiştir. Süreçte, en çok oyu alan Joe Biden karşısında, ikinci durumda olan Bernie Sanders yürüttüğü seçim kampanyasını durdurmuş ve yarıştan çekilmiştir. Bunun üzerine, Kasım 2020’de gerçekleşecek seçimde demokratların adayının Joe Biden olacağı 8 Nisan 2020 tarihiyle kesinlik kazanmıştır.
[4] Embedded Liberalism, ifadesi kullanılmaktadır.
[5] N. Barofsky, kitabın orijinal başlığında “Main Street” ve “Wall Street” ifadelerini kullanarak bir ikirciklik yaratıyor. Burada “Main Street” ile kastedilen, halk sınıflarının her gün yürüdüğü caddeler iken; Wall Street, New York menkul değerler borsasının yönetildiği, bankaların ve yatırım kurumlarının bulunduğu caddeyi işaret ediyor. Orijinal başlık, Bailout: An Inside Account of How Washington Abandoned Main Street While Rescuing Wall Street.
[6] American Legislative Exchange Council (ALEC).
[7] İlgili metnin bir kısmının alternatif bir derlemesi için bknz: https://m.bianet.org/bianet/insan-haklari/171257-aydinlarin-sorumlulugu
[8] Hareketin orijinal ismi, Sunrise Movement’tır.