Bazıları daha şimdiden “Covid-19 sonrası”nı konuşmaya başlamış haldeler. Haklarını teslim edelim, neden konuşmasınlar ki? Hem de birçoğumuzu, özellikle de sağlık sisteminin uzun yıllar süren organize bir ihmalkarlıkla tahrip edildiği bölgelerdeki insanları daha da kötü günler bekliyorken. Öyle görünüyor ki yatak, solunum cihazı, kitlesel testleme, maske ve dezenfektan eksikliği yüzünden, hatta karantinaya alınanları yerleştirebilecek alanların yokluğunda, ne yazık ki, birçokları bu dar geçitten geçemeyecekler.
1.
Şu iki şeyi birbirinden ayırmak gerekli: uzak diyarlarda yaşayan, kim olduğu bilinmeyen insanların ölümünden endişe duymak ile aniden kendi faniliğinin farkına varmak, kendi ölümünü hakiki bir ihtimal olarak düşünmeye başlamak ve bu düşünceyle baş başa yaşamak zorunda kalmak birbirinden oldukça farklı şeyler. Bu ikincisi, birçokları için izolasyonun getirdiği korkunun ta kendisi. Sonunda kendi adına, kendi yaşamına dair karar yetkisini üstlenmek.
Bu noktada yeryüzünde başkalarıyla (virüsler dahil) paylaştığımız yaşamımız adına ve ortak kaderimize dair bir karar vermemiz gerekli. Yaşadığımız patojenik sürecin insanlığa dayattığı buyruk tam olarak bu. Patojenik oluşunun yanı sıra bu, aynı zamanda katabolik de bir süreç. Bedenlerin çürümesi, bütün insan kaynaklı atıkların ayrılması ve defedilmesi (virüsün bu inanılmaz yayılışı sonucunda ortaya çıkan “büyük kopuş” ve “büyük kapatılma”nın bir neticesi), bunlarla birlikte dünyanın genel anlamda sayısallaşması, bu süreci katabolik yapan unsurlardan bazıları.
Bundan ne kadar kaçarsak kaçalım, son kertede her şey bizi beden’e geri getiriyor. Bugüne dek beden’i birtakım araçlara bağlamaya çalıştık, onu bir nesne beden’e dönüştürmek istedik, bir makina beden, bir dijital beden, bir ontofanik[1] beden haline getirmeye çabaladık. Şimdi beden, bize en korkunç ve en yabani haliyle geri dönüyor: Bir bulaşım aracı; polenler, sporlar ve küfler için bir taşıyıcı kütle.
Bu zorlu imtihanı tek başımıza vermediğimizi, birçoklarının bundan kaçamayacağını biliyor olmak beyhude bir avuntu. Çünkü bizler, hiçbir zaman öteki canlılarla birlikte yaşamayı öğrenemedik, yeryüzünün ciğerlerini ve bedenini mütemadiyen tahrip etmemize karşın verdiğimiz zarardan katiyen endişe duymadık. Bu yüzden, biz hiçbir zaman ölmeyi öğrenemedik. Yeni Dünya’nın keşfiyle ve birkaç yüzyıl ardından “endüstrileşmiş uluslar”ın ortaya çıkışıyla bizler, aslında ölümümüzü başkalarına devrettik. Bir ontolojik karar mercii olarak varoluşun kendisini bir kurban törenine çevirdik.
Yakında ölümün bir başkasına devri; bir diğer deyişle, ölüm vekilinin bizim yerimize ölmesi mümkün olmayacak. Sadece kendi ölümümüzü dolayımsız şekilde üstlenmek durumunda kalmayacağız, aynı zamanda vedalarımız da kıtlaşacak. Otofaji vakti geldi çattı, bununla birlikte topluluğun ölümü de kapıda. Zira son kez veda etmenin, yani ölüm anında yaşayanları anmanın imkanını yitirdiği bir topluluk asla “topluluk” olamaz.
Topluluk(iştirak) -daha doğrusu müşterek– sadece elveda demenin, yani başkalarıyla özel bir deneyim yaşamanın ve bunu her seferinde o kişilerle yaşanan son deneyimmişçesine şereflendirmenin imkanı üzerine kurulmuş değil. Müşterek, bunun yanı sıra, her seferinde kendisinden tümüyle özel, sayılamayan, hesaplanamayan, paha biçilmez bir şey elde edilen “koşulsuz paylaşımın” imkanı üzerine kurulu.
2.
Şüphesiz, gökyüzüne kara bulutlar çöküyor. Yeryüzünün kısa süreliğine de olsa rahat bir nefes aldığı fikri gittikçe yaygınlaşırken adaletsizlik ve eşitsizlik tarafından boğazlanan insanlığın büyük bir kısmı boğulma tehdidi altında.
Eğer, bu koşullar altında, bir yarın gelirse, bu bir kısım insanın pahasına gelemez, tıpkı Eski Ekonomi’de olduğu gibi. Mevzubahis yarın, mutlaka yeryüzünün tüm sakinlerine ev sahipliği yapmak durumundadır; tür, ırk, cinsiyet, vatandaşlık, din veya herhangi bir başka ayrıma dayanmadan. Diğer bir deyişle yarın, ancak radikal bir hayal gücünün ürünü olan büyük bir kırılma ile gelebilir.
Bu büyük kırılma olmaksızın halihazırda var olan çatlakları tutkallamak yeterli olmayacaktır. Çatlakların derinliklerinde, temelinde yatan şey yeniden yaratılmak zorunda. Bunların en başında gelecek olan, toplumsal’ın ta kendisidir. Çalışmak, alışveriş yapmak, gazete okumak, iletişmek, büyümek ve çeşitli ilişkileri yürütmek, sohbet etmek, paylaşmak, birlikte içmek, ibadet etmek ve cenaze töreni yapmak yalnızca ekranlararası bir hal aldı mı, o zaman etrafımızın koca bir yangınla çevrelendiğini kabul etmemizin vakti gelmiş demektir. Bu çatlaklar bugün büyük bir ölçüde “dijital” ile doldurulmakta. Aynı anda hem bir siper, hem bir tünel, hem bir harabe olan “dijital”, insanların yalnız başına saklanmaları için davet edildikleri bir sığınak olarak karşımıza çıkıyor.
“Dijital”in, bedeni et ve kemikten, yani fiziksel, fani ağırlığından ve ataletinden kurtaracağını söylüyorlar. Bu dönüşümün sonunda beden, aynanın içine doğru hareket edebilecek, böylece biyolojik çürüyüşünden sıyrılabilecek ve sürekli akış içerisindeki yapay bir evrene bağlanacakmış. Bu bir yanılgı, çünkü tıpkı bedensiz bir insanlık mümkün olmayacağı gibi toplum ve topluluk dışında bir özgürlük de mümkün değildir. İnsanlık hiçbir zaman özgürlüğü tek başına elde edemez, ve özgürlük hiçbir zaman biyosferin yok olması pahasına gelemez.
3.
Baştan başlamalıyız. Hayatta kalabilmek için tüm canlılara (bütün biyosfere) muhtaç oldukları alan ve enerjiyi vermemiz gerekiyor. Modernite, takındığı maskenin altında yaşama karşı topyekün bir savaş açmış halde. Bitmesini bir yana bırakın, bu savaş daha yeni başlıyor. Savaşın en önemli cephelerinden birisi olan “dijitale tabiyet”, dünyanın topyekün yoksullaşmasına ve gezegenin kurutulmasına sahne olmasıyla öne çıkıyor.
Bu felaketin sonrasında bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağız. Yapmamız gereken şey, tüm canlılara yaşamlarını sürdürebilecekleri bir barınak sağlamak. Fakat ne yazık ki karşılaşabileceğimiz tehlike, dünyanın yeni bir gerilim ve vahşilik[2] devrine girme tehlikesi[3]. Jeopolitik bağlamda kuvvet ve cebre dayalı akıl, hakimiyetini sürdürecek. Ortak bir altyapının yokluğunda yerkürenin parsellenmesi artarak sürecek ve hudutlar daha da belirginleşecek. Birçok devlet, kendilerini dışarı’dan korumak adına sınırlarını tahkim etmeye çalışacak. Aynı zamanda alışkanlık olarak savunmasızlara yönelttikleri kurucu şiddeti gizleme çabası içine girecekler. Güvenlikli sitelerde ekran başında sürdürülen hayat, normal bir hal alacak.
Afrika başta olmak üzere Küresel Güney’deki birçok yerde yüksek enerji tüketimine dayalı maden çıkarma işlemleri, zirai genişleme, arazilerin yağmalanması ve ormanların yok edilmesi kesintiye uğramadan sürecek. Bilgisayar işlemcilerinin ve süperbilgisayarların çalıştırılabilmesi ve soğutulması doğrudan buna bağlı. Küresel çevrimiçi altyapının gerektirdiği kaynakları ve enerjiyi sağlamak için insan hareketliliğinin daha da kısıtlanması gerekecek. Hayal edilebilecek tüm riskleri dışarıda tutmak için dünyayla arasına belirli bir mesafe koymak normalleşecek. Ne var ki, bağışıklık ve bulaşı teorilerinden türeyen bu katabolik senaryo, halihazırda içerisinde bulunduğumuz ekolojik rizikoya dair bir çözüm teşkil etmediği için bizi bu küresel açmazdan kurtarmak konusunda sınıfta kalıyor.
4.
Yaşam’a karşı girişilen savaşların tamamı nefesi durdurmakla başlıyor. Benzer şekilde Covid-19 da aynı eğilime sahip, solunumu engelliyor, bedenin ve dokuların onarımını durduruyor. Sonuçta kan ve dokular arasındaki işleyişi sağlamak için sürdürülen bir oksijen teneffüsü ve karbondioksit salınımı olmasının dışında, nefes alıp vermenin anlamı ne ki? Yine de yeryüzündeki hayatın sürdüğü hıza baktığımızda ve gezegendeki bolluğun bugüne kalan payını hesaba kattığımızda karşımızda bir soru beliriyor. Solunabilecek oksijenden çok karbondioksitin olacağı bir zamana gerçekten ne kadar uzağız?
İnsanlık virüsten önce de halihazırda boğulma tehlikesi altındaydı. Eğer bir savaş açılmak zorundaysa bu savaş, insanlığın büyük bir bölümünü solunumun erken sonlanmasına mahkum eden spesifik bir virüse karşı değil, aksine, solunum yollarına saldıran en temel şeye karşı açılmak zorundadır: Kapitalizmin uzun yıllar süren hakimiyetinde dünya nüfusunun büyük bölümlerini ve ulusları nefes darlığına ve baskı altında geçen bir hayata mecbur bırakan her şeye. Bu tahakkümün üstesinden gelmek, nefes alma eylemini biyolojik boyutunun ötesinde, müşterek olarak kabul ettiğimiz, bu doğrultuda tüm hesap kitabı aşan bir şey olarak kavradığımızı gösterir. Bununla kastettiğim şey, (evrensel) nefes alma hakkıdır.
Aynı anda hem temelsiz olan (soyut, elle tutulamaz), hem de üzerinde buluşacağımız ortak temeli teşkil eden nefes alma hakkı, ölçülemez ve devredilemezdir. Evrensel bir perspektiften baktığımızda bu hak, sadece insanların değil, tüm canlıların hakkıdır. Bu sebeple nefes alma hakkı, esasen yaşama hakkı olarak anlaşılmalıdır. Bu hakka el koyulamaz. Nefes alma hakkı, üzerinde kurulabilecek tüm egemenlik biçimlerini reddeder, zira egemenlik prensibinin, bizatihi, en iyi örneğidir. Dahası, bu hak, yeryüzünde yaşamaktan kaynaklanan, yeryüzü sakinlerinin evrensel topluluğuna ait bir haktır, ister insan, ister başka bir canlı olsun[4]
Sonuç
Bu yeni ortaya çıkmış bir mesele değil. Hepimiz hikayeyi ezbere biliyoruz. İster biyosferin tahribatı olsun, ister zihinlerin tekno-bilim tarafından işgali; ister direnişin kriminalize edilmesi olsun, ister akla yöneltilen mükerrer saldırılar; ister zihinsel gerileme olsun ya da determinizmin yükselişi (genetik, nöronal, biyolojik, ekolojik), insanlığın karşı karşıya kaldığı tehlikeler gittikçe varoluşsal bir hal alıyor.
Bu tehlikelerin en büyüğü topyekün yaşamın mümkünlüğünü yitirmesi olacaktır. Zihinlerimizi makinelere aktarmanın hayallerini kuranlarla türümüzün bir sonraki evriminin sahip olduğumuz biyolojik kabuktan sıyrılmak olduğuna emin olanlar arasında pek fark yoktur. Öjenik arzusu kaybolmuş değil; bilakis, bu arzu bilim ve teknolojideki yeni gelişmelerin kalbinde yatıyor.
Bu yol ayrımında beklenmedik bir duraklamaya tanıklık ediyoruz. Yaşadığımız, tarihsel sürecin bizi sürüklediği bir duraklama değil, aksine, hala anlamakta güçlük çektiğimiz bir duraklama. Bu duraklama hali tasarrufumuz dışında ortaya çıktığı için iradi bir durum da değil. Birçok anlamda bu hem beklenmedik, hem de sonu kestirilemeyen bir durum. Oysaki ihtiyacımız olan şeyin ta kendisi gönüllü bir durdurma, bilinçli ve tamamen oydaşmaya dayalı bir kesinti. Bunun yokluğunda, bir yarın’dan söz etmek mümkün olmayacak. Bunun yokluğunda, kendimizi önü alınamaz ve kestirilemez bir olaylar silsilesi içinde bulacağız, buna şüphe yok.
Şayet Covid-19, insanlığın bugün kendisini içinde bulduğu bu küresel açmazın ihtişamlı bir yansımasıysa, mesele kısa bir süreliğine daha nefes almamıza izin verecek bir dünyanın yeniden inşası meselesi değildir. Asıl mesele, dünyanın ciğerlerini baştan aşağı temizleyip yaşayabileceğimiz yeni bir yeryüzü yaratma meselesidir. İnsanlık ve biyosfer, yekpare bir varlık teşkil eder. İnsanlık için yalnız başına kurabileceği herhangi bir gelecek söz konusu değildir. Her birimizin aynı türün üyelerin olduğunu, tüm canlılarla aramızda koparılamaz bir bağ olduğunu anlayabilecek miyiz? Ya bunu anlarız, ya da bu son nefesimizi vermeden önce kendimize sorduğumuz son soru olur.
[1] Çevirmen notu: Ontofani, görece taze bir tartışma olarak, fenomenlerin bilimsel/teknolojik araçlar ile “var edildiğine” işaret eden bir kavram. Bir başka deyişle, gerçek ve görüngü arasındaki ilişkinin doğrudan “fenomenoteknik” bir süreç aracılığıyla inşa ediliğini, algının ve algıda “gerçek” olarak tezahür eden şeyin teknoloji tarafınan şekillendirildiğini anlatıyor. Buradaki sonuç, teknolojinin ontofani, yani fenomenalite yaratma yetisinin olduğudur. Bana öyle geliyor ki, Mbembe bu bağlamda spesifik olarak “dijital ontofani”yi kastediyor, yani görünt(g)ünün gerçek ile kesişimini. Gerçek ve sanal’ın birleştiği noktada dijital ontofani, bu ikisinin birbirinden ayırt edilemediği bir karmaşık/artırılmış gerçekliği ifade ediyor. Yani, sanal ve gerçek arasındaki sınırların eridiği, bunların aynı “gerçekliğin” bir parçası gibi algılandığı bir hali anlatıyor. Mbembe, “ontofanik beden” ile sanal evrende kontrol edilebilen bedenlerin ve bedensel aksiyonların hakiki bedene tercih edilmesi durumunu betimliyor gibi görünüyor.
[2] Çevirmen notu: Metni Fransızca’dan İngilizce’ye çeviren Shread’in de aktardığı üzere Mbembe’nin kullandığı brutalisme kavramı, “gaddarlık, acımasızlık” anlamına gelen “brutality”den değil, mevzubahis mimari akımın adını aldığı “brute” kavramından geliyor. Bu kavram, kabaca “bir şeyin ‘doğal’ hali, bu halindeki yalınlık, çıplaklık veya vahşilik” olarak çevrilebilir. Fakat şu var ki, Mbembe, bu da dahil olmak üzere çeşitli yazılarında ve röportajlarında “brutality” ve “brutalism” kavramlarını iç içe kullanıyor. Dolayısıyla, kavram “brutality”den gelmemiş olsa da Mbembe’nin kavramdaki bu çift anlamlılığı vurguladığı söylenebilir. Kavrama henüz Türkçe karşılık önerilmediği için bu çeviride kavramın çağrıştırdığı iki anlamı da karşılayabilecek “vahşilik” sözcüğünü kullanmayı seçtim.
[3] Brutalizm kavramını yirminci yüzyılda ortaya çıkan bir mimari akımdan hareketle ortaya koydum. Kavramı “iktidarın kurulduğu, dışavurulduğu, yeniden şekillendiği; kendisini jeomorfik bir güç olarak ortaya koyduğu ve yeniden ürettiği” bir çağdaş süreç olarak tanımladım. Nasıl mı? “Kıran ve yaran” , “damarları kazan”, “delen” ve “organik maddeleri dışarı çıkaran” süreçler doğrultusunda, başka bir deyişle, “tüketme/tükenme/sömürme/bitirme (deplesyon)” dediğim süreç doğrultusunda. (Achille Mbembe, Brutalisme [Paris, 2020], pp. 9, 10, 11)
[4] bkz. Sarah Vanuxem, La propriété de la Terre (Paris, 2018), ve Marin Schaffner, Un sol commun. Lutter, habiter, penser (Paris, 2019).
*Achille Mbembe’nin ilk olarak 6 Nisan 2020 tarihinde AOC’de Fransızca olarak yayımlanmış; kısaltılmış bir İngilizce çevirisi ise 13 Nisan 2020 tarihinde Critical Inquiry‘de yer almış olan “The Universal Right to Breathe” (Nefes Alma Hakkı) başlıklı bu yazısı, Özgür Umut Baz tarafından textum için Türkçeye çevrilmiştir. Çeviride baz alınan kaynak Carolyn Shread tarafından Critical Inquiry için yapılan İngilizce çeviridir. Kaynak: https://critinq.wordpress.com/2020/04/13/the-universal-right-to-breathe/