Geçtiğimiz günlerde, sayısı 200’ü bulan sanatçı ve bilim insanı, korona virüs salgınından sonraki günlere dair bir çağrı yayımladılar. Çağrı, Fransız Le Monde gazetesinde “Please, let’s not go back to normal” başlığı ile hem Fransızca hem İngilizce olarak yayımlandı.
Çağrı metnini Oscar ödüllü oyuncu Juliette Binoche ve astrofizikçi Aurélien Barrau kaleme almış. Bu, ikilinin ilk çağrısı da değil. 2018’de “’Le plus grand défi de l’histoire de l’humanité’: l’appel de 200 personnalités pour sauver la planete” (İnsanlık tarihinin en büyük meydan okuması: 200 şahsiyetin gezegeni kurtarmak için yaptığı çağrı) başlığı altında yine aynı gazetede, bu kez konusu küresel ısınma olan bir çağrı daha kaleme almışlardı.
Ünlülerin bu türde kampanyalara dahli –sınırlılıkları bir kenara- sosyal medyanın gücü ile birleşerek toplumsal bir hassasiyet yaratmakta faydalı bir işlev görüyor. Ama bu türde niyeti bakımından iyi, etkisi bakımından sınırlı metinler, geleceği eskisine nazaran daha iyi hale getirmekten uzak çabalar olarak kalıyorlar.
Esasında çağrının içeriği, siyasi literatürde reformizm çizgisine konumlanıyor. Bu türde siyasal metinler, bundan yaklaşık 200 sene önce Saint Simon, Charles Fourier, Robert Owen gibi mühim isimler (nam-ı diğer ütopyacı sosyalistler) tarafından yazılmış ve hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ne yazık ki bu çalışmalar tarih sahnesinde, sonu başarısızlıkla yazgılı iyi niyetli deneyimler olarak yer edinmişlerdir.
Çağrı metni aslında çok doğru bir tespit ile başlıyor: “Covid-19 salgını bir trajedidir. Ne var ki bu kriz bizi aslında neyin önem taşıdığını incelemeye davet ediyor. Ve gördüğümüz şey oldukça basit: Yapılan ‘düzenlemeler’ yeterli değil. Sorun sistem.”
Tekrar hakkını verelim; metin çok güçlü başlıyor. Sorun söz konusu metinde de ortaya konulduğu gibi, günümüzün (aynı zamanda dünün) uygulama pratiklerinden ziyade daha derinde, işleyiş mekanizmasının kendisindedir: Kapitalizmin anarşik/plansız üretim tarzında.
Yaşadığımız günler, toplumsal hayata etkilerini uzun dönemde görebileceğimiz, sonu belirsiz bir senaryo biçiminde ilerliyor. Toplumun, emeğini satıp geçinmek zorunda olan üyeleri, yani adını koyalım işçi sınıfı (yeri gelmişken işsizler ordusunu da işçi sınıfının üyeleri olarak konumlandırdığımı belirtmem gerek) için geçim araçlarına ulaşım açısından çok sıkıntılı günler kapıdadır.
Bir nevi ücretli kölelik düzeni olan kapitalizm dünyanın sağlığını da doğrudan tehdit ediyor. Mart ayında UNICEF’in açıklamasına göre dünyanın %40’lık bir kesimi, yani yaklaşık 3 milyar insan, ellerini yıkayabilecekleri bir lavabo tesisatına ulaşamıyorlar. Ayrıca okulların %47’sinde, okul çağındaki çocukların 900 milyon kadarına tekabül eden miktarda öğrencinin, su ve sabun içeren ellerini yıkayabileceği bir donanıma ulaşımı yoktur.
Toplumun küçük bir kısmının zenginliğinin büyük bir kısmının sefaletinden geçtiği bir sistemin, geleceğe dair umut vermesi mümkün değildir. Söz konusu sistem, köklerinden beslendiği gezegeni nefes alamaz duruma getirmiştir. Bununla birlikte kapitalizmin felaketler karşısında, yarattığı o devasa uygarlığa ve o uygarlığın toplumsal sözleşmesine uygun, odağına canlı hayatın korunmasını koyan bir refleks göstermesini beklemek en hafifinden naifliktir. Bu çerçevede bu çağrı metni naif bir metin olarak da değerlendirilebilir.
1878 yılında Marksizmi bir hayat görüşü değil de daha çok, siyasal bir yol gösterici olarak görmeye eğilimli Dühring ve hempalarına karşı açılmış görkemli bir bayrak olan Anti-Dühring kitabında Engels şöyle diyor:
“Materyalist tarih görüşü, üretimin ve üretimden sonra üretilen ürünlerin değişiminin her toplumsal rejimin temelini oluşturduğu; tarihte görülen her toplumda, ürünlerin bölüşümünün ve ürünlerin bölüşümü ile birlikte sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal eklemlenmenin üretilen şeye, bunun üretiliş biçimine ve üretilen şeylerin değişim tarzına göre düzenlendiği tezinden hareket eder. Sonuç olarak, bütün toplumsal değişikliklerin ve bütün siyasal altüst oluşların son nedenlerini insanların kafasında, ölümsüz doğruluk ve ölümsüz adalet üzerindeki artan kavrayışlarında değil, üretim ve değişim biçiminin değişikliklerinde aramak gerekir; onları, ilgili dönemin felsefesinde değil, ama iktisadında aramak gerekir.”[1]
Kapitalizm, yönetenlerin ellerinde canavara dönüşen bir sistem değildir. Yöneten kişilerin ya da burjuvazinin, niyetinden bağımsız[2] olarak canavarlaşan bir sistemdir. Bu nedenle yukarıdaki alıntıda Engels’in de vurguladığı üzere asıl bakılması ve sorgulanması gereken, bugünün felsefesi (ya da aynı anlama gelmek üzere bir üstyapı kurumu olarak siyasal alan) değil, bugünkü çarkları döndüren işleyiş mekanizması yani ekonominin işleyişidir. Ekonomik çarklar, işçi sınıfının emeğini kiralamak ve ona, kendini bir sonraki güne sağlıklı şekilde çıkarabileceği bir maaş ödenmesi şeklinde döner. İşçiler, yani toplumun büyük bir kesimi muazzam bir zenginlik yaratırken, burjuvazi zevküsefa içinde yüzer. Böylece sistemin var olma biçimi gereği “bolluk, kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir”.[3] Bu nedenle ilk işaret edilmesi gereken yer gündelik hayatın akışıdır. Sonrasında bu akışa itiraz, demokratik gündelik taleplerle birlikte siyasal alanı değiştirmek şeklinde yapılır. Bu taleplerin içeriği kâh ekonomik kâh demokratik/siyasal alana dair olur.
Çağrı metnine tekrar dönmek gerekirse, tüm bu sıralanan nedenlerden ve alıntılardan anlaşılacağı üzere, metinde sorunun asli nedenine dair yapılan utangaç tespite katılmamak mümkün değil: Sorun gündelik hayatın işleyişinde yani kapitalizmdedir.
Metin üçüncü paragrafta liderleri (ben burjuvazi olarak okuyorum) ve bizi (işçi sınıfı olarak okumak istiyorum) sorumluluk almaya çağırıyor. Çağrıcılar deyim yerindeyse, sorunu yaratanların sorunu çözmek için sorumluluk almasını umuyor. Tekrar belirtmekte fayda var; var olan düzende burjuvazinin, yani üretim araçlarına sahip olan sınıfın var olma biçimi, toplumun patronlar dışında kalan kesiminin üretim araçlarından yoksunluğu ve yoksulluğu üzerinden şekillenir. Bu nedenle hâlihazırda bu çağrı burjuvaziye yapılan bir çağrı ise –ki öyle görünüyor- metin bir oksimoron olmaktan kaçamaz.
Hiç şüphe yok ki tüm bu sorunlar bir anda oluşmadı ve bir anda da çözüme bağlanamayacaktır. Tiyatroda olduğu gibi, düğümlenen olay örgüsünü birden zuhur ederek çözüme kavuşturan bir deus ex machina’ya da gerçek hayatta sahip olamayacağımız aşikâr. Şüphesiz ki kurtuluşumuz kendi eserimiz olacak.
Kurtuluşa dair kendi hislerimden bahsetmem gerekirse, bu sorunların çözüme bağlanması konusunda sahip olduğum iyimserliği tarihin diyalektik yasalarını ortaya seren Marx’a borçluyum. 19. yüzyılı sarsan Komünist Manifesto’nun yayımlanmasından bir yıl önce 1847’de yayımladığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı yapıtında Marx şöyle der:
İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.[4] (vurgular bana ait)
Tarihin nesnel yasaları geleceğe dair umut vermekle birlikte, o geleceği yaratacak özneyi de işaret etmektedir: işçi sınıfı. İşte bu yasalar gereği çözüm, sorunu yaratanların yüce gönüllülüğüyle değil, mevzubahis sorunlarla baş etmek zorunda kalan milyarlarca insanın elleri ve siyasal hamleleriyle gerçekleşecektir. Tam da bu nedenledir ki çağrı, bir iyi niyet mektubu kapsamı dışına çıkamamaktadır.
Lakin çağrının niyeti ve çapı bir kenara, bu metni bir demokratik hak arayışı çerçevesinde değerlendirip metnin yanında olduğumu; metnin taleplerinin ve tespitlerinin mantıki sonucuna (ekonomik işleyişi sorgulamaya) götürülene dek arkasında olduğumu da tekrar vurgulamak isterim.
Metin liderlere seslendikten sonra tüketim çılgınlığından da dem vuruyor, zira bugünlerde birçok insanın alışveriş alışkanlıklarını gözden geçirdiği malum. Ayrıca Covid-19 hastalığı öncesi dönemi “normal” dönem olarak tanımlayıp “normal”e dönmenin mümkün olmadığına inandıklarını söylüyor.
Metnin bundan sonraki kısmını değerlendirmeye geçmeden önce, bu topraklar için bir hesaplaşma yapmak ve Covid-19 salgını öncesi dönemin günahlarını bir kenara not etmek gerekiyor. Ülkemizde son yirmi yıldır vasatın iktidarını ve rızasını kurmak isteyen hükümet, bilgiye (bilime) ve entelektüel birikime olabildiğince saldırmış, bilimi öne çıkaranları “monşer” ilan etmiş ve hatta kalemşorları denebilecek akademisyenleriyle(!) cahilliği açık açık övmüştü.
Oysaki bu günlerde, bilimin ve bilim insanlarının ister istemez öne çıktığı bir süreç yaşıyoruz. Bunun geleceğe dair umut yeşerten bir tarafı olur mu bilinmez, ama bir yalan makinesine dönen TV’lerde sürekli “bilim kurulu” söz öbeğini duymak kulağa hoş geliyor. Umarız bu eğilim kulaklara ve zihinlere iyice kazınır da soru sorma-sorgulama refleksleri artan bir toplum haline geliriz.
Pandemi döneminde herkesin eşit ve –patronların döne döne söylemeye bayıldıkları- “aynı gemi”de olmadığı bir kez daha ortaya serildi. Evet, herkes hasta olabiliyor ama hastalık döneminde erişebildikleri olanaklar tamamen eşitsiz. Hasta olmasa bile toplumun bir kısmı evde kalabiliyorken, işçi sınıfının büyük bir kısmı dışarıda çalışmaya devam etmek zorunda kaldı. Bu nedenle, evlerimizde hayatımızı güvenle idame ettirmemizi sağlayan emekçilere şükran borçluyuz.
Sağlık çalışanlarına burada bir parantez açmakta fayda var. Toplumda en çok güvenilen meslek gruplarından birini temsil eden doktorlarla birlikte, onların ayrılmaz parçası sağlık çalışanları (hemşireler, temizlik işçileri, laboratuvar emekçileri vd.), olağandışı çalışma şartlarına rağmen mesleklerini en iyi şekilde icra etmiş ve bu küresel savaşta ön cephenin kahramanları olmuştur.
Gelelim metinde geçen ve çokça dillendirilen “normal”e! Korona öncesi kapitalizm, insan medeniyetinin normali olamaz. Bunu yekten söylemekte ve sıkça, eskiye atfen söylenen “normal” tanımlamasını reddetmekte fayda var. Bu denli bolluğun olduğu bir dünyada, bu kadar çok insanın açlıktan ölmesi, sağlıksız bir hayata mahkûm olması veya geçimini sağlamakta zorluk çekmesi normal olmamalıdır! Bu şekliyle kapitalizm artık bir anomalidir. Kapitalizmin “normal” diye tarif edebileceğimiz tek dönemi ilk kez tarih sahnesinde boy gösterdiği dönemden başka bir dönem değildir. O döneme normal denebilir, çünkü feodal lonca üretiminin yerini bilimsel gelişmeler ve coğrafi keşiflerle beraber sanayi almaya başlamış, ancak o zamandır ki dünya artık her üyesini doyurabilir olanaklara kavuşmuştur. Bu nedenle o dönem için kapitalist üretim biçiminin tarihsel olarak meşruiyetinden söz edilebilir. Gelgelelim toplum eşitsiz ve bileşik gelişmiş, sonrasında bugün gördüğümüz biçime evirilmiştir.
Ücretli kölelik düzeni yani kapitalizm, bir doğa yasası veya ilanihaye var olmak zorunda olan bir sistem değildir. Böyle gelmemiştir ve böyle gitmemelidir. Altı üstü 200 yıllık bir geçmişi vardır. Kapitalizmin tarihi, insanlığın (homo sapiens) yaklaşık 300 bin yıllık tarihinin yanında esamisi okunmayacak denli kısa bir dönemdir. Bırakın kapitalizmi, sınıflı toplumların ömrü bile insanın insan olarak varoluş tarihinin yanında devede kulaktır.
Çağrı metninin son cümlesi radikal bir dönüşüme ihtiyacımız olduğunu söylemektedir. Bu formuyla metin, aslen bir anormale (yeryüzünün tüm canlılarını kucaklayan bir “yeni normal”e) çağrı metnidir. Bunun altına imza atmak mümkündür. Gerçekten kökten bir çözüme yani devrimci bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Şimdilik bu dönüşüm için gerekli enstrümana, bir dünya partisine (dilerseniz enternasyonale) sahip değiliz. Bu demek değildir ki bu çağrı metnindeki talepleri savunmayalım veyahut takipçisi olmayalım. Hayır! Dünyayı bu kapitalist urdan kurtarmak için her türden yaşamı ve yaşatmayı savunan mücadeleyi desteklemeliyiz. Bir yükün altına herkes aynı oranda girmeyebilir; yandan tutan veya yük taşınırken yüke dokunmadan gidilen yolu temizleme görevini üstlenen herkesi dinlemeli ve yoldaşlık etmeliyiz. Bu yolda birlikte ilerlerken asıl sorunun sisteme içkin olduğunu vurgulamaktan kaçınmamalıyız. Engels’in 141 sene evvel bir analojiyle belirttiği gibi:
Kapitalist üretim biçiminden ürünlerin bir başka bölüşümünü beklemeye gelince bu, bir bataryanın elektrotlarından, bataryaya bağlı oldukları halde, suyu ayrıştırmamalarını ve pozitif kutupta oksijeni, negatif kutupta da hidrojeni açığa çıkarmamalarını istemek gibi bir şey olur.[5]
[1] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Ankara, Sol Yayınları, 2003, s. 384
[2] Burada egemenler için yapılan vurgu, Marx’ın tabiriyle “büyüleriyle harekete geçirdiği ölüler diyarını artık kontrol edemeyen büyücü” olarak düşünülmemelidir. Vurgunun egemenler ile egemenlik arasındaki diyalektik gözetilerek okunmasını temenni ederim. Zira kapitalizm ve karar vericileri birbirlerinin mütemmim cüzüdür.
[3] a.g.e., (Fourier’den akt. Engels), s. 395
[4] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara, Sol Yayınları, 2005, s. 40
[5] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Ankara, Sol Yayınları, 2003, s. 393