Siyaset konuşmamak üzerine

Hakikatin esamesinin çoktandır okunmadığı yerde, edilen her sözün “kanaatlerden bir kanaate” dönüştüğü, değişken kanaatlerin bir diktatörlüğü altında yaşıyoruz. “Sözün gücü” denen şeyden artık bahseden yok, daha ziyade bir söz enflasyonu var şimdi. Öyle ki bu gürültü, konuşanın kendi sesini dahi işitmesine imkân vermiyor. Ulus Baker’in yerinde ifadesiyle bir “gevezelikler toplumu” bu. Peki, bunca kuru gürültünün arasında, sessizliğin bir değeri olabilir mi? Mustafa Çağlar Atmaca, bu kısa yazısında, Ulus Baker’den Hikmet Kıvılcımlı’ya, Gramsci’den Marx’a metinlerarası bir gezintiyle, sahici bir ses işitmek, konuşmaya da değerini geri kazandırmak için bir “suskunluk siyaseti” öneriyor.

Jan Matejko, Stańczyk (1862).

“Geceyarısı gezinen biçare bir ruh gibi her adımı büyük bir gürültü çıkarıyor ama kimse onu görmüyor.”
Walter Benjamin, Tek Yönlü Yol

Felsefede ve siyasette konuşmak kadar susmanın da yeri kayda değerdir. Minerva’nın baykuşunun gece uçtuğunu biliriz. Üzerine konuşulamayan hakkında susmamız gerektiğini de Wittgenstein öğütlüyordu. Ya da “felsefi suskunluk” diyordu buna Ulus Baker, 11 Eylül sonrasında herkesin yazıp çizdiği, bütün doksozofların piyasaya döküldüğü bir ortamda Derrida’nın (ve kendisinin) analizler “kasmanın” çekiciliğine ısrarla direnişinden söz ederken. O ortamda bir tek Derrida Spinoza’nın şu sözüyle ne dediğini anlamış gibidir sahiden de: “Savaşın efendileri kana doyduktan sonra konuşalım.” Spinoza, 1665 İkinci İngiliz-Hollanda Savaşı sırasında İngiliz akademi ve siyaset çevrelerinde hatırı sayılır bir ünü olan Henry Oldenburg’la mektuplaşmasında sarf eder bu sözü:

Felsefecilerinizin hayatta olmasından ve cumhuriyetinizin meseleleriyle hâlâ hemhal olmalarından ötürü mutluyum. Savaşın efendileri kana doyduktan ve güçlerini toparlamak üzere biraz durulduktan sonra, onlar hakkında sizinle konuşmayı umuyorum. O alaycı Demokritos eğer hâlâ hayatta olsaydı, tüm bu olup bitenler karşısında gülmekten ölürdü. Kendi payıma ise, bu musibetler beni ne güldürüyor ne de ağlatıyor, ama insan doğası üzerine uzun uzadıya düşünmemi, felsefe yapmamı sağlıyor.

Susmak kadar susturulmak, konuşturulmamak, sözün dolaşıma girmesine engel olunması, veya buna yaşadığı dönemde maruz kalan Hikmet Kıvılcımlı’nın nefis tabiriyle “susuş kumkuması” da siyasetin konusudur elbette, yakından deneyimliyoruz. Hikmet Kıvılcımlı’nın bunu söylerken ilham aldığı Marx’ın, dostu Ludwig Kugelmann’a yazdığı bir mektupta sarf ettiği tabirle, conspiration de silence, “sessizlik komplosu”:

Almanya’da senin gibi altı kişi daha olsaydı eğer, bu dar kafalıların direnişi ve uzmanlarla gazetecilerin sessizlik komplosu tuzla buz olurdu, en azından ciddi tartışmalara alan açılırdı. Ama beklemek gerekiyor!

Bir yanda Spinoza’nın konuşmayı, “o sırada ve sonrasında devralmak üzere” sonraya bırakan itidali, diğer yanda Marx’ın sessizlik perdesini bir an önce yırtıp atmak isteyen, ama nerede susması gerektiğini de bilen tez canlılığı… Her iki duygu da Gramsci’nin o meşhur formülüyle, aklın kötümserliği ve iradenin iyimserliği arasında salınıyor gibidir. Biri sessizliğe, konuşmamaya diğeri sessizlik komplosunu dağıtmak üzere acilen konuşmaya çağıran bu iki tutum ilk bakışta birbirinin zıddıymış gibi görünebilir. Spinoza neredeyse apolitik, neredeyse sinik bir tonda konuşuyormuş; yaşamın, siyasetin kirine pasına dokunmaktan imtina eden bir “güzel ruh”muş gibi görünüyor. Ama bana kalırsa, böylesi bir itidalde, suskunlukta, hadi diyelim kötümserlikte apolitiklik, siniklik görmek, bunun aksine konuşmanın siyasal bir eylem olduğunu düşünmek, sessizliğin yerildiği ve konuşmanın yüceltildiği günümüz “kanaatler toplumu”nun hâlâ bir siyasal alana sahip olduğunu -ve konuşmanın hâlâ siyasal bir kudrete sahip olduğunu- düşünmenin yarattığı bir illüzyondur.

Spinoza (siyasal alanın yerini savaş alanına bıraktığı yerde susmak) ve Marx (siyasal alanı kurmak üzere konuşmak), siyasal olana/alana yer açmak üzere konuşmayı ve susmayı dert edinirken günümüzde artık konuşmak -ya da artık sadece konuşmak- siyasal olana alan açmak bir kenara, tam da siyasal alanı kapatan budalaca (“bir şeye aşırı düşkünlük” anlamında) bir pseudo-eylemdir. Pseudo-eylemdir, çünkü (Spinoza’nın meşhur ikazını biraz eğip bükerek söylersek) insanlar sanki siyaset yaptıklarını düşünürken aslında siyaseten eyleme kudretlerinin nasıl da azaldığını fark etmezler. Dilin, Roman Jakobson’un şemasına göre, phatic işlevi etkindir daha ziyade: bilgi vermekten, alıcıyı harekete geçirmekten, duygu uyandırmaktan vs. ziyade konuşmanın iletişim kanalının kontrolü, iletişimin sürdürülmesi, kanalın iletiye uygun işlemesi amacını gütmesi; alıcının sadece orada olduğunun tasdiklemek, ne iletildiğinden bağımsız olarak iletişimin kendisinin sürme imkânını (alıcı ile gönderici arasındaki kurulu ilişkinin bozulmaması, alıcının mümkünse daima orada alıcı olarak kalması) sürdürmek yani.

Burada devrede olan iktidar oyununu yakalamalıyız. Foucault’dan bu yana iktidarın sadece baskıyla, kapatmayla falan işleyen, “negatif” bir şey olmadığını biliyoruz; iktidar üretken, “pozitif” de bir şeydir. Konumuz bağlamında diyebiliriz ki, iktidar sadece susturmaz, konuşturur da. O yüzden, Ulus Baker iktidarın, sadece bizim üzerimizde icra edilen bir güç, bir zor değil de bizim hâlihazırda yapabildiğimiz şeyleri yapabilme kudretimizin olmadığını zannettiğimiz anda devreye giren bir ilişki olduğu şeklinde Spinozacı bir tarifini yaparken haklıdır. Ama bir müdahalede de bulunabiliriz: iktidar, yapamadığımızı zannetme ve yapabildiğimizi bilememe “sanal kudretsizliği” kadar yapamadığımızı fark etmeme ve yaptığımızı zannetme halidir de. İktidar, hâlihazırda yapamadığımız şeyleri yapabildiğimizi zannettiren, yapıp etme kudretimizden koparıldığımızı görmemizi engelleyen “sanal kudretliliğe” sahip olduğumuzu sandığımız anda ortaya çıkar…

Öyleyse, böylesi bir durumda biz de siyasal bir suskunluktan, siyasal alanı açan bir suskunluktan söz edebilir miyiz? Hatta etmemiz gerekmez mi? Eylem karşısında konuşmanın siyasal alanda geçer akçe olduğu,[1] mesela Habermas’ın iletişim ve kamusal alana dair meşhur fikirlerini 2022 yılında “Kamusallığın Yeni Bir Yapısal Dönüşümü ve Müzakereci Demokrasi” kitabıyla yeni bir pakette sunmayı bir mesele olarak dert ettiği, Türkiye’den bahsedecek olursak, “kamuoyunun” uzunca bir süredir yer yer korkunun sirayet ettiği, yer yer umut dolu, hatta öforik bir duygu halinde, müthiş bir aciliyet içinde sürekli ama sürekli seçim siyaseti konuştuğu bir ortamda, bu sorumun budalaca (bu kez “ahmak” anlamında) bir soru olduğunu kabul ediyorum — ama günümüz konuşma budalalığının aksine bu sorudaki budalalığı olumlayarak.

Deleuze’e referansla söylersem, Kâtip Bartleby’nin (I prefer not to…) veya Dostoyevski karakterlerinin taşıdığı “felsefi budalalık”tır bu. Bartleby’deki siyasete düşman bir siniklik, apolitiklik değil, kayıtsızlığın verdiği etkilenmeme gücüyle onu tam da siyasetin, direnişin merkezine yerleştiren bir sinikliktir — böylelikle hâlâ bir siyasal kudret derecesi olma vasfını koruyabilmiştir. Dostoyevski karakterlerindeki ve Bartleby’deki budalalık, virtüel olanın gerçekleşmesine ve bir olayın ortaya çıkmasına imkân verecek belirsizlik koşullarına işaret eder. Budalanın formülünü şöyle verir Deleuze:

Dostoyevski kahramanları hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar, hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar. Ama bilirler ki, daha da acil olan bir sorun vardır. Ama bu sorun nedir? İşte onu bilmezler. Onları durduran da budur zaten. Her şey, sanki bir yangın çıkmış, her şey yanmaktayken, kaçıp dışarı çıkmak yerine kendime şunları demem gibidir: ‘Hayır! Hayır! Burada daha da acil bir şey var. Onu öğrenene kadar yerimden kımıldatmayın beni.’ Ama bu Budala’dır… Bu, Budala’nın formülüdür: ‘Biliyorsunuz, daha derin bir sorun var. Sorunun ne olduğunu iyi göremiyorum. Ama bırakın beni. Her şey yanıp kül olabilir… Önce bu daha acil sorunu bulmak gerekiyor’ (sf. 27-28).

Bir aciliyetin tam da ortasında hep daha önemsiz gözüken bir mesele dikkatini çeker budalanın ve budala, daha önemli ve acil olanı daha önemsiz olandan ayırt edemeyecek durumdadır. Ama bu budalalık, bir şeye saplanıp kalma budalalığından farklı olarak “hep daha acil başka bir sorun” olduğunu hissetme ve bunun peşinden gitme dürtüsü ve duygusuyla karakterize olan felsefi -ve bence siyasal- bir budalalıktır. Hatta neredeyse, siyasal bir erdem…

O yüzden budalalığı düşüncesizlik olarak kabul etmek yanlış. Aksine, artık sadece budalalar düşünceye bir kudret derecesi yükleyebiliyor. Düşünmek-konuşmak ilişkisine dair Maurice Blanchot’nun hoş bir fikri vardı. Buna göre, konuşmak, düşünmek değildir. Blanchot’nun gündelik ve üstün konuşma biçimleri, sıradan ve edebi olan arasında ayrım yaparken kullandığı formüle göre “konuşmak, görmek değildir.”[2] Şöyle bir ayrımdan yola çıkıyor Blanchot: üstün konuşma yetisi ve gündelik konuşma (yani, bir tür phatic speech). Esas çabası aslında edebiyatın özgüllüğünü ortaya koyabilmek. Yani, edebiyatın özgüllüğü tam da gündelik konuşmanın karşısında üstün bir konuşma yetisi olmasından geliyor.[3] Gündelik konuşma şöyle bir şeydir: “aa bak kadın kaydı ve düştü”, “pencere kırılmış” vs. Görülebilir olanı ifade etmek yani aslında. Bunu gördükten sonra dile getirmeye pek gerek yok gibi gerçekten de, zaten görünür bir şey hakkında konuşuyoruz zira. Öyleyse, Blanchot açısından, edebiyatın özgüllüğü tam da (sadece) söylenebilir olanı, açığa çıkmak için söylenmekten başka bir yolu olmayanı söylemek, yazmak demek. Bu yüzden -şimdilik sadece ne olmadığını belirtmekle yetinerek söylersek- düşünmek de konuşmak demek değildir, diyelim. Düşünmek, görmek ve konuşmaktır, ama konuşmak, düşünmek değildir. Düşünmek, görmek ve konuşmak arasındaki yarıktır, o ayrımda yuvalanır.

Bartleby ve Dostoyevski karakterlerine ek olarak ben de iki tür siyasal budala-palyaço tespit edebileceğimizi düşünüyorum. Kierkegaard’ın palyaço (bir tür budala) hikâyesi meşhurdur:

Bir tiyatronun kulisinde bir gün bir yangın çıkar ve bunu fark eden palyaço hemen sahneye koşarak yangını seyircilere haber verir ama bütün seyirciler bunun palyaçonun bir numarası olduğunu zannedip kahkahalar ve alkışlarla karşılar. Palyaço uyarısına devam eder ama alkışlar ve kahkahalar sürer. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.

Öyleyse birinci tür budalamız Kierkegaard’ın acil bir duruma dikkat çeken ama kendisine gülünen, eyleme-etkileme kudreti kısıtlı, bir tür aydınlanmış yanlış bilince sahip, “kederli” palyaçosu: sesleri gevezelikler arasında bir gevezeliğe dönüşen, rabarbanın bir parçası haline gelmiş günümüz doksozofları, televizyon-Twitter aydınları… Diğeri ise Buster Keaton’ın “komedyen komik şeyler anlatır, gerçek komedyen ise şeyleri komik kılar” diyen Deleuzecü palyaçosu. Formülü değiştirerek söylersek, “siyaset konuşanlar” ve şeyleri siyasallaştıranlar gibi bir ayrıma götürüyor bu bizi: kanaatler toplumunun verili sorularına verilmesi gereken hazır cevapları bilenler, üretilmiş ve dayatılmış aciliyetlerin çizdiği sınırlarda “konuşup” düşündüğünü sananlar ile soru daha sorulmadan cevap verenler, hatta soruyu sorunsallaştıranlar, bir adım daha gidersek, soru sorma tekelini de iktidardan alma tehdidini taşıyanlar, “varolan siyasal alanın kendisine karşı duranlar.” Bu palyaço Marx’ın ifadesini de eğip büker: “insanlık önüne sadece çözüme bağlayabileceği sorunları koyar”, yanlış; budala, önüne koyulmuş soruları sorunsallaştırandır.


[1] Ulus Baker’in bu konuda oldukça yeğin “Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme” metnine bakılabilir.

[2] bkz. Blanchot, The Infinite Conversation; ve Deleuze’ün Foucault üzerine 26 Kasım 1985 tarihli dersi.

[3] Benzer başka bir çabayı, mesela müzik için E.T.A. Hoffman’ın müziği söz ve diğer tüm müzik dışı öğelerden, dil öğelerinden temizleme arayışında görüyoruz: yalnızca çalınabilir olanı, duyulabilir olanı, dil-dışı olanı çalmaktır müzik. Dil dışı bir ifade aracı olarak müziğin üstün yetisi…