Günümüz siyaseti üzerine on üç tez ve bazı açıklamalar

2008 krizine, pandemiye, her gün ortalığa saçılan türlü skandala rağmen kapitalizm ölmedi. İsyanlar her defasında bastırıldı, kapitalist istila daha da otoriter biçimler altında tüm hızıyla sürüyor. Politik ânı kavramak, ona yanıt vermek için bir strateji geliştirmek istiyorsak mevcut konjonktürün titiz bir analizine ihtiyacımız var. Günümüz siyaseti üzerine on üç tezle Alain Badiuo, sol için bir örgütlenme stratejisi de önererek, işte bu görevi üstleniyor. Ona göre bir dünya savaşı artık hiç olmadığı kadar yakın; ve Lenin’in o veciz ifadeleriyle, “ya devrim savaşı engelleyecek ya da savaş devrimi ateşleyecek.” Şimdiye dek hep ikincisi oldu, diyor Badio, ve ekliyor: Bu defa devrim savaşı önlemeli.

Alain Badiou konuşuyor. Fotoğraf: Jean-François Gornet

Birinci Tez. Bugünün küresel konjonktürünü tanımlayan başlıca unsur, liberal kapitalizmin bölgesel ve ideolojik hegemonyasıdır.

Açıklama. Bu öylesine açık ve bayağı bir tez ki, beni herhangi bir açıklama yapmaktan alıkoyuyor.

İkinci Tez. Söz konusu hegemonya hiçbir suretle krizde değildir, hele can çekiştiği hiç söylenemez; fakat bilhassa yoğun, ama aynı zamanda da alışılmadık bir istila evresi içindedir.

Açıklama. Bugün tümüyle hegemonik bir hâl almış olan kapitalist küreselleşme üzerine, birbirine zıt olmakla birlikte aynı ölçüde hatalı iki görüş var.

  • Bunların ilki, muhafazakâr görüş. Buna göre, kapitalizm, hele de parlamenter “demokrasi” ile bir aradaysa, insanlığın ekonomik ve toplumsal örgütlenmesinin mutlak biçimidir — ki bu, vaktiyle Fukuyama’nın meşhur ettiği Tarihin sonu fikrinden başka bir şey değil.

  • İkincisi ise, kapitalizmin nihai krizine girdiğini, hatta çoktan can vermiş olduğunu söyleyen Solcu görüş.

Sözünü ettiğim ilk görüş, “kızıl yıllardan” (1965-1975) kalma dönek entelektüellerin 1970’lerin sonlarında başlattığı, komünist hipotezi olasılıklar alanından defetmek üzerine kurulu ideolojik sürecin basit bir tekrarından başka bir şey değildi. Bu görüşün tek işlevi, o bildik egemen propagandayı biraz daha sadeleştirmesiydi: Artık kapitalizmin (varlığı şüpheli) erdemlerine methiyeler düzmeye gerek yoktu; olan bitenin (SSCB, Lenin, Stalin, Mao, Çin, Kızıl Kmerler, Batı komünist partileri vb.) canice bir “totalitarizm”den başka hiçbir şeyin mümkün olmadığını gösterdiğinde ısrarcı olmak yeterliydi.

Bu imkânsızlık hükmüne verilecek yegâne yanıt, olasılığı, gücü ve özgürleştirici potansiyeli bakımından geçen yüzyılın bölük pörçük deneylerinin ötesine geçen bir komünist hipotezi yeniden yaratmaktır. Şu anda gerçekleşen ve gelecekte de gerçekleşmesi kaçınılmaz olan budur. Ben de bu metinde işte bunu yapmaya çalışıyorum.

Kansız veyahut cansız kapitalizm senaryoları ise ilhamını 2008 mali krizinden, Covid-19 salgınının sebep olduğu enflasyonist parasal düzensizliklerden ve her gün ortalığa saçılan sayısız yolsuzluk vakasından alıyor. Bu senaryoların sahipleri, ya mevcut ânın devrimciliğine vurguyla “düzen”i alaşağı etmek için gereken tek şeyin esaslı bir hamle yapmak olduğu düşüncesine kapılıyor (klasik solculuk) ya da yapılması gerekenin kenara çekilmek, söz gelimi kırsala giderek doğayla uyum içinde bir hayat sürmek ve böylelikle yıkıcı kapitalist makinenin boşlukta nihai hiçliğe dönüşeceği yeni “yaşam biçimleri” örgütleyebileceğimizi göstermek olduğunu söylüyor (ekolojik Budizm).

Tüm bunların gerçekte olup bitenlerle en ufak bir alakası yok.

Öncelikle, 2008 krizi tipik bir aşırı üretim kriziydi: ABD’de gereğinden fazla ev inşa edildi ve bu evler borcunu ödeyemeyecek durumdaki insanlara krediyle satıldı. Krizin yayılımı, zaman içinde, yeni bir kapitalist dürtünün koşullarını da yarattı. Üstelik bu dürtü, sermayenin yoğunlaşması silsilesiyle de teşvik edildi. Bu sayede zayıf silinip giderken güçlü daha da güçlendi. Savaş sonrasının büyük bir kazanımı olan “toplumsal yasama”nın büyük ölçüde tasfiye edilmesi de yine bunun bir sonucuydu. Bu sancılı toparlama bir defa bitti miydi, artık “canlanma” kapıda demekti. İkincisi, kapitalist hâkimiyetin geniş yeni bölgelere yayılması, dünya pazarının yoğun ve kapsamlı çeşitlenmesi, bir nihayete ermekten epeyce uzaktır. Afrika’nın hemen hemen tümü, Latin Amerika’nın önemli bir bölümü, Doğu Avrupa, Hindistan… Japonya ve Çin örneğini izleyebilecek, hatta izlemesi gereken, “geçiş sürecindeki” bir sürü yer; birer talan bölgesi veya “gelişmekte olan” ülke.

Gerçek şu ki, kapitalizm özü itibarıyla çürümüştür. Tek düsturu “her şeyin başı kârdır” ve herkesin herkese karşı evrensel rekabeti olan kolektif bir mantık, yaygın bir çürümeyi nasıl önleyebilirdi ki? Ayyuka çıkmış yolsuzluk “davaları” tali operasyonlardan başka bir şey değildir; ya propaganda amaçlı yerel tasfiyelerdir ya da rakip klikler arasındaki hesaplaşmalar.

Modern kapitalizm, yani anca birkaç yüzyıllık varlığıyla tarihsel olarak yeni bir toplumsal oluşum olan dünya pazarının kapitalizmi, fethedilen bölgelerin tek bir ülkenin kısıtlı ve korumacı pazarına köle edildiği, on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar süren bir sömürge döneminin ardından bütün bir gezegeni fethetmeye daha yeni girişmiştir. Bugün, tıpkı dünyanın dört bir yanındaki proletarya gibi, yağma da küreselleşmiştir.

Üçüncü Tez. Gelgelelim, sözünü ettiğim hegemonyada faal durumda üç çelişki mevcut.

  1. Sermaye sahipliğinin alabildiğine gelişmiş oligarşik niteliği, bu oligarşiye dâhil olacak yeni oyuncular için her zamankinden daha az yer bırakıyor. Otoriter bir kemikleşme olasılığı da bundan kaynaklanıyor.

  2. Birbiriyle rekabete girmeleri kaçınılmaz olan ulusal biçimlerin varlığını sürdürmesi, mali ve ticari çevrimlerin tek bir dünya pazarında bütünleşmesini, kitle polisliği düzeyinde, önlüyor. Hegemonyası küresel piyasaları da kapsayacak, açıkça hegemonik bir Devletin meydana çıkacağı bir dünya savaşı olasılığı da bundan kaynaklanıyor.

  3. Bugün mevcut gelişme çizgisiyle Sermayenin tüm dünya nüfusunun emek-gücünü değerlendirebileceği şüphelidir. Küresel ölçekte tümüyle yoksunlaştırılmış ve dolayısıyla politik olarak tehlikeli bir insan kitlesinin oluşması riski de bundan kaynaklanıyor.

Açıklama.

  1. Şu anda öyle bir noktadayız ki 264 kişinin serveti, diğer üç milyar insanınkine eşit. Üstelik sermaye yoğunlaşması devam ediyor. Fransa’da nüfusun yüzde 10’u toplam servetin yüzde 50’sinden daha fazlasına sahip. Bunlar, küresel ölçekte istikrarlı bir emsali olmayan mülkiyet yoğunlaşmaları. Üstelik yakın vadede bir nihayete erecekleri de yok. Onları ölümsüz kılmayacağı apaçık olsa da söz konusu yoğunlaşmanın kapitalist istilanın doğasından kaynaklanan canavarca bir tarafı var, hatta onun ana motoru olduğu bile söylenebilir.

  2. Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyasının altı her geçen gün daha da oyuluyor. Çin ve Hindistan tek başlarına dünyadaki iş gücünün yüzde 40’ına sahip. Bu, Batı açısından yıkıcı bir sanayisizleşmenin işareti. Aslına bakılırsa, Amerikalı işçiler şu anda küresel işgücünün ancak yüzde 7’sine tekabül ediyor, Avrupa’dakiler ise çok daha azına. Askerî ve mali nedenlerle hâlâ ABD’nin egemenliğindeki dünya düzeni, bu karşıtlıkların bir sonucu olarak, dünya pazarında kendi egemenlik paylarını isteyen rakiplerin ortaya çıkışına tanıklık ediyor. Orta Doğu, Afrika ve Çin denizlerinde çatışmalar daha şimdiden başladı bile. Devam da edecekler. İki dünya savaşı ve ardı arkası kesilmeyen sömürgeci katliamlarıyla geçtiğimiz yüzyılın da gösterdiği üzere bu işin ucunda savaş var. Ukrayna’da hâlihazırda sürmekte olan savaş bunu tasdikler nitelikte.

  3. Bugün sayıları muhtemelen iki ila üç milyar arasında olan bir insan grubu var ki bunlar ne mülk sahibi ne topraksız köylü ne küçük burjuva çalışan ne de işçi. Başlarını sokacak bir yer arayışıyla dünyanın dört bir yanında gezinip duruyorlar. Siyasallaştırılacak olurlarsa müesses nizam açısından son derece mühim bir tehdide dönüşecek göçebe proletaryayı oluşturur bunlar.

Dördüncü Tez. Geçtiğimiz on yılda, liberal kapitalist hegemonyanın şu ya da bu yönüne karşı çok sayıda isyan hareketi yaşandı. Üstelik kimi zaman oldukça şiddetli isyanlardı. Ne var ki hepsi de kapitalizmin egemenliğine herhangi büyük bir sorun teşkil etmeden çözüldü.

Açıklama. Bu isyan hareketleri dört çeşittir.

  1. Kısa süreli ve yerel isyanlar. Londra ve Paris gibi büyük şehirlerin banliyölerinde, genellikle polisin gençleri öldürmesinin ardından büyük, kendiliğinden isyanlar çıktı. Bunlar ya korkutulmuş bir halkın kitlesel desteğinden yoksun kalarak acımasızca bastırıldılar ya da polis şiddetini merkezine alan geniş “insani” seferberlikler doğurdular ki bu seferberlikler, halkın taleplerinin açık seçik doğasından ve en nihayetinde burjuva egemenliğinin onlardan sağladığı kârdan söz etmedikleri ölçüde bu isyanları büyük oranda siyasetsizleştiriyordu.

  2. Örgütsel bir tasarıdan yoksun, uzun süreli ayaklanmalar. Arap dünyasındakiler başta olmak üzere diğer hareketler toplumsal olarak çok daha genişti ve haftalarca sürdü. Kamusal meydanların işgali bu eylemlerde kanonik bir hâl aldı. Çoğu durumda seçimlerin cazibesiyle bastırıldılar. Bunun en tipik örneği Mısır’da yaşananlardı: Olumsuz anlamıyla birleştirici “Mübarek dışarı” sloganının görünürde başarılı olduğu Mısır’da Mübarek, iktidarı terk etmiş, hatta tutuklanmıştı; polis, uzunca bir süre meydanın kontrolünü ele alamadı; Kıpti Hristiyanlar ve Müslümanlar açıkça birlik yaptı; ordu görünürde tarafsızdı. Ne var ki seçimleri kazanan, doğal olarak, hareket içinde pek yer almasa da halk kitlelerinde bir karşılığı olan Müslüman Kardeşlerdi. Hareketin en aktif kesimi bu yeni hükümete karşı çıkarak ordunun müdahalesinin yolunu açtı, böylece iktidara El-Sisi adlı bir generali getirmiş oldu. Önce Müslüman Kardeşleri, ardından da genç devrimciler başta olmak üzere tüm muhalefeti acımasızca bastıran Sisi, eski rejimi eskisinden de kötü bir biçimde yeniden kurdu. Bu bölümün döngüsel doğası özellikle dikkate değer.

  3. Yeni bir politik gücün yaratılmasına yol açan hareketler. Bazı durumlarda hareket, bildik parlamentarizmden farklı yeni bir politik gücün ortaya çıkması için gerekli koşulları yaratmayı başardı. Özellikle çok sayıda ve sert isyanların yaşandığı Yunanistan’daki Syriza ve İspanya’daki Podemos için geçerli olan buydu. Bu güçler, parlamenter mutabakat içinde eriyip gitti. Yunanistan’da Çipras hükümeti, Avrupa Komisyonunun emirlerine ciddi bir direniş göstermeden teslim olarak ülkeyi sonu gelmeyen kemer sıkma yoluna geri soktu. İspanya’da ise Podemos, hükümet veya muhalefet fark etmeksizin parlamento kombinasyonları oyununa saplandı. Bu örgütsel yaratımlardan, sahici bir siyasete ilişkin en ufak bir iz dahi belirmedi.

  4. Hayli uzun sürmelerine karşın hiçbir olumlu etkisi olmayan hareketler. Belirli vakalarda, hazırlıklı grupların polis karşısında eylemin “kontrolünü ele aldığı” birkaç dakika gibi az sayıdaki klasik taktiksel kısa anlar bir tarafa bırakılırsa, siyasal hiçbir yeniliğin olmayışı bu eylemlerin küresel ölçekte gelişen muhafazakâr tepkinin yeni bir suretteki göstergesinden başka bir şey olmadığını ortaya koydu. Söz gelimi, “Wall Street’i İşgal Et” hareketinin ters bir etkiyle Trump’ın iktidarına yol açtığı ABD’de olan da “Gece Ayakta” eylemlerinin Macron iktidarıyla sonuçlandığı Fransa’da yaşanan da buydu. Dahası, Macron da, çok geçmeden, tipik bir küçük burjuva hareket olan Sarı Yelekliler’in tek hedefi hâline gelecekti. Liderleri burjuva mülkiyetin ilgasına açıkça düşman olan, hatta bu yüzden de daha güçlü bir devlet isteyen tüm benzer hareketlerde olduğu gibi, sonuç yalnızca devletin formalitesini etkiledi; Başkan Macron’u tek hedef haline getiren de buydu. Parlamenter sistemin alıcıları için saklı tuttuğu bu türden maskaralıklara ve tuzaklara yaraşır türden büyük sonuç, tam da bu Macron’un yeniden seçilmesiydi!

Beşinci Tez. Son on yılın hareketlerindeki bu acizliğin nedeni, bir dizi semptomla ayırt edilebilen muhtelif biçimde siyasetin -hatta siyaset düşmanlığının- yokluğudur. Bu olumsuz duyguların altında, “demokrasi” diye yutturulmaya çalışılan seçim ritüeline sürekli bir boyun eğme vardır.

Açıklama. Alabildiğine silik bir siyasi öznelliğin alametleri olarak özellikle şunları belirtelim:

  1. Münhasıran olumsuz nitelikteki birleştirici sloganlar: Şuna veya buna “karşı”, “Mübarek defol”, “%1’in oligarşisine son!”, “İş yasasını reddet”, “Polisi kimse sevmiyor” vb.

  2. Kapsamlı bir zamansal tahayyülün yokluğu: birkaç karikatür dışında hareketlerde hemen hemen hiç bulunmadığı gibi herhangi bir yaratıcı değerlendirmesi de önerilmeyen geçmiş bilgisi, ve kurtuluş veya özgürleşme üzerine soyut düşüncelerle sınırlı gelecek tasarımlarında olduğu gibi.

  3. Ziyadesiyle düşmandan ödünç alınmış bir kelime dağarcığı. Bu, her şeyden önce, “demokrasi” gibi muğlak bir kategoride ya da kolektif eyleme etkisiz bir yatırım olan “yaşam”, “hayatlarımız” gibi varoluşsal kategorilerin kullanımında geçerlidir.

  4. Körü körüne bir “yenilik” tutkusu ve yerleşik hakikatlere aldırış etmeme. Bu nokta, ürünlerin “yeniliği”ne yönelik ticari tutkunun yanı sıra aslında defalarca gerçekleşmiş olan şeylerin “başlatıldığına” yönelik daimî inancın dolaysız bir sonucudur. Bu tutum, geçmişten ders çıkarmamızı ve yapısal tekerrürün mekanizmasını anlamamızı engellediği gibi sahte “modernlikler” tuzağına düşmeye de neden olur.

  5. Manasız bir zaman ölçeği. Marx’ın para-meta-para’ döngüsünün izinden giden bu zaman ölçeği, özel mülkiyet ve patolojik servet yoğunlaşması gibi bin yıllık sorunların birkaç haftalık “hareket” ile çözülebileceğini, hatta çözülmüş olduğunu zanneder. Kapitalist modernitenin çok büyük ölçüde birkaç bin yıl önce, Neolitik “devrim” kadar erken bir tarihte ortaya çıkan “aile, özel mülkiyet, devlet” üçlüsünün modern bir versiyonundan başka bir şey olmadığını ise aklına bile getirmez. Komünist mantık, tam da bu nedenle kendisini oluşturan temel sorunlar açısından, yüzyıllar ölçeğinde konumlanmıştır.

  6. Devletle zayıf bir ilişki. Burada söz konusu olan, şu veya bu “hareket”in sahip olduklarına kıyasla gerek silahlı gücü gerekse de yozlaşma kapasitesi bakımından devletin olanaklarının sürekli olarak hafife alınmasıdır. Özellikle de parlamentarizmde ifadesini bulan “demokratik” yozlaşmanın tesiri ve bu yozlaşmanın nüfusun ezici çoğunluğu üzerindeki ideolojik egemenliğinin boyutu küçümsenmektedir.

  7. Uzak veya yakın geçmişleri hakkında herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın bambaşka araçların bir kombinasyonu. Hiç değilse “kızıl yıllardan” (1965-1975) bu yana, hatta iki yüzyıldır kullanılan fabrika işgalleri, sendika grevleri, izinli gösteriler, polisle bölgesel çatışmaları mümkün kılacak gruplar oluşturma, binalara baskın, patronların fabrikalarda alıkonulması gibi yöntemlerden geniş kitlelere mal edilebilecek hiçbir sonuç çıkarılmıyor. Statik simetrilerinden de aynı şekilde: örneğin, kalabalıkların işgal ettiği meydanlarda, fikirleri ve dilsel kaynakları ne olursa olsun herkesin üç dakika boyunca konuşmaya çağrıldığı ve ufku basitçe bu icranın yinelenmesinden ibaret, uzun ve tekrarlanıp duran hiper-demokratik buluşmalar.

Altıncı Tez. Yakın geçmişin en önemli deneyimlerini hatırlamalı ve onların başarısızlıkları üzerine düşünmeliyiz.

Açıklama. Kızıl yıllardan bugüne dek.

Beşinci tez üzerine yaptığım açıklama, bilhassa da eleştirel bir gözle yeniden ele alınması gerektiğini söylediğim tüm bu eylem biçimleri hakkında biraz olsun haklı bir heyecan duyabilen gençler için hayli tartışmalı, hatta karamsar ve can sıkıcı görülebilir. Mayıs 68’de ve onun peşi sıra benim de şahsen tıpatıp aynı tarzda şeyleri tecrübe ettiğimi, onların hevesle bir parçası olduğumu, ve neticede zayıflıklarını ölçebilecek kadar uzun süre onları izlediğimi akılda tutacak olursak bu eleştirilerim anlaşılır olur. İster klasik soldan türemiş olsunlar isterse de kendi meşreplerince “yaşam biçimlerinden” söz eden, militanlarına “anarko-arzucular” dediğimiz anarşist aşırı-soldan, son zamanlardaki hareketlerin, her ne kadar kendilerine yeni damgası vursalar da, bizim 68’in “sağı” olarak nitelediğimiz hareketlerin iyi bilinen dönemlerinin bir tekrarı olmakla kendilerini tükettiklerini hissediyorum.

1968’de esasen birbirinden farklı dört hareket vardı.

i) öğrenci gençliğin ayaklanması;

ii) büyük fabrikalardaki genç işçilerin ayaklanması;

iii) bu iki isyanın kontrolünü ele almaya çalışan sendikaların genel grevi;

iv) bu iki isyan arasında birleştirici bir eksen çizmeyi, onları ideoloji ve mücadele bakımından tahkim ederek sahici bir siyasal ufuk sunmayı siyasal düsturu haline getirmiş, çoğunlukla “Maoizm” adı altında (ki bunlar da bir dizi rakip örgütle temsil edilirdi) yeni bir siyaset girişiminin ortaya çıkışı. Doğrusu, bu en az on yıl kadar sürdü. Tarihsel bir ölçekte aynı biçimde kalmanın mümkün olmadığı gerçeği (ki bunu derhal kabul ederim), vaktiyle olup bitenleri tekrar ettiğimizin farkında bile olmadan onları tekrar etmemiz anlamına gelmemeli.

Haziran 1968 seçimlerinin, Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki “mavi ufuk” meclisi[1] ile kıyaslanabilecek boyutta gerici bir çoğunluk ürettiğini hatırlayalım. Küreselleşen büyük sermayenin yeminli hizmetkârı Macron’un Mayıs/Haziran 2017 seçimlerinin nihai sonucundaki ezici zaferi, tüm bu olup bitenlerde neyin tekrar ettiğini düşündürmeli. Hele de aynı Macron 2022’de yeniden seçilmişken.

Yedinci Tez. Bir harekete içkin siyaset; sloganlar, strateji, terminoloji, bir ilkenin varlığı ve açık bir taktik bakışla desteklenen beş nitelikten oluşmalıdır.

Açıklama.

  1. Başat sloganlar şikâyet ve teşhirle sınırlı kalmak yerine olumlayıcı olmalı ve yapıcı bir karar sunmalıdır. Hareket olumsuzlayıcı birliğinin ötesine geçtiğinde doğacak içsel bir ayrılık pahasına dahi olsa yapılmalıdır bu.

  2. Sloganların stratejik gerekçeleri olmalıdır. Bu, sloganların, hareketin gündemine aldığı sorunun önceki aşamalarının bilgisiyle donandığı anlamına gelir.

  3. Kullanılan terminoloji düzenlenmeli ve tutarlı olmalıdır. Bugün “komünizm” “demokrasi”yle, “eşitlik” de “özgürlük”le bağdaşmamaktadır örneğin. Kimlikçi dağarcığın “Fransız”, “uluslararası toplum”, “İslam” yahut “Avrupa” gibi tüm olumlu kullanımları, buna ilaveten “arzu”, “yaşam”, “birey” gibi psikolojik ifadeler ve müesses devlet nizamıyla ilişkili “vatandaş”, “seçmen”, ve benzeri terimler yasaklanmalıdır.

  4. Benim “İdea” olarak adlandırdığım ilke, durum kendi içinde yerel olarak kapitalist olmayan sistemik bir imkân taşıdığı ölçüde sürekli olarak onunla karşılaşmalıdır. Bu noktada Marx’ın hareketlerin içindeki tekil militanların yerleşikliğine dair tanımını alıntılamalıyız: “Komünistler, mevcut toplumsal ve siyasal durumlara karşı her yerde ve her çeşit devrimci hareketi destekliyorlar. Tüm bu hareketler içinde, hangi gelişkinlik aşamasında olursa olsun mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak öne çıkarıyorlar.”

  5. Hareket, taktik olarak daima bir durum hakkında gerçekte ne düşündüğünü etkili bir şekilde tartışmak üzere bir araya gelebilecek bir birlik haline olabildiğince getirilmeli ki durumu açıklığa kavuşturup değerlendirebilsin.

Marx’ın belirttiği üzere siyasi militan, kitle hareketinin ayrılmaz parçası olmakla birlikte, hareketi bütüncül bir bakışla görebilme, bundan hareketle bir sonraki adımın ne olması gerektiğini öngörme ve ne bu iki hususa dair ne de hareketlerin en önemlilerini dahi öznel olarak pekâlâ hakimiyeti altına alabilecek muhafazakâr görüşlere birlik mazeretiyle taviz vermeme kabiliyetiyle ondan özgün bir şekilde ayrıdır. Devrim deneyimleri can alıcı siyasi uğrakların çoğu durumda bir meclise, daha açık ifade edecek olursam, alınacak kararın birbirine karşı da olabilecek konuşmacılarca berraklaştırılacağı bir toplantıya en benzer biçimi aldığını gösterir.

Sekizinci Tez. Siyaset, hareketlerin canlılığını sadece Devletlerin hâkimiyetlerindeki güçsüz bir zaman diliminde sürdürmekle değil, aynı zamanda Devletlerin zamansallığıyla aynı yoğunluğa denk olması gereken bir süreklilikle donatmakla da yükümlüdür. Siyasetin genel tanımı onun, halkın muhtelif bileşimleri arasında mümkün olduğunca geniş ölçekte düzenleyeceği, daimî propagandanın sloganlarına dair olabileceği gibi gelecekteki hareketlerin sloganlarına dair de olabilecek bir tartışmadır. Siyaset, bu tartışmaların genel çerçevesini sunar; bugün insanlığın genel düzenlenişine dair biri kapitalist, diğeri komünist iki farklı yol olduğunu iddia etme meselesidir bu. İlk yol, Neolitik devrimden bu yana yüzyıllardır varlığını sürdüren aktüel biçimden başkası değildir. Diğeri, Neolitik çağdan çıktığımız, insanlığın geleceğine dair ikinci, sistemik ve evrensel bir devrim iddiasındadır.

Açıklama. Siyaset, böylece, duruma içkin bu iki yolu açıklığa kavuşturan sloganı yerel olarak konumlandıran kapsamlı tartışmalardan oluşur. Bu slogan yerel olduğu ölçüde kesin olarak ilgili kitlelerin deneyiminden neşet eder. Böylelikle siyaset, komünist yol için etkili mücadelenin ve bunun araçlarının ne olabileceğini yerel olarak nasıl ortaya çıkarılabileceğini öğrenir. Bu açıdan, siyasetin itici gücü antagonistik cepheleşmeden kaynaklanmaz. Biri mevcut olanın korunması ve diğeri onun, yani sloganın belirginleştireceği eşitlikçi ilkelere uygun şekildeki bütüncül dönüşümü demek olan iki yolun varlığına yerel olarak hayat verecek düşüncelerin, sloganların ve girişimlerin bulundukları yerdeki kesintisiz soruşturmasından kaynaklanır. Bu etkinlik “kitle çalışması” olarak adlandırılır ve siyasetin özü, hareketlerin de ötesinde, budur.

Dokuzuncu Tez. Siyaset her yerden insanlarla icra edilir. Kapitalizmin tertiplediği toplumsal ayrımcılığın muhtelif biçimleri kabul edilemez.

Açıklama. Bu da bilhassa yeni bir siyasetin doğuşunda her daim önemli rol oynamış entelektüel gençlik için diğer toplumsal tabakalara, özellikle de kapitalizmin tesirinin en yıkıcı şekilde gerçekleştiği en yoksullara doğru sürekli olarak mesafe kat etmek demektir. Mevcut durumda ülkemizde olduğu kadar dünya ölçeğinde de öncelik, oldukça kalabalık göçebe proletaryaya verilmelidir. Bunlar, geçmişin Auvergne yahut Brittany köylüleri gibi, geldikleri ülkede topraksız köylüler olarak daha fazla yaşayamayacakları için dalgalar halinde ve büyük tehlikelerle işçi olarak hayatta kalmaya çabalamak için gelirler. Diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da izlenecek yöntem sahanın sabırla incelenmesi (çarşılar, toplu konutlar, evler, fabrikalar), (başlangıçta ne denli dar olsa da) toplantıların düzenlenmesi, sloganların saptanması, yaygınlaştırılması, faaliyet zemininin genişletilmesi, çeşitli gerici yerel güçlere karşı gelinmesi ve benzeridir. Faal bir amaca bağlılığın esas olduğunu kavradığınız anda vardığınız nokta tutkulu bir çalışmadır. İki yol arasındaki dünya ölçeğindeki mücadele tarihinin, bugünkü başarı ve açmazların bilgisini yaygınlaştırmak için okulları örgütlemek mühim bir adımdır.

‘68 Mayısını takiben bu örgütlenmeler tarafından yapılanlar yine yapılabilir ve yapılmalıdır. Sözünü ettiğim ve bugün hâlâ gençlik hareketi, muhtelif entelektüeller ve göçebe proletarya arasında bulunan bu bağı yeniden inşa etmeliyiz. Hâlihazırda orada burada gerçekleştirilmiştir bu ve mevcut durumda tek hakiki siyasi görevimiz onun inşasıdır.

Fransa’da gerçekleşen değişim büyük kentlerin varoşlarının sanayisizleştirilmesi, ve böylece geride kalan işçi sınıfının da aşırı sağın öz kaynağı olmasıdır. Bu durumla mücadele etmenin yolu, yalnızca birkaç yılda iki kuşak işçinin neden ve nasıl kurban edildiğini açıklamaktan ve bununla eş zamanlı olarak onun tam zıddına tekabül eden süreci, yani Asya’nın vahşi bir biçimde sanayileşmesini olabildiğince incelemekten geçer. Geçmişte olduğu gibi bugün de burada dahi işçilerin emeği uluslararasıdır. Bu bağlamda, dünya işçilerinin gazetesini yayımlayıp dağıtmak oldukça ilgi çekici olurdu.

Onuncu Tez. Artık herhangi bir hakiki siyasi örgüt yoktur. Bu durumda görev bu örgütün yeniden inşasının yollarını bulmaktır.

Açıklama. Bir örgüt; incelemeler yürütmek, kitle çalışmasını ve bu çalışmadan doğan yerel sloganları bütünlüklü bir bakışa yöneltmek üzere işlemek, hareketleri güçlendirmek ve uzun vadeli sonuçları olmasını sağlamakla yükümlüdür. Bir örgüt, Devlet’i değerlendirirken yapıldığı gibi biçimi yahut yöntemleriyle değerlendirilmez; yükümlü olduklarını yerine getirme yetkinliğine hâkimiyetiyle değerlendirilir. Mao’nun bir vecizesini hatırlayabiliriz bu noktada: denebilir ki örgüt, “kitlelerden muğlak biçimde edindiği şeyi onlara belirgin bir biçimde geri verebilen şeydir.”

On birinci Tez. Geleneksel Parti biçimi, kendini Dokuzuncu Tez’in çerçevelendirdiği kitle çalışmasını yapma yetkinliğiyle değil, işçi sınıfı yahut proletaryayı “temsil etme” sözde iddiasıyla tanımladığı için bugün ölüme mahkûmdur.

Açıklama. Temsil mantığının tüm biçimlerini terk etmeliyiz. Siyasi örgütlenmenin tanımı temsilî değil araçsal olmalıdır. Dahası, her kim “temsil”den söz ediyorsa, “temsil edilenin kimliği”nden bahsediyordur. Fakat kimlikler siyasal alanın dışında bırakılmalıdır.

On ikinci Tez. Gördüğümüz üzere, siyaseti tanımlayan Devlet’le olan ilişki değildir. Bu bakımdan, siyaset devletten “belirli bir mesafede” cereyan eder. Bununla birlikte Devlet, kapitalist yolun evrensel muhafızı olduğu, bilhassa da üretim ve mübadele güçlerinin özel mülkiyetinin kolluğu olduğu için stratejik olarak parçalanmalıdır. Çinli devrimcilerin Kültür Devrimi esnasında ifade ettikleri gibi, “burjuva hakla bağları koparmak” zaruridir. Siyasi eylemin Devlet karşısındaki konumu, mesafe ve olumsuzlamanın bileşimidir. Asıl hedef Devletin istikrarlı bir biçimde düşman görüşler ve ona muhalif olan siyasi alanlarla kuşatılmasıdır.

Açıklama. Bu konudaki tarihî bilanço oldukça karmaşıktır. Örneğin, 1917’nin Ekim Devrimi, pek çok şeyi bir araya getirmişti: Çarlık rejimine karşı (savaş dolayısıyla kırsalda da mevcut olan) yaygın düşmanlık, uzun süredir (bilhassa da entelektüel sınıflar içinde) devam eden yoğun ideolojik hazırlık, işçilerin (“sovyetler” olarak isimlendirilen) hakiki kitle örgütlenmelerine kapı aralayan ayaklanmaları, askerlerin başkaldırıları… Bunları mümkün kılan ise, Bolşevikler sayesinde, fikirleri eğitsel yetenekleriyle uyumlu mükemmel hatiplerle toplantılar yapabilen, sağlam ve farklı alanlara dağılan dikkat çekici örgütlenmelere sahip olmalarıydı. Tüm bunlar muzaffer ayaklanmalarla ve geniş kapsamlı dış müdahaleye rağmen nihayetinde devrimci kanat tarafından kazanılan ağır bir iç savaş süresince oluşturuldu. Çin devriminin seyriyse oldukça farklı ilerledi. Kırsala Uzun Yürüyüş, halk meclislerinin oluşturulması, hakiki bir Kızıl Ordu, ve otuz yıllık bir zaman dilimi boyunca, ülkenin Kuzeyinin mümkün olduğunca geniş şekilde çevrelenen ve ordu güçlendirildiği için tarım ve üretim reformlarıyla denemeler yapmayı mümkün kılan kalıcı işgali… Dahası, Çin’de 1930’ların Stalinist Terör’ü yoktu, öğrenci ve işçi kitlelerinin Komünist Parti aristokrasisine karşı ayaklanması vardı. Emsali bulunmayan bu hareket, Proleter Kültür Devrimi, Devlet gücünün aldığı biçimlerle doğrudan cepheleşme siyasetinin son örneğidir. Bu hareketin hiçbir unsuru mevcut durumumuza tercüme edilemese de bu maceradan çıkarılacak bir ders vardır: Hangi biçimde olursa olsun Devlet, hiçbir koşulda özgürleşme siyasetini temsil edemez yahut tanımlayamaz.

Her hakiki siyasetin bütünlüklü diyalektiği şu dört koşulu içerir:

  1. İki yol olan komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadelenin stratejik İdea’sı. Bu, Mao’nun “düşüncenin ideolojik hazırlığı” olarak adlandırdığı ve mevcut olmadığı durumda devrimci siyasetin imkânsız olduğunu ifade ettiği şeydir.

  2. Bu fikir yahut ilkenin kitle çalışması biçimindeki örgütlenme tarafından gerçekleştirilen yerel kuşatması; bu faaliyetten doğan sloganlar ve muzaffer olunan uygulamalı deneyimlerin tümünün merkezî olmayan dolaşımı.

  3. Siyasi örgütlenmenin, içerisinde kendi negatif birliği için olduğu kadar hareketin olumlayıcı kararlılığının netleştirilmesi için de çalışacağı tarihsel olaylar biçimindeki toplumsal hareketler.

  4. Devlet eğer kapitalizmin temsilcilerinin kuşandığı bir güçse, cepheleşme yahut kuşatma yoluyla parçalanmalıdır. Bu güç eğer komünist yolda ortaya çıkarsa, gerekirse Çin Kültür Devrimi’nin ölümcül keşmekeşinde görüldüğü üzere devrimci araçlarla yok edilmelidir.

Mevcut konjonktürün hem pratik hem de teorik sorunu, bu dört koşulun güncel tertibini bulunduğumuz yerde icat etmektir.

On üçüncü Tez. Çağdaş kapitalizmde piyasanın küreselleşmesiyle nüfusun hâlâ büyük ölçüde ulusal nitelikteki denetlenme ve askerî kontrolü arasında bir tür irtibatsızlık bulunur. Bir başka deyişle, şeylerin küresel nitelikteki ekonomik durumuyla ulusal ölçekte süregiden zorunlu devlet himayesi arasında bir gedik mevcuttur. Bu ikinci yön emperyalist çekişmeleri başka biçimlerde yeniden diriltir. Bu biçim değişikliğine karşın savaş riski artar. Dahası, dünyanın büyük bölümünde savaş hâlihazırda sürmektedir. Önümüzdeki siyaset, başarabilirse şayet, tüm insanlığın varlığını tehlikeye sokacak bütüncül bir savaşın ortaya çıkmasını engelleme görevini de üstlenir. Tarihsel tercihin de şu iki seçenek arasında yapılacağı söylenebilir: insanlık ya çağdaş Neolitiklik olan kapitalizmle bağlarını koparacak ve dünya ölçeğinde komünist evreye kapı aralayacak ya da bir atom savaşındaki oldukça muhtemel yok oluşu koşullarında Neolitik safhada kalakalacaktır.

Açıklama. Büyük güçler bugün bir yanda küresel ölçekte mevcut koşulların istikrarını korumak için (bilhassa korumacılığa karşı mücadele ederek) iş birliğine başvururken öte yanda şahsi hegemonyaları için körlemesine mücadele ediyor. Netice, on dokuzuncu yüzyıl Fransa yahut İngiltere’sindeki gibi ülkelerin tümünün askerî ve yönetsel işgali türünden açık sömürgeci uygulamaların nihayete ermesidir. Yeni uygulamanın ise “bölgeleme” olarak adlandırıldığını öne sürüyorum. Irak, Suriye, Libya, Afganistan, Nijerya, Mali, Orta Afrika, Kongo gibi bölgelerin tümünde Devletlerin temeli çürütülür, yok edilir ve bölge paragöz güçlere olduğu kadar diğer tüm küresel kapitalist sömürgenlere de açılarak bir yağma alanı haline getirilir yahut Devlet, dünya pazarının büyük şirketlerine binlerce koldan bağlı iş adamlarınca yeniden kurulur. Geniş topraklarda, çekişmeler sürekli olarak değişen güç ilişkileriyle iç içe geçer. Bu koşullarda tek bir kontrolsüz askerî hadise her şeyi savaşın eşiğine getirmeye yeter. Saflar hâlihazırda bellidir; bir tarafta Birleşik Devletler ve diğer “Batılı-Japon” hizbi, diğer tarafta Çin ve Rusya bulunacak ve nükleer silahlar hızla çoğalacaktır. Lenin’in görüşünü anımsamak kaçınılmazdır: “Ya devrim savaşı engelleyecek ya da savaş devrimi ateşleyecek.”

Önümüzdeki siyasi çalışmanın nihai emeli şu şekilde tarif edilebilir: tarihte ilk kez, savaşın devrimi ateşleyeceği şeklindeki ikinci önerme yerine devrimin savaşı engelleyeceği şeklindeki ilk önermenin hayat bulması arzusu. Aslına bakılırsa Rusya’da Birinci Dünya Savaşı, Çin’de İkinci Dünya Savaşı bağlamında somutlanan bu ikinci tezdir. Ancak ne pahasına ve ne denli uzun süreli etkilerle!

Umut edelim, hareket edelim. Kim olduğu ve nerede bulunduğu fark etmeksizin herkes bu metnin ana hatlarını çizdiği hakiki siyaseti eyleme geçirebilir ve etrafındakilerle ne yaptıklarına dair konuşabilir. Her şey böyle başlar.


*İlk olarak 2 Eylül 2022 tarihinde L’Obs’da yayımlanan Alain Badiou’nün bu metni; 25 Kasım 2022’de Heather H.Yeung ve Frank Ruda çevirisiyle Crisis and Critique’te, 24 Ocak 2023’te ise David Fernbach çevirisiyle Verso Blog’da İngilizce olarak yer aldı. Halil Can İnce ve Büşra Özcan, metni her iki tercümesinden de yararlanarak Türkçeye çevirdi; Mustafa Çağlar Atmaca, Fransızca aslından son okuma yaptı.


[1] Chambre bleu horizon [fr.] / Blue horizon chamber [en.]: Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Fransa’da yapılan ilk seçimlerde sağ ittifakın (Bloc National) çoğunluğu oluşturduğu meclise verilen ad. Çok sayıda savaş gazisi askerin de bulunduğu bu ittifak, Fransız askerlerinin savaşta kullandıkları “ufuk mavisi” olarak bilinen mavi-gri üniformasına göndermeyle, “mavi ufuk meclisi” olarak anılır. 1919’daki bu seçim, ta ki meclisin %60’a yakınının sağ ittifak tarafından ele geçirileceği 1968 seçimlerine dek, Fransa’da sağın en büyük seçim zaferi olarak nitelendirilir. (ç.n.)