Kapitalist nitelikleriyle neofeodalizm: Jodi Dean’e bir cevap
Red May’de Jodie Dean’ın “Komünizm mi Neofeodalizm mi?” yazısına yanıt verme şansım oldu. Burada yazdıklarım verdiğim yanıtın revize edilmiş hali.
Dean, yazısının sonuç kısmında neofeodalizmin ortaya koyduğu farklılığı özetliyor.
“Aradaki fark şu ki üretimin el koyma, tahakküm ve güç kullanma gibi kapitalist olmayan unsurları artık o kadar güçlenmiş durumda ki özgür ve eşit aktörlerin işgücü piyasasında bir araya geldiğini bir yönetim mantığı kurgusu olarak bile iddia etmek anlamlı değil.”
Bu özette bana çarpıcı gelen şey, Dean’in kapitalizmin yönetim mantığı kurgusuna odaklanarak Marx’ın kapitalizm ve feodalizm arasındaki farka dair kavrayışının temel veçhelerinden birisine dönüyor oluşu. Marx feodalizmi bir üretim biçimi olarak pek teorize etmemişti, ama sömürünün ve bunun nasıl deneyimlendiğinin feodalizm ve kapitalizmdeki farklılığını vurgulamak adına Kapital’de sürekli olarak feodalizm tartışmasına dönmüştü. Marx’ın iddia ettiği üzere, kapitalizmin belirleyici özelliklerinden bir tanesi artık-emek ile gerekli-emek arasındaki farkın, yani sömürü olgusunun ta kendisinin, zorunlu olarak gizleniyor oluşudur. İnsanlar işe gider ve karşılığında bir ücret alır, ki bu ücret sattıkları emek güçlerinin tamamının kapsıyor gibi görünür. Bu durum, gerekli-emek ile artık-emek, kişinin kendisi için yaptığı iş ile feodal efendi için yaptığı iş arasındaki ayrımın farklı arazilerde somut ve mekânsal olarak deneyimlendiği feodal dünyaya taban tabana zıttır. Marx emek ilişkisinin bu kendiliğinden ideolojisine, özellikle ücretin sömürüyü gizleme ve belirsizleştirme haline oldukça önem vermiştir. Marx’ın yazdığı üzere,
“İşçi ve kapitalist tarafından kabul edilen bütün o adalet nosyonları, kapitalist üretim biçiminin bütün o göz boyamaları, özgürlüğe dair bütün o kandırmacaları, iktisadın bütün o üç kağıtları, hepsinin temelinde yukarıda tartışılan görünüm biçimi yatar, bu biçim de gerçek ilişkileri görünmez kılar ve gerçek ilişkinin tam tersini yansıtır.”
Bir başka deyişle, “özgür ve eşit aktörler” kapitalizmi feodalizmden ayıran yönetim mantığı kurgusudur. Feodalizm iç içe geçmiş bir hiyerarşiler sistemi değildir yalnızca, ama başkası için iş yapmaktan doğan ortadan kaybolmadığı ve somut olarak deneyimlendiği bir sistemdir. Benim sorum bir bakıma Dean’in neofeodalizm dediği dönüşümler boyunca bu kurguya ne olduğu. Bu, sınırları belirli ve keskin hiyerarşi ve sömürü ilişkilerine geri dönüş mü demek?
Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle Dean’in kurgu dediği ve benim de Althusser’i takip ederek kendiliğinden ideoloji dediğim şeyin koşullarını incelemek gerekiyor. Ücretin kendiliğinden ideolojisi, Marx’ın “özgürlük, eşitlik ve Bentham” ile ilişkilendirdiği pazarın kendiliğinden ideolojisi ile aynı değildir. Pazarda, aynı metanın karşısından hepimiz eşitizdir. Andy Warhol’un söylediği gibi, sizin içtiğiniz kola ile Liz Taylor’ın içtiği kola aynıdır. Ücret mutlak bir eşitlik ortaya koymaz, sermaye sahibi ile işçi farklı olarak anlaşılır, birisi emeğini satar ve diğeri de parayı sağlar ama bu farklılık ücret üzerinden kapanır. Ücret yalnızca sömürüyü, emek gücünün ne kadara mal olduğu ile emek gücünün ne kadar ürettiği arasındaki farkı gizlemez, aynı zamanda işçi ve kapitalistin konumlarının tersine dönebileceği fantezisini de büyütür. Eğer sermaye bir anlamda paraysa, ya da en azından para olarak görünen toplumsal ilişkiyse, ve ücret de paraysa, her işçi yeterince para biriktirip kapitalist olabilir demektir. Bu, yani kapitalist ve işçinin mutlak eşitliği değil ama her işçinin bir kapitalist olabilme fikri, ücret kurgusunun yansımasıdır. Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin iddia ettiği üzere, “iki büyüklük dizisini aynı analitik birime göre ölçmek, galaksiler arası veya atomlar arası mesafeyi metre ve santimetre cinsinden ölçmek gibi saf bir kurgu, kozmik bir aldatmacadır. İşletmelerin değeri ile ücretli işçinin emek kapasitesi arasında ortak hiçbir ölçü yoktur”. Sermaye ve ücret bir ve aynı şey değildir, aynı ilişkinin veya sınıf konumunun parçası değildir ancak ücreti meydana getiren para onları sanki öyleymiş gibi kılar.
Dean’in neofeodalizm olarak tanımladığı şey, bu eşitliğin her iki tarafının, yani işçi ve kapitalistin her ikisinin bir değişim dönüşümü olarak anlaşılabilir. İnsanlar her çeşit kişisel bilgilerini internet sitelerine ve servis sunuculara yüklüyor ve şirketlere, az ya da çok değeri ne olursa olsun, birtakım bilgiler verdiklerinin farkında bile değiller. Hiç kimse kullanıcı sözleşmelerini okumuyor ve sosyal medyadaki veri odaklı tekellerin çoğu hizmetleri için doğrudan ücret almıyor, ya bu hizmetleri ücretsizmiş gibi gösteriyorlar ya da bu hizmetler aramalarımızı, konumumuzu, ilgi alanlarımıza dair bilgileri onların erişimine sunmaktan daha değerliymiş gibi gösteriyorlar. Bulut altyapısı yalnızca iktidar bakımından çevrelenmiş bir alan değil, aynı zamanda mistifiye etme bakımından da ücretle aynı işlevi görür. Emek gücünü ücret karşılığı satan işçiler değeri konusunda kararsız olsalar da en azından emeklerinden feragat ettiklerini biliyorlardı. Dijital ekonominin “yeni köylülerinin” çoğu ise neyden feragat ettiği veya telefonlarını ve bilgisayarlarını bir kere bırakırlarsa ne olacağı konusunda fikirsiz. Benzer bir şey, eğitimden sağlığa her ilişkiye ve hayatın her alanına sirayet eden neofeodalizmdeki diğer el koyma biçimleri, para cezaları, borçlar ve vergiler hakkında da söylenebilir. Burada bir kişinin feragat ettiği şeyin bir değeri olduğu açıktır ve bu sonuç olarak paradır ancak bu el koymaların nasıl üretken olabildiği, devletlerin ve şirketlerin ekonomisin var olabilmek için bunlara ne kadar bağımlı olduğu burada gizlenmektedir. Michael Hardt ve Antonio Negri’nin iddia ettiği üzere, “borç işçilerin üretkenliğini örtbas eder ama tabiiyetlerini ortaya çıkarır.” Hiyerarşi üretkenliği örtbas eder, borçlarımızı, cezalarımızı ve harçları öderiz çünkü başka seçeneğimiz yoktur, bunlar olmasa bizi tabii kılmış olan efendinin üzerimizdeki bu hakimiyetinin sona ereceğini göremeyiz. Veriden borca doğru bu spektrum boyunca ücret hiyerarşisinin esaslı bir değişimi dönüşümü söz konusudur.
Bu değişim dönüşüm eşitliğin diğer tarafını da etkiler elbette. Özel mülkiyet sahipleri, bu özel mülkiyet veri gibi maddi-olmayan bir nitelikte olsa dahi, mülkiyetin kendisinin artan gücü dahilinde bireyler, toplum vs. üzerinde artan yetkiler talep edecektir. Çünkü mülkiyet iş yaratır, internetin mucizelerini yaratır vs., istediğini yapmakta özgürdür. Denebilir ki sermaye çağının genelinde özel mülkiyetin toplumsal iktidarı, mülkiyetin emeği idare edebilme ve bir yaşam dayatabilme yetisi bireysel özel mülkiyet fikri arkasında saklanmışken her kapitalist fabrikasını kaybetmeyi eşyalarımızı çalmak üzere evimize giren hırsızla kıyaslar, şimdi ise özel mülkiyetin toplumsal iktidarı bu tarz gerekçeleri bir kenara bırakarak kendini toplumsal bir iktidar olarak öne sürüyor. Bir fabrika, veya konumuz açısından daha isabetli bir örnek olarak, bir dizi sunucu ve dağıtım merkezi hiç de bir fabrika gibi değildir. Bir “iş yaratıcısı” daima toplum üzerinde, bireylerin yaşantıları üzerinde bir iktidar iddia eder ama bunu yaparken sanki bu iktidar yaşam ve refah üretiyormuş gibi görünür. Neofeodal olarak, egemenliğin parselizasyonu olarak görünen şey özel mülkiyetin toplum üzerindeki, bireyler üzerindeki, yaşamın kendisi üzerindeki daha açık ve pervasız bir hak iddiası olarak anlaşılabilir.
Mevcut durumda devletler salgın koşullarında “yeniden açılırken”, sermayenin toplumsal iktidarı da Joshua Clover’un “çalıştırma ve tükettirme” iktidarı dediği şeyle iç içe bir şekilde yaşatma ve ölüme bırakma iktidarını pekiştiriyor. Bu iktidar bence egemenliğin parselizasyonuna devlet ve sermayenin egemen iktidarın iki tarafı olarak ayrışmasından daha çok benziyor. İşverenlerin çalışanları ölüme bırakabilmesi ancak devlet asgari sosyal refah koşullarından çekildiği için mümkün olabilmektedir. Devlet belki de her zaman sermayenin iktidarının koşulu olmuştu ama şimdi ekstra bir durum vardır ki o da dijital spektrumda toplanan gözetim-denetim devletin iktidarının güçlenmesinin koşulu haline geldiğinden sermayenin devletin koşulu olmasıdır.
Neofeodalizm denilen şey, yani mülkiyetin iktidarının ve servete el koymanın yeni biçimlerinin bu değişimi yalnızca kapitalizmin ürettiği maddi koşullarda değil aynı zamanda onun ideolojik koşullarında da gerçekleşiyor. Kapitalizm yalnızca yeni bir üretim biçimi değil, yeni ve çok daha gelişmiş, tabiiyeti eyleyicilik şeklinde görünmez kılan bir tabiiyet biçimidir. Mazereti, ücret ve iş sözleşmesinin emek gücünün bir ölçüsü olarak eşitliğidir. Bana öyle geliyor ki neofeodalizm bu yanılsamanın geçersiz kılınması olarak değil ama bir anlamda bu yanılsamanın üstünü örttüğü hiyerarşileri daha da keskinleştiren, derinleştiren bir şey olarak anlaşılabilir. Bu, mevcut ekonomik durumda birçoklarının takındığı paradoksal tutumda görülebilir. İnsanlar çeşitli şirketlerin kendilerinden faydalandığını ya da kendilerini kazıkladığının tamamen farkındalar ama bu farkındalık çoğu durumda bu şirketlere bir karşı çıkıştan ziyade kapitalist olmak, artan servet iktidarına sahip olmak arzusunu kamçılıyor. Ücretli emeğin yarattığı uçurumun derinleşmesi bu uçurumun diğer tarafına geçme arzusunu azaltmıyor. Özellikle, emniyet ve güvence gibi şeylere sahip olmanın tek yolu olarak görünüyor. Bu, neofeodalizmin ücret biçiminden vazgeçmesi değil onun yıkıntıları üzerinde yükselmesi demek. Kapitalizmden şu an ne her ne oluyorsa ona doğru yaşanan düzgün olmayan geçişi anlamak onun güçlü ve zayıf yönlerini, yeni iktidarın eski gerekçelerden faydalandığı ve yeni hiyerarşilerin bizim artık alışkanlık haline getirdiğimiz eski hiyerarşileri ortaya çıkardığı noktaları göstermeyi mümkün kılar.
Tüm tartışmanın videosuna şuradan erişebilirsiniz: https://youtu.be/PWubNr6hxqc
*Jason Read’in unemployednegativity adlı blogunda 26 Mayıs 2020 tarihinde yayımladığı bu yazı, Mustafa Çağlar Atmaca tarafından textum için Türkçeye çevrilmiştir. Kaynak: http://www.unemployednegativity.com/2020/05/neo-feudalism-with-capitalist.html