Önümüzdeki hafta ABD seçimlerinin sonuçları üzerine patlak vermesi beklenen şiddet tehdidi liberal demokrasinin sınırlarını ortaya koyuyor. İki adayın da “aşırı sol”u dışlaması ise liberal oportünizmin en bayağı hali.
ABD başkanlık yarışında popülist direncin farklı biçimleri birleşik bir alan oluşturmaya başlıyorlar: “ABD başkanlık seçimlerinin son aşamalarında, silahlı militer grupların koronavirüs pandemisinin bir aldatmaca olduğunu iddia eden komplo teorisyenleri ve aşı karşıtlarıyla ittifak yapmaları seçimin ertesinde ortalığın karışabileceğine dair endişeleri güçlendiriyor. Hükümet karşıtı ve bilim karşıtı propagandanın önde gelen isimleri, en büyük milis gruplarından birinin kurucusunun da katıldığı toplantıda, hafta sonu bir araya geldi.”
Burada üç farklı unsurun iş başında olduğunu görüyoruz: komplo teorileri (QAnon gibi), Covid-19’u inkâr edenler, ve şiddet faili milis gruplar. Bu üçü genelde tutarsız ve görece birbirlerinden bağımsızdırlar: salgının gerçekliğini inkâr etmeyen fakat onu ABD’yi yıkmak için (Çin tarafından) kurulan bir kumpas olarak gören komplo teorisyenleri de var, salgının arka planında bir komplo görmese de (İtalyan filozof Giorgio Agamben gibi) tehlikenin ciddiyetini inkar edenler de…
Fakat bu üç unsur şimdi birlikte hareket ediyor: şiddet faili milisler kendilerini özgürlük savunucuları olarak meşrulaştırıyorlar. Savundukları, Trump’ın tekrar seçilmesini önlemek için planlanmış ve pandeminin merkezi rol oynadığı bir derin devlet komplosu tarafından tehdit edilen özgürlük. Eğer Trump tekrar seçilemezse sebebi bu entrika olacak, bu da Trump’ın seçimi kaybetmesine şiddet içeren bir direniş göstermenin meşru olduğu anlamına geliyor.
FBI, Ekim 2020’de, sağcı bir milis grubunun Michigan valisi Gretchen Whitmer’ı kaçırmayı ve Wisconsin’de gizli bir yere götürmeyi planladığını ortaya çıkardı. Gretchen Whitmer’ın Covid salgınını kontrol altına almak adına uyguladığı sıkı kısıtlamalar bu milis grubuna göre ABD anayasası tarafından güvence altına alınmış özgürlükleri çiğneyen bir “ihanet”ti. Militanların planı, burada Whitmer’ı bir çeşit “halk mahkemesi” önünde yargılamaktı.
Bu plan Avrupa’nın en ünlü siyasi insan kaçırma eylemini anımsatmıyor mu? 1978’de, Hristiyan Demokratlar ve Komünistler arasında büyük bir koalisyon ihtimalini uyandıran İtalyan siyasal düzeninin önemli figürü Aldo Moro Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılmış, bir halk mahkemesi tarafından yargılanmış ve kurşunlanarak infaz edilmişti.
Akademisyen ve yazar Angela Nagle bu konuda haklı: yeni popülist Sağ, on yıllar önce açık bir biçimde aşırı Sol “terörist” gruplarla özdeşleşmiş metotları benimsiyor. Fakat bu kesinlikle iki “aşırı” siyasetin bir şekilde uyuştuğunu ima etmiyor: zaten iki aşırı uç tarafından simetrik bir taarruza uğrayan istikrarlı bir ‘merkez’imiz de yok.
Temel antagonizma kurulu düzen ile Sol arasındadır. Sağcı “aşırı” şiddet ise ‘merkez’in tehdit altına girdiği anlarda panik halinde verilen bir tepkidir. Bunun en açık şekilde ortaya çıktığı yer son başkanlık münazarası. Trump münazarada Biden’ı “Ücretsiz Sağlık Sigortası”nı (Medicare For All) savunmak ve “Sanders’la aynı fikirde” olmakla itham etti. Biden’ın cevabı ise “Ben Bernie’yi yenerek geldim.” oldu. Bu cevabın mesajı açık: Biden yalnızca Trump’ın daha insancıl gözüken bir versiyonu, birbirlerine muhalif olsalar da düşmanları bir. Liberal oportünizmin en bayağı hali işte bu: merkezi ürkütme korkusuyla “aşırı” Sol’u dışlamak.
Trump burada ikili bir oyun oynuyor: kendisine şiddete ve komplo teorilerine meyilli radikal sağcı gruplarla ilgili soru sorulduğunda bu problemli taraflarıyla arasına bir mesafe koymaya çalışıyor; fakat bir yandan da bu grupların genel vatansever tutumlarını övüyor. Bu mesafe koyma elbette içi boş bir retorik araçtan ibaret: bu grupların, içten içe, Trump’ın konuşmalarında baştan aşağı kendini hissettiren üstü kapalı şiddet çağrısına cevap vermeleri bekleniyor. Trump mütemadiyen solcu bir şiddetin varlığından dem vuruyor, ve bunu da kutuplaşmayı ve şiddeti kışkırtan bir biçimde yapıyor. Bunun en iyi örneği, kendisine Proud Boys adlı grubun savunduğu ve gerçekleştirdiği saldırılar sorulduğunda verdiği cevap:
“29 Ekim günü ulusal televizyonda ABD Başkanı Donald Trump beyaz üstünlükçü ve sadece erkek üyelerden oluşan aşırı sağcı Proud Boys adlı gruba ‘geri durun ve beklemede kalın’ (stand back and stand by) dedikten dakikalar sonra grubun üyeleri, solculara karşı yürüttükleri ideolojik savaşta ‘tarihsel’ bir an olarak değerlendirdikleri bu sözleri marjinal sosyal medya sitelerinde coşkulu bir şekilde kutlamaya giriştiler. ”
Bu cevap (bu problemli ifadeyi kullandığım için kusura bakmayacaksanız) Trump’ın zirvesi: geri durmalarını (stand back), yani şiddete başvurmamalarını söylüyor; fakat “beklemede kalın” (stand by) diye ekliyor, yani bir yandan hazırlıklarınızı yapın -ne için? Buradaki ima gayet açık ve hiç de muğlak değil: Trump seçimi kaybederse şiddet uygulamaya hazır olun. ABD’de gerçek bir iç savaş çıkma tehlikesi pek ihtimal dâhilinde olmasa da, bu olasılığın yaygın biçimde dile getiriliyor olmasının kendisi kayda değer.
Bu doğrultuda seyreden tek ülke ABD de değil. Avrupa medyasındaki haberlere bakın: Polonya’da bilindik liberal figürler demokrasi parçalanırken birer izleyiciye dönüştüklerinden şikayet ediyorlar; aynısı Macaristan’da da geçerli.
Daha da uzak plandan baktığımızda, parlamenter demokrasi mefhumunun kendisine içkin bir gerilimin bugün görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. Demokrasi iki anlama birden gelir: “halk iktidarı” (çoğunluğun sarsılmaz iradesinin devletin kendisinde ifade bulması gerekir) ve seçim mekanizmasına güven: ne kadar manipülasyon ve yalan olursa olsun, sandıklar açıldığında sonucun herkes tarafından kabul edilmesi gerekir.
2000 seçimlerinde, Al Gore çok daha fazla insanın ona oy vermiş olmasına ve Florida’daki oldukça şaibeli sayıma rağmen Bush’a kaybettiğini kabullendiğinde olan buydu. Parlamenter demokrasinin istikrarını sağlayan resmi prosedüre duyulan kamusal güvendir. Bu iki düzlem arasındaki eşgüdüm bozulduğunda bir sorun ortaya çıkar, hem Sol hem de Sağ halkın asli iradesinin seçim sisteminin formalitelerinden üstün olması gerektiğini dillendirir. Bir anlamda haklıdırlar da: demokratik temsil mekanizması, ünlü Fransız filozof Alain Badiou’nun vurguladığı gibi, gerçekten pek de tarafsız değildir:
“Eğer demokrasi bir şeyleri temsil ediyorsa, her şeyden önce onun mevcut formunun devamını sağlayan genel sistemi temsil eder. Diğer bir deyişle seçimlere dayanan demokrasi formu, ancak -bugünlerde ‘piyasa ekonomisi’ olarak yeniden adlandırılan- kapitalizmin uzlaşmacı (consensual) bir temsili olduğu ölçüde temsilidir.”
Bu satırlar en kaba haliyle anlaşılmalı: çok partili liberal demokrasi -elbette ampirik düzlemde- insanların farklı düşüncelerinin, siyasi partilerin vaat ettikleri programlara ve adaylarına ilişkin fikirlerinin nicel dağılımını “temsil eder” -yansıtır, ölçer, sisteme dahil eder. Bu doğru. Fakat bu ampirik düzlemi önceleyen, çok daha radikal, bir şey var: çok partili liberal demokrasinin biçiminin kendisi topluma, siyasete, ve bireylerin buradaki rolüne ilişkin belirli bir tasavvuru “temsil eder”. Bu tasavvura göre siyaset, devletin yasama ve yürütme aygıtları üzerinde kontrol sahibi olmak için seçimlerde birbiriyle yarışan siyasal partiler vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bu çerçevenin kesinlikle tarafsız olmadığının, belirli değer ve pratikleri benimsiyor ve önceliyor olduğunun daima akılda tutulması gerek.
Bu tarafsız olmama, demokratik sistemin insanların istediklerine ya da düşündüklerine etkili bir biçimde yanıt verme konusunda âciz kaldığı kriz ya da kayıtsızlık anlarında apaçık hale gelir. Bu âcizlik 2005 İngiltere seçimlerindeki gibi arızi durumlarda kendini gösterir: Tony Blair’in gittikçe azalan popülaritesine rağmen (anketlerde düzenli bir biçimde ülkedeki en sevilmeyen isim olduğu sonucu çıkıyordu) kendisine karşı duyulan bu huzursuzluğun etkili bir siyasal ifade bulmasının hiçbir yolu yoktu. Bir şeylerin yanlış olduğu gün gibi ortadaydı. Fakat sorun “insanlar ne istediğini bilmiyor” sorunu değildi, yanlış olan daha ziyade onları bu huzursuzlukla uyumlu hareket etmekten alıkoyan kinik (cynical) teslimiyetti. Böylece sonuç, insanların düşündükleriyle yaptıkları (kullandıkları oy) arasındaki tuhaf yarık oldu.
Benzer bir yarık daha sert bir biçimde, yaklaşık bir yıl önce, Fransa’da sarı yeleklilerin yükselişiyle birlikte kendini gösterdi: temsiliyete dayalı kurumsal siyasetin diline tercüme edilmesi imkânsız olan bir öfkeyi dolaysız bir biçimde telaffuz ettiler. Tam da bu sebeple, Macron hareketin temsilcilerini diyaloga çağırıp şikayetlerini belirgin bir politik program halinde ifade etmeleri gerektiği yönünde kafa tuttuğu anda protestolar kesiliverdi. Tam olarak aynı şey İspanya’da Podemos’un da başına geldi: parti siyasetini oynamaya karar verip hükümette yer aldıkları anda Sosyalistlerle[1] aralarında neredeyse hiçbir fark kalmadı. Bu da temsili demokrasinin tam anlamıyla işlemediğinin başka bir göstergesi.
Sözün kısası, liberal demokrasinin krizi on yıldan uzun süredir devam ediyor ve Covid salgını bu krizi yalnızca daha kötü hale getirdi. Çözüm kesinlikle bütün azınlıkları kapsayacak daha “gerçek” bir demokrasi falan değil. Liberal demokratik çerçevenin kendisinin aşılması gerekiyor, bu da tam olarak liberallerin en büyük korkuları. Hakiki bir dönüşüme giden yol ancak bu sistem içinde bir şeylerin değişebileceği umudunu bıraktığımızda açılabilir. Eğer kulağa fazla “radikal” geliyorsa, kapitalist sistemimizin çoktan değişmeye başladığını hatırlatmak isterim -tam tersi istikamette olsa da.
Doğrudan şiddet tanımı gereği devrimci değildir; bilakis, muhafazakardır. Zira doğrudan şiddet, daha temel bir değişim tehdidine verilen bir tepkidir: sistem krize girdiğine kendi kurallarını ihlal etmeye başlar. Siyaset teorisyeni Hannah Arendt, genel itibarıyla şiddetin patlak vermesinin toplumsal değişimin arkasındaki neden değil, daha ziyade, kendi çelişkileri sebebiyle miadını çoktan doldurmuş toplumun içinden çıkacak yeni bir toplumun doğum sancıları olduğunu söyler.
Bu noktada Arendt’in “iktidar namlunun ucundadır” diyen Mao’ya ithafen söylediklerini yeniden düşünmek önemli. Arendt, bunu “kesinlikle Marksist olmayan” bir sanı olarak değerlendirir, ve Marx’ın patlak veren şiddeti “tıpkı doğum öncesinde başlayan, fakat doğumun kendisinin sebebi olmayan sancılar” olarak gördüğünü söyler. Aslında temelde Arendt’e katılıyorum, fakat “demokratik” bir iktidar değişikliğinin hiçbir zaman şiddetin içerdiği “doğum sancıları” olmadan gerçekleşemeyeceğini de eklemek isterim: demokratik diyalogun kurallarına ve değişime ket vurulduğunda gerilim momenti her zaman kendini gösterecektir.
Ancak bugün mevzubahis gerilim, Sağ’ın öncülüğünü yaptığı bir gerilimdir; ve tam da bu yüzden, ABD’li siyasetçi Alexandria Ocasio-Cortez’in de işaret ettiği üzere, liberal merkez an itibariyle güçsüz ve kararsız bir haldeyken “burjuva” demokrasisini kurtarmak paradoksal bir biçimde Sol’un görevidir. Peki bu iddia, bugün Sol’un parlamenter demokrasinin ötesini hedeflemesi gerektiğiyle çelişmekte midir?
Hayır: çünkü Trump’ın da gösterdiği gibi, çelişki mevcut demokratik formun ta kendisiyle ilgilidir. Öyle ki, liberal demokrasinin “kurtarılmaya değer” unsurlarını kurtarmak, ancak liberal demokrasinin ötesine geçmekle mümkün olabilir. Aynı mantık bunun tam tersi için de geçerlidir; sağcı şiddet yükselişteyken liberal demokrasinin ötesine geçmek, ancak ona liberal demokratlardan bile daha bağlı kalarak gerçekleştirilebilir. Nitekim, bugün karşımızdaki korkunç tablonun küçük aydınlık detaylarından biri olan Morales’in partisinin Bolivya’da demokratik yollarla yeniden iktidara gelişi, tam da bunu göstermektedir.
*27 Ekim 2020 tarihinde RT’de yayımlanan bu yazı Emir Aydoğan ve Özgür Umut Baz tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Orjinali: Slavoj Zizek: Biden’s just Trump with a human face, and the two of them share the same enemy
[1] Žižek burada “Sosyalistler” ifadesiyle, siyaseten daha ‘merkez’ konumda bulunan İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’ni (PSOE) kastediyor. (ç.n.)