Demokrasi diye yutturulmaya çalışılan seçim ritüeli

Fransa'da neoliberal Macron ile faşist Le Pen arasında geçen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunun üzerinden iki hafta geçti. Solun dağınık ve güçsüz olduğu bir ortamda merkez siyasetin popüler figürü Macron, Le Pen karşısında bir kez daha galip geldi. Aradan geçen beş yılda pek az şeyin değiştiğini ortaya koyan Fransız düşünür Alain Badiou, seçimlerin 10 Nisan'da gerçekleşen ilk turunun hemen ardından yaptığı bu konuşmasında, sahici bir siyasallığın oy vermekten öte, hatta bunun tam aksi kutbunda bir edim olduğunu vurguluyor.

Alain Badiou

Bugün başkanlık seçimi hakkında, bu ulusal çaptaki olay hakkında konuşacağım. Beni fırsatçılıkla, bayağı bir medya aygıtı gibi görünmekle suçlamakta haklı olabilirsiniz. Burada olan herkesin hâlihazırda zaten bildiği şeylerden bahsettiğimi söylemekte de haklısınız.

Ama kendimi şu şekilde kısmen de olsa savunabileceğimi düşünüyorum: Bu seminere, hâliyle, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur sonuçlarına dair sıradan tespitlerle, oranlarla ve hesaplamalarla başlamayacağım. Bu, felsefeyi gazetecilik teamüllerine göre eğip bükmek olurdu. Ama seçimlerin tamamen dışında kalan bir bağlamda konuşuyormuş gibi gözükmek de istemiyorum, ki bu da bir tür entelektüel snopluk olurdu. Şimdilik tek bir ampirik saptama yapacağım. Genel bir kanıya göre son birkaç yıl, üzerimizde oldukça tahrip edici etkilere sahip, karanlık zamanlardı. Özgürlüklerin gaspından, ekonomik karışıklıklardan, pandeminin hayatın ritmini bozmasından söz ediyoruz. Kör ve duyarsız otoriter yönetimlerden söz ediyoruz, tamamen ortadan kaybolmuş solun yasını tutuyoruz, sarı yeleklilerden aşı karşıtlarına kadar protesto hareketlerinin önemini vurguluyoruz. Durmaksızın artan enflasyon ve özellikle gaz ile petrol tedarikinde yaşanması öngörülen sıkıntılar yüzünden, daha beterinin henüz gelmediği söyleniyor. Ben de, ciddi bir siyasal yönelimsizlik döneminde olduğumuzdan söz etmiştim.

Dolayısıyla öyle görünüyor ki, çalkantılı, yeni, risklere gebe bir çağdayız ve Batı Avrupa ülkelerinin keyfini sürdüğü ortalama konfor bile tehdit altında artık.

Ne mutlu bize ki parlamento seçimleri bize her şeyin yolunda olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini ve değişmemesi gerektiğini müjdeliyor! Bunun somut kanıtı da şu: Beş yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, yeni yeni parlamaya başlayan yıldızımız Emmanuel Macron ile seçimlerin gediklisi Marine Le Pen ikinci turda buluşmuşlardı. Eski partilerin, özellikle klasik sol, PS (Sosyalist Parti) ve PC’nin (Fransız Komünist Partisi) gardı tamamen düşmüştü. Şimdi, tüm bunlardan beş yıl sonra, seçimler yine ikinci tura kalıyor ve kimlerin ikinci tura kaldığını görüyoruz. Tablo aynı: Bir kez daha, baba Le Pen’in halefi, biraz daha kaşarlanmış olan Macron’un ardından geliyor. Klasik sol partiler açısından pratik olarak hiçbir sorun yok. Küçük radikal sol gruplar ve aşırı sağ destekçileri ile birlikte yok hükmünde bir toplam teşkil ediyorlar.

Bu seçim aygıtı bir noktada haklı ama: Gerçekliğin koşulları değişebilir, ama seçim protokolü her zaman olduğu gibi kendisiyle ve işleviyle aynı kalır, ki o işlev de şudur: seçim siyaseti alanındaki simalar değişse bile Fransız toplumunun ve onun hâkim grubunun gerçekliğinin değişmemesini sağlamak.

Burada de Gaulle hükümetinin eski Adalet Bakanı Alain Peyrefitte’den bir alıntı yapmak istiyorum. İktidara Mitterrand liderliğindeki sosyalist-komünist koalisyonu getiren 1981 seçimlerinin sonuçları, son derece sadık bir gerici olan Peyrefitte’i ürkütmüştü. Ve sonra takdire şayan bir formül buldu. Şöyle söylemişti: “Seçimler hükümeti değiştirmek için yapılır, toplumu değiştirmek için değil.” Yaşadığı korkuyla, oldukça paradoksal bir şekilde, Marx’ın bir tespitini yeniden keşfetti: seçimler, Marx’ın ifadesiyle, “Sermayenin vekillerini” belirlemekten başka bir işe yaramaz. Her ne kadar farklı amaçlarla olsa bile, her ikisi de seçimlerin kapitalist burjuva düzenin yönetimine – hükümet – ilişkin olduğunu, ancak bu düzenin sorgulanmasını hiçbir şekilde tasavvur etmediğini söylemiş oluyor.

Aslında kapitalist düzenin iki yüz yıldan beridir sağlam bir şekilde tesis edildiği bir toplumda, bu düzenin bir seçimle yıkılması ve yerine yaratıcı bir kolektivizm tarzının gelmesi hiçbir zaman gerçekleşmedi ve bana kalırsa gerçekleşmeyecek de. Birtakım oportünist kaymalar, burjuva mutsuz olduğu veya finansal durum bunu gerektirdiği için sağa doğru sapmalar, insanlar homurdandığı için sola doğru sapmalar olabilir. Ancak hâkim toplumsal yapının altında yatan düzeni değiştirecek hiçbir şey gerçekleşmez.

Biz bu noktada on dokuzuncu yüzyıl militanlarından daha kör ve daha ürkek durumdayız. Bu sahici militanlar, entelektüeller ve işçiler, seçimlerin demokratik bir zemin tesis ettiğine ve gerici düşmanların orada alt edilebileceğine hâlâ inananların durumu için çok açık bir biçimde “parlamenter kretenizm”den söz ediyorlardı.

Bugün hiçbir şey, “demokrasi” adı altında neredeyse kesin olarak tesis edilmiş olan bu “parlamenter kretenizm”den daha fazla kanıksanmış değil. Özellikle birçok entelektüelin nezdinde, “totalitarizm” ve “demokrasi” arasındaki temel karşıtlık, bu gerici hastalığın, yani parlamenter kretenizmin yalnızca modern ve daha kötücül bir biçimi.

Gençliğimde, özellikle altmışların başlarında, ben de böyle bir ahmaktım. Sosyalizmin sol kanadındaki bir militan olarak seçim kampanyalarına aktif olarak katıldım, keder içinde oy saydım, sonraki seçimlere hazırlandım, solun bütününün kurabileceği bir ittifakı tahayyül ettim… Kısacası, kretenizmin ateşli bir militanlığı canlandırması için gereken her şeyi yaptım. Komünist kolektivizme giden yolun ritüel hâline gelmiş seçimlerden geçmediğini, geçemeyeceğini görmemi ise 68 Mayıs’ının yarattığı fırtına, fabrikalara yaptığım aktif ziyaretler, işçilerin ama özellikle göçmen işçilerin potansiyel siyasal kapasitelerini keşfetmem sağladı. Olabilecek en saldırgan reaksiyonun 1968 seçimlerindeki zaferi de bu durumu tasdiklemişti.

O zamandan bu zamana, yani elli dört yıldır, kretenizm tedavisindeyim: Özellikle sözde “sol” partiler tarafından ne kadar gergin ve melodramatik aksettirilirse aksettirilsin hiçbir seçimde oy kullanmadım. Ancak Batı’da coşkuyla işleyen bu seçim sisteminin neden “demokratik” addedildiğini ve bu isim altında özgürleştirici tek siyasal rejim olarak kabul edildiğini, bütün diğer rejimlerin neden “diktatörlük” veya “totaliter” olarak nitelendiğini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Hâlbuki Rusya’dan Küba’ya, Çin’e, Vietnam veya Yugoslavya’ya kadar, hiçbir kapitalist olmayan toplum düzeni deneyimi, hiçbir kolektivist deneyim, süresi veya konjonktürel karakteri ne olursa olsun, ne kendisini seçimler üzerinden kurabilmeyi başardı ne de Batı tarz bir parlamentarizm tatbik etti.

Marx’ın, Paris Komünü deneyiminden, onun azameti ve başarısızlığından, devlete son vermeye ve bütün yönetimi halka emanet etmeye yazgılı bir geçiş dönemi komünist iktidarının doğasının, şiddetli bir karşı koyuşla karşılaşma ihtimali düşünülünce, ancak “proletarya diktatörlüğü” olabileceği fikrini çıkardığı doğrudur.

Emperyalist Batı ülkelerinde “demokrasi” denilen şeye, biraz acımasızca burjuva diktatörlüğünün rafine biçimi dememin, veya biraz daha teknik ama daha net bir şekilde “parlamenter kapitalizm” dememin nedeni de budur.

Peki, o halde, analitik olarak nedir?

Her şeyden önce, demokrasinin ritüel hâline gelmiş seçimlerle tarif edilmesi çok açık bir şekilde yanlış. “Demokrasi” etimolojik olarak “halkın iktidarı”, veya hatta “çokluğun yönetimi” anlamına geliyor. Böyle bir iktidarın veya yönetimin, antik Yunan’da Atinalıların tatbik ettiği şekliyle, insanların bir araya gelmesi anlamında “kolektif”ten başka bir şey olabileceğini düşünmek anlamsız. Bu bakış açısından, oy verme kabinlerini demokratik kabul etmekten daha saçma bir şey yok! Bu oy verme kabinleri, tam anlamıyla burjuva siyasi kanı anlayışının izlerini taşıyor: Özel mülkiyet gibi, bu da seçim bağlamında “özel” bir kanıdır. Sermaye ve hisse sahibi olarak burjuvanın vergi cennetlerine giderek mülklerini saklama eğiliminde olması gibi, seçmen de oy pusulasını bir tür seçmen pisuarında tek başına doldurarak oyunu gizlemek zorundadır. Bahsettiğim bu tek başınalık kadar antidemokratik bir başka prosedür icat edilemezdi! Sahici bir demokraside herhangi bir karar çok çeşitli ihtimallerin tartışıldığı ve herkes tarafından anlaşıldığı bir müzakerenin sonucu olabilir. Ve müzakerenin büyüklüğü de, ister bir fabrika, ister bir mahalle, ister bir köy, ister bir şehir, ister bir kanton, ister bir ulus olsun ele alınan konuya ve şu proleter marşının belirttiği istikamette kat edilen mesafeye bağlıdır: “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık, Enternasyonal’le kurulur insanlık.” [Levons-nous et demain, l’Internationale sera le genre humain.]

Oy verme kabini, bugün hâkim olan siyasal düzen içindeki her şeyin en temel biriminin birey olduğuna dair son derece burjuva ve gerici fikrin kristalize olmuş hâlidir. Bir anlamda, esas çelişki, “cilik” ekini koyduğumuz sözcüğün çelişkisidir. Bu “birey” mi? O halde hâkim ideolojinin, burjuva tipi özel mülkiyet ile, özellikle üretim araçlarının özel mülkiyeti ile doğrudan ilintili olan bireycilik olduğunu söyleyeceğiz. Veya “kolektif” olandan, herkesçe paylaşılandan, alınması gereken kararla ilgili olan herkesin katıldığı, katılmasının gerektiği mantıklı müzakerelerin sonuçlarından yola çıkmamız gerektiğini söyleyeceğiz. Ve bu durumda da kolektif mülkiyet ile, söz konusu yerde yaşayan ve çalışan herkesin paylaştığı mülkiyet ile doğrudan ilintili olan komünizmden söz edeceğiz.

İşte bu yüzden, bireyciliğin ve burjuva mülkiyetinin koruyucusu olacak kişileri sandıkta belirlemeyi amaçlayan seçim ritüeline “demokrasi” değil, her düzeyde gerçek kolektif karar alma süreçlerini işletmeyi değil de “bakanlık” veya “meclis” gibi kapitalist gericiliğin temsilcilerinin toplandığı yerlerin kurulmasını öne süren “parlamentarizm” denmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu nedenle böylesi bir rejime ben kapitalist parlamentarizm demeyi öneriyorum.

Bugün bu isimlendirmenin geçerliliği çok daha aşikâr. Sermayenin siyaset salonları olan Senato seçimleri, kendisi de burjuva sermayesi tarafından denetlenen devasa bir propaganda aygıtınca tam olarak programlanmıştır. Ulusal çaptaki büyük günlük ve haftalık gazeteler, radyo ve televizyon kanalları yıllardır doludizgin süren bir özelleştirme sürecinin parçası. Sonuçta tüm bunlar tutarlı elbette! Eğer bütün propaganda aygıtları birkaç tanınmış ve kendinden emin kapitaliste aitse, kapitalist bireyciliğin vekillerinin büyük bir çoğunluğunu seçmek daha garantili! Burjuva devletin elinde son birkaç şey kaldı ve sürekli onların da özelleştirilmesinden bahsediliyor. Devletin elindeki “propaganda” totaliterdir, diyor burjuva bireycisi! Milyarderlerin elindeki ise, demokratik…

Burada şöyle bir itirazda bulunulabilir: Parlamenter prosedür sadece bireyleri değil partileri de ilgilendirir ve bir parti bir topluluğun temsilcisi olma iddiasında bulunabilir, tıpkı komünist partinin “işçi sınıfının partisi” olması gibi. Bu görüşe göre seçim prosedürü, toplumsal farklılıkları temsil eden grupları birbiriyle karşı karşıya getirdiği için kolektif sayılacaktır. Lenin de şöyle söylüyor: “Toplum sınıflara ayrılmıştır, sınıflar parti tarafından temsil edilir ve partiler de liderleri tarafından yönetilir.” Bunun doğru olduğundan pek emin değilim.

Burada her şey şu meşum “temsil” kavramı etrafında düğümleniyor. Kapitalist parlamentarizm, ne de olsa, siyasi partiler ve parlamento oylamaları sayesinde, seçilmiş meclislerde “temsil edilen”in aslında toplumun kendi gerçekliği olduğunu iddia edebiliyor.

Bu durumda benim tezim şu: Sahici demokrasiyi karakterize eden şey, temsili kabul etmemesidir. Temsilî değildir. Kendisini ne kadar proleter olarak sunarsa sunsun bir parti, işçilerin, işçi sınıfının temsilcisi değildir, olamaz. Bu parti, işçi sınıfının burjuva hegemonyasına karşı verdiği savaşta kuşandığı siyasal araçlardan birisi olabilir yalnızca. Bu nedenle çokluk damgası taşır: organize bir proleter çokluktur, daha fazlası değil.

Esasen siyasette belirleyici olan temsil değil mevcudiyet [presence], sahneleme [présentation] meselesidir, temsil [représentation] meselesi değil. Önemli olan temsilin ve ayrı bir kararın Bir’i değil, kararların çokluğudur.

Çok daha çarpıcı iki örnek.

1. 1917 devriminin başlarında Lenin sürgünden Rusya’ya döndüğü zaman Partiden kalabalık bir grup onu garda karşılıyor. Ve kalabalık karşısında şöyle bağırıyor: “Bütün iktidar sovyetlere!” Sovyetler, Lenin’in tam anlamıyla yeni bir sosyalist siyaset yolunun gerçek siyasi varlığı olarak gördüğü işçi ve halk meclisleri çokluğudur. Bu yol, Fransa ve Almanya’daki sosyalist partileri çıkmaza sokan, onları 1914-1918 barbarlığına suç ortağı olarak kendi ülkeleri nezdinde destek vermeye kadar götüren seçim ve parlamento yoluna tamamen karşıt bir yoldur. Lenin asla “bütün iktidar partiye” dememiştir. Daha sonra, 1920’lerde, ölümünden kısa süre önce, Komünist Parti yönetimindeki Sovyet devletinin çarın yönetimindeki devletten gerçekten de farklı olup olmadığını düşündü. Sonrasında, devletin idaresinden doğrudan sorumlu olacak bir işçi-köylü denetleme kurulu oluşturmayı teklif edecekti. Ama bunu hayata geçiremeden ölecekti. Ve Stalin, Parti ile Devlet arasındaki sahte temsilî özdeşliği doruk noktasına çıkaracaktı.

2. Çin’deki Kültür Devrimi sırasında Mao’ya, Çin komünist bir devlet olmasına, Komünist Parti idaresinde olmasına rağmen, Çin’deki durumu neden proletarya ve burjuva arasındaki bir mücadele olarak tarif ettiği çok sık soruluyordu. Ve Mao hep şu yanıtı veriyordu: “Bana Çin’de burjuvanın nerede olduğu soruluyor. Burjuva, Komünist Parti’nin kendi içinde.” Partinin, devletle iç içe geçtiği durumda dejenere olabileceğini fark etmişti Mao. Partinin içindeki klikler, devleti bütün üretim, yönetim veya paylaşım süreçlerini doğrudan kolektif bir idare altında toplamak adına sönümlendirmektense yeni bir burjuvazi yarattılar. Özel mülkiyeti kolektif hale getirmektense özel mülkiyetin kontrolünü ele aldılar. Kapitalistlerin devletini sona erdirmektense devlet tekelinde kapitalizm yarattılar. Ve böylelikle dünya pazarının etkili gücü, Birleşik Devletler’in ezeli rakibi ama hiçbir komünist niteliği kalmamış olan günümüz Çin’i ortaya çıktı.

Gördüğümüz üzere her iki durumda da büyük komünist düşünürler ve liderler, siyasal halk iradesini seçim sistemi veya partiye dair bir temsille değiştirmenin tehlikesini açıkça tespit etmişlerdi. Bu anti-demokratik olgunun gerçekleşmesinin önüne geçemediler ve dolayısıyla kapitalist tahakküme tek alternatif olan komünist iddianın da korkunç derecede zayıflamasına mâni olamadılar.

Sahici demokrasi kesinlikle bir organizasyon biçimini imler ama bu organizasyon asla temsilî olamaz, olmamalıdır. Eyleyici çokluğa tabi olmalıdır.

Ancak eyleyici çokluk kesinlikle bir bireyler toplamına indirgenmemeli. Asla bireyler toplamına indirgenemez. Bu çokluk oy verme işlemine girişmez. Durumu tahlil etmek ve girişilecek eyleme karar vermek adına kolektif olarak işler. Gerçekten demokratik herhangi bir siyasi müzakere, şu iki soruya yanıt vermekle meşguldür: Birincisi, mevcut durum nedir? İkincisi, bu durumda görevlerimiz nelerdir?

Bu nedenle, eyleyici siyasal çokluğun mevcut durumu ve görevlerini saptarken iki tehlike, iki yabancılaşma vardır önünde: kendisini seçimler yoluyla bireyler çokluğunun oylarına indirgemesi, ki bu kendi ayrışma biçimidir; çokluğa birleşik bir yön tayin etmek şeklinde parlamenter indirgeme, ki bu da kendini bir temsille karıştırma biçimidir. Seçim yoluyla ayrışma ve öncülük eden temsil sorunları, parlamenter kretenizmin diktatörlüğünden kaçmaya çalışan herhangi bir siyasetin karşısına çıkan iki tuzaktır.

Esasında, sözde parlamenter demokrasinin en çok korktuğu şey, kapitalist parlamentarizmin bu iki üçkağıdının, ayrışma ve temsil tuzaklarının zayıflamasıdır. Ve bu zayıflama, eğer oy hakkının tek gerçek siyasal onaylanma biçimi olduğuna ve devlet iktidarının siyasal eylemin tek gerçek birleşik figürü olduğuna itiraz edersek gerçekleşebilir.

Parlamenter kretenizmden mustarip muhalefet güçleri, sözde demokratik siyasetin bu iki radikal eleştirisi karşısında sürekli olarak geri çekilir ve iktidara geldiklerinde tam aksine davranacaklarını iddia eder. Ama işte iktidar aslında aynı kalır. Çünkü halk çoklukları mobilize oldukları anda hem ayrışmadan hem de temsilden uzak durmak gerekir.

Tüm bunları hesaba katarak artık güncel durum hakkında bir şeyler söyleyebilirim sanırım. Bu seçimin üç gerçek adayını iki gruba ayırabiliriz aslında. Bir yanda ikinci tura geçen Macron ve Le Pen. Diğer yanda, soldaki aykırı adam, coşkulu Mélenchon. Geri kalanlar ise, parlamenter mantığa göre, az sayıdaki seçmenlerini neredeyse bir hiç uğruna satmak zorunda kalacak bir grup insandan başka bir şey değiller. Bunlar parlamenter ayrışmanın kamplarını oluşturuyorlar. Ama diğer üçü, kısa süreliğine de olsa bu ayrışmadan kaçabilseler bile ciddi bir temsil problemine saplanıyorlar. Bunlar hangi çoklukların emsalsiz temsilcileridir? Hangi seçmen topluluğu adına konuşuyorlar? Ve aslında kendilerini bekleyen güncel bir tehlikeden ötürü oldukça tedirginler: parlamento seçimleri. Ama bu üçlü içinden yalnızca Marine Le Pen bir partiye sahip olmakla övünebilir. Bildiğimiz üzere Macron bohça yamamaktan başka bir şey yapmadı hiçbir zaman, ki bu yamaların da dikişleri yavaş yavaş sökülmeye başlıyor. Ve Mélenchon da artık ne sosyalist ne de komünist; sadece bunların ayrışmasını sergiliyor. O halde, çokluğun birleşik yönü nasıl tayin edilecek? Le Pen bile bu konuda sıkıntılı, zira diğer ikisi ona karşı birleşmiş durumda. Partisiz Macron, Le Pen’e karşı duran herkesi kucaklama derdinde. Ve Mélenchon, doğrudan “Macron’a oy verin” demeden sürekli lafı dolandırarak “Le Pen’e oy yok” diyor.

Bu koşullarda, ayrışma basıncı ve temsil tıkacıyla seçim makinesi önümüzdeki aylarda çoğunluğa sahip olmayan bir meclis karşısında güçsüz bir cumhurbaşkanı çıkarma riski taşıyor, kimse gerçeği açıkça söylemiyor olsa da. Yani bu makine -ki Peyrefitte’in önermesiydi bu- toplumdaki herhangi bir değişim hariç her şeye uyum sağlayabilir. Ama modern kapitalizmin seçim oyunu üzerindeki hükmüne dönük bir değişime asla ve kat’a. Böyle bir saldırı, asla kabul edilemez!

Temelde yatan sermaye gerçeği yolunda olduğu sürece, seçim makinesi tekleyebilir de. Daha önce bunu yaşamıştı. Gençliğimde, dördüncü cumhuriyet döneminde, çoğunluk o kadar zayıftı ki sürekli başbakan değişiyordu. Kimin bakan olacağını bilmeden oy veriyorduk ve hükümetler de birbiriyle hoş bir şekilde vals yapıyordu. Peki, bu Fransız kapitalizmini kendisini yeniden tesis etmekten alıkoydu mu? Hatta öyle ki 1950 ve 60’larda o gösterişli “trente glorieuses”i [Muhteşem Otuz Yıl] yaşadık. Hiç de alıkoymadı! Yine bu, Guy Debord’un Sitüasyonist’lerini “tüketim toplumu” analizlerinden alıkoydu mu? Hiç de bile.

Dolayısıyla çıkarımım şu olacak: Ayrışma ve temsil arasındaki diyalektiğin tuzaklarından kaçmak için, her şeyden önce, oy sandığından uzak durun, asla oy vermeyin. Seçimin esamesinin bile geçmediği her şeye, sizi ilgilendiren her olaya dâhil olun, sizi kolektif kılacak müzakerelere katılın. Unutmayın ki karşımızdaki gözü kara, sistemin lehine çalıştığı tek düşman Sermayenin ekonomik ve toplumsal diktatörlüğüdür. Totalitarizme karşı durduğu söylenen demokrasi, somut olarak Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman vs. “demokrasisi”dir. Yani, koca bir emperyalistler alayı; yaşamak ve hayatta kalmak için ülkesini terk etmek durumunda kalan bütün yoksulları, bütün bir üçüncü dünyayı servetlerinin hizmetine koşan milyarderler alayı… Bu yırtıcı kuşları defetmek, onların Asya’daki, Güney Amerika’daki vs. kurbanlarına kollarımızı açmak için değilse neden oy verelim? Ama seçim makinesinin izin vermediği şey tam da budur. Bu durumda her halükârda oy vermeyi bırakalım ve başka türlü bir insanlık inşa etme ufkuna sahip çok yönlü müzakerelerde, herkesin aynısını yapmasını sağlayalım.

Bu arada sizi biraz teskin etmek adına, siyaset üzerine şu harika metinden birkaç güzel pasaj okumak isterim. Platon’un “Devlet” kitabının sondan bir önceki bölümünden aldığım şeyler bunlar. Burada, sözde demokratik görünüme karşı rasyonel bir militanlık umudunun dilini bulabiliyoruz.

Bunları benim versiyonumdaki[1] çevirisiyle okuyacağım. Önce Sokrates söze girer:

—Nihayetinde, zenginler neden yoksul işçileri hor görüyorlar, onlara “barbarlar” veya “medeniyete uyum sağlayamayanlar” demekten, onlara karşı ceza yasaları çıkarmaktan, sersefil konutlarda yaşamak zorunda bırakmaktan, hapsetmekten, dövmekten, hatta isyana yeltendiklerinde öldürmekten çekinmiyorlar? Çünkü zenginler ve onların parlamenter sistemi çok korkuyor; İdea’nın saf insanlığından ilham alan işçi sınıfı Aslan’ının Canavar’ın korkaklığını alt etmesinden, bunun sonucunda gerçekten korkak ve yozlaşmış olan zenginlerin tahakkümünü tehdit edici bir politik gücün ve cesaretin ortaya çıkmasından endişe ediyor.”

Sonra, Sokrates’in genç bir öğrencisi, Glauque şöyle araya girer:

—Tüm bu yozlaşmışlığın yarattığı tehlikelerin nasıl bertaraf edileceğini hâlâ anlamıyorum.

Devam eder Sokrates:

—Her ne şekilde olursa olsun politik toplum, hakikat yaratmaya muktedir olan bir ruha, vicdana teslim olmalıdır. Müzakereleri, mantıklı ve rasyonel bir kavrayışa göre politik bir hakikatin tesisine götürmelidir onları. Yalnızca böylesi bir hakikat, sadece kendi çıkarını düşünen bencil bir grubun diktesine karşı durabilir.

Ve filozofun bir diğer genç kadın öğrencisi Amantha söz alır:

—Bana öyle geliyor ki insanın bireysel çıkarlarına dair tutkuların karşısına, insanda insan-üstü bir kapasite ortaya çıkardığı için kişinin rıza göstermesi gereken bir disiplin koyuyorsunuz. Politik müzakerenin bizi, öznel uyumumuza hizmet etmek üzere bir araya getirmesini istiyorsunuz.

Sokrates şöyle yanıt veriyor:

—Her halükârda, Sermayenin amansız yoğunlaşma sürecinin her yerde karşımıza çıkardığı diktadan kurtulacağız. İçsel idaremize, kendi aktif bilincimize dönersek, orada parasal ve kişisel meseleleri dolaysız arzularımızın ötesinde, evrensel bir anlam yaratma sürecinin parçası kılmaya muktedir olduğumuzu göreceğiz. Aynı şeyi, kamunun herhangi bir seçim mekanizması dışında tanınması konusunda da yapacağız. Oy saymayacağız. İçimizdeki en iyiyi destekleyeceğini düşündüğümüz övgüleri memnuniyetle kabul edeceğiz, ve dünya sahnesindeki yükümlülüklerimizde olduğu gibi özel hayatımızda da Özne oluşumuza ket vuran çıkarcı övgülerden kaçacağız.

Genç Glauque, biraz melankolik bir şekilde, hayıflanır:

—O zaman bütün siyasetçilerden ve siyasal eylemlerden uzak duracağız demektir?

Sokrates’in yanıtı ise nettir:

—Asla! Sanki tüm insanlığın hizmetindeymiş gibi kendi yurdumuzdaki insanlarla birlikte siyasetle çok aktif olarak ilgileneceğiz. Ama asla resmi bir pozisyon, bir devlet görevi olarak siyaset değil bu – aksine, devlete mesafeli bir siyaset. Tabi kestirilemeyen devrimci durumlar dışında bu söylediğim.

Glauque biraz umutlanır:

—Ah evet! Dün geceden beridir konuştuğumuz gibi bir siyasal düzeni oluşturacak durumlar değil mi? Çünkü öylesi bir düzen şu an için sadece laflarımızda var. Hiçbir yerde bu düzenin sağlam bir örneği olduğunu sanmıyorum.

Ve Sokrates şu şekilde nihayet sonuca varır:

—Ama yine de birçok farklı ülkede yaşanan pek çok somut siyasal süreç bizim bu İdeamız ile uyumlu, zira bu İdeanın, bazılarının komünizm, gerçek komünizm dediği bu İdeanın kapsamı evrenseldir. Bununla birlikte, bizi Özne olarak belirleyen şey bu süreçlerin tesirli olup olmaması, geçici olup olmaması, sayılarının çok olup olmaması değildir. Bir gün bu İdeayı dünya genelinde gerçekleştirecek bir yönetimin olacağını umuyoruz doğal olarak. Bu her ne kadar şu an gerçekleşmemiş olsa bile, üstlendiğimiz her şeyde yalnızca bu İdeaya sadık kalmaya çalışacağız.

Evet. Sadakatimizi sürdüreceğiz. Öncelikle, bir kez daha tekrar ediyorum: Oy vermeyelim artık. Oy vermek zaten iktidar yozlaşmasının başladığı andır. Ve bu çatışmacı, kavgacı çekimserliğin yarattığı boşlukta, henüz formüle edilmemiş olsa da insanlarda Sermayeye, Sermayenin yoğunlaşmasına, milyarderlerine, oligarklarına “artık yeter” deme arzusunu yaratan her şeyle donanalım, böylece halk meclisleri, seçimle işi olmayan sovyetler her yerde ve her sorunda dünyanın tüm halkları adına neyin iyi olabileceğine barış içinde karar verebilsin.


[1] Badiou burada, Platon’un Devlet’ini gençlere öğüt mahiyetinde çağımıza uyarlayarak yeniden yazdığı kitabı Platon’un Devleti‘ni kastediyor. ç.n.


* Alain Badiou’nun 10 Nisan’da gerçekleşen Fransa’daki başkanlık seçimlerinden bir gün sonra verdiği seminerin yazıya dökülmüş hâli olan bu metin, 23 Nisan 2022 tarihinde Considérations philosophiques sur le rituel électoral frauduleusement nommé démocratie başlığıyla Quartier Général’de yayımlandı. Mustafa Çağlar Atmaca Türkçeye çevirdi.