ELIAS FEROZ: Kitabınızda, Holokost ve diğer soykırımlar gibi insanlık trajedilerini anlamada tarihsel empati kurmanın önemini vurguluyorsunuz. Bu yaklaşım, soykırım eylemini daha iyi kavramaya nasıl katkı sağlayabilir? Ayrıca, bu tür bir bağlantının özellikle Holokost söz konusu olduğunda neden hâlâ bu kadar tartışmalı olduğunu düşünüyorsunuz?
OMER BARTOV: En azından modern tarih yazımı bağlamında, empati fikri, tarihin nasıl yazıldığını anlamamız açısından temel bir öneme sahiptir. Bu düşünce, “Einfühlung”[i] -yani yazdığınız kişilerin yerine, mümkün olduğunca, kendinizi koyabilme yetisi- gerekliliğini vurgulayan Leopold von Ranke’ye[ii] kadar uzanır. Söz konusu kişiler farklı bir zamanda yaşamış ve farklı deneyimler edinmiş olsalar da, tarihi yalnızca bugünün bakış açısından değil, aynı zamanda onu yaşamış olanların perspektifinden de görmek esastır.
Genel bir çerçevede bakıldığında, tarih yazımının iki ana perspektifi takip ettiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, Ranke’nin empati anlayışına dayanan yaklaşımdır; diğeri ise, İtalyan tarihçi Benedetto Croce’nin “Tüm tarih, çağdaş tarihtir” ifadesiyle dile getirdiği görüştür. Yani tarih her zaman bugünün bakış açısından yazılır. Bu nedenle, aynı tarihsel dönem hakkında 1980’de, 2000’de ya da 2020’de yazı yazmanız mümkündür fakat her seferinde farklı bir şey üretmiş olursunuz. Çünkü geçmiş, her defasında bugünün merceğinden geçirilerek yorumlanır.
Bu mesele, beni özellikle Holokost’u ve daha geniş anlamda Alman tarihini incelemeye başladığımda derinden etkiledi. Nihai Çözüm hakkında yazılırken sıklıkla oldukça mesafeli ve empati duygusundan yoksun bir yaklaşım benimsendiğini fark ettim. Bu konuda yazan tarihçiler, katledilenlere karşı empati duygusundan yoksun olmaktan öte, yazdıklarında belirli bir mesafeyi koruma ihtiyacı hissediyordu – belki de anlattıkları dehşetin ağırlığı altında ezilmekten korkuyorlardı.
Bu yaklaşımın sorunu, çok mekanik bir hale gelmesiydi. Aslında, olayın ta kendisine benzemeye başlamıştı, çünkü faillerin yapmaya çalıştığı şey de tam olarak buydu. Kendilerini mağdurlardan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bu durum, mağdur veya hayatta kalanların tanıklıklarına çok az başvurulduğu anlamına da geliyordu. Çünkü bu anlatımlar genellikle duygusal içerikteydi veya okuyucuda duygusal tepkiler uyandırabiliyordu. Tarih yazımını, soykırımın kendisinin bürokratikleşmesini yansıtacak şekilde bürokratikleştirme eğilimi ortaya çıktı.

Bu durumu giderek daha sorunlu buldum; bu nedenle sonunda, Polonya-Yahudi-Ukrayna kasabası Buczacz üzerine, Anatomy of a Genocide adlı kitabı kaleme aldım. Bu çalışma, Holokost’u aşağıdan görmeye, yani sadece mağdurların değil, aynı zamanda orada yaşayan Almanların, Ukraynalıların, Polonyalıların ve Yahudilerin deneyimlerini anlamaya yönelik bir girişimdi. Bireyler üzerine yazarken, onları bir makinenin dişlileri olarak değil, insan olarak düşündüğünüz için zorunlu olarak empati kurmak durumunda kalırsınız.
Şimdi, Gazze’de neler olup bittiğini ve tarih disiplininin -özellikle Holokost üzerine yazmış, ondan ders çıkarılması gerektiğini savunmuş ve “bir daha asla” ilkesini benimsemiş olan tarihçilerin- bu duruma nasıl yanıt vermekte zorlandıklarına dikkat edin! Holokost çalışmaları alt disiplini içinde yer alan akademisyenlerin Gazze’de yaşananlar hakkında yazmaları veya konuya dâhil olmaları özellikle zor olmuştur. Çünkü soykırımı tanımlamanın bir parçasının mağdurlarla empati kurmak olduğunu kabul ettiğinizde, bu soykırımı gerçekleştiren devlet kendisini Holokost’un yanıtı olarak gören ve bu hafızanın koruyucusu olduğunu iddia ettiğinde ne yaparsınız? Doğru dersleri çıkardığını savunan, ancak aynı zamanda soykırımla suçlanan bir devlet olduğunda?
Çoğu Holokost akademisyeni için -tamamı değil, ben de dâhil olmak üzere bazı istisnaları düşünebilirim- bu çemberi daraltmak imkânsız olmuştur. Ya bu durumdan tamamen kaçınmaya çalıştılar ya da daha kötüsü Almanya’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve İsrail’de yükselen ve Hamas’ın eylemlerinin sadece bir katliam ve suç olmadığını -ki elbette öyleydi- aynı zamanda Holokost ile kıyaslanabileceğini ve bu nedenle mümkün olan tek yanıtın topyekûn imha olduğunu iddia ettiler. Başka bir deyişle, algılanan bir soykırıma verilen sözde cevap soykırımdır ki, bu Holokost’tan çıkarılması gereken tamamen yanlış bir dersin sonucudur.
Bana göre bu an, soykırım -özellikle de Holokost- hakkında empatiyle yazma yönünde öncülük etmiş olan tarihçilerin, bugün Holokost’un sonucu ve yanıtı olarak kendini konumlandıran bir devlet tarafından gerçekleştirilen başka bir soykırımın mağdurlarıyla empati kurmalarının artık imkânsız hâle geldiğini ortaya koymaktadır.
Bir devlet nasıl olur da on bir milyon insanı öldürmek amacıyla kıta çapında bir soykırım gerçekleştirebilir? Şairleriyle, yazarlarıyla ve filozoflarıyla tanınan bir ulus, nasıl soykırımcı hâline gelir? Bu tür sorulara yönelmenin bir sonucu olarak -daha önce de tartıştığımız üzere- faillere mağdurlardan çok daha fazla odaklanılmıştı. Zira mağdurların çoğu tanınmıyordu!
Almanca konuşulan dünyada, Doğu Avrupa’daki Yahudiler ve onların Yahudi olmayan komşularından ziyade, Alman faillere çok daha fazla ilgi gösterildiğinden daha önce bahsetmiştiniz.
2023 Ağustosu’nda, 7 Ekim saldırısından hemen önce İngilizce yayımlanan Genocide, the Holocaust, and Israel-Palestine [Soykırım, Holokost ve İsrail-Filistin] adlı kitabım, son yirmi yıl içerisinde Almanya’da gözlemlediğim değişimleri yansıtmaktadır. Alman tarih yazımının önemli bir bölümü ve kamuoyunun buna tepkisi büyük ölçüde Alman failler üzerine odaklanmıştır. Bu odak noktası anlaşılabilir; zira Almanya’nın Holokost ile ciddi biçimde yüzleşmesi 20-30 yılı bulmuş, bu süreç esasen 1980’lerde başlamıştır. Doğal olarak, Almanlar ebeveynlerinin, büyükanne ve büyükbabalarının ve amcalarının soykırıma nasıl katılmış olabileceğini anlamak istiyordu. Faillere odaklanmak, Holokost’un niteliği göz önüne alındığında -özellikle de erken dönem çalışmalarda baskın olan soykırımın bürokratik boyutu düşünüldüğünde- anlamlı bir yaklaşımdır.
Bir devlet nasıl olur da on bir milyon insanı öldürmek amacıyla kıta çapında bir soykırım gerçekleştirebilir? Şairleriyle, yazarlarıyla ve filozoflarıyla tanınan bir ulus, nasıl soykırımcı hâline gelir? Bu tür sorulara yönelmenin bir sonucu olarak -daha önce de tartıştığımız üzere- faillere mağdurlardan çok daha fazla odaklanılmıştı. Zira mağdurların çoğu tanınmıyordu! Mağdurlara yönelik herhangi bir ilgi söz konusu olduğunda ise, bu genellikle Alman Yahudilerine odaklanmıştır; çünkü onlar daha ‘ilişkilendirilebilir’ olarak görülmekteydi.
Örneğin, Victor Klemperer’in günlükleri 1995 yılında yayımlandığında, Alman okuyucuları derinden etkilemişti. Almanlar tarafından Yahudi olarak algılanan ve görevinden uzaklaştırılan Protestan bir profesör olan Klemperer, Nazi yönetimi altındaki yaşamını ayrıntılı biçimde kaleme almıştı. Hayatta kalabilmesi büyük ölçüde “Aryan” bir kadınla olan evliliği sayesinde mümkün olmuştu. Günlükleri özellikle dokunaklıydı; zira Dresden Teknik Üniversitesinde görev yapan akademik seçkinler arasından bir iç gözlem sunuyor, içeriden bir tanıklıkla Nazi Almanyası’nı betimliyordu.
Elbette tarihçiler ve Alman halkı, Yahudilerin “doğuda” (im Osten) öldürülmek üzere götürüldüğünü, ve Avrupa Yahudilerinin büyük çoğunluğunun bu bölgelerde yaşadığını biliyordu; ancak bu bölgelere yönelik ciddi bir ilgi yoktu. Bu durum zaman içinde değişmiş olsa da, bugün Almanya’da hâlâ önemli bir mesele haline gelmiş değildir. Bu kör noktayı ilk kez 1995–1999 yılları arasında Almanya’yı dolaşan Wehrmachtsausstellung[iii] [Wehrmacht Suçları Sergisi] tartışmaları sırasında fark ettim. Ben de, yanlış etiketlenmiş fotoğrafları ele almakla görevli bir komisyonda yer almak da dâhil olmak üzere, çeşitli şekillerde bu sürecin parçası olmuştum. Özellikle çarpıcı olan, fotoğrafların çoğunun Doğu Avrupa’dan, bilhassa da daha sonra araştırmalarımı yürüttüğüm Doğu Galiçya bölgesinden gelmiş olmasıydı. Benimle komisyonda yer alan tarihçiler de dâhil olmak üzere Alman kamuoyu bu bölge hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Burası, “Vahşi Doğu” olarak görülüyordu—uzak ve yabancı bir coğrafya olarak.
Ben de başlangıçta bu bölge hakkında fazla bir bilgiye sahip değildim; ama sonra yirmi yılımı bu konu üzerinde çalışarak geçirdim. Orada ne yaşandığını gördüğünüzde ve Alman failler ile yerel halkların soykırıma hangi farklı biçimlerde katıldıklarını anlamaya başladığınızda, Holokost’a yerel düzeyde bambaşka bir bakış geliştiriyorsunuz. Kilit noktalardan biri de diğer halkların -Polonyalılar, Ukraynalılar, Litvanyalılar, Letonyalılar ve diğerleri- bu sürece dâhil oluş biçimleridir.
Ancak aynı derecede önemli olan bir başka husus da katliamları gerçekleştiren Almanların bu süreçten uzak ya da kopuk olmamalarıdır. Öldürdükleri insanları tanıyorlardı. Her şey son derece mahrem bir düzlemde gerçekleşiyordu. Bu durum, özellikle de Holokost’a ilişkin Alman hafızasının genellikle büyük bir kopukluğu tasvir ettiği düşünüldüğünde, rahatsız edicidir. Yahudiler uzaklaştırılmış, uzak bir yere götürülmüş ve sonra da öldürülmüştür. Holokost’a dair tarihsel anlatılarda merkezî bir yer tutan bu mesafe algısı, soykırımın işleyiş mantığını kavrama çabasının bir parçası olmuştur. Oysa gerçeklik, faillerin çoğu zaman kurbanlarla doğrudan ve yakın temas içinde olduklarını göstermektedir.
7 Ekim sonrasında Almanya’da olağanüstü bir gelişme yaşandı. Bu mesele aslında daha önce, özellikle Dirk Moses tarafından başlatılan ve “kateşizm tartışması”[iv] olarak adlandırılan bağlamda gündeme gelmişti. Moses’a göre Almanya Holokost’a o denli odaklanmıştı ki, diğer tarihsel vahşetlere neredeyse hiç ilgi göstermiyordu. Almanya geçmişiyle bütünüyle yüzleştiğini iddia ettiği için, 1904 yılında Güneybatı Afrika’daki Alman sömürge soykırımı ya da günümüzde yaşanan diğer soykırımlar gibi farklı soykırımlarla yüzleşme gereği duymamıştır. Ayrıca bu yaklaşım, özellikle bir milyon Suriyeli mültecinin gelişinden sonra göç politikalarını da etkilemiştir. Yeni gelenlerden, Almanya’nın tarihsel yüzleşmesini benimseyerek entegre olmaları ve Almanya’nın üstlendiği tarihsel suçluluğu kendi kimliklerinin bir parçası hâline getirmeleri beklendi.

Kitabınızın bir bölümünde, Alman tarihçi Martin Broszat ile İsrailli tarihçi Saul Friedländer arasında geçen ve Broszat’ın Holokost kurbanlarının Yahudi tarih yazımını “efsanevi” olarak nitelendirdiği mektuplaşmalarıanlatıyorsunuz. Sizce, kurbanların bakış açısını böylesine dışlayıcı ve küçümseyici şekilde tanımlayan bu yaklaşım, günümüzde hâlâ Alman söyleminde yer bulmakta mıdır? Özellikle, Almanya’nın devlet aklıyla örtüşmeyen Yahudi ve Filistinli sesler söz konusu olduğunda bu türden bir tutumun izlerine rastlamak mümkün müdür?
Uzun zaman önce vefat eden Broszat ve şimdi doksanlarında olan Friedländer tamamen farklı arka planlardan gelmektedir. Friedländer çocukken savaş sırasında bir Fransız manastırında saklanmış, ebeveynleri ise İsviçreliler tarafından Almanlara teslim edilerek Auschwitz’te katledilmiştir. Broszat ise her ne kadar bunu inkâr etmiş olsa da daha sonra Nazi Partisi üyesi olduğu ortaya çıkmıştır. Her iki isim de o döneme ilişkin doğrudan ve kişisel anılara sahipti.
Bugün ise tamamen farklı kuşaklarla karşı karşıyayız. Söz konusu olaylarla doğrudan bir deneyimi ya da sorumluluğu olmayan bireylerden söz ediyoruz. Günümüz Alman tarih yazımında, artık hiçbir tarihçinin Holokost’la ilgili Yahudi tanıklığını Broszat’ın bir zamanlar yaptığı gibi “mitik bir hafıza” olarak nitelendirmesi düşünülemez. Yine de, söyleyebileceğim kadarıyla, çağdaş Alman Holokost tarihçiliğinin temel katkısı hâlen Yahudi kurbanlara değil, Alman faillere odaklanmaya devam etmektedir.
Bunun şu an için ne anlama geldiğini düşünmeye değer. Almanya’da olduğu kadar Amerika Birleşik Devletleri’nde, İsrail’de ve Fransa’da da 7 Ekim’de hayatını kaybeden İsrailli kurbanlara yönelik yoğun bir ilgi gözlemlenmektedir; bu kişilere dair birçok kişisel hikâye anlatılmakta ve söz konusu günün dehşet verici olayları sürekli olarak yinelenmektedir. Öte yandan, çok daha geniş ölçekte gerçekleşen Gazze’deki trajediye ilişkin öykülerin anlatılmasında belirgin bir isteksizlik mevcuttur. Bu olaylar haberlere konu olsa dahi, nadiren kişisel tarih olarak -aileleri olan, bireysel deneyimlere sahip insanların yaşam öyküleri şeklinde- ele alınmaktadır. Bu türden bir kuşkuculuk, bir bakıma, Broszat’ın bir dönem Varşova Gettosu’na ilişkin Yahudi tanıklıklarına yönelik dile getirdiği şüpheci yaklaşımı anımsatmaktadır.
Günümüzde, 7 Ekim’de İsrail’de yaşananlara dair kişisel anlatılar kimse tarafından sorgulanmamaktadır. Ancak Gazze’den gelen bilgilere gelindiğinde, bu tür içerikler daima çeşitli çekincelerle sunulmakta; örneğin ‘bu, Gazze Sağlık Bakanlığı’nın verilerine dayanmaktadır ama güvenilirliği konusunda emin olamayız’ gibi ifadelerle çerçevelendirilmektedir. Bu anlamda, empati sorusuna dönecek olursak, sözde “öteki tarafa” yönelik empati kurma yönünde oldukça az çaba sarf edildiği görülmektedir. Oysa aslında bu, gerçekten de bir “karşı taraf” değil—bu, yok edilmekte olan taraf ve bu konuda neredeyse hiç haber yapılmamaktadır. Der Spiegel’den bir gazeteciyle bu konuda yaptığım bir görüşmede kendisi ‘Hayır, biz bu konuyu haberleştirdik’ dedi. Fakat hem Alman hem de Amerikan basınında bu konuda çok az şey gördüm; İsrail basınında ise elbette hiçbir şey yer almıyor.
Doktora teziniz II. Dünya Savaşı’ndaki Alman askerleri üzerineydi. Failin bakış açısını incelemek sizin için neden önemliydi ve bu yaklaşım, Holokost ve savaş suçlarına dair anlayışınızı nasıl etkiledi?
Ben onları (Alman askerlerini) failler olarak değil, kendi bakış açılarına göre, birincil görevleri sivilleri öldürmek olanlardan farklı olarak, bir savaşta savaşan askerler olarak gördüm. Bu çalışmaya başladığımda, ben de İsrail’de askerlik yapmıştım ve Alman askerî tarihini kapsamlı bir şekilde incelemiştim. Yirminci yüzyılın askerî tarihi büyük ölçüde Almanya’nın tarihidir. Wehrmacht’ın[v] II. Dünya Savaşı’ndaki suçlardaki rolünü sorgulamaya başladım. 1970’lerde sadece Almanya’da değil, daha geniş anlamda İkinci Dünya Savaşı tarih yazımında hâkim olan argüman, Wehrmacht’ın hiçbir dahli olmadığı, bu suçların onun arkasından işlendiği yönündeydi. O dönemki hâkim anlatı, Wehrmacht’ın “Bolşevik-Asyatik ordulara” karşı haklı bir savaş yürüttüğü ve yaşanan vahşetlerin onun denetimi dışında olduğu yönündeydi.
Bu görüşe karşı giderek daha kuşkucu yaklaştım ve bunun gerçekten doğru olup olmadığını incelemek istedim. Aynı zamanda, bu askerleri Doğu Cephesi’nde yürütülen böylesine yıkıcı bir savaşta -gelmiş geçmiş en kötü savaşta- savaşmaya iten motivasyonların ne olduğunu merak ediyordum. Her ne kadar başlangıçta bu şekilde çerçevelememiş olsam da, failleri “aşağıdan” inceledim ve mümkün olduğunca bireylere odaklandım. Bu nedenle yalnızca üç tümeni inceledim. Yaklaşık 530 astsubayın özlük dosyalarını inceleyerek sosyal profillerini -kim olduklarını, nereden geldiklerini ve nasıl bir eğitim aldıklarını- yeniden yapılandırdım.
Bulduğum şey, ordunun düşman askerlerine, savaş esirlerine ve sivillere karşı işlenen savaş suçlarına derinden karışmış olduğuydu. Ayrıca, genellikle Yahudileri diğer polis güçlerine teslim ederek Holokost’a dolaylı olarak dâhil oldular. Bununla birlikte, Yahudilerle karşılaştıklarında onları da öldürdüler. Asıl görevleri Kızıl Ordu’yla savaşmak ve çoğunluğu Yahudi olmayan çok sayıda Sovyet sivili öldürmekti. Benim ve birçok Alman tarihçinin araştırması, Alman Ordusunun Doğu cephesindeki rolüne ilişkin anlayışın değişmesine yardımcı oldu. 1960’ların sonu ve 70’lerde başlayan bu araştırma, 1980’lerin ortası ve 90’ların başında tarih yazımında önemli bir değişime yol açtı, ancak kamuoyu direnç göstermeye devam etti. Yirmi milyon kişiden oluşan tüm Wehrmacht’ın suç teşkil eden bir savaşın parçası olabileceği fikrini kabullenmek insanlar için oldukça zordu.
1990’ların ortasından sonlarına kadar süren Wehrmacht sergisi, kamuoyunda önemli bir tartışma başlattı ve nihayetinde kapatıldı. Bu durum, kamuoyunun akademik bulgulara uyum sağlamasının ne kadar zaman aldığını açıkça ortaya koydu. Bundestag[vi] üyelerinin ağlayarak babalarının suç teşkil eden bir savaşa katıldıklarına inanamadıklarını söylediklerini hatırlıyorum, ama katılmışlardı. Bu suçları bizzat işlememiş olsalar da, Batı Cephesi’nden tamamen farklı olan Doğu Cephesi’ndeki bir suç girişiminin parçasıydılar. Bu, aynı zamanda, orduların bağlam ve karşılarındaki düşmana göre nasıl farklı şekillerde davranabildiğini de ortaya koyuyor.
Bu durum benim için birçok düzeyde önemliydi. O dönemde askerlerin motivasyonunun büyük ölçüde silah arkadaşlarına olan sadakate dayandığı yönünde yaygın bir görüş hakimdi. 1973 Yom Kippur Savaşı’nda görev yapmış biri olarak, birliğe duyulan sadakatin kendinizi korumak için çok önemli olduğunu biliyordum. Ancak tanıdığım askerlerin çoğu, çok daha büyük bir amaç uğruna savaştıklarına inanıyordu. Devlet için savaşıyorlardı ve tıpkı kendi savaşlarındaki Alman askerleri gibi İsrail’in yok edilebileceğinden korkuyorlardı. 1973’teki İsrailli askerlerin zihinlerinde, Holokost’un canlı imgeleri vardı.
Öne sürdüğüm şey, askerlerin bu eylemleri gerçekleştirmelerinin nedeninin yalnızca sivilleri öldürme emri almaları olmadığıydı. Asıl mesele, düşmana dair belirli bir bakış açısını, özellikle Judeo-Bolşevizm[vii] fikrini içselleştirmiş olmalarıydı. Üstüne üstlük, yaptıklarının doğru olduğuna da inanıyorlardı. Bu, savaş suçlarını ve soykırımı anlamak açısından son derece önemlidir. Bu tür eylemleri gerçekleştirenler, çoğunlukla yaptıklarının meşru olduğuna inanırlar. Biz onları sonradan suçlu olarak değerlendirebiliriz; ancak onlar kendilerini bu şekilde görmezler.
Geçtiğimiz ağustos ayında The Guardian için yazarken benzer bir argüman öne sürdüm. Şu anda Gazze’de yaşananlar da dâhil olmak üzere neler olup bittiğini anlamak için, bu eylemlere katılanların çoğu zaman, doğru şeyi yaptıklarını düşündüklerini kabul etmeniz gerekir. İsrail’de hükümetin bu savaşı sadece kendi varlığını sürdürmek için yürüttüğüne dair şüpheler artıyor olabilir; ancak son birkaç ay boyunca bu eylemleri gerçekleştirenlerin büyük çoğunluğu, yaptıklarının meşru ve haklı olduğuna inanıyordu.
Gerçekten hissettiğim ve kendime daha iyi ifade edebildiğim an, 1987’de birinci intifadanın başlamasıyla oldu. O dönemde doktoramı tamamlamış, Tel Aviv Üniversitesinde ders veriyordum. Birinci intifada patlak verdiğinde, parçası olmak istemediğim o görüntüler —ağır silahlı İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocuklar, onların dövülmesi ve savunma bakanı Yitzhak Rabin’in askerlere “kemiklerini kırın” talimatı vermesi— bir dönüm noktasıydı.
İsrail ordusunda [IDF] asker olarak görev yaptığınızdan bahsettiniz. Askerliğiniz sırasında ne düşünüyordunuz ve İsrail ordusuna bakış açınız ne zaman değişmeye başladı?
1972’den 1976’ya kadar İsrail Savunma Kuvvetleri’nde (IDF) görev yaptım ki bu oldukça uzun bir süre önceydi. İşgal 1967 yılında, ben henüz on üç yaşındayken başladı. Orduya katılmadan önce, lise yıllarımda, üzerinde “işgal yozlaştırır” yazılı pankartlar taşıyarak düzenlenen gösterilere katılmıştım. Sonra askere gittim. Çok gençtim, etkilenmeye açıktım ve o dönemdeki birçok kişi gibi Siyonisttim. Her ne kadar böyle olduğunu fark etmemiş olsam da, tüm bu inançları içselleştirmiştim.
İşgal altındaki Sina Yarımadası’nda devriye gezen müfrezemin başında El-Ariş kasabasına doğru ilerlediğim bir ânı çok net hatırlıyorum. Sabahın geç saatleriydi ve sokaklar bomboştu. İnsanlar sadece kapalı pencerelerin ardında bizi izliyordu. Sokak ortasında tamamen silahlı bir şekilde yürürken bize karşı duydukları korkuyu hissedebiliyordunuz. Ben de korku içindeydim; çünkü yabancı bir şehirdeydim. İşte o an gerçekten bir işgalci olduğumu hissettim.
Tabur komutanlığımızın bulunduğu Gazze’ye sık sık giderdim ve orada kendimi hep çok garip hissederdim. O zamanlar Gazze’nin nüfusu yaklaşık 350.000 ila 400.000 civarındaydı; zaten son derece kalabalık ve ihmal edilmiş bir yerdi. Batı Şeria’da da görev yaptım ve orada da asla kendimi rahat hissetmedim. Ancak o zamanlar yerleşim projesi henüz yeni başlıyordu. Hâlâ barış için topraklardan vazgeçmekten bahsediyorlardı. Her şey daha çok erken aşamadaydı.
Gerçekten hissettiğim ve kendime daha iyi ifade edebildiğim an, 1987’de birinci intifadanın başlamasıyla oldu. O dönemde doktoramı tamamlamış, Tel Aviv Üniversitesinde ders veriyordum. Birinci intifada patlak verdiğinde, parçası olmak istemediğim o görüntüler —ağır silahlı İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocuklar, onların dövülmesi ve savunma bakanı Yitzhak Rabin’in askerlere “kemiklerini kırın” talimatı vermesi— bir dönüm noktasıydı. İşte o zaman Rabin’e bir mektup yazarak Alman ordusunun barbarlaşmasını incelediğimi ve onun liderliğinde IDF’nin de aynı kaygan zeminde ilerlediğini söyledim.
Kısa bir süre sonra Harvard’dan bir burs teklifi aldığım için şanslıydım, böylece işgali sürdürmek zorunda kalmayacağım ya da hapse girme riskini almayacağım anlamına geliyordu ve bir daha geri dönmedim. Ancak birinci intifada ile bugün arasında geçen sürede işler yalnızca daha da kötüleşti. İşgalin yol açtığı tahribatlar artık çok daha görünür durumda. Yine de en olağanüstü şey, İsrail halkının çoğunun İsrail siyasi ve yargı sistemindeki yozlaşmanın tam da bu işgalden kaynaklandığını kabul etmeyi reddetmesidir. Bu durum en başından itibaren görülebiliyordu. Ne yazık ki, İsrail toplumunun büyük bir kısmı ile Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki pek çok eleştirmen veya siyasetçi, bu gerçekliğe karşı tam bir inkâr hâlini sürdürmektedir.
Ayrıca Holokost’un tekilliği kavramının Filistin’in Siyonist kolonizasyonunu meşrulaştırmaya katkıda bulunduğunu savunuyor ve Holokost’u anma ile İsrail devlet doktrini arasındaki bağlantıyı vurguluyorsunuz. “Bir daha asla” maksiminin, İsrail söyleminde -özellikle de devlet şiddetinin meşrulaştırılması bağlamında- siyasi araçsallaştırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu uzun bir süreçti, hemen başlamadı. 1945 ila 1947 yılları arasında, o dönemde çok daha küçük olan uluslararası toplum, büyük ölçüde Holokost nedeniyle bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklemek için geçerli gerekçeler gördü. Holokost, bir Yahudi devletine ve sığınılacak bir yere duyulan gereksinimi açıkça ortaya koymuştu. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde de yansıtıldığı gibi, İsrail’in kuruluşunda en başından beri bir rol oynamıştır.
Ancak İsrail’in ilk yıllarında Holokost, bir ölçüde rahatsız edici, hatta utanç verici bir konu olarak görülüyordu. 1960’ların başındaki Eichmann duruşmasının kayıtlarında ve deşifrelerinde sıkça rastlanan yaygın bir anlatı, Yahudilerin “kesime giden koyunlar gibi” ölüme gittikleriydi. Yahudiler pasif, hatta kendi soykırımlarına iş birliği etmiş gibi tasvir ediliyordu. Bu fikir, varoluş için mücadeleyi esas alan Siyonist öz-imgeyle taban tabana zıttı. Yüceltilen tek Holokost kurbanları direnenlerdi, özellikle de Nisan 1943’teki Varşova Gettosu savaşçıları.
Bu durum, Eichmann davası sırasında değişmeye başladı ancak esas ivmesini 1973 Savaşı sonrasında kazandı. Asıl değişim 1980’lerde, 1977’de kısmen savaşa tepki olarak seçilen Menachem Begin hükümeti İsrail’in eğitim sisteminde değişiklikler yaptığında gerçekleşti. Holokost, İsrail’in kolektif hafızasında merkezî bir yer edinmeye başladı. Bu hafıza, ister laik ister dindar, ister yaşlı ister genç, ister kırsal ister kentsel olsun, Avrupa’dan, Orta Doğu’dan ve Kuzey Afrika’dan Yahudiler için birleştirici bir unsur haline geldi. Hepsini bir araya getiren ortak nokta, yalnızca Holokost’un kurbanı olmaları değil, aynı zamanda gelecekte gerçekleşebilecek olası bir soykırımın da potansiyel mağdurları oldukları düşüncesiydi.
Holokost, yalnızca bir hatıra olarak değil, yeniden yaşanabileceğine dair bir korku olarak da toplumu birleştiren bir unsur hâline geldi. Oysaki, İsrail askerî bakımdan giderek güçlenmiş ve bölgedeki en güçlü devlet konumuna gelmişken, bu korku giderek daha az olası hale gelse de devam etmektedir. Benim de bizzat yaşadığım 1973’teki Arap-İsrail savaşının şoku bu korkuyu pekiştirdi ve Holokost’un kendisini süregelen bir tehdide dönüştürdü. Bunun sonucunda, “bir daha asla” ifadesi artık soykırımın, insanlık dışılığın ya da herhangi bir kimlik grubuna yönelik hedefli şiddetin bir daha yaşanmaması anlamına gelmemektedir. Bunun yerine, yalnızca İsrail’de Yahudilere yönelik bir Holokost’un bir daha yaşanmaması şeklinde anlaşılmaktadır. Bu da her türlü tehdidi potansiyel soykırım olarak görmeye yol açmaktadır.
İsrail’de bugün olduğu şekliyle kullanılan bu tehdit algısı, Filistinlilerin işgaline karşı yöneltilmiş bir tehdit biçimi olarak dahi görülebilir. İsrail’in sorunlarının temelinde Filistinlilerin işgalinin yattığını -bu işgalin yalnızca işgal edilenleri değil, işgal edenleri de insanlıktan çıkardığını ve tüm sistemi yozlaştırdığını- kabul etmek yerine tam tersini düşünüyorsunuz. Bu düzenin değişmesi yönündeki her türlü talep veya girişim, varoluşsal bir tehdit olarak algılanmakta ve bastırılması, öldürülmesi ya da sürgün edilmesi gereken bir durum olarak görülmektedir; çünkü başlarını kaldırmaları hâlinde sizi yok edebilecekleri varsayılmaktadır.
“Bir daha asla” söyleminin başkalarına yönelik şiddeti meşrulaştırmak için kullanılması son derece kritik bir meseledir. Ancak başka bir unsuru da eklemelisiniz: İsrail’de Holokost’la ilgili söylemin bir parçası -ki pek çok insan bunu anlamıyor ama İsrail’de bu çok açık- Holokost anısının sadece Nazilerin bize yaptıklarıyla değil, aynı zamanda tüm dünya uluslarının buna nasıl seyirci kaldığıyla ilgili olduğudur. Kimse hiçbir şey yapmadı. Bu nedenle, biz hayatta kalma mücadelesi verirken, kimsenin bize ne yapmamız gerektiğini söylemeye hakkı yoktur. Uluslararası hukukun canı cehenneme, BM’nin canı cehenneme, suç işlediğimizi söyleyen tüm o solcuların, antisemitlerin ve eleştirmenlerin canı cehenneme. Holokost sırasında sessiz kalanların bugün bize hiçbir şey söylemeye hakkı yok.
Tabii, bu, İsrail’de nasıl göründüğü. Ancak şunu da kabul etmek gerekir: Nazi Almanyası’na karşı bir dünya savaşı yürütüldü ve milyonlarca asker bu savaşta hayatını kaybetti. Ancak İsrail’de genellikle bu şekilde sunulmuyor. Bu anlatı, bir yandan ahlaki bir “açık çek” sağlarken, diğer yandan toplumu Holokost sonrasında benzer suçları önlemek amacıyla oluşturulan uluslararası hukuk çerçevesine dikkat kesilmekten alıkoyar.
İsrail’de bu hukuki çerçevenin varlığı kabul edilebilir, fakat aynı zamanda bunun kendileri için geçerli olmadığı da öne sürülebilir. “Biz tehdit altındayız ve Holokost’ta başımıza gelenlerden dolayı ne gerekiyorsa yapabiliriz” denir. Özellikle Benjamin Netanyahu liderliğindeki İsrail, bu argümanı Avrupa’daki -özellikle Almanya’daki- ve aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kamuoyuna ve siyasetçilere kabul ettirme konusunda oldukça başarılı olmuştur.
Şunu anlamak gerekir ki, Almanya’nın, Avusturya’nın veya ABD’nin aksine, İsrail üniversitelerinde öğrenciler genellikle öğretim üyelerinden daha sağcıdır. Elbette daha ılımlı olanlar da vardır, ancak genel olarak öğrenciler profesörlerine kıyasla daha milliyetçi ve hoşgörüsüzdür.
İsrail akademisindeki durumu, özellikle ifade özgürlüğü bağlamında ve Gazze’deki askerî operasyonları eleştiren akademisyenler ya da öğrencilerin gördüğü muamele açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Durum iyi değil ve giderek kötüleşiyor. Aynı şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nde de olumsuz bir gidişat söz konusu. 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’de öncelikli hedef İsrail vatandaşı Filistinliler olmuştur. Filistinliler, yaptıkları herhangi bir paylaşım ya da yorum sebebiyle hedef alındılar. İnsanlar görevlerinden uzaklaştırıldı, haklarında soruşturmalar başlatıldı. İsrail’de gönderdiğiniz hiçbir mesaj şifrelenmiş değil, bu ister WhatsApp ister Facebook paylaşımı olsun. Çevrimiçi alandaki her adımınız, polis ve istihbarat servisi tarafından gözetleniyor.
Bu durum aynı zamanda akademisyenlere de sıçradı. Özellikle rahatsız edici bir vaka, bir röportajda söylediği iddia edilen bir şey nedeniyle Kudüs İbrani Üniversitesi tarafından saldırıya uğrayan Nadera Shalhoub-Kevorkian‘ın durumudur. Oldukça uzun olan röportaj dikkatle dinlenirse, kendisinin tamamen yanlış temsil edildiği açığa çıkıyor. Ancak bu üniversite yetkilileri için hiç önemli değildi. Üniversitenin rektörü ve fakülte dekanı açıkça ona saldırdı, polis tarafından tutuklandı ve kötü muameleye maruz kaldı. Üniversite tutuklanmasına ilişkin rahatsızlıklarını isteksizce dile getirmiş olsa da ona baskı yapmaya devam etti ve sonunda onu görevden aldı. Sadece polis ve üniversite yetkilileri değil, birkaç saygıdeğer istisna dışında, özellikle kendi bölümündeki öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu da sessiz kaldı.
Üniversiteye, kendi kurumlarına utanç getirdiklerine dair açık bir mektup yazdım. Bana göre, en azından bu kişiler (İbrani Üniversitesi rektörü Asher Cohen ve genel müdürü Tamir Sheafer) görevden alınana kadar hiç kimse bu üniversite ile kurumsal anlamda iş birliği yapmamalı. Aynı durum Ben-Gurion Üniversitesi için de geçerli. Orada bir konferans vermem gerekiyordu ancak sağcı aktivistler konferansımı yarıda kesti ve üniversite hiçbir şey yapmadı. Aksine, üniversitenin rektörü Chaim Hames, konuşmamın engellenmesinin ifade özgürlüğünü korumak adına olduğunu iddia etti. Bu politika, diğer akademisyenlere karşı da yürütülüyor.
Şunu anlamak gerekir ki, Almanya’nın, Avusturya’nın veya ABD’nin aksine, İsrail üniversitelerinde öğrenciler genellikle öğretim üyelerinden daha sağcıdır. Elbette daha ılımlı olanlar da vardır, ancak genel olarak öğrenciler profesörlerine kıyasla daha milliyetçi ve hoşgörüsüzdür. Ayrıca birçok öğrenci, IDF’nin yedek[viii] birliklerinde hizmet etmektedir.
İsrail’deki üniversiteler çoğunlukla kamuya ait olduğu için, onları finanse eden sağcı hükümete bağımlıdırlar. Eğitim Bakanı’nın görüşleri ise özellikle aşırıdır. Öte yandan, akademik kadro büyük ölçüde siyasi çatışmalardan uzak durmaya çalışmış, başlarını eğerek sessiz kalmayı tercih etmiştir. Bu durum, İsrail üniversitelerinde gönüllü bir “Gleichschaltung”a[ix] -yani üniversitelerin siyasal iktidarın çizgisine kendi rızalarıyla uyum sağlamalarına- yol açmıştır.
Bazı akademisyenler bu baskıya karşı direnmeye çalışıyor. Uzun zamandır tanıdığım pek çok değerli akademisyen, üniversite yönetimlerine karşı ellerinden geleni yaparak mücadele etmeye çalışıyor. Ancak bana açıkladıkları gibi, aynı zamanda kendi öğrencilerinden de endişe duyuyorlar. Eğer Holokost, Nakba[x] veya benzeri hassas konular hakkında ders veriyorsanız, bazı öğrencilerin dersinizi kaydetmesini bekleyebilirsiniz. Bu tür bir kayıt sağcı bir haber kanalında yayımlanabilir ve sonucunda üniversiteden uzaklaştırılmanız ya da görevden alınmanız söz konusu olabilir.
Yakın zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nde Mahmoud Khalil gibi, Gazze’deki İsrail eylemlerine karşı kamuoyunda görüş bildiren akademisyenler gözaltına alındı. Bir Amerikan üniversitesinde ders veren biri olarak, Trump’ın başkanlığından bu yana siyasi iklimi akademisyenler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu siyasi iklim, Biden döneminde nasıl bir farklılık gösteriyor?
1989’dan beri Amerikan üniversitelerinde ders veriyorum ya da bu kurumlarla ilişkiliyim, ancak durumun hiç bu kadar kötü olduğunu görmemiştim. Trump yönetimi durumu çok daha kötüleştirdi, ama sizin de belirttiğiniz gibi bu süreç daha önceden başlamıştı. Özellikle 2024 baharında Amerikan kampüslerinde gerçekleşen Filistin yanlısı protestolar sırasında bu durum daha da görünür hâle geldi. Üniversite yönetimlerinin tepkisi, Washington yönetimiyle birlikte, son derece hızlı ve sert oldu. Çok hızlı bir şekilde, Filistin için gösteri yapmanın, Filistinlileri desteklemenin veya İsrail’in Gazze’deki eylemlerini protesto etmenin antisemitik olarak kabul edildiği bir söylem ortaya çıktı. Bu, parmaklarını şıklatarak savaşı durdurabilecek olan Biden’ın bunu yapmayı reddettiği ve bunun yerine savaşı desteklediği bir dönemde hâkim söylem haline geldi.
ABD’deki üniversite yönetimlerine yönelik baskı hem yukarıdan, yani siyasi liderlikten, hem de bağışçılar ve mütevelli heyetlerinden geldi. Amerikan üniversitelerinin iş modeli, Almanya gibi ülkelerdekinden oldukça farklıdır. Bu üniversitelerin çoğu elit kurumlardır ve büyük ölçüde bağışçılarına ve daha az oranda ise öğrenim ücretlerine dayanırlar. Tarihsel olarak liberal, açık ve çoğulcu üniversite fikrini destekleyen bu bağışçılar, zaman içinde daha muhafazakâr ve sağcı bir çizgiye kaymaya başlamıştı bile.
Ancak antisemitizm meselesi gündeme geldiğinde, bu bağışçılar sahip oldukları büyük etki gücünü kullanarak üniversite yönetimleri üzerinde ciddi bir baskı kurmaya başladılar. Protestoların polis müdahalesiyle bastırılması için baskı yaptılar; üniversiteler de bu baskıya boyun eğerek protestoların bir daha gerçekleşmemesi için çeşitli direktifler yayımladı, öğrenci ve akademisyenleri disipline etti. Tüm bunlar, Trump başkan olmadan önce başlamıştı. 2024 sonbaharına gelindiğinde kampüslerdeki gösteriler büyük ölçüde azalmış, ortam görece sessizleşmişti.
Sonrasında Trump yönetimi devreye girerek bu süreci daha da ileri taşıdı; baskı yöntemlerine bir de maddi yaptırımlar eklendi. Bu, araştırma projeleri, laboratuvar inşaatları gibi birçok alandaki fonların kesilmesini içeriyordu. Her ne kadar bu uygulamalar doğrudan Gazze bağlamında yürütülmese de hükümet araçlarının sistematik şekilde kullanılması söz konusuydu. Biden yönetimi örneğin insanları sınır dışı etme konusunda bu kadar ileri gitmemişti.
Söz konusu olan yalnızca vizeyle ülkede bulunanlar değil, aynı zamanda normal şartlarda oy kullanma dışında vatandaşlarla neredeyse aynı haklara sahip olan yeşil kart sahipleriydi. İsrail’in eylemlerine karşı yapılan protestolara katılan ya da Filistin davasını destekleyen bu kişilerin yeşil kartları iptal edilmeye başlandı. Trump yönetimi altında, İsrail’in Gazze’deki eylemlerine destek vermek yasal ve meşru kabul edilirken, bu eylemleri eleştirmek insanları doğrudan hedef haline getiriyordu. Örneğin, Tufts Üniversitesinden bir öğrenci[xi] yalnızca Gazze’deki İsrail saldırganlığını eleştiren bir köşe yazısını birlikte kaleme aldığı için, evine bir mil uzaklıktaki Somerville, Massachusetts’te altı sivil polis memuru tarafından tutuklandı.
Böylesini üniversite kampüslerinde daha önce hiç görmemiştim. Akademik kurumlar adeta başlarını öne eğmiş durumda; tıpkı İsrail’de olanlara benzer şekilde.
Almanya’nın antisemitizmle mücadele komiseri Felix Klein, Donald Trump’ın Gazze Şeridi için önerdiği yeniden yerleştirme planlarını övdü. Sizin görüşleriniz ise neredeyse Alman Staatsräson’unun[xii] tam zıttı: Sizin tutumunuz İsrail’in Gazze’deki eylemlerini soykırım olarak nitelendirirken, Şansölye Olaf Scholz bu suçlamayı “saçma” olarak reddediyor. Felix Klein, İsrail’i bir apartheid devleti olarak tanımlamayı antisemitik bulurken, siz İsrail’in gerçekten bir apartheid rejimi olduğunu savunuyorsunuz.
Bilmiyorum bu Alman politikacıların ve bürokratların varsayımları neye dayanıyor, çünkü somut hiçbir veri sunmuyorlar. Sadece açıklamalar yapıyorlar. Özellikle Felix Klein oldukça tuhaf bir durum. Bir yandan her türlü Yahudi ve İsrailli’yi antisemitik olmakla suçlarken, öte yandan kendisini Almanya’daki Yahudilerin koruyucusu olarak konumlandırıyor.
Klein zorla yerinden edilmeyi destekliyorsa, tüm ahlaki otoritesini kaybeder. Bunu desteklediğini bilmiyordum ama desteklediyse de bu savunulamaz. Bu tür bir eylemi desteklemek uluslararası hukukun ciddi bir ihlalidir. Klein zorla yer değiştirmeyi desteklemediğini iddia edebilir; ancak gerçek şu ki, İsrail hükümeti insanları ayrılmaya teşvik ediyor. Peki insanları nasıl teşvik ediyorlar? Evlerini bombalayarak ve gıda kaynaklarını keserek. Klein’ın bu durumu desteklemesi tamamen kabul edilemez ve çoktan görevden alınmalıydı.
Ateşkesin sona ermesi ve Gazze’deki savaşın yeniden tırmanması göz önüne alındığında, bu savaşı sona erdirmenin olası yolları olarak neleri görüyorsunuz? Uluslararası toplum bu süreçte nasıl bir rol oynamalı ve insanları ayrılmaya nasıl teşvik etmeli?
Öncelikle, ortada bir savaş olmadığını söylememe izin verin. Buna savaş demek yanlış olur. Hamas hâlâ halk üzerinde bir miktar kontrole sahip ve bunu infazlar yoluyla da uyguluyor, ancak gerçek bir askerî varlığı kalmadı. Muhtemelen çoğu yeni askere alınmış, hafif silahlar taşıyan birkaç bin adamı vardır. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), ABD ve Almanya tarafından tedarik edilen modern uçaklara, tanklara ve savaş gemilerine sahip modern bir ordudur. Bu, IDF’nin Gazze’yi ele geçirmek amacıyla yürüttüğü bir işgal hareketidir. Elbette direniş olacaktır, ancak bu gerilla direnişi biçiminde olacaktır. Amaç, Gazze üzerinde tam kontrol sağlamaktır ve bu kontrol aracılığıyla nüfusu bölgeden çıkmaya zorlamaktır. Sorun şu ki, gidebilecekleri hiçbir yer yok. Sınıra sahip tek komşu ülke olan Mısır onları kabul etmek istemiyor.
Bu arada, IDF, Batı Şeria’da da Gazze benzeri taktikler uygulamakta ve son gelen haberlere göre Cenin’deki mülteci kampını tamamen yok etmiş durumdadır. Kamp artık bir hayalet şehir haline gelmiştir. Hâlihazırda 30.000 ila 40.000 arasında Filistinli yerinden edilmiştir. IDF, benzer bir süreci Batı Şeria’nın kuzeyinden başlayarak diğer kamplara ve bölgelere yaymak üzere hazırlık yapmaktadır. Yerleşimciler ise ordu tarafından desteklenerek, özellikle Hebron Tepeleri’nde haftalık pogromlar düzenlemektedir.
Büyük bir uluslararası baskı olmadığı sürece yerleşimcilerin durması için hiçbir sebep yok. Şu anda İsrail’de bunu durduracak bir iç dinamik de yok. İsrail içindeki değişim umudu ise yalnızca bazı yedek askerlerin birliklerine dönmeyi reddettiklerine dair gelen raporlardan kaynaklanmaktadır. Bazıları bunu siyasi gerekçelerle yapıyor olsa da, bu grup azınlıktadır. Zira bu süreci Netanyahu’nun iktidarını korumaya yönelik siyasi bir savaş olarak değerlendirmektedirler.
Bence birçok kişi bunu kişisel nedenlerle yapıyor; çünkü ailelerini, işlerini, gelir kaynaklarını kaybediyorlar. Ancak IDF’in çok sayıda kişiyi göreve çağırmasına gerek yok. ABD tarafından tam donanımlı şekilde sağlanan jetleri mevcut. Bu tür bir operasyon için büyük bir insan gücüne ihtiyaç duyulmuyor. Her ne kadar bazı yedek pilotlar son dönemde meslektaşlarına Gazze’yi bombalamayı durdurma çağrısında bulunsa da, bunun gerçekleşeceğini sanmıyorum. Çoğunluk bombardımana devam edecektir.
Böyle devam ederse İsrail tam anlamıyla bir apartheid devletine dönüşecek. Bildiğiniz üzere, Netanyahu şu anda demokratik denetim mekanizmalarını sistematik biçimde ortadan kaldırmaya çalışıyor. Çoktan iç güvenlik teşkilatı Shin Bet’in[xiii] başkanını kovdu, ki Shin Bet pek de liberal bir teşkilat sayılmaz ama Netanyahu’yu soruşturuyordu. Netanyahu aynı zamanda başsavcıyı görevden almak istiyor ve genelkurmay başkanını da hâlihazırda değiştirmiş durumda. Açıkça görülen şu ki, temel önceliği kendi siyasi varlığını sürdürmek.
Benim kanaatimce, 2026 sonbaharında yapılması planlanan seçimler Netanyahu’nun zaferinin garanti altına alınacağı bir biçimde düzenlenecek. Bu da, İsrail vatandaşı Filistinlilerin oy hakkının ellerinden alınması ya da ciddi şekilde kısıtlanması gibi uygulamaları içerebilir. Bu durum seçim sonuçlarını ciddi ölçüde etkiler; zira Filistinli vatandaşlar İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturmaktadır.
Bu durumu değiştirebilecek tek şey dış müdahaledir ve etkili olabilecek yegâne müdahale, Amerika Birleşik Devletleri’nden gelebilecek olandır. Ancak Netanyahu ve Trump, birbirine oldukça benzeyen bir siyasal strateji izliyor; bu durum, Netanyahu’nun Washington ziyaretinden sonra hükümet üzerindeki denetimleri yeniden şekillendirmeye başlamasıyla daha da belirginleşti. Trump ise ABD yargı sisteminin yürütme üzerindeki denetimini çoktan zayıflatmış durumda. Dolayısıyla Trump tutumunu değiştirmediği sürece, ABD’den kayda değer bir müdahale geleceğini düşünmüyorum. Bununla birlikte, ABD’nin politikalarında bir değişiklik yaşanması Avrupa’yı da etkileyecektir; bu bağlamda Almanya’nın oynayacağı rol kritik önemdedir. Ancak [Friedrich] Merz gibi isimlerden duyduklarıma bakılırsa, Almanya’nın İsrail’e baskı yapacak biçimde politikasını kayda değer ölçüde değiştirmesi bana pek olası görünmüyor.
Ben pek iyimser değilim. Etnik temizlik ve apartheid rejimini pekiştirme çabaları ile İsrail’de kalan demokrasinin, İsrailli Yahudiler için bile, giderek erozyona uğratılması bir arada yürütülüyor. Uzun vadede, bunun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum, ancak çökmesi en az bir yirmi yılı bulabilir.
Kitabınız yakın zamanda Almancaya çevrildi. Bu çeviriyle özellikle Almanca konuşulan kamuoyunda nasıl bir etki yaratmayı umuyorsunuz? Hedeflediğiniz özel anlatılar ya da kırmak istediğiniz tabular var mı?
Alman kamuoyunun anlaması gereken en önemli şey, İsrail’in mevcut politikalarının eleştirilmesinin İsrail karşıtı, anti-Siyonist ve kesinlikle antisemitik olmadığıdır. İsrail’in Almanya gibi Batılı hükümetler tarafından uzun süredir desteklenen mevcut yönetiminin İsrail toplumu ve geleceği için zararlı olduğuna inanıyorum. Aslında İsrail’e zarar veriyor.
Birçok Alman, özellikle de daha yaşlı kuşaklar, hâlâ İsrail’e karşı ahlaki bir sorumluluk hissediyor. İsrail’i önemsiyorsanız, hem İsrail halkına hem de işgal ettiği Filistinlilere daha fazla zarar vermesini önlemek için hükümetinize politikalarını değiştirmesi için baskı yapmalısınız.
İsrail, Ürdün Nehri ile deniz arasında yaşayan yedi milyon Yahudi ve yedi milyon Filistinlinin bu toprakları paylaşmasını sağlayacak başka bir çözüm aramaya zorlanmalıdır. Bu mesele, sıkça söylendiği gibi bir “İsrail-Filistin çatışması” değildir; bu, Filistinlilerin İsrail tarafından işgal edilmesidir ve ancak adil bir çözümle, herkesin onurunu gözeten bir yaklaşımla çözülebilir.
* 14 Nisan 2025 tarihinde, Jacobin dergisinin internet sitesinde yayımlanan “Omer Bartov on Gaza: “It’s a Misnomer to Call It a War” başlıklı söyleşi metni, Türkçeye Enes Akdağ tarafından tercüme edilmiştir.
Çeviri Notları
[i] Modern tarihçiliğin, özellikle soykırım ve travma gibi konularda, failler ya da mağdurların perspektifine yaklaşma çabasını anlamada bu kavram hayati önem taşır. Bu terim sonradan İngilizce’ye “empathy” (empati) olarak çevrilmiş ve çağdaş psikoloji ile sosyal bilimlerde yaygın bir kavram hâline gelmiştir.
[ii] Leopold von Ranke (1795–1886), “Wie es eigentlich gewesen” (olduğu gibi anlatmak) ilkesini benimseyerek tarihçinin görevinin geçmişi yargılamak değil, anlamak olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda Prusya krallığının ideolojik tarihçiliğine hizmet ettiği için eleştirilmiştir. İlginç biçimde, dönemin entelektüel ortamında hem pozitivist tarihçiliğin hem de tarihsel empati (Einfühlung) anlayışının öncülerinden biri olarak kabul görmektedir.
[iii] Wehrmachtsausstellung (Wehrmacht Suçları Sergisi), 1995–1999 ve 2001–2004 yılları arasında Almanya’da dolaşan, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın düzenli ordusu olan Wehrmacht’ın Doğu Avrupa’da işlediği savaş suçlarını belgeleyen ve kamuoyuna sunan sergidir. Sergi, Almanya’da savaş sonrası kolektif hafızada yer etmiş “Die saubere Wehrmacht” (Wehrmacht temizdi) mitosunu kırma yönünde büyük bir etki yaratmıştır. Özellikle, birçok Alman için babalarının veya dedelerinin ‘sadece asker’ değil, aynı zamanda savaş suçlarının faili veya destekleyicisi olduğunu kabul etmek son derece zordu. Bu yüzden sergi hem entelektüel çevrelerde büyük yankı uyandırdı hem de sağcı grupların ve gazilerin şiddetli protestolarına sahne oldu.
[iv] Moses, Holokost’un Almanya’da adeta “sivil bir din” haline geldiğini, bu hafıza pratiğinin toplumsal ve politik yaşamda dokunulmaz, eleştirilemez bir dogmaya dönüştüğünü savunur. Bu durumun, Holokost üzerine düşünme ve sorgulamayı sınırladığı, özgür eleştirel düşünceyi engellediği iddia edilir. Moses’a göre bu tür bir hafıza siyaseti, hem tarihsel gerçekliğin tam kapsamıyla ele alınmasını hem de toplumsal barışın gelişmesini zorlaştırmaktadır.
[v] Wehrmacht, 1935–1945 yılları arasında Nazi Almanyası’nın kara, hava ve deniz kuvvetlerinden oluşan birleşik silahlı kuvvetlerinin genel adıdır. Adolf Hitler’in iktidarında kurumsallaşan bu yapı, Versailles Antlaşması’yla sınırlandırılan Reichswehr‘in yerine geçti ve Almanya’nın yeniden silahlanma sürecinin simgesi hâline geldi.
[vi] Bundestag, Almanya Federal Cumhuriyeti’nin ulusal yasama organı ve parlamentonun alt kanadıdır.
[vii] Nazi Almanyası’nın propagandasında kullanılan ve Yahudiler ile Bolşevik (komünist) ideolojiyi birleştiren anti-semitik bir komplo teorisidir. Bu teori, Yahudilerin dünya çapında komünist devrimi yönettiği ve dolayısıyla Almanya ve Avrupa’nın karşı karşıya olduğu tehlikenin kaynağı olduğu iddiasını taşır.
[viii] İsrail’de reservists (yedek askerler) özellikle kritik bir rol oynar, çünkü İsrail’de zorunlu askerlik sistemi bulunmaktadır ve mezun olduktan sonra bireyler belirli aralıklarla yedek subay olarak askeri eğitim ve görevlere katılırlar.
[ix] Nazi Almanyası’nda 1933’ten itibaren uygulamaya konulan toplumu ve kurumları ideolojik olarak tek parti çizgisine uyumlandırma sürecini ifade eder. Adolf Hitler’in Şansölye olmasından kısa bir süre sonra başlatılan Gleichschaltungsüreci, parlamentonun etkisizleştirilmesi, eyaletlerin merkezi yönetime bağlanması, sendikaların dağıtılması, muhalefet partilerinin yasaklanması ve medya ile kültür kurumlarının Nazileştirilmesi gibi adımları kapsar.
[x] Arapça’da “felâket” veya “büyük trajedi” anlamına gelen Nakba, 1948 yılında İsrail’in kurulması sürecinde yaklaşık 700.000 Filistinlinin zorla yerinden edilmesi ve mülteci durumuna düşmesini ifade ediyor. Nakba, Filistin halkının kolektif hafızasında derin bir travma ve kırılma noktasıdır. Sadece coğrafi ve fiziksel bir yer değiştirme değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve politik bir yıkımın simgesidir.
[xi] Türk öğrenci Rümeysa Öztürk’ü kastediyor. Detaylar için lütfen takip eden bağlantıyı inceleyiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/Detention_of_R%C3%BCmeysa_%C3%96zt%C3%BCrk
[xii] Almanca kökenli bir kavram olan Staatsräson, “devlet aklı” veya “devletin varoluşsal çıkarları” anlamına gelir. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın İsrail’e yönelik koşulsuz destek politikası, bu devlet aklının bir parçası olarak görülür. Tarihsel olarak Almanya’nın Holokost sorumluluğu ve bu nedenle İsrail’in güvenliğinin sağlanmasının ülkenin Staatsräson’u olduğu iddia edilir.
[xiii] İsrail’in iç güvenlik servisi olarak görev yapar. Ana görevleri arasında terörle mücadele, iç casusluk faaliyetlerinin engellenmesi, işgal altındaki Filistin topraklarında istihbarat toplama ve siber güvenlik yer alır.