BERKAY KOÇAK: Kitabınız, “iklim mücadelesini halen kaybediyoruz” şeklindeki dobra bir değerlendirmeyle başlıyor. Üstelik bu mağlubiyetin nedeni bilimin yetersizliği ya da farkındalık eksikliği değil; asıl neden, iktidar meselesiyle yüzleşemememiz. Bu kitabı tam da bu dönemde yazmaya sizi ne motive etti ve üretim üzerine sınıf temelli bir analiz yürütmenin hem bu krizin kökenlerini hem de adil bir geçiş yolunu anlamak açısından neden hayati olduğunu düşünüyorsunuz?
MATT HUBER: Birçok nedeni var. Öncelikle, maalesef kitabın yayımlanmasından bu yana durum hiç de iyileşmedi: iklim mücadelesini halen kaybediyoruz (emisyonlar 2024’te yine rekor kırdı ve muhtemelen 2025’te de kıracak). Bu vahim tabloya rağmen, iklim hareketi içinde ciddi bir içsel özeleştiri ya da strateji tartışması pek görmüyorum. Tam tersine, birçok iklim aktivistinin, durumu gerçekten değiştirmek için gerekli olan siyasi tabanı ve toplumsal gücü nasıl inşa edebileceğimize dair düşünmeye pek yanaşmayan, ahlaki üstünlük hissine kapılmış gibi davrandığını gözlemliyorum. Bu nedenle, mevcut iklim hareketini “acımasız bir eleştiriye” tabi tutmak amacıyla, “Marksist polemik” geleneğini geri çağırmayı denedim ve bu hareketin siyasi olarak neden etkisiz kaldığını daha iyi açıklamaya çalıştım. Açıkça söylemek gerekirse, bu polemiksel yaklaşım aynı zamanda bir tür öfkeden de kaynaklanıyordu; çünkü 2015’te baba oldum. İklim krizinin yarattığı riskler ansızın çok daha somut bir hal aldı (kızım emeklilik yaşına 2080 yılında ulaşacak).

İkinci olarak, bu konuya daha fazla değineceğim, ancak şimdilik şunu söyleyebilirim: (a) İklim politikalarının çoğu ‘sınıf’ meselesinden neredeyse hiç bahsetmiyor ve bunun yerine daha çok ‘adalet’ ve ‘adaletsizlik’ gibi konulara odaklanıyor (özellikle de bölgeler üzerinden; örneğin başlıca sorumlular olarak ‘Küresel Kuzey’ ülkeleri ve bölgeleri gösteriliyor—spesifik sınıflar veya sermaye fraksiyonları değil) ve (b) Sınıfsal eşitsizlikle ilgili analiz yapan iklim çalışmaları da çoğunlukla oldukça liberal bir sınıf anlayışına dayanıyor; burada ‘sınıf’ yalnızca birinin gelir düzeyi ya da tüketim alışkanlıkları olarak kavranıyor. Bana öyle geliyor ki çok az sayıda analiz, iklim sorununu üretim araçlarına, mülkiyete ve iktidar ilişkilerine dayanan Marksist bir sınıf anlayışı çerçevesinde değerlendiriyor.
Gelir, kimlik ya da yaşam tarzı yerine üretim ve mülkiyetle kurulan maddi ilişki temelinde tanımlanan Marksist bir sınıf anlayışına dönülmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Bu bakış açısı, ana akım ya da ahlakçı yaklaşımların göremediği iklim krizine dair neyi ortaya koyuyor? Ayrıca bu, neyin “iklim siyaseti” olarak değerlendirilebileceğini nasıl dönüştürüyor?
Yukarıda bahsedilen ahlakçı siyasetle bağlantılı olarak, iklim söyleminin yaşam tarzı, tüketim ve karbon ayak izi gibi meselelere gereğinden fazla bir şekilde takılıp kaldığını düşünüyorum. Hatta sınıfsal eşitsizlik ve iklim üzerine soldan analizler bile iklim değişikliğinin başlıca nedenini zengin yaşam tarzlarıyla açıklıyordu. Bana göre bu tür bir söylem hem siyasal olarak kendi ayağına sıkıyordu (çünkü geniş emekçi kitlelerin, ‘iklim siyaseti’ni kendi davranışlarına ve tüketimlerine yönelik ahlaki ve ekonomik bir saldırı olarak algılamasına neden oluyordu), hem de ampirik olarak yanlıştı. Zira (göstermeye çalıştığım gibi) emisyonların büyük çoğunluğu aslında maddi üretimin nasıl örgütlendiğiyle ilgili. (Bu noktada, kitabımda belirtmem gerekirdi ki ‘üretim’ yalnızca sanayi ve elektrik üretimini değil, tarım, ormancılık ve diğer toprak temelli üretim biçimlerini de kapsar – bunları birlikte ele aldığımızda küresel emisyonların üçte ikisinden fazlasını oluşturuyorlar.)
Ayrıca, kapitalizm altında üretim ve tüketim temelde farklı mantıklarla örgütlenir. Üretim, sermaye tarafından ve yalnızca yatırımın geri dönüşünü (kâr, yani M-C-M’ formülü) sağlamak amacıyla düzenlenir; buna karşılık tüketim, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yöneliktir (insanlar emek ve becerilerini para karşılığında takas eder, bu parayla da yaşamak için gerekli malları satın alırlar; yani C-M-C formülü). Dolayısıyla eğer emisyonların çoğu üretimden kaynaklanıyorsa ve üretimin çoğu sermaye tarafından örgütleniyorsa, asıl suçlunun sermayenin kendisi olduğu açıktır. Oysa çoğumuz sermayedar değiliz. Hayatımızı kâr elde etmek için yatırım yaparak geçirmiyoruz. Bana kalırsa, bütün bir karbon ayak izi ideolojisi bu temel gerçekleri gizlemek üzere inşa edilmiş durumda.
Kitabınızın başlıca temalarından biri, kapitalist sınıf, profesyonel-yönetici sınıf ve işçi sınıfının iklim krizini farklı şekillerde algılaması. Bu sınıfsal konumlar günümüzde baskın iklim anlatılarını nasıl şekillendiriyor? Neden etkili bir ekolojik politikanın stratejik merkezinde teknokratik uzmanlık değil de işçi sınıfı gücünün yer alması gerektiğini söylüyorsunuz?
Bu soruyu yanıtlamak aslında tüm kitabı okumayı gerektirir, ama kısa ve öz şekilde yanıtlamaya çalışayım. Kapitalist sınıf iklim krizine karşı kayıtsız ve yatırımları hissedarlarına kâr getirdiği ölçüde fosil yakıta dayalı altyapılara yatırım yapmaya devam etmekten de memnunlar. Profesyonel sınıfın büyük bölümü ise sorunun, kapitalist sınıfın gücünü doğrudan karşılarına almadan çözülebileceğine inanıyor (sorunun kaynağında onların olduğunu kabul etmelerine rağmen). Bu sınıf ya iklim değişikliğinin bilimine ya da “gerçekliğine” inanmanın yeterli olduğunu düşünüyor, ya da çözümün karbon fiyatlandırması gibi teknokratik düzenlemeler yoluyla piyasa mekanizmalarıyla geleceğini umuyor. Profesyonel sınıf içindeki “anti-sistemci” radikaller bile genellikle kooperatifler veya topluluk mülkiyetine dayalı enerji sistemleri gibi küçük ölçekli alternatiflere—“prefigüratif siyaset” (prefigurative politics) ya da “bugünün-ütopyaları” (nowtopias) gibi—inanıyorlar; halbuki bu tür yaklaşımlar sermayeyi en ufak bir şekilde bile tehdit etmiyor.
Oysa işçi sınıfı, kapitalist toplumda tarihsel olarak sermayenin gücüne etkili biçimde meydan okuyabilmiş yegâne toplumsal güçtür (20. yüzyılın başından ortalarına kadar süren militan sendikal hareketler ile işçi ve sosyal demokrat partilerin siyasi iktidar kazandığı dönemler bunun örneği). Kitabımın ele almaya çalıştığı temel sorun şu: iklim hareketi neredeyse tamamen profesyonel sınıftan gelen insanlardan oluşuyor ve bu insanların benimsediği siyaset tarzı, işçi sınıfının büyük bölümünün iklimi bir siyasal sorun olarak ya öfkeyle ya da kayıtsızlıkla karşılamasına neden oluyor (nitekim Avrupa’da fiilen uygulanan iklim politikalarının işçi sınıfı kökenli birçok seçmeni sağa ittiği artık oldukça açık).
Küresel Güney’in iklim felaketlerinden orantısız şekilde etkilendiği sık sık ve haklı biçimde dile getirilse de, bana kalırsa iklim hâlâ halk kitleleri içinde güçlü bir siyasal karşılık bulabilmiş değil. Bu açıdan bakıldığında, kitlesel ve çoğunluğa dayanan bir iklim siyaseti inşa etmek Küresel Güney’de en az Küresel Kuzey’deki kadar, belki daha da zor.
Kitabınız esas olarak Amerika Birleşik Devletleri ve diğer merkez kapitalist ülkelere odaklanıyor; ancak fosil sermaye, sınıf iktidarı ve üretim siyaseti üzerine sunduğunuz görüşler Küresel Güney için de önemli soruları gündeme getiriyor. Küresel kapitalizm içinde yapısal olarak ikincil konumda bulunan, fakat aynı zamanda kendi karbon yoğun kalkınma yollarını da izleyen ülkeler açısından bu çerçevenin nasıl uygulanabileceğini düşünüyorsunuz? Bu durum, merkezin ötesinde sınıf temelli bir iklim siyaseti için ne tür zorluklar ya da uyarlamalar gerektiriyor?
Öncelikle şunu söyleyeyim: Küresel Güney ülkelerinin karbon yoğun kalkınma yollarını izlemesini yadırgamıyorum (çünkü bu yol, bu zamana kadar emperyalist merkezin zenginleşmesini sağlamış yollar). Kapitalizmin temel sorunlarından biri, teknolojinin—yani “üretim araçlarının”—sermaye tarafından kontrol ediliyor olmasıdır.
Yanı sıra, şu ana kadar Küresel Güney ülkelerinin erişebileceği evrensel bir “yeşil” enerji teknolojisi yolu da mevcut değil. Mevcut olan yol zaten “fosil sermaye” tarafından döşenmiş bir yol. Bu nedenle, birçok küresel iklim adaleti savunucusuyla aynı fikirdeyim: siyasetimizin merkezinde, karbon içermeyen teknolojilerin gezegen ölçeğinde erişilebilir hâle getirilmesi bakımından Kuzey’den Güney’e bir “teknoloji transferi” olmalı.

İlginç olan şu ki, bu teknolojileri geliştiren ülkeler şu anda Batı’da değil, Doğu Asya’da—özellikle Çin’de. Ve burada sadece güneş, rüzgâr ve bataryalardan değil; aynı zamanda Çin’in devasa sübvansiyonlarla çelik ve çimento gibi endüstrileri yeşillendirmek için gereken “öncü” teknolojileri de geliştirmesinden söz ediyorum—örneğin hidrojen, karbon yakalama ve/veya karbon giderme. Çin’in dünya genelinde altyapı yatırımları yoluyla küresel konumunu güçlendirmeye çalıştığı artık sır değil. Bu çabanın gelecekte karbon içermeyen altyapıları da kapsayıp kapsamayacağı henüz belli değil (şu ana kadar tam tersi oldu; örneğin Kuşak ve Yol Girişimi, başta kömür santralleri olmak üzere fosil yakıt altyapısıyla dolu).
Ancak daha doğrudan söylemek gerekirse, kitabımın Küresel Güney’deki iklim hareketlerinin karşı karşıya olduğu bir tür çıkmaza da hitap ettiğini düşünüyorum. Görünüşe göre birçok iklim savunuculuğu faaliyeti—her yıl COP zirvelerinde gördüğümüz türden—Küresel Kuzey’dekiyle benzer şekilde profesyonel sınıfa ait STK’lar tarafından yürütülüyor.
Küresel Güney’in iklim felaketlerinden orantısız şekilde etkilendiği sık sık ve haklı biçimde dile getirilse de, bana kalırsa iklim hâlâ halk kitleleri içinde güçlü bir siyasal karşılık bulabilmiş değil. Bu açıdan bakıldığında, kitlesel ve çoğunluğa dayanan bir iklim siyaseti inşa etmek Küresel Güney’de en az Küresel Kuzey’deki kadar, belki daha da zor. Bence dünyanın her yerinde çözüm, iklim yatırımlarını insanların doğrudan maddi yaşamlarını iyileştiren alanlarla ilişkilendirmekten geçiyor. Neyse ki, karbon salımını azaltmak için dönüştürmemiz gereken ana alanlar—enerji, ulaşım, barınma ve gıda/tarım—zaten işçi sınıfının erişmekte zorlandığı temel ihtiyaçlar.
Küresel Güney’in birçok yerinde yeşil dönüşümler, dış yatırımlar, borçla finanse edilen altyapı projeleri ve pil üretimi, nadir toprak elementleri ya da yeşil hidrojen gibi sektörlerde ihracat odaklı stratejilerle şekilleniyor. Bu bağlamda, sizce bu tür “yeşil” kalkınma modellerine sosyalistler nasıl yaklaşmalı? Yeşil sanayileşme sınıf mücadelesi projesinin bir parçası hâline gelebilir mi? Yoksa bu modeller, mülkiyet, emek sömürüsü ve ekolojik talan gibi mevcut hiyerarşileri “yeşil” bir kılıfla yeniden mi üretme riski taşıyor?
Haklısınız; küresel kapitalist hegemonyanın hüküm sürdüğü koşullarda bu tür ‘yeşil’ kapitalist projeler kesinlikle mevcut güç ilişkilerini pekiştirme eğilimindedir. Ancak bence sol çevrelerde bu konuya fazlasıyla dar ve sıfır toplamlı bir yaklaşımla bakılıyor. Yaygın görüş şu: Küresel Güney’deki yeşil sanayi kalkınması doğası gereği sömürücü ve yıkıcıdır. Oysa 20. yüzyılın başlarından ortalarına uzanan dönemde sosyalistler ve anti-sömürgeci hareketler doğal kaynak çıkarımı ya da sanayileşmeye bu şekilde yaklaşmıyordu. Bu hareketler esas olarak şunu eleştiriyordu: kapitalist ve emperyalist devletler, kendi kaynakları ve ekonomik kalkınmaları üzerinde egemenlik kurmalarını engelliyordu. Bu mücadeleler, kendi toprakları ve kaynakları üzerinde siyasi iktidar kurmak ve kendi kalkınmalarını egemen biçimde gerçekleştirmek istiyordu (ve daha radikal öneriler, örneğin Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen (New International Economic Order) gibi, bu görüşü daha enternasyonalist bir çerçevede hayal etti).
Dolayısıyla bana göre, küresel solun söylemini sermayeye karşı ekonomik egemenlik çerçevesinde kurması daha verimli olur. Böylece Küresel Güney’in yoksul ülkeleri yalnızca elektrik şebekeleri ya da su sanitasyon sistemleri gibi temel altyapılar inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda bunların temelini oluşturacak karbon içermeyen teknolojileri de geliştirebilir. Kapitalizmin temel sorunu ‘büyüme’ ya da ‘çıkarım’ (extraction) değil; yatırım ve üretim üzerinde demokratik kontrolün olmamasıdır.
Türkiye gibi yarı çevrede yer alan, Avrupa Birliği gibi merkez kapitalist bölgelere hem coğrafi hem de siyasal olarak yakın ekonomilerde, enerji sektörü fosil yakıtlara bağımlı bir burjuvazi tarafından domine ediliyor. Bu burjuvazi, inşaat kartelleri, kamu-özel ortaklıkları ve otoriter-klientalist devlet yapılarıyla sıkı bağlar içinde. Sizce üretim alanında işçi sınıfı gücünü inşa etme çağrınızın, fosil sermayenin devlet iktidarıyla bu denli iç içe geçtiği ve ulusal kalkınma anlatılarıyla meşrulaştırıldığı böylesi bir kapitalist blokta nasıl bir karşılığı olur?
Son zamanlarda emperyalizm teorilerimizi, kapitalist devlet teorilerimizle daha fazla iç içe düşünmemiz gerektiği üzerine çok kafa yoruyorum. Ve bana göre “otoriter-klientalist” devletin fosil sermayeyle ittifak kurduğu yapı, aslında dünya genelinde çok yaygın bir olgu. Türkiye konusunda kesinlikle bir uzman değilim ama bana kalırsa sermayeye karşı etkili bir işçi sınıfı muhalefeti kurma sorunu, çoğu kapitalist ülkede benzer biçimlerde yaşanıyor. (Bu noktada sık sık Adolph Reed Jr.’ın şu sözünü tekrar ediyorum: “Neoliberalizm, işçi sınıfı muhalefeti olmayan kapitalizmdir.”)
Tarihsel olarak, militan sendikalarla geniş işçi sınıfı siyasal partilerinin birleştiği ve John K. Galbraith’in “dengeleyici güç” (countervailing power) dediği şeyi inşa edebildiği örnekler çok az sayıda. Ancak artık bu tür bir gücün, sadece “iklime özgü” bir hareketten—yani üretimin belirli bir sektörünü hedefleyen dar bir mücadeleden—doğmayacağına inanıyorum. Bunun yerine, kemer sıkma politikalarına karşı ve kamusal mallara yönelik büyük ölçekli yatırımları savunan, geniş tabanlı bir hareket olması gerekiyor. Bu kamusal mallar gündemi elbette elektrik, ulaşım, barınma gibi iklimle ilgili yatırımları içerebilir; fakat bununla sınırlı kalmamalı: sağlık hizmetleri, eğitim ve çocuk bakımı gibi pek çok temel alanı da kapsamalı. Bana göre böylesi geniş, güçlü ve toplumsal olarak kök salmış bir hareketin inşasındaki tek gerçek umut, emek hareketini yeniden inşa etmekten geçiyor.
Kitabınız, sosyalist bir iklim stratejisinin merkezine kamusal mülkiyet ve demokratik planlamayı yerleştiriyor. Ancak, onlarca yıllık neoliberal küreselleşme sonucunda sanayi kapasitesinin büyük ölçüde aşındığı Küresel Güney bağlamlarında, ekolojik kısıtlar altında işçi sınıfı gücünü yeniden inşa etmekte sanayi politikası nasıl bir rol oynayabilir – eğer oynayabilirse?
Evet, bu yukarıda söylediklerimle de bağlantılı. Kamu altyapısı kurmak ve ekonomik egemenliği inşa etmek amacıyla uygulanan ithal ikamesine dayalı ve kalkınmacı devlet politikalarının uzun bir geleneği var. Elbette bu çabaların çeşitli içsel çelişkileri ve sorunları vardı ve bu yüzden bir noktada çöktüler, bunu inkâr etmiyorum. Ancak daha önemlisi, bu çabaların aslında küresel neoliberalizm ve ABD’nin ekonomik emperyalizmi (yani “Vaşington Uzlaşısı”) tarafından ezildiğini kabul etmek gerekir.
Aynı zamanda şunu da hatırlamak gerekiyor: Bu kalkınmacı çabaların birçoğu, bizzat kendi ülkelerindeki sosyalist ve emekçi partiler ile militan sendika hareketlerinden doğmuştu. Bugün bu aşağıdan gelen güçlü toplumsal güçlerin yokluğunda, Küresel Güney devletleri çoğu zaman yalnızca küresel sermayenin kırıntılarını kapmakla yetinmekte ve bu kaynakları kendi “müşterilerine” (sizin deyiminizle) tahsis etmektedir.
Gerçek şu ki, başka seçeneğimiz yok: mutlaka enternasyonalist bir hareket inşa etmemiz gerekiyor. Ancak ilham verici olan da şu ki, Marksizm tam da bu tür bir hareket için bir model sunuyor.
Kitabınız, özellikle 1990’lardan bu yana küresel kapitalizmin zaferinin iklim krizini nasıl derinleştirdiğini ele alıyor; toplam emisyonların yarısı, sözde “tarihin sonu” ilan edildikten sonra üretildi. Sosyalist iklim siyaseti, neoliberal küreselleşmenin ve küresel işçi sınıfını güçsüzleştirişinin mirasıyla nasıl yüzleşmeli? Bu koşullarda hâlâ tutarlı bir enternasyonalist stratejiden söz edebilir miyiz?
Küçük örnekler elbette var (öğrencilerime sık sık Bangladeş’teki hazır giyim işçileriyle, bu giysileri satan Walmart çalışanları arasındaki dayanışma ağlarından veya dünyanın dört bir yanına yayılmış McDonald’s işçileri ağlarından bahsediyorum). Ama bu tür geçici (ve genellikle STK’lar tarafından örgütlenen) çabaların ötesinde, organize bir uluslararası işçi sınıfı hareketinden söz etmek maalesef mümkün değil. Ne yazık ki sermaye için durum böyle değil. Neoliberalizmi, kapitalist sınıfın küresel düzeyde siyasi ve ekonomik örgütlenmesi olarak da tanımlayabiliriz.
Durumu daha da kötüleştiren şu ki, ekolojik kriz kaçınılmaz olarak küresel/gezegensel bir krizdir ve bu ölçekte bir toplumsal güce ihtiyaç duyar (şu sıralar, küreselleşmiş üretim sistemleri ile bunların gezegen üzerindeki ekolojik etkilerini birlikte ele alan bir “gezegensel üretim tarzı” teorisi üzerine yazmaya başladım). Yukarıda da belirttiğim gibi, yalnızca “yerelci” çözümlerin sorunu tam olarak kavrayamaması da buradan kaynaklanıyor—bu tür çözümler yerel düzeyde başarılı olabilir, ancak küresel kapitalizmin işleyişini hiç rahatsız etmeden devam ettirmesine de olanak tanır.
Gerçek şu ki, başka seçeneğimiz yok: mutlaka enternasyonalist bir hareket inşa etmemiz gerekiyor. Ancak ilham verici olan da şu ki, Marksizm tam da bu tür bir hareket için bir model sunuyor. Marx ve Engels, proletaryayı insanlığı bir bütün olarak özgürleştirme potansiyeline sahip “son sınıf” olarak tanımlamışlardı—bu, türün tamamını kapsayan bir siyaset anlayışıdır (ve bu, ekolojik açıdan açık bir anlam taşır).
Daha somut olarak ifade edersek, tarihsel olarak var olmuş Marksist hareketler, enternasyonalist siyasal örgütlenme ve güç biçimlerine örnekler sunmuştur (Birinci, İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller bunun somut ifadesidir). Neoliberal çağda benzer bir yapı kurma çabaları da oldu (örneğin Dünya Sosyal Forumu/World Social Forum), fakat bana kalırsa bu girişimler, 1960 sonrası dönemin “hareketçilik” anlayışına fazlasıyla bağımlıydı ve işçi sınıfını sol stratejinin merkezine koymaktan kaçındılar. Bunun sonucu ise yönsüz, parçalanmış bir “hareketler hareketi” oldu.
Sorun şu ki, işçi sınıfı dünya çapında oldukça zayıf durumda ve belki de ilk olarak ulusal düzeyde yeniden güç kazanması gerekiyor. Ancak küresel nitelikteki krizlerin ciddiyeti, enternasyonalist örgütlenmeyi bir başlangıç noktası olarak daha da zorunlu kılıyor olabilir.
Kitabınızda “yeşil kapitalizmin,” finans piyasaları, şirket öncülüğündeki karbonsuzlaştırma ve devlet destekli temiz teknoloji yatırımları yoluyla – özellikle ABD’de Enflasyonu Düşürme Yasası (Inflation Reduction Act) ile – ortaya çıktığını tartışıyorsunuz. Sizce bu dinamikler küresel politik ekonomiyi nasıl şekillendiriyor? Bu dönüşümle birlikte ortaya çıkabilecek yeni hiyerarşileri ve bağımlılık ilişkilerini anlamakta “yeşil emperyalizm” kavramı bize yardımcı olabilir mi?
Tesadüfe bakın ki ben de bu yaz, ekoloji ile emperyalizm arasındaki ilişki üzerine yeni bir makale üzerinde çalışıyorum. Kısaca söylemem gerekirse, Marksist sol bu konuyu şimdiye dek yalnızca “ekolojik eşitsiz değişim” kavramı üzerinden analiz etti; fakat bu yaklaşım, kapitalist devletin genel olarak ve özellikle ABD devletinin emperyalizmdeki merkezî rolünü anlamamıza yeterince yardımcı olmuyor.
Şu anda, Enflasyonu Düşürme Yasası’nı bu hikâyenin merkezinde görmüyorum. Aksine, ABD’nin dünyanın en büyük silah tedarikçisi olması ve ABD ordusunun dünyanın en büyük karbon salıcısı olması çok daha belirleyici. Örneğin makalemde gazetecilik kaynaklarına dayanarak, ABD’nin 7 Ekim 2023’ten sonraki bir yıl içinde İsrail’e yaklaşık 50.000 ton silah gönderdiğini gösteriyorum. Bu, Gazze ve genel olarak Filistin’in ekolojik yıkımında merkezî bir rol oynadı. Bloomberg’in yaptığı bir analizde, İsrail’in bombardımanlarının yalnızca Ağustos 2024 itibarıyla 42 milyon ton moloz yarattığı ortaya çıktı—bu rakamın kendisi bile başlı başına sarsıcı.
Ayrıca ABD’nin, küresel ticaret ve borç ilişkilerini denetleyen daha ekonomik bir emperyalizm biçimi oynadığını da belirtmeliyim. Küresel Güney’de sıklıkla “rantiyeci” ya da “toprak sahibi” devletler—ya da yukarıda konuştuğumuz “otoriter-klientalist” devletler—küresel sermayeyi kendi topraklarına yatırım yapmaya davet ediyorlar; karşılığında aldıkları “rant” ise borç ödemek ve ABD’den silah satın almak için kullanılıyor.
Ama sorunuza daha doğrudan cevap vermek gerekirse: Enflasyonu Düşürme Yasası, ABD devletinin küresel finans sistemindeki merkezî konumu sayesinde (özellikle doların hegemonik rolü sayesinde) büyük bütçe açıkları verebilme yeteneğini kullanarak özel sermayeyi ve orta sınıf tüketicileri ‘yeşil’ piyasa tercihlerine yönlendirmeyi amaçlayan oldukça zayıf bir sanayi politikası girişimiydi. Ve şu anda, tüm bu iddialı planlar, yeni Trump yönetimi tarafından büyük ölçüde geri alınma tehdidiyle karşı karşıya. Pek çok şey, şu anda Kongre’den geçmekte olan ve “Büyük Güzel Yasa Tasarısı” olarak anılan (Big Beautiful Bill) mevzuata bağlı.
Solun, işçi sınıfının temel maddi çıkarlarına—özellikle yaşam maliyetine—odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Mamdani’nin kampanyası bu konuda harika bir örnek oluşturuyor. Zira benim de sıkça vurguladığım gibi, iklim krizini çözmek, enerji, barınma, ulaşım gibi sektörlerin dönüştürülmesini gerektiriyor—ki bunlar aynı zamanda işçi sınıfının en temel ihtiyaç alanları.
Sonuç bölümünde, iklim değişikliğinin gezegensel doğasının yerelciliğe dönüşü değil, küresel üretimin bilinçli ve kolektif bir biçimde koordine edilmesini gerektirdiğini söylüyorsunuz. Bu koşullar altında küresel tedarik zincirlerinin demokratikleştirilmesi ya da toplumsallaştırılması ne anlama gelir? İşçi sınıfı siyaseti, iklim krizinin uluslararası doğasıyla baş edebilecek ölçeğe nasıl ulaşabilir?
Marx’a göre, üretimi toplumsallaştıran şey sermayenin ta kendisidir. (Marx, “nispi artık-değer” arayışı içinde sermayenin nasıl daha işbirlikçi ve kolektif emek biçimlerini – karmaşık işbölümleri dâhil – devreye soktuğunu gösterir.) Marx’ın Kapital’i yazmasından bu yana sermaye, üretimi gezegensel ölçekte toplumsallaştırmıştır. Pandemi, hepimize bu küresel tedarik zincirlerine – ya da daha somut olarak, küresel emtia akışlarını ve milyonlarca insanın toplumsal yeniden üretimini sağlayan dünyanın dört bir yanına dağılmış binlerce işçiye – ne kadar bağımlı olduğumuzu gösterdi.
Bu nedenle Marx, küresel proletaryanın görevinin zaten toplumsallaşmış olan fakat özel mülkiyet altında kontrol edilen bu üretim sistemlerini “birlikte çalışan üreticiler” tarafından yönetilen toplumsal mülkiyete dönüştürmek olduğunu savunur. Bu, kapitalizmin üretici güçleri ve teknolojilerinin sosyalizm için “kullanıma hazır” olduğu anlamına gelmez. Ancak bu araçların tamamen terk edilmesi gerektiği anlamına da gelmez. Aksine, bu araçların özel kâr amacı değil, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yönlendirilmesi ve yapılandırılması gerekir.
Özetle: Kapitalizmin altında dahi son derece toplumsal ve kolektif üretim biçimleri zaten mevcuttur. Sosyalizm, işte bu maddi koşulların üzerine inşa edilmelidir.
Yakın zamanda öğrendiğim ilginç bir örnek: Çin Komünist Partisi’nin “Küresel Enerji Birleşimi” (Global Energy Interconnection) adını verdikleri bir projeyi, yani gezegensel ölçekte entegre bir elektrik şebekesi kurmayı hedeflemesi. Elektrik şebekeleri zaten doğası gereği toplumsallaşmış teknolojilerdir: arz ile öngörülen talebi her an dengeleyecek Sovyet tarzı bir planlama gerekir. Çin ya da Çin Komünist Partisi’nin gerçekten Marksist ya da proleter bir devrimi temsil edip etmediğine dair fikir yürütecek yeterli bilgiye sahip değilim. Ancak şunu söyleyebilirim: İklim krizini çözmek için en kritik teknoloji elektriktir ve gezegen çapında yönetilen bir şebeke fikri kulağa gerçekten çok heyecan verici geliyor. Lenin’in şu ünlü sözüne de oldukça uygun olurdu: “Komünizm, Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonudur.”
Bu söyleşi, aynı zamanda kitabınızın Türkçe okura ilk kez tanıtılması olacak. Ekolojik çöküş, enflasyon, otoriter yönetim ve dışa bağımlı bir ekonomiyle boğuşan Türkiye’deki sol hareketlere, sendikalara ve işçi sınıfı örgütleyicilerine neler söylemek istersiniz?
Türkiye bağlamını çok iyi bilmeyen biri için bu oldukça büyük bir soru (!), ama şunu söyleyebilirim: Her şeyin anahtarı örgütlenmedir.
Bana göre 20. yüzyılın tarihsel dersi şudur: Sermayeye karşı etkili tek denge unsuru, sendikalar ve siyasal partiler gibi kitlesel örgütlenmeler olmuştur. Bu örgütlenmeler, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel yapılardı—işçi sınıfı yaşamına ve topluluklarına kök salmış, yerel sanattan düşünsel etkinliklere ve boş zaman organizasyonlarına kadar pek çok alanda faaliyet gösteren kurumlar.
1960’lardan itibaren, siyasal örgütlenmenin içerdiği hiyerarşik yapılar nedeniyle (çoğu zaman haklı gerekçelerle) bu tür yapılardan uzaklaşan bir eğilim oldu. Sol, giderek daha anarşist bir ruhla, “aşağıdan yukarıya” örgütlenmeye dayanan yatay formlara yöneldi. John Holloway gibi bazı yazarlar, “İktidarı ele geçirmeden dünyayı değiştirebiliriz” iddiasında bulundu.
Ayrıca, işçi sınıfının gücünün zirvede olduğu dönemden bu yana toplum çok daha atomize hâle geldi. Anton Jäger’in deyimiyle “Tek Başına Bowling Oynamaktan Tek Başına Paylaşım Yapmaya” (Bowling alone to posting alone) evrildik. Derek Thompson, buna “Antisosyal Yüzyıl” diyor: bireysel otomobillerin yaygınlaştığı banliyöleşme, televizyonun yükselişi ve nihayetinde akıllı telefonlar ve sosyal medya münasebetiyle kitlesel yalnızlaşma… Kitlelerin bu denli parçalanmasıyla işçi sınıfının siyasal gücü arasındaki paralellik çok açık.
Yine de sosyal medyanın ve yeni teknolojilerin solu güçlendirebileceğini düşünüyorum. Bu satırları yazarken, Demokratik Sosyalistlerden Zohran Mamdani’nin, New York’ta belediye başkanlığı ön seçimlerini kazandığını öğrendim; bunda kısa videoları çok etkili biçimde kullandığı sosyal medya kampanyasının büyük payı var.
Ancak, bunların hiçbiri gerçek hayatta (IRL) örgütlenmenin yerini tutamaz. Kalıcı ve sağlam siyasal altyapılar kurmak, işçi sınıfının yaşadığı mahallelerde ve çalıştığı işyerlerinde birebir örgütlenmekten geçer.
Son olarak şunu da söyleyeyim: Solun, işçi sınıfının temel maddi çıkarlarına—özellikle yaşam maliyetine—odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Mamdani’nin kampanyası bu konuda harika bir örnek oluşturuyor. Zira benim de sıkça vurguladığım gibi, iklim krizini çözmek, enerji, barınma, ulaşım gibi sektörlerin dönüştürülmesini gerektiriyor—ki bunlar aynı zamanda işçi sınıfının en temel ihtiyaç alanları.
Bugün sol, çok sayıda “tek meseleli” hareket ve siyasete bölünmüş durumda. Bu dağınıklığa karşı Benjamin Fong’un önerdiği “sosyalist minimalizm” yaklaşımı, çoğunluğa seslenen gerçek bir siyasal taban inşa etme açısından büyük değer taşıyor.
*Matthew T. Huber ile e-posta yoluyla gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi Halil Can İnce tarafından Türkçeye çevrildi.
*Söyleşiyi özgün dilinde okumak için burayı tıklayın.
YAZI DAVETİ: Günümüzde kapitalizm, 2008 krizinin ardından derinleşen yapısal sorunlarla, artan küresel gerilimlerle ve iklim krizinin yarattığı varoluşsal tehditlerle karşı karşıya. Tarihsel benzerlikler bize bu krizler sarmalının yeni toplumsal dönüşümlere gebe olduğunu gösteriyor. Textum Dergi olarak, bu çok boyutlu krizlerin ekonomik, politik ve sınıfsal etkilerini bütünlüklü bir şekilde ele almayı; özellikle iklim krizi ve yeniden sanayileşme tartışmaları ekseninde Türkiye'nin konumunu analiz etmeyi hedefliyoruz. Bu tartışmaları kolektif bir zeminde yürütmek ve farklı disiplinlerden katkılarla zenginleştirmek için tüm araştırmacıları ve ilgilileri bu ortak çabaya davet ediyoruz. Katkılarınız için bize yazın: https://textumdergi.net/iletisim/