Bu panelin konu edindiği kavramlardan ikisi arasındaki bağ üzerine konuşarak başlayacağım: eşitlik ve özgürleşme [emancipation]. Bu doğrultuda, benim için ‘özgürleşme’ fikrinde temel olan iki noktayı hatırlatacağım.
Birincisi şu: eşitlik ulaşılacak bir hedef değildir. Tarihsel evrimin ya da stratejik eylemin sonucunda ulaşılacak bir ortak seviyede olma hâli, eşdeğer miktarda varlık ya da hayat koşulların özdeşliği de değildir. Aksine, bir kalkış noktasıdır. Bu ilk prensip bizi doğrudan ikincisine götürüyor: eşitlik insanlar arasındaki nicel bir ortaklık değil, insanların aynı anda herkese ve herhangi birine ait olan müşterek bir iktidarın sahipleri olarak eyleme kapasiteleridir. Bu kapasite, kimin sahip olup kimin olmadığını kontrol edebileceğiniz, verili bir şey değildir. Var olduğu önkabulüne göre hareket edilmesi gereken bir eylem prensibidir ancak yalnızca da eylem hâlinin kendisiyle doğrulanabilir. Eşitliği bir süreç olarak uygulamaya koyan [enactment] bu doğrulama, ‘eylemin sonucu olarak yaratılacak eşitlik’ anlayışında bulunmaz. Bütün insanların eşit entelektüel kapasiteye sahip olduğu varsayımıyla hareket ederiz. Ve özgürleşme şu önkabulün gerçekleştirilmesidir: Efendiler olmadan düşünmeye ve eylemeye kabiliz. Fakat bu kabiliyet ancak diğer bütün insanların aynı kapasiteyi taşıdığını düşündüğümüz müddetçe geçerlidir. İkinci olarak ise özgürleşme bu önkabulün doğrulandığı süreç anlamına gelir. Eşitlik verili değildir, sürece içkindir. Niceliksel değil nitelikseldir.
Özgürleşme fikri, “liberal” denen geleneğin bireyin özerk içsel güç ve haysiyeti olarak anlaşılan ‘özgürlük’ ile kolektivitenin bireyler üzerine koyduğu sınırlamalar olarak düşünülen ‘eşitlik’ arasında yaptığı ayrımı geçersiz kılar. ‘Özgür’ olmak da tıpkı ‘eşit’ olmak gibidir, bireysel bir nitelik arz etmez. Bireylerin eylemlerinin biçimi ve diğerleriyle olan ilişkisiyle ilgilidir. Eşit kapasite önkabulü, ortak/paylaşılan bir özgürlük prensibidir. İnsanların yalnızca bireyler şeklinde rasyonel davranabilecekleri ve ancak tabiyet prensibine göre şekillenmiş bir toplulukta rasyonel bir biçimde işbirliği yapabilecekleri varsayımının karşıtıdır. Modern özgürlükçü [emancipatory] siyaset içerisinde kilit bir yeri olan “özerklik” [autonomy] kavramının etraflıca anlaşılması gerekir. Öznenin dışsal kuvvetler karşısında özerk bir gücü olması anlamına gelmez. Eşitsizlik önkabulünden, hiyerarşik sınırlardan ve hiyerarşik anlayıştan azade bir düşünme, pratik ve örgütlülük biçimini anlatır. Biri eşitsizliğin, diğeri eşitliğin doğrulanması sürecine dayalı iki farklı ortak duyunun [common sense], iki farklı müşterek dünyanın karşı karşıya gelişini anlatır. Benim siyasi çatışmayı kavramsallaştırmak adına ortaya attığım uyuşmazlık [disagreement] kavramında işlenmeye çalışılan da buydu. Uyuşmazlık farklı kuvvetler, fikirler veya değerler arasındaki bir çatışma değildir. Uyuşmazlık, iki farklı ortak duyunun, iki farklı müşterek dünyanın çatışmasıdır. Romalı pleblerin Aventine’e çekilmelerini [secession] uyuşmazlığın ne anlama geldiğine dair analizimin merkezine koyarken de kastettiğim buydu. Patrisyenlerin tahakkümü çerçevesindeki ortak duyuya göre, patrisyenlerle plebler arasında bir tartışma gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü plebler konuşmazlar. Yalnızca ses çıkarırlar. Eşitsizlik önkabulü basitçe bir fikir olmanın ötesinde duyusal dünyanın somut gerçekliğinde gömülüdür. Öyle ki, plebler kendilerinin de konuşan varlıklar olduklarını yalnızca savunmak değil aynı zamanda daha önce düşünülemez, hatta algılanamaz olan bu gerçeğin algılanabilir kılındığı bir duyusal dünya yaratmak için yepyeni bir dramaturji icat etmek zorundadırlar.
Böyle bir özgürleşme düşüncesi, siyaseti kuvvetler arasındaki bir çatışmaya indirgemeye çalışan hâkim anlayışa karşı farklı dünyaların çatışması olarak kavramamızı sağlar. Siyaset farklı müşterek dünyaların çatışmasıdır. Toplumsal özgürleşme bireyselliğe karşı topluluktan yana tercihte bulunulması değildir. Topluluk ile birey arasındaki bu karşıtlığın kendisi anlamsızdır. Bir topluluk biçimi aynı zamanda daima bir bireysellik biçimidir de. Buradaki mesele toplumsal bağların varlığı ya da yokluğuyla değil, onların doğasıyla ilgilidir. Kapitalizm bireyselliğin hüküm sürmesi değildir: o da kendi müşterek dünyasını organize eder. Eşitsizlik üzerine kurulu olan ve mütemadiyen yeniden ürettiği dünyasını… Öyle gözüküyor ki, somut olarak mevcut olan, içerisinde yaşadığımız, hareket ettiğimiz, hissettiğimiz, düşündüğümüz, eylediğimiz dünya bu. Mekanizmaları ve kurumlarıyla hâlihazırda var olan dünya… Bu dünyanın gözle görülür kesinliği karşısında eşitlik dünyası ise daima müphem ve deneyseldir; kendilerine özgü zamansallıkları ve kendilerine özgü etki biçimleri olan tekil eylemler, ilişkiler ve bağlar icat edilmesi ve bu icatların çoğulluğu yoluyla sürekli yeniden kurulması ve tekrar tekrar yeniden şekillendirilmesi gerekir. Pleblerin Aventine’e çekilmeleri işte bu yüzden paradigmatiktir: eşitlik dünyası “oluş halinde bir dünya” özelliği gösterir. Hâkim ortak duyuya uymayan, dünyanın “normal” işleyişini sekteye uğratan kendine özgü eylemlerden doğar. Belirli mekânların işgalini; algılanabilir, düşünülebilir, yapılabilir olanın zemininin radikal bir biçimde yeniden çerçevelendirildiği belirli anların icadını anlatır. Dünyaların çatışması doğası gereği asimetriktir[1].
Fakat şu bir gerçek; bu simetrik olmayış, hem eşitlik dünyasına hem de eşitsizlik dünyasına ortak gibi gözüken, hem bir kuvvet hem de bir dünya olarak tanımlanabilecek somut bir ara kavram tarafından uzunca bir süredir örtbas ediliyor. Bu ara kavramın ismi “iş” – ikizi olan “emek” ile birlikte. İş, bir yandan kapitalizmin kendi çıkarı için bir araya getirip organize ettiği ve kapitalizm tarafından sömürülen insanların koşullarının gerçekliğini belirleyen bir kuvvetin adı. Fakat öte yandansa, hem şimdide bir mücadele gücü hem de gelecek için bir yaşam biçimi olarak aynı kapitalist iktidara karşı yeniden düzenlenebilecek bir kuvvet. Aynı şekilde, emek dünyası, hem eşitsizliğin bir ürünü hem de eşitliğin üreticisi olarak gözüküyor. Bu iki süreç ise bir adet tekil süreç olarak kendini gösteriyor. Marksist gelenek bu bağdaşıklığı eşitsizliğin bir araç, eşitliğe ulaşılacak yolda tarihsel bir aşama olarak görüldüğü “ilerlemeci” anlayış çerçevesinde değerlendirdi. Buna göre, kapitalizm yalnızca müşterek zenginliğin eşit bir şekilde paylaşıldığı bir dünyanın maddi koşullarını değil aynı zamanda kendisini alaşağı edecek ve gelecek olan müşterek dünyayı [common world to come] örgütleyecek sınıfı da üretir. İşçi örgütü, bu görevi yerine getirmek için ilk olarak mücadelenin şimdiki zamanında, sonrasında da kolektif üretimin geleceğinde, kendilerine kapitalizm tarafından aşılanmış bir etiği devralmak ve içselleştirmek zorundaydı: fabrika disiplinin verdiği fazilet.
Anarşist gelenek ise eşitsizliğin nihayetinde eşitlik üreteceği görüşüne karşı çıktı. Bu geleneğin vurgusu; işçilerin bağımsız kolektiflerinin, gelecek-olan-toplumu [community to come] hem eşitlikçi örgütlenme biçimleriyle hem de kooperatif çalışma formlarının ve yaşam biçimlerinin şimdide inşa edilmesiyle kuracağı yönündeydi. Fakat bu karşı pozisyon da hala “ara kavram” fikrine dayanıyordu: aynı anda hem bir yaşam biçimi, hem kolektif bir mücadele gücü, hem de gelecek-olan-dünya için bir matris olarak “iş”. Bugün iş mefhumunun hem şimdide bir mücadele gücü hem de gelecek için bir yaşam biçimi olarak düşünülemeyeceği ise açık. İşin “sonu” ve “gayrimaddileşmesi” üzerine çokça konuşuldu. Ancak üretimin belli bir kısmı bilgi, iletişim, enformasyon vs. haline gelse de kapitalizmin kendisi gayrimaddileşmiş değil. Maddi üretim kapitalizmin organize ettiği müşterek dünyada ortadan kaybolmadı. Daha ziyade, Eski Avrupa’daki antik yerleşiminden, işgücünün ucuz ve tahakküm altına alınmaya daha yatkın olduğu yerlere kaydırıldı. Aynı zamanda gayrimaddi üretim, hem düşük ücretli işçilerin ürettiği artı değere el koymanın klasik biçimlerini hem de bizzat tüketiciler tarafından ortaya konan ücretsiz işgücü biçimlerini içermekte. İş, ortadan kaybolmak şöyle dursun birbirlerinden ayrıştırılmış farklı mekânlara ve farklı varoluş biçimlerine dağıtılmış, parçalanmış ve yerinden edilmiş durumda. Artık bir müşterek dünya teşkil etmeyecek kadar…
Bu iktisadi parçalanma sürecine, dünyanın her tarafında, iş’i yeniden özel bir mesele haline getirmek amacıyla uygulamaya koyulan yasal düzenlemeler eşlik etti. Bu düzenlemeler yalnızca geçmişin işçi mücadelelerince kazanılmış sosyal hak ve kazanımları geri almakla kalmayıp, aynı zamanda iş, ücret, ödemeler ve sözleşmeleri artık kolektif değil ayrı ayrı çalışanları ilgilendiren salt bireysel birer mesele olmaya indirgedi. İş ortadan kaybolmuş değil, fakat onu mevcut toplum içerisinde maddi biçimde var olan, yeni bir dünyanın prensibi yapan gücünden arındırıldı. Bu da özgürleşme sürecini, kendi dünyasını kuracak olan eşitliği küresel iktisadi gelişmelerle bağlantısız bir biçimde kendine özgü bir süreç olarak düşünmek zorunda olduğumuz anlamına geliyor. Aynı zamanda bu durumla baş etmenin zorluğuyla da yüz yüzeyiz. Bu yeni durum ve onunla baş etmenin zorluğunun son zamanlardaki toplumsal hareketler sırasında birden fazla dilde yankılanan sloganlar içerisinde harika şekilde ifade edildiğini düşünüyorum: “democracia real ya”[2], “Nuit debout”[3], “occupy everything”[4], or “Na min zisoume san douli”[5]. Hepsi de etkili olmalarını kuvvetler arasındaki çatışma ile farklı dünyaların uyuşmazlığı mantığı arasındaki müphem görünümlerine borçlu.
“İşgal” [occupy] ve “uğraş/meslek” [occupation] bu müphemliği çok iyi ortaya koyan örnekler. Bunlar, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel geleneğinden geliyorlar. Grev sırasında iş yerini işgal etme, iş yerinden ayrılmama biçimindeki geçmişteki eylemler, kuvvetler arasındaki bir çatışmayı, eşitliğin sergilenmesi ile eşdeğer kılardı. İşçiler sadece sömürü mekanizmalarını durdurmakla kalmaz, aynı zamanda iş yerinin ve iş araçlarının kolektif mülkiyetini öne sürerler, çalışma ve itaat alanı olan iş yerini özgür toplumsal bir alana çevirirlerdi. Yeni “işgal”, mekânın işlevini dönüştürme prensibini benimsiyor. Ama bu mekân artık, ekonomik ve toplumsal faaliyetlerin dağılımı temelinde tanımlanan bir iç mekân, Sermaye ve Emek arasındaki somut kavganın mekânı değil. Sermaye gittikçe çatışmanın sahnelenebileceği mekânları yıkan, dağıtan, bozan bir güç haline geldikçe; işgal de artık hangi mekân müsaitse oralarda gerçekleşiyor: emlak sektörünün gelişigüzelliği yüzünden boş kalmış binalar veya normalde insan ve meta dolaşımının – bazen de protesto eylemlerinin – mekânı olan sokaklar… İşgal süreci; insan, meta ve değerin dolaşımına hasredilmiş bu mekânları, insanların yaşadığı ve tam da orada yaşıyor olmalarıyla kapitalist dolaşım ve yıkım güçlerine karşı duruşlarını tasdik ettikleri yerlere dönüştürür.
“İşgal” hala aynı anlama geliyor, hala bir alanın makul kullanımlarının dışına çıkmak, normal kullanımından saptırmak ile ilgili, ancak işgal süreci artık ekonomik ve toplumsal yeniden üretim sürecinde stratejik bir yer kapmak için girişilen kuvvetler arası bir çatışma değil. Hem cisimleştiği hem de sembolize olduğu kenardaki bir alandan sembolik bir çekilme [secession], bir “dünyaların” çatışması halini aldı. Occupy Wall Street, daha önce işgal hareketlerinin yeri olan fabrikaları yıkan bu finansal gücün merkezinin yanı başında yer alan bir parkta cereyan etti. İspanyol Indignados [Öfkeliler] hareketi, bir seçim kampanyası sırasında, kendilerini “Gerçek demokrasi şimdi”nin meclisleri olarak kurdu. Gerçek demokrasi, temsilci zümrenin kendini sürekli yeniden üretmesinin karşısına koyuldu. Ama gerçek demokrasi, Marksist gelenek içinde, aynı zamanda “biçimsel burjuva demokrasisine” karşıt gelen maddi eşitliğin de geleceğiydi. Devlet iktidarının ele geçirilmesinin ve kolektif üretimin örgütlenmesinin bir sonucu olarak müjdelenen bir gelecekti bu. Günümüzde ise, hiyerarşik temsil sisteminin hem karşısında hem onun yanında pratik edilmesi gereken, insanlar arası bir şimdiki zaman ilişki biçimine işaret ediyor. Gerçek demokrasi, bir anlamda, Marksist geleneğin damgaladığı “biçimsel demokrasi”den daha da biçimsel hale geldi. Eşitliğin uygulamaya koyulmasını yalnızca tüm bireylerin eşit hakka sahip olduğu meclis biçimi örgütlenmeyle eşlemekle kalmadı, aynı zamanda söz alan herkese tanınan konuşma sürenin eş olması ve bireylere çoğunluğun kararlarını engelleme yetkisi tanınması gibi birtakım kurallar da getirdi.
İşgal, yeni bir çekilmenin adı haline geldi. Ama bu çekilme, haklarını talep eden belirli bir topluluğun eylemi değil artık. Daha ziyade, müşterek olana dair bir arzunun somutlaşması gibi gözüküyor. Sanki müşterek olan kayıp bir şeymiş, eşit oluşlarını kamusal olarak müştereklikleri ile aynı şekilde icra eden çok sayıda anonim bireyin bir araya gelmesiyle yeniden kurulması gereken bir şeymiş gibi… İşte bu yüzden bu çekilme, bu kenarda olma, paradoksal terimlerle ve özellikle birçok meclis için gerçek demokrasinin ifadesi anlamına gelen garip bir sloganda ifadesini buldu: “Liderler değil, uzlaşma [consensus]”. Uzlaşmayı, işgal edilmiş mekânlarda toplanan uyuşmaz olan [dissensual] meclisin bir erdemi olarak ortaya koymak paradoksal görünüyor. Uyuşmazlığın aslında tam da yataylığa ve katılıma dayanan başka türlü bir topluluk biçiminin kurulması ile ilgili olduğu yönünde bir itiraz yükseltilebilir. Ancak demokrasi sorunu, aynı noktada buluşabilen insan sayısı ile ilgili olmaktan ziyade herhangi bir kimseye ait olan kapasitenin uygulamaya koyulmasının yeni kolektif biçimlerini icat etme kapasitesi ile ilgilidir.
Bu paradoksun altını çizerek hareketleri küçümsediğim anlaşılmasın. Bazıları, uzlaşmaya dayalı meclislerin pasifizmine, düşmanla doğrudan karşısına alan şiddet eylemlerinin gerekliliğini belirterek karşı çıkmışlardı. Fakat bu “düşmanın kendisiyle karşı karşıya gelmek” farklı biçimlerde düşünülebilir ve uygulanabilir. Meclislerin pasifizminin karşısına konulan doğrudan eylem biçimlerinin çoğu da (örneğin, ATM’lere, dükkanların camlarına, kamu binalarına vs. saldırmak) meclislerin yaptığıyla aynı özelliklere sahipti: onlar da iktidar mücadelesi dâhilinde stratejik bir eylem olmaktan ziyade dünyalar arasındaki karşıtlığın sembolik dışavurumlarıydılar. Bu strateji eksikliğini net bir şekilde eleştiren başkaları da oldu; bu hareketlerin kapitalist tahakküme dair hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini vurgulayıp iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan avant-garde örgütlerin oluşturulması için çağrıda bulundular. Ama bu tarz bir yanıt özgürleşmenin paradokslarını çözemez. Bu paradoksları ayakta tutan, eşitsizliğin eşitlik ürettiği yönlü, stratejik dünya görüşüdür. Bu strateji yirminci yüzyılın komünist partileri ve sosyalist devletleri nezdinde uygulamaya koyuldu ve sonuçlarını da hepimiz biliyoruz. Eşitsizlik yalnızca eşitsizlik üretir ve bunu yapmayı mütemadiyen sürdürür. Dahası, bu stratejik dünya görüşü, dayandığı temeli, yani müşterek bir dünya olarak işin/emeğin gerçekliğini de kaybetmiş durumda.
Şimdi bir kez daha eşitlik ve eşitsizlik süreçleri arasındaki asimetri ile karşı karşıyayız. Eşitliğin yarattığı dünyalar eşitsizliğin yarattıkları gibi değildir. Eşitlik, deyim yerindeyse, hâkim dünyanın aralıklarında, dünyanın “normal” – yani egemen, hiyerarşik – düzeninin üzerine bindirerek işler. Ve asimetrinin en temel özelliklerinden birisi, eşitlik sürecinin, tam da “eşitlik üreten eşitsizlik” stratejisinin dayandığı araçların ve amaçların ayrılmasını reddetmesidir. Özgürlüğün nihai anlamı tam da budur. Özgürlük bireylerin seçimlerine dair bir mesele değildir. Özgürlük bir yapıp etme meselesidir. Özgür bir eylem veya ilişki, gerçekleşme koşulunu herhangi bir dışsal sonuçta değil kendi içinde taşıyan, kendi kapasitelerince doğrulanan bir eylem veya ilişkidir. Geçmişin hiyerarşik toplumlarında, zorunluluğun egemenliğine tabi olanların dışında kalan ve “aktif insan” denen küçük bir zümrenin ayrıcalığıydı bu. Modern zamanlarda özgürlük kendi içinde bir amaç ve herkese ait bir potansiyel olarak Kantçı ve Schillerci özgür oyun kategorisiyle önce estetik alanda demokratikleştirildi. Sonrasında ise genç Marx özgürlüğü, işbölümünün sona erişi ile eş tuttuğu komünizmin tanımı haline getirerek daha ileriye gitti: komünizm, diyordu Marx Paris Elyazmalarında, insan duyularının insanileştirilmesi anlamına gelir; kişinin hayatını kazanmak için basit bir araç olarak kullanılmak yerine, bu insanileştirme kapasitesinin kendi içinde harekete geçirildiği bir durumdur. Ve bunu, ilk etapta ortak çıkarlarını tartışmak adına bir araya gelen ama daha derinde yeni toplumsal kapasitelerinin tadını çıkardıkları için bunu yapmayı sürdüren Parisli komünist işçilerin örneğinde resmeder.
Marx’ın analizinde işin/emeğin temel insan kapasitesi olarak ele alındığı doğrudur. İşin/emeğin artık bu işlevi yerine getiremeyeceği durumda, artık amaçların araçlardan farklı olmadığı bir dünya yaratma görevi de kendi içinde paradoksal görünebilir. Özgür ve eşit bir topluluğun dayandığı verili bir ampirik temel kalmaz. Bu durumda bu dünya bir iradenin ürünü olarak yaratılmalıdır. Ama öte yandan bu irade araç-amaç ilişkisinin terimleriyle ortaya konulamaz artık. Bu yüzdendir ki başka türlü bir insan ilişkileri biçimine duyulan küresel bir arzu haline gelme eğilimi taşır. Bu dönüşüm [turn] en net haliyle Occupy Wall Street eylemlerinde, bu eylemi dünyada başka türlü bir yer tutma [inhabiting] tarzına dönük küresel bir dönüşümün göstergesi kılan “işgal” fiilinin çoklu kullanımlarında görülür. “Dili işgal et”, “tahayyülü işgal et”, “aşkı işgal et” ve nihayetinde “her şeyi işgal et” şu anlama geliyor gibi görünüyor: bütün mevcut toplumsal ilişki biçimleriyle ve geri kalan her şeyle ilişkilenme tarzınızı değiştirin. Belki de bu muammalı sloganın en iyi çevirisi Yunanca “Na min zisoume san douli” [Köle gibi yaşamaya son!] sloganıdır. Bu slogan yalnızca kapitalist egemenliğin yoğunlaşmasına karşı başkaldırmaya bir davet niteliğinde değildir. Eşitsizlik mantığının, sermaye ve devlet tahakkümünü çerçeveleyen mantığın sürekli olarak ürettiği ve yeniden ürettiği yaşam biçimlerine karşı eyleme biçimlerinin, düşünme biçimlerinin ve yaşam biçimlerinin şimdi ve burada icat edilmesine yönelik de bir davettir aynı zamanda.
Bu arzunun, bu ülkenin toplumsal hareketlerinde belirli bir inandırıcılık kazanan “özgür kamusal alan” formunun icadında bir karşılık bulduğunu düşünüyorum. Bana göre bu kavramı önemli kılan şey, şimdinin zorunlulukları ile geleceğin ütopyaları arasındaki, veya zorlu ekonomik ve toplumsal gerçeklik ile “biçimsel demokrasi” “lüksü” arasındaki geleneksel karşıtlığı sorgulamasıdır. Bu tarz alanları yaratanlar, yalnızca kapitalist egemenliğin yoğunlaşmasının yarattığı yoksulluk, mülksüzleştirme ve sefalet durumlarına karşılık vermek istemediklerini açıkça ortaya koydular. Bu imkânlardan mahrum olanlara barınak, yemek, sağlık, eğitim veya zanaat sağlamakla kalmayıp ortaklaşa yeni var olma, düşünme ve hareket etme biçimleri yaratmak istiyorlardı. Buradan, bu formun daha geniş bir tanımını çıkarabiliriz: Özgür bir kamusal alan, tam da etkinlik sahaları – maddi üretim, ekonomik mübadele, sosyal bakım, entelektüel üretim, sanatsal performans, siyasal eylem vs. – arasındaki ayrımın sorgulandığı bir alandır. Meclislerin, sadece herkese eşit konuşma hakkı sağlamayı değil, somut konularda toplu kararlar da almayı amaçlayan doğrudan demokrasi biçimlerini uygulayabilecekleri bir alandır. Bu şekilde bir politik eylem biçimi, aynı zamanda başka bir yaşam biçiminin hücresi haline gelebilir. Artık gelecekteki bir özgürleşmeyi sağlama yolunda bir araç değil, eşitliğin eşitliği geliştirip ilerlettiği yaşam biçim biçimlerinin ve düşünce tarzlarının icat edilmesi sürecidir.
Bu sloganın bizden talep ettiği, eşitsizlik mantığının, kapitalist mantığın ve devlet egemenliğinin belirlediği tüm yaşam örgütlenme biçimlerini ve düşünme tarzlarını değiştirmektir.
Yeni bir toplumsal yaşamın bu hücrelerinin sürekli olarak kendine içkin problemlere ve dışsal tehditlere maruz kaldığını da biliyoruz elbette. Bu “hâlihazırda gerçekleşen gelecek”, daima belirsiz, kırılgan bir şimdide gerçekleşir. Ama bence bu kırılganlığın, küresel bir devrimle iktidar “ele geçirilmedikçe” ve kapitalizmin kaleleri yıkılmadıkça her şeyin gereksiz ve boş olduğu fikrinin ispatı olduğunu düşünmek de manasız. Bu tarz bir tahlil o kaleleri kendi kafamızın içinde kurmak demek, her şey değişmeden hiçbir şeyin değişemeyeceğini iddia ederek kendimizi bir imkânsızlık çemberine hapsetmek demek. Özgürleşme daima, yaşamın “normal” zamansallığında başka türlü bir zaman, duyulur dünyada ortak bir şekilde yer tutmanın başka türlü bir biçimini yaratma meselesidir. Başka bir dünya ihtimalini ertelemek yerine daima başka bir dünyanın şimdisinde yaşamanın bir yoludur. Özgürleşme, ancak şimdinin çentiklerinde boşluklar açmakla bir geleceği hazırlar. Bunu da var olma, yaşama, eyleme ve düşünme deneyiminin başka türlü biçimlerini yoğunlaştırarak yapar. Son zamanlardaki hareketlerin yarattığı özgür toplumsal alanlar, geçmişteki işçi hareketleri ve özellikle anarşist hareketlerin yarattığı dünya biçimlerini – üretim kooperatifleri ve halka dönük eğitim biçimleri – miras aldılar. Ama bizim şimdimizin, geçmişin özörgütlülük biçimlerini sürdüren inancı paylaşması mümkün değil. Artık kapitalizmin kendi yıkımını getirecek koşulları yarattığı ve işin/çalışmanın eski dünyanın rahminde hâlihazırda doğmayı bekleyen geleceğin organik dünyasını teşkil ettiği varsayımlarına bel bağlayamaz. Eşitlik dünyası, artık her zamankinden daha da fazla, belirli yaratımların daima koşullu, geçici çıktısı olarak görünüyor. Bizim şimdimiz, eşitliğin tarihinin özerk bir tarih olduğunu yeniden keşfetmeye itiyor bizi. Teknolojik ve ekonomik değişim dönüşümlere dayanan stratejilerin geliştirilmesi demek değil bu; anların kümelenmesidir – yoğunluğu ve müddeti farklı düzeylerde olan, özgül bir zamansal dinamik yaratan bazı günler, bazı haftalar, bazı yıllar. Geçmişten çıkaracağımız dersler değil, elimizden geldiğince büyütüp devam ettireceğimiz anlar var sadece.
[1] ç.n. Metnin İngilizce orjinalinde kullanılan sözcük “dissymmetrical”. Bu sözcük seçiminin, “simetrik” olanın tersi olarak da anlaşılabilecek “asimetrik” teriminden ziyade, “simetri ilişkisinin dışında, o terimlerle tanımlamayacak olma” vurgusunu içerdiği için tercih edildiğini düşünüyoruz. Yine de Türkçede daha alışık olduğumuz haliyle “asimetrik” karşılığını tercih edip bu notu düşmek istedik.
[2] İspanyolca “Gerçek demokrasi şimdi”
[3] Fransızca “Gece ayakta”
[4] İngilizce “Her şeyi işgal et”
[5] Yunanca “Köle gibi yaşamaya son”
*Jacques Rancière’nin 27 Mayıs 2017’de B-FEST (International Antiauthoritarian Festival of Babylonia Journal) kapsamında yaptığı konuşmanın metinleştirilmiş hali olan bu yazı ilk olarak babylonia‘da ve sonrasında verso‘da Democracy, Equality and Emancipation in a Changing World başlığıyla yayımlandı. Metni Mustafa Çağlar Atmaca ve Emir Aydoğan textum için Türkçeye çevirdi.