Emperyalizm ve faşizmin feodal bilinçdışı

Ugo Palheta'nın Historical Materialism'de yayımlanan "Faşizm, faşistleşme ve anti-faşizm" başlıklı yazısına cevaben kaleme aldığı bu yazıda Ken Kawashima, faşizmi kapitalizmin emperyalist aşamasında yaşanan krize yönelik bir reaksiyon olarak ele almayı öneriyor.

Trump destekçilerinin Beyaz Saray yakınlarındaki bir eyleminden görüntü. Fotoğraf: John Minchillo/AP

Ugo Palheta’nın ‘Faşizm, Faşistleşme, Anti Faşizm’ makalesine[i] yanıt verme imkânı verdikleri için Historical Materialism’e teşekkür etmek istiyorum. Devam eden satırlarda bu üç kavramın anlam ve içerimlerini oldukça şematik bir biçimde açma niyetindeyim.

Faşizm üzerine. Ugo, faşizmi, “‘sisteme kafa tutmaya olduğu kadar ‘kanun ve nizam’ı’ yeniden tesis etmeye de muktedir bir güç” ve dolayısıyla “sahte bir yıkıcılık ve aşırı-muhafazakârlığın patlamaya hazır karışımı” olarak tanımlıyor. Bu minvalde faşizm, kapitalist toplumun devinen bir çelişkisidir. Ne var ki faşizmle ilgili en büyük muammalardan biri -profesyonel güreş dünyasından bir kavramı ödünç alarak söyleyecek olursak- onun ‘kurt kapanı’ etkisine sahip olmasıdır: bir eliyle kitleler içinde çelişkisiz konumda bulunan emekçilerin kafasını; öbür eliyle de sınıf çelişkisi içinde olan emekçilerin kafasını kilitler. Başka bir ifadeyle, faşizmin taşıyıcısı [Träger] olan faşistler (mesela Trump), çelişki (sınıfsal) ve çelişkisizlik (kitlesel) arasındaki farkı cisimleştirme ve seslendirme amacıyla ‘özel bir çaba harcamalarından’ ötürü büyük bir keyfin, hazzın, kült-vari bir popülaritenin, iş güvenliğinin ve bolluğun tadını çıkarırlar. Bundan ötürüdür ki faşist düşüncenin kulağa çok vakit isyankâr gelen tınısı, esasen sahte bir tınıdır. Hakikatte ise o, yalnızca saf bir eklektizmdir. Lenin’in dediği gibi, “Eklektik olan, başkaldırmaya cüret edemeyecek kadar ürkektir… Düşünce tarihinde isyancı tanımına layık görülmüş tek bir eklektik ismi verin.”[ii]

Faşist eklektizm olarak adlandırabileceğimiz şey, sınıf çelişkileri ve kitlesel çelişkisizlikler arasındaki sınırları bulandıran, ‘özlem ve çıkarları temel itibariyle antagonistik olan toplumsal tabakayı yoldan çıkaran’ bir teori karmaşasından öte bir şey değildir. Böylelikle faşizm, çelişkileri (sınıfsal) kitle temelli bir ayartı, cazibe ve tiksinti yoluyla etkisiz hale getirir. Bu etkisizleştirme süreci, dikkatinizi çekme, ‘sizinle uğraşma’ veya sataşma yoluyla gerçekleşir. Mesela, “Hey çekik göz! (buraya başka herhangi bir ırkçı ifadeyi de koyabilirsiniz), n’apcaksın ha, vurcak mısın? samuray kılıcınla mı kescen?!?!”, gibi. Gündelik yaşamda faşizm, bu gibi denenmiş ve test edilmiş çocukça taktikler aracılığıyla emekçileri ayartmaya, birbirine düşürmeye ve onların sermaye karşısındaki sınıf çelişkilerinin odağını saptırarak bu çelişkileri başka insan ırklarına yönelik bir saldırıya doğru yeniden yönlendirmeye çalışır. Bütün bunlar olurken de onları sermayenin despotizminin ve diktatörlüğünün dokunulmaz kalmasına ikna etmek için uğraşır. Faşizmin ırkçı ideolojisi olarak da adlandırılabileceğimiz şey işte budur.[iii]

Ugo, ayrıca ‘tarihsel faşizm’den, özellikle iki dünya savaşı arası dönemdekinden bahsediyor ve onu esas itibarıyla ‘kapitalizmin yapısal krizlerine’ karşı bir tepki olarak ele alıyor. Ne var ki, tarihsel faşizmin bu açıklamasında eksik olan şey, kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki kapitalist kriz meselesidir. Faşizmi bilhassa emperyalist aşamadaki kapitalist krize bir tepki olarak anlamak üç sebepten ötürü önemlidir.

Birincisi, kabaca ifade edecek olursak, kapitalizmin emperyalist aşaması kapitalizmin son veya nihai gelişim aşamasıdır (öyle olmalıdır) ve bu yüzdendir ki emperyalist aşamadaki kapitalist kriz, kapitalizmin nihai aşamasında yaşanan bir krizdir. O halde, faşizm, kapitalizmin nihai aşamasındaki krize karşı oluşan bir tepkidir. Buradaki bariz sorun ise, emperyalist aşamanın, kısmen faşizmin kendisinden de ötürü, oldukça uzun sürebilecek olmasıdır. Buradan hareketle faşizm, emperyalist aşamanın ve dolayısıyla kapitalizmin sonunu ertelemek amacıyla tasarlanmış bir mesele olarak anlaşılmalıdır.

İkincisi, özünde emeğin metalaşması üzerine kurulu kapitalist toplumda kaçınılmaz olan kapitalist kriz, her daim, artık sermayenin yanı sıra artık nüfusların bir krizidir; yani, sermayenin emek ürünlerini onları üreten emekçiler ve sermaye tarafından işsiz bırakılmış artık nüfus için bir araya getirebilme olanaksızlığının krizidir.[iv]  Bu türden bir kriz olarak (ki bu basitçe ne aşırı üretim ve eksik tüketim, ne de kâr oranlarının düşme eğilimi krizidir) kapitalizmin emperyalist aşamasındaki kapitalist kriz halen kaçınılmazdır, lakin bir önceki liberal aşamadaki kapitalist krizden farklı olarak (1820’lerden 1860’lara), 1873 krizinden sonra finans ve tekelci sermayenin ortaya çıkışı ve hakimiyetinden ötürü, emperyalist aşamadaki kapitalist kriz bütün dünyayı aşağı yukarı eşzamanlı etkiler.[v] Faşizm, finans sermayesi ve oligarşisinin boyunduruğu altında olan kapitalist toplumun çelişkilerini ve onun kaçınılmaz krizlerini inkâr ve ret üzerine ortaya çıkmış bir reaksiyondur. Nitekim faşizm ‘radikal’ gözükmeye veya tınılar vermeye çalıştığında, endüstriyel kapitalizmin kurbanlarına sesleniyormuş, finans kapitale ve Wall-Street elitlerine karşı eleştirelmişçesine bir izlenim verir. Gelgelelim, bu bir aldatmacadır. Faşizm, doğası gereği esasen finansaldır ve Wall Street’ten serpilir.

Üçüncüsü, emperyalizm aşamasında, kapitalizmin birikim aşamasının zoraki sonucu olan birikim aşaması bunalımı, kronik hale gelir. Bir önceki liberalizm aşamasında, kapitalist bolluk-kriz-bunalım döngüsü on yıllık bir döngüye veya sözüm ona on yıllık döngülere riayet ediyordu (Marx, 1990, 25. Bölüm). Emperyalizm ise birikim süreçleri döngüsüne genel manada dokunmazken döngünün sıklığını bozar ve bunu da tıpkı 1929 krizi sonrası olduğu gibi, bunalım evresini uzatarak yapar. Bu sürecin uzunluğu, belirli bir ölçüde, emperyalist aşamada nicel olarak devasa boyutlara ulaşmasından ötürü hızla elden çıkarılması zorlaşan, eski ve tarihi geçmiş sabit sermayeyi elden çıkarabilme süresiyle belirlenir. Bu, emperyalizm aşamasındaki meta-formunun ölüm taklasını [salto mortale] ya da “inanç sıçrayışını’’ açık eder ve yalnızca kapitalistleri değil, bunalım aşamasında artık emek-güçlerini bir meta olarak satma mücadeleleri kronikleşmiş olan emekçileri de etkiler. Başka bir deyişle, emekçiler açısından kronik bunalım, kronik işsizlik anlamına gelir, yani, kapitalizmin emperyalist aşamasında emekçilerin en büyük sorunu kronik ekonomik korku, kronik iş güvencesizliği (veya ‘prekarite’) ve kronik işsizliktir.

Emperyalizmde kapitalist devlet, işsiz emek gücünün istihdam edilmiş emekçiler ile sermaye diktatörlüğüne karşı kuracağı birleşik ve antagonistik proleter sınıf gücünün önüne geçmek adına mevcut bütün olanakları kullanır. Eğer emperyalizmin kronik bunalımının bu yönünü kavrayamazsak, faşizmin işçiler (ya da işsizler) üzerindeki ayartıcı gücünün tarihsel ve materyalist kaynağı büyük ölçüde kaybolur. Başka bir deyişle, emperyalizmin kapitalist aşamasındaki kapitalist krize ve kronik bunalıma bir tepki olarak faşizm, emperyalizmin kendisini kronikleştirmeye çalışarak kapitalizmin kaçınılmaz ölümünü uzatır ve erteler.

Faşistleşme üzerine. Ugo ’ya göre başlıca faşistleşme formları, devletin otoriter biçimde katılaştırılması ve ırkçılığın yükselişidir. Ugo, buna ek olarak, “polisin tüm işleyişinin faşistleşmesi” bağlamında devletin faşistleşmesinden de söz ediyor –ki polisin işleyişindeki bu faşistleşme, “aşırı Sağın polis içinde fikirlerini yaymasını ve kendini kabul ettirmesini” de sağlıyor. Tekrar edelim: İki savaş arası dönem, bu sorunların habercisidir. İki noktaya değineceğim.

Birincisi, faşizmi emperyalist aşamadaki kapitalist krize bir tepki olarak değerlendirdiğimizde, faşistleşmenin net, ideolojik karakteristiklerinden biri, kapitalizmin emperyalist aşamasına özgün olan faşizmin feodal bilinçdışı diyeceğim şeydir. Bu, iki savaş arası dönemin bir sorunu olduğu gibi emperyalist aşamanın da bir sorunudur. Başka bir ifadeyle, kapitalizmin emperyalizme öncülük eden merkantilist ve liberal aşamalarında feodal gelenekler, duygular ve pratikler, emeğin metalaştırılmasına dayalı kapitalist üretim biçiminin serpilmesine imkân verme gayesiyle bastırıldılar. Arketip olarak bu, liberalizm aşamasında (1820-1860’lar) ve İngiltere’de gerçekleşti. Ne var ki aynı feodal gelenekler, duygular ve pratikler, kapitalizmin son aşaması olan emperyalist aşamadaki krizi takip eden savaş arası dönemde, özellikle sözüm ona gelişmekte olan Japonya, Almanya, ABD gibi ülkelerde, bir intikam arzusu ile geri döndüler.[vi] Feodal gelenek, duygu ve pratikler toplumsal yapılanmalarda varlıklarını koruduğundan, bunları modern proleter mücadeleleri mağlup etmek adına stratejik olarak yeniden sahneye sürmek bu ülkelerin hegemonik yönetici blokları açısından pek de zor olmadı.[vii] Bu da demek oluyor ki emperyalist aşamadaki kapitalist kriz, kapitalizmi emperyalist aşamasındaki kaçınılmaz çözülüşünden kurtarma namına reaktif ve savunmacı bir mekanizma olan bastırılmış feodal gelenek, duygu ve pratiklerin -arkaizmlerin- nahoş bir geri dönüşünü beraberinde getirir. Faşistleşme, hâlihazırda aşina olduğu ve bilfiil arşivlediği feodalizmi yeniden kodlamayı, kapitalizm sonrası belirsiz bir gelecekle karşılaşmaya yeğler. Emperyalizmde yeniden-feodalleşerek faşistleşmenin iki örneği olarak ABD ve Japonya’yı örnek gösterebiliriz:

İki savaş arası Japonya: Temelleri Tokugawa dönemine (1603-1868) dayanan feodal pratikler, işçileri özellikle 1929 krizinden sonra genişleyen büyük bayındırlık projeleri için organize etmekte kullanıldılar. 1930’larda farklı olan ise, Japon faşizminin yalnızca Tokugawa rejiminin kamu görevi projelerinde kullanmış olduğu yerli mahkûm emeğini değil, Kore, Çin, Tayvan ve Okinawa’dan devşirdiği sömürgeleştirilmiş emeği de yeniden-feodalleştirmiş olmasıydı.[viii]

İki savaş arası ABD: 1930’lardaki Jim ve Jane Crow dönemi sistematik ırkçılığının kökleri, İç Savaş öncesi feodal köle emeği dönemine olduğu gibi Köle Kodları ve Siyahi Kodlarına kadar da uzanır. W.E.B Dubois’nın ‘Amerika’da Siyahi Yeniden Yapılanma, 1860-1880’inin oldukça güçlü bir biçimde gösterdiği üzere 1930’lardaki Jim ve Jane Crow dönemi ırkçı koşullarının kökenleri Yeniden Yapılanma Dönemi’nin Siyahi Kodlarına (1865-1880’ler) ait; Siyahi Kodlarının kendisi başlı başına Köle Kodlarını yeniden yapılandırdı. Buradan hareketle Dubois, 1873 krizi sonrası ABD kapitalizminden ve Yeniden Yapılandırma’nın başında ortaya çıkıp siyahi proletarya diktatörlüğünü mağlubiyete uğratan karşı-devrimci hareketten bahsederken, aslında 1873 sonrası ortaya çıkan ‘tekele dayalı yeni feodalizme’ atıfta bulunuyor.[ix]

Faşistleşme ile ilgili ikinci mesele, ırkçılık ve polislik meselesidir. Emperyalist aşamada, baskıcı devlet aygıtları ideolojik devlet aygıtlarından (daha çok Zihne ve hayali ulus topluluğuna odaklı) git gide daha özerk hale gelme eğilimindedir. Daha çok Beden’e odaklı baskıcı devlet aygıtlarının bu göreli özerkliği, ırksal ideolojinin neden ve nasıl polis sisteminin bizzat resmî ideolojisi haline gelmiş olduğunun önemli gerekçelerinden biri. Bu noktada iki savaş arası Japonya ve ABD deneyimleri bir kez daha öğreticidir. Japonya’da polis sistemi I. Dünya Savaşı sonrası kronik bunalım döneminde radikal bir değişime uğradı ve bu değişim -sömürgeci- ırkçılığın polis çalışması aracılığıyla, özellikle polis iş tanımının refah kuruluşlarına kadar genişletilmesiyle olduğu kadar bütün Japon İmparatorluğu coğrafyasına yayılan göçmen polisi bürolarıyla da nasıl yayıldığını gözler önüne serdi.  Polis iş tanımını refah uygulamalarına doğru genişletme ilk olarak İngiltere tarafından 1840’larda (Edwin Chadwick’in ‘önleyici polislik’ fikriyle), sonrasında da I. Dünya Savaşı sonrası süreçte New York Polis Departmanı tarafından uygulanmıştı. Nitekim, Japonya’da iki savaş arası dönemi polisinin yeni sloganı şuydu : ‘polisin kitleselleşmesi ve kitlelerin polisleşmesi’ [警察の民衆化・民衆の警察化].[x]

ABD vakasında ise, yine Dubois’nın Amerika’da Siyahi Yeniden Yapılanma, 1860-1880’i, 1930’lardaki modern polis sisteminin feodal köle kodlarının ve Yeniden Yapılandırma dönemi Siyahi Kodları’nın mirasını nasıl devraldığını ve yoksul beyazları polis kademelerine dâhil etme yoluyla siyahi işçileri nasıl bastırıp kriminalize ettiğini ve hapsettiğini; bunun da nihayetinde ulusal emek piyasasını Dubois’nın ‘ırk parolası [shibbolet]’ ve ‘ırk felsefesi’ olarak adlandırdığı şeylere göre şekillendirmenin bir aracı olarak nasıl kullanıldığını gösteriyor. Irkçılık, bu patikayı izleyerek polisin resmi felsefesi haline geldi.

Anti Faşizm Üzerine. Ugo’nun makalesi faşizm, faşistleşme, neo-faşizm ve yeni Sağın yükselişinin temel sebeplerinden biri olarak mevcut kapitalist toplum düzenine ‘alternatif krizini’ önemle tespit ediyor. Bu durumda anti-faşizm meselesi, kapitalizmin alternatifini kurma krizinin nasıl aşılacağı sorusuyla başlamalı; bu da meseleyi “sömürülen sınıfın (proletarya) ve ezilen grupların kendilerini -ne kadar sınırlı da olsa- toplumsal dönüşüm deneyine dâhil edebilecek devrimci siyasi özneler olarak kuramamalarına” götürüyor. Bu kabiliyetsizlik “aşırı Sağın siyasi bir alternatif olarak belirmesine ve oldukça çeşitli toplumsal grupların ona iltisakına” meydan veriyor. Ugo, buradan hareketle, ‘sömürülen’ olarak tanımlanan proletarya ve en geniş biçimiyle bastırılan olarak tanımlanan ‘madun’ un “mevcut hegemonya krizinden doğan olanaktan faydalanabilecek bir toplumsal kopuş projesi etrafında birleşmelerinin” gerekliliğini vurguluyor. Son olarak da Ugo bize, şu ikisi arasında inşa bağlantılarından asla vazgeçmememiz gerektiğini hatırlatıyor: (a) anti-faşist mücadeleler ve ırksal, ataerkil ve ekoloji düşmanı kapitalizmden kopma ihtiyacı ve (b) “farklı bir toplum hedefi (başka bir deyişle, ekososyalist bir toplum hedefi).”

Başka bir deyişle, faşizme karşı mücadele, sanki faşizm sadece ırkçılığı, ataerkiyi, aşırı milliyetçiliği ve çevre kıyımını ortadan kaldırmakla yenilebilecekmişçesine kendini sadece faşist ifade ve tahakkümün en korkunç yönlerini alt etmekle sınırlamamalıdır. Tersine, faşizmi gerçekten defedebilmek ve yeni faşistleşme biçimlerinin olası dönüşlerini engellemek için anti-faşist mücadeleler, deyim yerindeyse, namlularını daha yükseklere doğrultup tetiğe öyle basmalı; yani bütünüyle yeni bir toplum yaratmanın yüksek gayesini arzulamalılar. Kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki sınıf diktatörlüğünü alaşağı etmeden sadece faşistleşme biçimlerini devirmek, yalnızca, Tosaka Jun’un 1933 tarihli yazısında kültürel liberalizm olarak adlandırdığı şeyi, yani bizzat faşist düşüncenin epistemolojik koşullarından birini yeniden üreten kimlik politikası biçimlerine yol açmıştır.[xi]

Ugo’nun anti-faşizm kavramını daha da geliştirme amacıyla iki noktaya vurgu yaparak bitireceğim. İlk olarak, Ugo proletarya kavramını sömürülen olarak vurgulama eğilimindeyken kavramı ‘madun’ ve ‘bastırılmış’ ile karşılaştırıp birleştiriyor. Ne var ki buradaki sorun, sadece sömürülen olarak proletarya kavrayışındadır; bu, elbette Marx’ın, kapitalist sınıf için mutlak ve göreli artı değeri üreten, kapitalist üretimin emek ve değer sürecinde işçilerin artık-emek zamanının sömürüsü analizine atıfta bulunur. Lakin şu unutulmamalıdır ki, proletaryanın (sömürülen olarak) bu biçimiyle tanımlanışının kendisi, sözüm ona ilkel-birikim, yani devlet tarafından (sermaye tarafından değil) öncülük edilmiş mülksüzleştirme sürecinin sonucu mülksüz-olarak-proletaryanın bastırılmış bir algılanışına dayanır. Mülksüzleştirilmiş-olarak-proletarya, onun çoğu kez yalnızca (veya hâlâ yalnızca) sömürülen olarak idrakinde olan Marksist teorinin günümüz politik ve ekonomik bilinçdışındaki teorik baskıdan azat edilmelidir.

Proletaryayı mülksüzleştirilmişler olarak düşünmek, kapitalist üretim biçimini kaçınılmaz sonuçlar penceresinden değil, olası koşullar penceresinden yeniden düşünmek anlamına gelir. Althusser’in aşağıdakileri yazarken vurguladığı şey de budur:

Marx ve Engels proletarya ‘büyük sanayinin ürünüdür’ dediklerinde, kendilerini; proletaryayı, bu yoksullaştırılmış, mülksüzleştirilmiş insan topluluğunu üretim biçimini oluşturan unsurlardan biri olarak üreten (yeniden üreten değil) ‘karşılaşmanın’ rastlantısal mantığı içinde değil, proletaryanın geniş ölçekte yeniden üretiminin başarıyla sonlandırılmış olduğu mantığı içine yerleştirerek, büyük bir saçmalığı dillendirmiş olurlar. Bu süreç içinde Marx ve Engels, üretim tarzının ilk algılanışından, tarihsel-rastlantısal algılayıştan ikincisine, özcü ve felsefi olan algılayışa geçerler.[xii]

Proletaryayı eşit biçimde mülksüzleştirilmiş olarak düşünmek yalnızca kapitalizmin koşullarını odak noktasına koymakla kalmaz. Ekososyalist ve komünist toplumu kurmanın koşullarını da ortaya çıkarır. Yani bu perspektif komünizme olmuş bitmiş bir olgu olarak değil, gerçekleştirilecek bir olgu olarak bakar. Başka bir ifadeyle: “en güzel deniz henüz aşılmadı.”[xiii]

Dolayısıyla ikinci olarak, eldeki görev, ekososyalist bir devrimi ve komünist bir toplumu gerçekleşmiş bir olgu olarak değil, gerçekleştirilecek bir olgu olarak düşünmektir. Bu aynı zamanda, resmi komünist partiler tarafından özellikle 70’lerin ortasında yeni ortaya çıkmakta olan neoliberal sermaye diktatöryasının şevkiyle terkedilen ve bugün yenilenmesi gereken bir fikir olan ‘proletarya diktatörlüğünün’ de görevidir.[xiv] Ben de böylelikle Ugo’nun makalesine verdiğim yanıtı ebedi proletarya diktatörlüğü sorunu ve Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nden bir alıntıyla sonlandırıyorum:

O halde şu soru ortaya çıkıyor: devlet komünist toplumda ne gibi dönüşümler geçirecek?

…Kapitalist ve komünist toplum arasında birinden diğerine devrimci geçiş süreci uzanır. Bu, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı siyasi bir dönüşüm sürecine de tekabül eder.[xv]

Anti-faşizmi düşünürken, kapitalist toplumdan komünist topluma geçişteki devrimci dönüşümün sosyalist evresindeki proletarya diktatörlüğünün kaçınılmaz ve temel bir görevi ve devlet işlevi şudur: emek gücünün metalaştırılmasının olumsuzlanması ve reddi [ya da労働力商品化の無理・止揚], onun yeni komünist sosyallik ve ilişki biçimleri içinde ortadan kaldırılışı [aufheben].[xvi]

Bugün, faşist ırkçılığın temelini oluşturan sistematik ırk ideolojisinin kökünü kurutmak için emek gücünün metalaşmasının bizzat reddi ve alt edilişi gitgide daha gerekli hale geliyor.

Emek gücünün metası olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Bu, Genel Grevin, LP-X17’in,[xvii] kapitalizmden komünizme devrimci geçişin ve proletarya diktatörlüğünün meselesidir.


Ken Kawashima, Toronto Üniversitesi Doğu Asya Çalışmaları Bölümünde Doçent olarak çalışmaktadır. The Proletariat Gamble: Korean workers in interwar Japan (Duke UP, 2009) kitabının yazarı, Tosaka Jun: A Critical Reader‘ın (Cornell UP, 2014) editörlerinden biri ve yakında yayımlanacak olan Kōzō Uno’s Theory of Crisis‘in (Brill) İngilizce çevirmenidir. Kendisi aynı zamanda bir blues müzisyeni, besteci ve kayıt sanatçısıdır.


*“Fascism is a Reaction to Capitalist Crisis in the Stage of Imperialism: A Response to Ugo Palheta” başlığıyla 31 Mart 2021 tarihinde Historical Materialism‘in web sitesinde yayımlanan Ken Kawashima’nın bu yazısı Burak Ceylan tarafından Türkçeye çevrilmiştir.


Kaynakça:

Althusser, Louis 2006, Philosophy of the Encounter: Later Writings, 1978-1987, Verso.

Balibar, Etienne 1977, On the Dictatorship of the Proletariat, NLB.

DuBois, W.E.B. 1992, Black Reconstruction in America, 1860-1880, Free Press.

Haider, Asad 2018, Mistaken Identity: Race and Class in the Era of Trump, Verso.

Harootunian, Harry 2015, Marx after Marx, Columbia UP.

Kawashima, Ken 2009, The Proletarian Gamble: Korean Workers in Interwar Japan, Duke UP.

________, Fabian Schaeffer and Robert Stolz 2013, Tosaka Jun: A Critical Reader, Cornell UP.

Kawashima, Ken and Gavin Walker 2018. ‘Surplus alongside Excess: Uno Kozo, Imperialism and the Theory of Crisis,’ in Viewpoint Magazine dossier on imperialism, https://viewpointmag.com/2018/02/01/surplus-alongside-excess-uno-kozo-imperialism-theory-crisis/

Lenin, V.I., Book Review: Karl Kautsky. Bernstein und das sozialdemokratische Programm. Eine Antikritik, Lenin Collected Works, Progress Publishers, vol. 4.

Marx, Karl 1990, Capital, Vol. 1, Penguin.

______. Critique of the Gotha Program (1875), in The Marx-Engels Reader, edited by Robert Tucker, Norton, 1978.

Sotiris, Panagiotis 2020, A Philosophy for Communism: Rethinking Althusser, Brill.

Uno, Kōzō 1953, Theory of Crisis, translated by Ken Kawashima, forthcoming, Brill.

__________1958 Shihonron to Shakaishugi, Uno Chosakushu, Vol. 10, Iwanami, 1973.

Walker, Gavin 2016, The Sublime Perversion of Capital: Marxism and the Politics of History in Modern Japan, Duke UP.


[i] https://www.historicalmaterialism.org/blog/fascism-fascisation-antifascism

[ii] Lenin, V.I., (1899), Book Review: Karl Kautsky. Bernstein und das sozialdemokratische Programm. Eine Antikritik.

[iii] On racial ideology, Haider 2018, pp. 42-64, and DuBois 1992.

[iv] Bkz.Uno 1953; and Kawashima and 1Walker 2018.

[v] Lenin 1916.

[vi] Uno 2018.

[vii] On the question of ‘feudality’, see Walker 2016, 28-74; and Harootunian 2015, pp. 153-196.

[viii] Kawashima 2009, pp. 67-94.

[ix] DuBois 1992, pp. 583-84.

[x] Kawashima 2009, pp. 130-168.

[xi] Tosaka 2013.

[xii] Althusser 2006, p. 198.

[xiii] Sotiris 2020.

[xiv] Balibar 1977.

[xv] Marx (1875), 538. Ayrıca bkz. Lenin 1917; DuBois 1935; Balibar 1977; Sotiris 2020.

[xvi] Uno 1953; 1958

[xvii] Kawashima, Ken, ‘On the Negation and Sublation of Labour Power as a Commodity, or LP-X’, forthcoming.