Felsefe neden Yunanlılarla birlikte ortaya çıktı?

Felsefe nedir? Neden Yunanlılar tarafından icat edilmiştir? Felsefede Yunanlılara özgü olan nedir? Gilles Deleuze’ün Michel Foucault üzerine verdiği derslerin üçüncü cildi olan “Özneleşme”, editörlerimizden M. Çağlar Atmaca’nın çevirisiyle, önümüzdeki hafta Otonom Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alacak. Kitaptan aldığımız bu metin, Deleuze’ün, bir öğrencisinin işte bu sorularına verdiği yanıttan tadımlık bir kesit.

Gilles Deleuze

Ne anlama geliyor bu? Yunanlılar… Yunanlılar neyi ilk kez başarmışlardı? Tek yapmam gereken az önce sorduğun sorulara yanıt vermek ve sonunda bunun bir yanıt olup olmadığına sen karar vereceksin. Düşünüyorum, soruyu da tekrar düşünüyorum, çünkü çok açık gelmiyor… Yunanlılar ile felsefe arasındaki bu ayrıcalıklı ilişki –şimdilik “ayrıcalıklı” diyelim- sorunu, bu soru nereden geliyor? Nereden geliyor bu soru? Az önce söylediğin anlamda, bunu bir yere konumlandıracaksak, bence bunun bir Alman problemi, Alman Romantizmi ile birlikte ortaya çıkan bir problem olduğunu söyleyebiliriz. Romantizmi etkileyen çok özel koşullar altında ortaya çıkmıştır.

İşte bence bu yüzden bu soruyu ilk Hegel’de görüyoruz. Heidegger, bu soruya bugün bize onun Heidegger’le ilgili olduğunu düşündürecek bir biçim vermiş olsa bile, hayır, bu sorunun ortaya çıktığı, bu azametiyle ortaya çıktığı ilk uğrak Hegel’dir. Selefleri tabii ki vardı. Hatta ondan sonra da Nietzsche ve Heidegger gibi çok farklı yazarlar da aynı soruyu, “Neden Yunanlılar ve felsefe, neden felsefe Yunanlılara özgü bir şey?” sorusunu sormuş olsalar bile, soruya ilk biçimini, ilk kategorik biçimini kazandıran ve bunun ilk kategorik cevabını ortaya koyan hiç şüphesiz Hegel’dir: Yunanlıların dışında felsefe yoktur. Felsefeyi icat edenler onlardır.

O halde “neden?” sorusuna dönersek… Neden Alman romantizminden çıktı? Buna dair şöyle bir hipotez öne sürebilirim. Romantizm toprak [le territoire] ve toprak kaybı mefhumlarıyla derinden bağlantılıydı. Romantizm bence gerçekten de kendini yeni temeller üzerine kurar, bu temel de toprak ve toprak kaybıdır. Fransız Devrimi’nin ardından gelişen büyük milliyetçi hareketlerle bağlantılı mıdır bu? Tüm bunların tarihsel nedenleri var kuşkusuz. Ama ne demektir bu? Toprak ve toprak kaybı. Bir yıl müzikle ilgilenmiştik, Lied’lere odaklanmıştık hatırlarsanız ve Lied’lerin en derininde şu yatıyordu: Hoşça kal, gidiyorum ben! Hoşça kal, gidiyorum ben! Ama şöyle de desek aynı anlama çıkar: Geri dönüyorum! [gülüşmeler] Toprağı terk etmek, toprağa geri dönmek, fazlasıyla romantik şeylerdir bunlar. Ama neden? Çünkü romantizm toprağı keşfederken aynı zamanda toprak/yeryurt ile yeryüzü [la terre] arasındaki ilişkiyi ve bunların örtüşmediğini de keşfeden derin bir düşüncedir. Neden toprak, yeryurt terk edilir? Yeryüzünün kuvvetleriyle yüzleşmek için. Bu, zamandaki belirli bir noktaya, Alman romantizmine bağlı olan bir sorudur işte.

Gilles Deleuze, Özneleşme: Foucault Üzerine Dersler (22 Nisan-3 Haziran 1986), çev. Mustafa Çağlar Atmaca, İstanbul: Otonom Yayıncılık.

Kendi adıma şöyle diyebilirim: Klasikçiler bu soruyu bilemezler. Klasikçiler ortamları [les milieux] bilir, onlar ortamla ilgilenir, toprakla ilgilenmezler. Klasisizm bir toprak/yeryurt meselesi değildir, ortamla ve buna bağlı olarak da yaratımla ilgilenir. Romantizmin büyük meselesi ise toprak ve temel sorunudur. Mesele artık yaratım değil temelini kurmaktır; ortam değil toprak. Hoşça kal, gidiyorum ben ve kalbimde taşıyacağım… Nasıl söylesem, toprak yeryüzüyle daima bir dengesizlik durumundadır. Yeryüzüne nasıl döneceğiz? Yeryüzü beni toprağa geri götürecek olsa bile … İşte yeryüzü ile toprak/yeryurt arasındaki bu etkileşim son derece Romantik bir problemdir ve bana kalırsa Romantizmi de böyle tanımlamak gerekir.

Bu noktada şunu anlamamız gerekir: Toprak, yeryüzü ile iletişim kurar ama iletişim kurduğu nokta tam da toprağınkutsallaştığı noktadır. Toprağın yeryüzüyle iletişim kurduğu yerde kutsallık vardır. Almanlar yükselen milliyetçiliklerinde ne yaşıyorlardı? “Biz Almanlar, bu toprak bizim, bu toprağı biz keşfettik.” Bu toprak Alman toprağı, yani toprak nihayetinde Almanlığa özgü bir şeydir. Toprak özünde Almandır. Oysa yeryüzü Yunanlıdır. Bu yüzden Alman romantizminde bu türden, Yunan dünyası için şaşırtıcı olabilecek bir nostalji gibi görünen bir yan vardır. Ama bu nostalji gerçekten de Yunanlılara dönüş anlamındadır, çünkü yeryüzü Yunanlıdır. Bu anlamda Yunanlıların Almanların gittiği istikametin tam tersi istikamette gittiği kesinlikle doğrudur.

Peki bu ne demek? İlerlemeye çalışalım. “Felsefe neden Yunanlılarla birlikte ortaya çıktı?” sorusu… Öncelikle, çok dikkatli olmalıyız. Bu ne demek? Felsefe Yunanlılarla birlikte ortaya çıktı demek, en basit düzeyde, diğer formasyonlarda “felsefe” gibi bir kelime yoktu demektir. Çünkü işin aslı komik bir kelimedir bu. Filozof –en azından onun ne olmadığını söyleyebilirim size- bilge değildir, sophos değildir. Hatta filozof sophos’un yıkıntıları üzerine inşa edilir, onun yıkıntılarının üzerinde belirir. Filozoflar, tam da bilgeler ortadan kaybolduktan sonra ortaya çıkar. Ve ortaya çıkan bu yeni ırk, bu filozof ırkı, tercüme edilirse, bilge değil bilgeliğin dostu olanlardır. Yunanlılar bilgelerin varlığına aşinaydılar, soruna kısmen de olsa cevap vermeye başlıyorum. Yunanlılar bilgelere aşinaydı, hatta bize bilgelerinin bir listesini bile vermişler. Sözgelimi, Solon, bilgedir. Filozof değildir. Diğer toplumsal formasyonlar da bilgelere aşinaydı. Ama işte, görüyorsunuz, bu bilgelik dostları çok tuhaf bir şeydir, çok özel özel bir şeydir. Bunun nasıl bir anlamı vardır? Bilgelerin yerini alan bilgelik dostları. Öyle ki Philos’un çok özel bir anlamı olmalı. Philos.

Bu durumda sorumuz, “bilgelik nedir?” değil. Felsefenin gerçek sorusu şudur: “Philos olmak nedir?” Böyle olmak için, bilgeliği yok etmek, eski bilge imgesini yok etmek nedir? Belki dediğin gibi, bilgeler ilk şairlerdi. Bilgeler kendilerini nasıl ifade ediyorlardı? Şiirle. Bilgelerin dili şiirsel bir dildi. Belki de böyleydi, ama insanlar “felsefeyi Yunanlılar icat etti” dediğinde şunu kesin olarak anlıyoruz: Demek ki kendilerinden önce gelen bilgeliği kesinlikle onlar icat etmedi. Hatta Arkaik Yunan döneminde bile bilgeler vardı. İşte bu bilgelik dostlarının toplumu, tam da bu bilgeler toplumu ortadan kalktığında ortaya çıktı. Bunu nasıl açıklayacağız? Nedir bu bilgelik dostları? Ne anlatıyorlar bize? Çok kabaca ifade edersem, bence meselenin yakından bakmamız gereken üç yönü var. Üç yön. Buna üç çeşit tepki verildi, ciddi tepkilerdir bunlar. Üç farklı şekilde ciddi tepkiler verildi.

Birincisinin tam anlamıyla felsefi olduğunu, Hegel’den Heidegger’e uzandığını söyleyebilirim. Ayrıca bazı sürprizler de olabilir. Nasıl ki Raymond Roussel sürpriz bir şekilde Heideggerci bir meselede bizim için yararlı olmuşsa, artık unutulmuş olsa da post-romantizmin bir parçası olan harikulade bir Fransız yazarın, Ernest Renan’ın Yunan mucizesi üzerine yazdıkları da –bunlardan lise bitirme sınavları için bir sürü konu çıkmıştır- böyle sürprizler sunabilir, Renan’ın metinlerinde, bu mucizenin doğasıyla ilgili eğlenceli sürprizlerle karşılaşabiliriz. Bu soruya felsefi bir yanıt veren ilk açıklama biçimi budur.

İkinci olarak, çok eskilerde başlamış ve çağdaş Fransız Helenist ekolünden bir dizi çarpıcı kitabın çıkmasını sağlamış olan, artık felsefi değil de tarihsel diyebileceğim bir yanıt biçimi vardır. Bu çizgi bu kitaplarla başlamış değildir, ama ben daha ziyade bunların günümüzdeki ifadelerine odaklanacağım, özellikle Détienne, Maspero’dan çıkan kitabı Hakikatin Efendileri’nde[1] sorunu o kadar güzel ele alıyor ki. Détienne sorunu şöyle ortaya koyuyor: Yunancada alétheia denen hakikat, uzunca bir süre şiirsel ve büyülü dilin, başka bir deyişle bilgelik dilinin tasarrufundaydı. Yunanistan’da, belirli bir anda ve belirli koşullar altında, ne oldu da alétheia şiirsel ve büyülü dilden tamamen farklı olan felsefe dilinin konusu haline geldi? İşte bu tarih ekolünün bu soruya yanıtı, Yunanistan ile felsefe arasındaki böyle bir bağlantının çok özel bir mekâna işaret ettiğidir. Yunanlıların tarihlerinin belirli bir ânında yarattıkları, hem fiziksel hem de coğrafi ve sosyal olan ve yeni bir düşünme tarzını mümkün kılan bir mekânın oluşumu: felsefe. Détienne’den başka Jean-Pierre Vernant da iki kitap yazmıştı… isimlerini şimdi tam hatırlayamıyorum … Antik Yunanda Mit ve Düşünce,[2] o da Maspero’dan çıkmıştı. Bir de Presses Universitaires’den çıkan Yunan Düşüncesinin Kaynakları,[3] sanırım. Ayrıca Vidal-Naquet de bu yeni mekânın belirişini yakından incelediği Clisthène isimli bir kitap yazmıştı.

Yunanlıların özgünlüğünü ve felsefeyi icat etmiş olmalarını, üçüncü bir yönde, üçüncü bir şekilde, tam olarak politik bir açıdan ortaya koyan bir açıklama da vardır. Bu üçüncü açıklama biçimi Foucault’nun Hazların Kullanımı’yla doruğuna ulaşır. Bu üç farklı biçim elbette birbirini tamamen dışlamaz. Bunlar hem rekabet içindedirler hem de birbirlerini tamamlarlar, hem iç içe geçerler hem de birbirlerine rakiptirler. Gerek Vernant gerek Detienne’in Heidegger’in araştırmasına hiç önem vermemiş olmasına şaşırıyorum. Onlar da Heidegger’in etimolojik oyunlarını gerçekten ahmaklık olarak görürler. Ama aralarında sürekli bir iç içe geçişin olduğu da bir gerçektir, zira Detienne’in Yunan alétheia’sı, yani hakikat üzerine tezlerinin birtakım noktalarının Heidegger’in ondan önce ortaya atmış olduğu tezlerin temel noktalarıyla örtüştüğünü nasıl göz ardı edebiliriz? Benzer şekilde, Heidegger’in Yunanlılara özgü mekân formlarına atıfta bulunduğunu, ayrıca Foucault’nun, kendi politik kavrayışında, çağdaş tarihçilere dayandığını nasıl yok sayabiliriz? Sonuç olarak, bütün bunlar oldukça soyut ayrımlardır.

Yine de bu üç yönü, genellikle kesişseler bile, birbirinden ayırt etmek için hâlâ yeterince sebebimiz olduğunu düşünüyorum. Hafif hafif, birincisinden başlamak istiyorum. Yunanlıların felsefeyi icat ettiğinin doğru olduğunu kabul edersek, felsefeyi neden Yunanlılar icat etmiştir? Ama bunun bilgeliği icat etmek anlamına geldiğini unutmayalım. Yunanlılar felsefeyi bilgeliğin yıkıntıları üzerinde icat ettiler. Birinci açıklama tarzı, Hegel’den başlayan felsefi eğilimin yanıtı şuna dayanır: Bu, Antik Yunan’da, belli bir anda olmuştur, varlık Antik Yunan’da açığa çıkarılmıştır. Varlık Antik Yunan’da açığa çıkmıştır. Sabırlı olmanız gerek, çünkü hiç kolay değildir bu. Neden… Sanki Yunanlılar topraklarını/ yeryurtlarını varlığın kendini açığa çıkarabileceği şekilde düzenlemişlerdir. Bu nasıl bir şeydir, toprağını varlığın kendini açığa çıkarabileceği şekilde düzenlemek ne demektir? Çok hoş bir fikir, ama her neyse, Yunanlılar ne yapmıştır?

İşte size Heidegger’in etimolojik akrobasilerinin bir örneği, tarihçiler bundan neden hoşlanmaz? Fakat göreceksiniz, tarihçiler yöntemlerinde Heidegger’in keşfetmiş olduğu şeyi sadece yeniden keşfederler. Dolayısıyla bunun içinden çıkamayız, ama sonuçta içinden çıkamamak da hep çok eğlenceli değil midir? Heidegger diyor ki, Dışarı ya da açık olan, nedir bu? Dışarı ya da açık. Bir yeryurdu planlamada ilk eylem nedir? Serbest ve açık bir alan yaratmaktır. Başka bir deyişle, ormanı aşmak. Ormanı aşmak, bir serbest alan oluşturmak, açıklık denen budur. Açıklık oluşturmak. Yunanlıların ilk eyleminin bu olduğunu varsayalım. Yunanlılar bir açıklık oluşturmuştu, nasıl açıklık oluşturacaklarını biliyorlardı.

Hemen burada bir parantez açıyorum: Bu bana bir tarihçinin metnini hatırlattı, [Denys] Lombard isimli büyük bir tarihçi bunun nereye kadar gittiğini anlatır. Lombard Batı’nın Doğu karşısındaki zaferini, Doğu karşısındaki teknik üstünlüğünü şuna dayandırdığını, şunun üstüne kurduğunu söyler: Batı nasıl açıklık oluşturacağını biliyordu, Doğu ise bir ormansızlaştırmaya sahne olmuştu, hem de felaketlere yol açan bir ormansızlaştırma. Lombard Batı’yı, yani Yunanlılardan geleni, açıklık-açılmayla, orman açmayla, açıklık sistemiyle, yani ormanların açılmasıyla[4] tanımlamıştı. Tarihte ormanların açılarak yok edilmesinin çöl-vahaya baskın geldiğini söylüyordu. Haudricourt’un söylediklerine epey yakın… Çöl-vaha, bilgenin alanı belki de buydu.

Ama ormanların açılması bilgeliğin dostlarından oluşan bir toplumdan öte olmayanların güçlü bir örgütlenmesini gerektirir. Bununla ne demek istiyordu? Şunu demek istiyordu: Felsefe ışıktır ve ışığı Almanca söyler: Licht. Telaffuz edeyim: L, I, C, H, T, ışık. Meşhur Yunan ışığı. Ama ışık gökten gelmez, çünkü Yunan Licht’i neye dayanır? Bir Lichtung’a, lichten’e. Lichten, Lichtung nedir peki? Açıklıktır. Lichten aydınlatmaktır, gölge kadar ışık için de serbest bir alan açmaktır, yani bir yeryurt oluşturmak, ışığın üstüne vurabileceği bir mekân inşa etmektir.

Gördüğünüz gibi, Yunan ışığında önce açıklık gelir. Açıklıkta, ışık gelir, ışık yükselir, ışık açığa çıkar, yani başka bir deyişle, bu aynı şeydir, varlık açığa çıkar. Görüyorsunuz ya, mekân üzerine, bir Yunan mekânı üzerine verilere, hatta daha ziyade dilbilimsel verilere şimdiden atıflar var. Çünkü o uğrakta -bunun hangi uğrak olduğunu göreceğiz- o uğrakta “olmak” diğerlerinden ayırt edilmiş olduğu tek dil Yunancadır. Böylece bütün bir Yunan dilinin yorumlanmasının anahtarı haline gelir. “Gökyüzü mavidir” –makine burada çıldırır- “olmak fiiliyle yapılmış cümle”, “olmak fiiliyle yapılmış cümle.” İşte bu Yunanlılara özgüdür. Aynı yoldan ve aynı hareketle, Yunanlılar ışığın görünebileceği bir açıklık oluştururlar, bütün dillerini “olmak” fiilinin, yani “gökyüzü mavidir” örneğindeki gibi yüklemleme önermesinin üzerine kıvırırlar.

İşte sonra, zeki addedilen insanlar, diyor Heidegger, Yunanlılara düşünce kategorilerini kendi Yunancalarından oluşturdukları için serzenişte bulunurlar. Bu zeki insanlar Yunanlılara niye serzenişte bulunur? Çok açık ki Yunanlılar kendilerini bu yüzden ne kadar tebrik etseler haklıdırlar. Bunu sadece onlar yapmıştır sonuçta. Niye? Bir sürü başka dil vardır ve bu dillerin birçoğunda bu olmak fiili yoktur, dolayısıyla bu fiilden yoksun olanlar bütün dili olmak fiili üzerine kıvırma ayrıcalığından da yoksundur. Size bir şey okumak istiyorum, o zaman daha iyi anlayacaksınız. Heidegger’in en iyi öğrencilerinden birinin -gerçi öğrencisi demek az kalır- Jean Beaufret’den bir şey okuyacağım. Ona da senin soruna benzer bir şekilde, “Neden Yunanlıların ayrıcalıklı olduğunu söylüyorsunuz?” diye soruyorlar. Neden Yunanlıların ayrıcalığından bahsediyoruz? Onlardan bile daha eski uygarlıklar var. Yunanlıları kaynağın ayrıcalıklı sahipler olarak tanımlamanın ayartısına kapılmış olmuyor muyuz böylece? Beaufret şöyle yanıt veriyor: “Heidegger varlığın sürekli –yavaş okuyorum, çünkü önemli- Heidegger varlığın sürekli ve her yerde bütün dillerde konuştuğunu söyledi. Kaynak, Çince, Arapça, Hint dili olsun, her yerdedir ve belirlenmemiştir” –bunu Heidegger söylüyor- “Kaynak hiç kimsenin tekelinde değildir. Ama bir Yunan bölümü vardır” … [Kayıt kesiliyor]

… “sadece Yunanlılara özgü olan ve daha önce hiç duyulmamış olan bir şey temelinde: varolan ile varlık arasındaki fark temelinde.” Bunu daha sonra göreceğiz. Akıntının tersine, kaynağa doğru bu hareket her yerde, hatta “olmak” fiilinin mevcut olmadığı dillerde bile yapılabilir, ama varlığın kendisi ekümenik değildir.” “Varlığın kendisi…” Bunda tamamen Yunanlılara özgü olan nedir? Kaynak olmak bakımından varlığı açığa çıkarmalarıdır. “Varlığın kendisi ekümenik değildir, ismi Yunancadır ve hiç kimse insanları Yunan olmaya zorlamayı aklından geçirmez! “Bütün bir felsefe tarihinde” –bunu diyen Beaufret– “yalnızca Heidegger, felsefenin başından sonuna meşgul olduğu şeyin kökensel sınırına dair bir fikre sahipti.” Bu çok ilginç, çünkü siz de görüyorsunuz, Heidegger asla klasik filozofların yaptığı gibi felsefenin evrensel bir şey olduğunu söylemiyor, o bunu asla demez; felsefenin tamamen Yunan tekilliğinin bir parçası olduğunu söyler.

Neden? Beaufret şöyle devam ediyor: “Mesele Yunancada ‘olmak’ fiilinin bulunması değildir sadece, daha önemlisi bu fiilin Yunancada diğer bütün fiillerin temeli olarak var olmasıdır.” Diğer bir deyişle, sadece varlık yoktur, varlık aynı zamanda kıvrılır da. Heidegger’in fikrine –varlığın kıvrımına– bundan daha iyi bir yaklaşım getirilemez bence. “Mesele Yunancada ‘olmak’ fiilinin bulunması değildir sadece, daha önemlisi bu fiilin Yunancada diğer bütün fiillerin temeli olarak var olmasıdır. Aslında Yunanca, dilbilimcilerin dediği gibi, ‘olmak’ fiiliyle yapılmış cümle açısından çok temel bir konumdadır.” Aristoteles ne zaman bir örnek verse hep “olmak” fiilini içeren bir cümle seçer; bunu kanonik cümle biçimi olarak kabul eder ve bu cümlenin özelliği “olmak ya da olmamak fiili uygulandığında, yüklem ile özne arasında tesis ettiği ilişkidir.” Bu yüklem formülüdür, bir yüklem cümlesidir, gökyüzü mavidir. Gökyüzü, koşaç … yüklem. Olmak (-dır) /koşacı. “Olmak” fiilini, bütün bir Yunancanın üzerine kıvrıldığı koşaç haline getirenler Yunanlılardır.

“Bunu düşününce, Yunanlılar için asıl sorunun esasen varlık sorusu olmasına nasıl şaşırabiliriz ki… Örneğin ‘kar beyazdır’ dediğimizde, varlık işte bu şekilde felsefeye dahil olur. Felsefe bazı açılardan bölgesel bir olaydır” –işte bu da çok ilginç, çünkü…- “Yunanlılar hiçbir zaman bunun evrenselliğini iddia etmediler. Dillerini bir ifade aracı, bir iletişim aracı olarak yorumlamadılar. Yunanca konuşmak her şeyden önce Yunan bir tarzda davranmaktı, yani bütün cümleleri ‘olmak’ fiilini içeren cümleler olan biri gibi davranmaktı.” Bir anlamda, bir şey daha dememize gerek yok. Bütün söylediğim, felsefenin temel olarak dilin, Yunanca bir dilin ve Yunan mekânının tekilliğine bağlı olduğu. Yani yine, varlık belirsin diye alan açmak, yolu açmak, bir açıklık yaratmak, bütün bir dilin “olmak” fiilinin üzerine kıvrılmasıyla beliren varlığı elde etmek. İşte böyle…


[1] Marcel Detienne, Arkaik Yunan’da Hakikatin Efendileri, çev. Adem Beyaz, Pinhan Yayıncılık, 2012.

[2] Jean-Pierre Vernant, Antik Yunanda Mit ve Düşünce, çev. Nazım C. Serbest, Türkiye İş Bankası, 2023.

[3] Jean-Pierre Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, çev. Hüseyin Portakal, Cem Yayınevi, 2002.

[4] “Açıklık” olarak karşıladığımız “défrichement” sözcüğü, “aydınlatma, temizleme, açıklık alan, orman açma” gibi türlü anlamlar içerir. Bilhassa Heidegger felsefesi sözcüğün bütün bu anlamlarından yararlandığı için, sözcüğün geçtiği her yerde bu anlamları da akılda tutmak gerekir – ç.n.


*Gilles Deleuze, Özneleşme: Foucault Üzerine Dersler (22 Nisan-3 Haziran 1986), çev. Mustafa Çağlar Atmaca, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2024, s. 72-79. Kitaptan bir bölümü yayımlamamıza müsaade eden Otonom’un sevgili editörlerine teşekkürlerimizle.