Neden savaş?

Kapitalist iktidarın kalbi ABD’de olup bitenleri anlamak önemli, zira dünyayı kasıp kavuran ve bugün de kasıp kavurmaya devam eden tüm krizler ve savaşlar onun bağrından, ekonomisinden ve iktidar stratejisinden çıkıyor. Maurizio Lazzarato bu yazıda, devam etmekte olan “küresel iç savaşı”, ABD'deki finansal krizlerle ilişkilendiriyor. Dünyayı yok eden krizlerin ve savaşların, iktidar seçkinlerinin son zamanlarda toplumun en hafif tabirle “topyekûn seferber edilmesini” gerektiren bir savaş ekonomisine geri dönüşü gündeme getirdikleri, ABD'de, içeride ortaya çıkan iktidar stratejilerinin bir ürünü olduğunu söylüyor.

Fotoğraf: Maen Hammad - https://maenhammad.com/

ABD’nin ekonomik ve politik iflası

İkili, çelişkili ve birbirini tamamlayan bir politik ve ekonomik süreç işliyor: devlet ve (ABD) siyaseti, egemenliklerini savaş (iç savaş dâhil) ve soykırım yoluyla güçlü bir şekilde tesis ediyorlar. Aynı zamanda, 2008’deki dramatik finansal krizden bu yana ekonomik iktidarın büründüğü yeni çehreye tamamen tabi olduklarını da ortaya koyarak, en az subprime mortgage[1] krizini yaratan kadar aldatıcı ve tehlikeli, eşi benzeri görülmemiş bir finansallaşmayı teşvik ediyorlar. Bizi savaşa sürükleyen felaketin nedeninin kendisi krizden çıkmak için yeni bir merhem haline geldi—bu durum ancak daha fazla felaketin ve daha fazla savaşın habercisi olabilir. Kapitalist iktidarın kalbi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde neler olup bittiğinin analizi elzem çünkü geçmişte dünyayı kasıp kavuran ve bugün de kasıp kavurmaya devam eden tüm krizler ve tüm savaşlar onun bağrından, ekonomisinden ve iktidar stratejisinden çıktı.

Sorunun özü, ABD’yi zorunlu olarak savaşa, soykırıma ve iç savaşa sürükleyen (şimdilik sadece emeklemekte, ancak Donald Trump’ın başkanlığının sonundaki Capitol Hill’de ilk kez somutlaşmıştı) ekonomik ve politik modelin başarısızlığında yatıyor. Diğer ülkeler için geçerli olan kurallar ABD için de geçerli olsaydı, ABD ekonomisinin çoktan iflasını ilan etmiş olması gerekirdi. Nisan 2024’ün sonunda, Toplam Hazine Menkul Kıymetleri Borcu olarak bilinen, yani çeşitli tahvillerin ve devlet borçlanma senetlerinin toplamı olan toplam kamu borcu 34.617 milyar dolardı. On iki ay önce ise bu miktar 31.458 milyar dolardı. Bir yıl içinde kamu borcu 3.160 milyar dolar artarak neredeyse dünyanın dördüncü büyük ekonomik gücü olan Almanya’nın kamu borcuna eşit hale geldi. Her yüz günde bir trilyonluk artışla katlanarak artık tamamen kontrolsüz bir şekilde ilerliyor. Bugünse, her altmış günde bir trilyon seviyesine geldi.

Eğer tüm dünyanın sırtından geçinen bir ulus varsa, o da ABD’dir. Dünyanın geri kalanı onun borçlarını (belli ki Amerikalıların sadece bir kısmının faydalandığı “Amerikan yaşam tarzının” devasa Amerikan askerî aygıtına yaptığı çılgınca harcamalar) iki temel yoldan ödüyor. Dünyanın en çok ticareti yapılan metası olan dolar aracılığıyla ABD tüm gezegen üzerinde senyoraj uyguluyor, çünkü ulusal para birimi uluslararası ticaretin para birimi olarak işlev görüyor ve başka hiçbir ülkede olmadığı kadar borçlanmasına olanak tanıyor. 2008 krizinden sonra ABD, finansın yeniden düzenlenmesi yoluyla borç maliyetlerini başkalarına aktarmanın yeni bir yolunu buldu. Yatırım fonları sayesinde sermaye (çoğunlukla müttefiklerinden ve bunların arasında da özellikle Avrupa’dan), artan borç faiz oranlarını ödemek için ABD’ye aktarıldı. Finansal krizden sonra, merkez bankaları tarafından on beş yıl boyunca uygulanan parasal genişleme (sıfır maliyetli likidite) sayesinde, kapitalizmin daha önce hiç görmediği ölçekte bir tekelleşme ile sonuçlanan bir sermaye yoğunlaşması tesis edildi. Obama ve Biden yönetimlerinin politik desteğiyle, çok küçük bir grup ABD yatırım fonu 44 trilyon ila 46 trilyon dolar arasında varlığa (yani tasarrufların toplanması ve yönetimi) sahip durumda. Bu tekelci merkezîleşmenin ne anlama geldiği hakkında bir fikir edinmek için bu, İtalya’nın GSYİH’sı -2 trilyon dolar- ya da tüm Avrupa Birliği’nin GSYİH’sı -18 trilyon dolar- ile karşılaştırılabilir. En büyük üç yatırım fonu (Vanguard, Black Rock, State Street) olarak adlandırılan “Üç Büyükler”, aslında tek bir varlık oluşturuyor, çünkü fonlar birbirleri arasında çapraz mülkiyete sahip ve tek biriyle ilişkilendirilmeleri zor.

Bu “hiper-tekelin” serveti, refah devletinin molozları üzerine inşa edildi. Amerikalılar emeklilik, sağlık, eğitim ve diğer her türlü sosyal hizmet için her türlü sigortayı yaptırmak zorunda kalıyorlar. Şimdi sıra artık Avrupalılarda; Batı dünyasının geri kalanıyla (aynı zamanda Milei’nin Latin Amerikası’yla) birlikte, sosyal hizmetlerin tasfiyesinin (refah devleti tarafından garanti edilen dolaylı ücretler, herkesin kendi yeniden üretimini sağlamak için üstlenmek zorunda olduğu yüklere, maliyetlere ve harcamalara dönüşüyor) dayattığı bir tempoyla kendilerini yatırım fonlarının ellerine bırakıyorlar. ABD’nin refah devletinin kazanımlarının dünya çapında tasfiyesini sürdürmekte ve yoğunlaştırmakta ikili bir çıkarı var: birincisi, ekonomik bir çıkar, çünkü bu menkul kıymet fonlarına yatırımı teşvik ediyor (bu da Hazine bonolarını, tahvilleri ve ABD şirketlerinin hisselerini satın almaya hizmet ediyor); ve diğeri de politik bir çıkar, çünkü hizmetlerin özelleştirilmesi, bir işçi ya da vatandaştan küçük bir finansal aktöre dönüşen (ve egemen ideolojinin söylediği gibi kendi kendisinin girişimcisi olmayan) bireyin bireyselleştirilmesi ve finansallaştırılması anlamına geliyor. Vergi politikaları da refah devletini yıkma projesinde birbirlerine yaklaşıyor. Ne zenginler ne de işletmeler vergi ödemek zorunda bırakılıyor ve vergilerin kademeli artışı sıfıra indiriliyor; dolayısıyla sosyal harcamalar için daha fazla kaynak kalmıyor ve sonuç olarak yatırım fonlarına giden özel poliçelerin satın alınması için bir teşvik oluşuyor. İki yüz yıllık mücadeleyle kazanılan her şeyi yok etme planı nihayet hayata geçiriliyor.

Amerikan tasarrufları artık anüite[2] döngüsünü beslemeye yetmiyor, bu nedenle yatırım fonları şimdi Avrupa tasarruflarına saldırıyor. Örneğin, Enrico Letta’nın büyük bir Avrupa yatırım fonuna tahsis etmek istediği 35 trilyon dolar aynı prensiplerle işleyecek: anüite üretmek ve dağıtmak, ABD’deki aynı büyük sınıf farklılığını tesis etmek. Avrupa’nın hızlı ve inanılmaz bir şekilde yoksullaşmasının nedeni, müttefiki ABD tarafından uygulanan ekonomik stratejide yatıyor. ABD ile arasındaki negatif fark 2002’de yüzde on beş iken bugün yüzde otuza çıktı. Avrupa soyuldukça, politika ve medya çevreleri de Atlantikçi ve savaş kışkırtıcısı olmakta, kendilerini dramatik bir şekilde yalnızlaştıranlara boyun eğmekte, Rusya ile savaşı desteklemekte (ki bu savaşı sürdürmeleri bile mümkün değilken). Avrupa devletleri, ABD Hazine bonolarını satın alma konusunda kendilerini Çin ve Doğu Asya’nın yerine koydular ve refah devletinin yıkımını sürdürerek, insanları yatırım fonlarının hesaplarına geçen sigorta poliçeleri almaya zorluyorlar. Bu şekilde avro, dolara dönüştürülüyor ve böylece dolarizasyon, Güney’in Amerikan para biriminin egemenliğine boyun eğmeyi reddetmesi tehdidinden de kurtarılıyor.

Bu servet transferi, Milei’nin her şeyi özelleştirmeyi amaçlayan yeni finansallaşmanın öncüsü olduğu Latin Amerika’yı da etkiliyor. Milei’nin neofaşizmi, Avrupa, Japonya ve Avustralya’da benimsenen Amerikan soygun tekniklerinin daha zayıf ekonomilere bile uyarlanması için bir laboratuvar niteliğinde. Bu, klasik faşizm değil, Milei’nin temsil ettiği anüite ve yatırım fonlarının yeni “özgürlükçü” faşizmi, “yenilikçi” girişimlerden doğan Silikon Vadisi faşizminin zayıf bir ideolojik kopyası.

Biden’ın merkezden uzaklaştırılan sanayiyi ülkesine geri döndürmek isteyen ekonomi politikası, dünyanın geri kalanını ve özellikle de kendi topraklarına yerleştirilen şirketlerin Atlantik’i geçmeye çalıştığını gören Avrupa’yı daha da yoksullaştırıyor. Bunun gerektirdiği muazzam vergi indirimleri, ABD’nin Ukrayna’ya ve İsrail’e durmaksızın gönderdiği milyarlarca dolarlık bombalar biçiminde borçla finanse ediliyor; bu da ironik bir biçimde Avrupa’nın, savaş ve soykırım için iki kez ödeme yaptığı gibi, üretken kapasitesini azaltmak üzere tasarlanmış politikayı da bir kez daha finanse ettiği anlamına geliyor: Bir kez ABD Hazine tahvillerini ve ABD’nin borçlanmasını sağlayan sigorta poliçelerini satın alarak, ikinci kez de (intihara meyilli politik sınıflar tarafından kabul edilen ve hızlandırılan) bir savaş ekonomisi inşa etmeye zorlayarak.

Kissinger’ın dediği gibi, “ABD düşmanı olmak tehlikeli olabilir ama ABD’nin dostu olmak ölümcüldür.” Bu muazzam likidite, yatırım fonlarının New York Borsası’nda işlem gören en büyük 500 şirketi içeren Standard & Poors listesinin ortalama yüzde yirmi ikisini satın almasını sağladı. Fonlar hâlihazırda Avrupa’nın en önemli şirket ve bankalarında (özellikle de hızla elden çıkarıldıkları İtalya’da) yer alıyor ve spekülasyonları “girişimcilerin” seçimlerini yönlendirerek ekonominin kaderini fiilen belirliyor.

Bir zamanlar bilişsel proletaryanın özerkliğinden, yeni sınıf bileşiminin bağımsızlığından coşkuyla söz edenler vardı. Bundan daha yanlış bir şey olamazdı. Nerede, ne zaman, nasıl ve hangi emek-gücüyle (ücretli, güvencesiz, köleleştirilmiş, kadın vb.) üretim yapılacağına karar verenler, bir kez daha, gerekli sermayeyi ellerinde tutanlar, bunu yapacak likidite ve güce sahip olanlardır (bugünün “Üç Büyükler”i). Son iki yüzyılın en zayıf proletaryası kesinlikle bu değil ama özerklik ve bağımsızlık bir yana, sınıf gerçekliği kapitalizm tarihinde hiç olmadığı kadar tabiyet, boyun eğme ve boyun eğdirme şeklinde cereyan ediyor. “Canlı emek” olmak bir utanç, çünkü babamın ve büyükbabamınki gibi her zaman emir altında bir emek bu. Emek “dünyayı” değil, “sermayenin dünyasını” üretir, ki aksi kanıtlanana kadar bu çok farklı bir şeydir çünkü bu berbat bir dünya. Yaşayan emek, özerkliğini ve bağımsızlığını ancak reddederek, koparak, isyan ederek ve devrim yaparak kazanabilir. Bu olmadan acziyeti kesindir.

ABD finans kapitalinin iç hesaplaşması

Dynamo Press’te yayınlanan bir makalede Luca Celada, Robert Reich’ın bir zamanlar kendisine “ilerici” dediğini, çünkü Clinton hükümetinde eski bir bakan, iyi bir Demokrat olarak finansallaşmayı (ve bunun sonucunda refah kazanımlarının yok edilişini) hızlandırdığını ve mevcut savaşların kaynağı olan 2008 felaketine sağlam bir temel atarak dipsiz sınıf eşitsizliklerini pekiştirdiğini ileri sürüyor.[3] Silikon Vadisi girişimcileri ve Trump’ın müttefikleri Musk’ın ve Thiel’in eylemleri genellikle yeni bir tekel tehdidi olarak görülüyor; ancak on beş yıldır “her şeyin en iyisini bilip kararları veren” [fanno il bello e cattivo tempo] yatırım fonlarının iktidarının, birlikte bir sonraki finansal felaketin koşullarını yaratan Demokratların aktif suç ortaklığıyla birlikte, benzeri görülmemiş bir şekilde merkezîleşmesine çok az önem veriliyor.

Silikon Vadisi devlerinin “politikaya atılışı”nın, Federal Ticaret Komisyonu Başkanı Lina Khan (tezi Amazon’un tekeli üzerineydi) ve aynı derecede sert Adalet Bakan Yardımcısı Jonathan Kanter tarafından Google, Amazon ve Apple gibi devlere karşı açılan ilk gerçek antitröst davaları da dâhil olmak üzere Biden-Harris yönetiminin daha güçlü düzenleyici eylemlerinin ilk sinyalleriyle aynı zamana denk gelmesi belki de tamamen tesadüf değildir. O halde, bazı “Silikon Vadisi baronlarının” kendilerine yeni bir açık çek verme ve hatta bazılarını kendi kabinesine atama olasılığı en yüksek olan adaya bel bağlamaları şaşırtıcı olmayabilir.

Kamala Harris, Celada’nın bahsettiği tüm (sahiden tüm) şirketlerin ana hissedarları tam da bu fonlar olduğu için, yatırım fonlarının iradesine karşı eli kolu bağlı durumda. ABD’nin ve partisinin (“Soykırım için Demokratlar”) kurtuluşunun buna bağlı olduğu düşünüldüğünde, onların tekeline nasıl karşı koyabileceğini görmek kolay değil. “İlericilere” karşı körlüğün gerekçesi Trump’ın neofaşizminde bulunabilir. Eğer seçilirse, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş olacağız; ancak, Biden’ın seçilmesiyle birlikte yağmurdan savaş ve soykırım dolusuna düştüğümüzü de unutmamalıyız. Nazi şiddetinin tarihin bir parantezi olduğu konusunda içimiz rahatlamıştı, ancak Demokratlar bize soykırımın gerçekte kapitalizmin doğuşundan bu yana kullandığı pek çok araçtan yalnızca biri olduğunu hatırlattı. Amerikan demokrasisi soykırım ve kölelik üzerine kuruludur. Irkçılık, ayrımcılık ve apartheid bunun yapısal bileşenleri arasındadır. İsrail’in suçlarına ortaklık, Hannah Arendt’in deyimiyle, demokrasilerin “en politik” olanının bile tarihinde derin köklere sahiptir.

Musk gibi küçük tekelciler eyleme geçti çünkü büyük tekeller onlara nefes aldırmıyor ama o ve onun gibiler tamamen büyük tekellerin mantığına tabi olmaya devam ediyor. Gerçekte gördüğümüz şey, Amerikan finans kapitali içindeki bir iç çatışmadır: küçük tekelciler, onlara göre Demokratların büyük yatırım fonlarıyla olan ittifakı tarafından dizginlenen kapitalizmin “hayvani dürtülerini” temsil etmek istiyorlar. Fütürist faşizmleri (hız, savaş ve makinelerin fütürizminin anti-proleter ve anti-Bolşevik şiddetle sorunsuz bir şekilde uyum sağladığı tarihsel faşizm düşünüldüğünde yine yeni bir şey değil bu), transhümanizm ve fon finansmanından bile daha oligarşik ve ırkçı bir hezeyan için ajitasyon yaparken, bu küçük tekelciler aslında can alıcı noktada büyük tekelcilerle hemfikir: özel mülkiyet, yani sermaye stratejisinin alfa ve omega’sı. Ortak gündemleri her şeyi finansallaştırmak, yani her şeyi özelleştirmek. Ancak bu devasa pastanın nasıl bölüşüleceği konusunda sorunlar ortaya çıkıyor. İlerlemeci analizin sınırlarını anlamak için, 2008’den sonra yatırım fonları tarafından tekelci finansallaştırmanın iç işleyişine hızlıca göz atmamız gerekiyor.

Subprime mortgage krizi sektöreldi ve spekülasyon gayrimenkulde yoğunlaşmıştı. Buna karşın bugünlerde finans her yere yayılmış durumda. Obama’dan Biden’a, Demokrat yönetimler yatırım fonlarının toplumun her yerine sızmasına göz yumdular ve bunun sonucunda bugün finansallaşmamış hiçbir yaşam alanı kalmadı.

Yeniden üretimin finansallaşması: Hareketimiz içinde yeniden üretimin merkezîliği hakkında çok konuşuluyor, ancak bu, ön koşulu refah kazanımlarının yok edilmesi olan yatırım fonlarının eyleminin çok gerisinde kalıyor. Demokratlar, yeni bir refah programının tüm belirsiz emellerini terk ederek, tüm kozlarını bütün sosyal hizmetlerin özelleştirilmesine yatırdılar. Bunu açıkça teorize ettiler: finansın demokratikleşmesi orta sınıfın finansallaşmasıyla sonuçlanmalıdır.Demokratlar tarafından her şekilde kolaylaştırılan fonlar, güvenli bir finansal yatırım sağlayacak, böylece ürettikleri menkul kıymetleri satın alan Amerikalılar (yani ilk etapta bunu karşılayabilecek olanlar, zira yoksulların, bekar kadınların ve çalışan insanların büyük çoğunluğunun bunu sağlayamadığını biliyoruz; yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Amerikan hanelerinin %44’ü hesapta olmayan 1.000 dolarlık bir harcamayı idare edemiyor), emeğin artık sağlamadığı gelir ve hizmetleri güvence altına almaya zorlanacaktı.

Kamala Harris için orta sınıf yılda 400.000.000 dolar gelire kadar çıkıyor. Bu, Demokratların referans aldığı sosyal kompozisyonu anlamak için önemli bir sayı. Emek ve işçiler ve genel olarak “sol” onların ufkundan tamamen kaybolmuş durumda. Finans tarafından tekrarlanan ve 2008’de zaten başarısız olan “beş somun ekmek ve iki balık”[4] mucizesi, şimdi “sosyal soruna” bir çözüm olarak yeniden öneriliyor. Tekrar söylemek gerekirse, bu refahın finansallaşması sürecidir, çünkü tahviller ve poliçeler artık devlet tarafından sağlanan hizmetlerin yerini almayı hedefliyor. İtalya örneğinden de bahsedilebilir: Devletin iklim krizi nedeniyle harap olan bölgelere yatırım yapmaması karşısında Sivil Savunma Bakanı zorunlu sel sigortası fikrini yeniden gündeme getirmişti. Matteo Salvini, “devlet talimat verebilir, ancak biz devletin dayattığı, yasakladığı ya da eylemi zorunlu kıldığı etik bir devlette yaşamıyoruz” diyerek buna müdahale etti ve bunun yerine, çalışanların kariyerlerinin sonunda ek bir emeklilik maaşı alabilmeleri için kıdem tazminatlarının bir kısmını emeklilik fonlarına yatırmalarını zorunlu kılacak yeni bir yasa önerdi. Açıkçası, bunu ABD yatırım fonlarıyla olan ilişkisini anlamadan (saflığından mı yoksa aptallığından mı bilmiyorum) söyledi, çünkü gerçekte yüzde yetmişi ABD’de dolara çevrilecekti.

Finansallaşma, işletmeleri finansal aracılara dönüştürüyor. Bu aynı zamanda gerçek kârlar elde eden, personelini işten çıkaran ve büyük kâr payları yatırıma dönüştürülmeyip büyük ölçüde hissedarlara dağıtılan ya da değerlerini artırmak ve sermayelerini büyütmek için kendi hisselerini satın almak için kullanılan (bu noktada, gerçekte ürettikleri ve sattıklarıyla çok az ilişkisi olan) şirketleri de etkiliyor. Bu, fiyatların finansallaşmasıyla el ele gidiyor: fiyatları belirleyen piyasa (mallar için arz ve talep ilişkileri) değil, üretimle ya da gerçek ticaretle hiçbir ilişkisi olmayan yatırımcıların (türevler aracılığıyla) oynadığı bahislerdir. Fiyatlar, enerji, gıda, emtia, ilaç vb. sektörleri mutlak tekel ya da oligopol konumundan kontrol eden finansallaşmış firmalar tarafından belirleniyor (bu firmaların ana hissedarları her zaman büyük yatırım fonlarıdır). Son dönemde patlak veren enflasyon, fiyat spekülasyonunun bir sonucu ve hiçbir şekilde ücretlerin ya da sosyal harcamaların artmasına bağlı değil. “Hayata” (her ne kadar bu terim muğlak olsa da) yatırım yapan bu finansallaşmaların yekünü, gelirde ve her şeyden önce servette muazzam farklılıklara yol açıyor ve bunun başlıca kurbanları da hisse senedi almaya gücü yetmeyen işçiler ve halkın tamamı oluyor.

Neoliberal yönetişimin iflası ve savaş

Tekelciliğin olumlanması, neoliberalizmin ve piyasa ideolojisinin sonunu getiriyor ve bu nedenle bu durum birkaç açıklamayı hak ediyor. Rekabetle ilgili ideolojiden söz ediyoruz, çünkü ekonomik dikeyleşme süreci en azından 19. yüzyılın sonlarından bu yana kesintisiz devam etti. Aslında, tam da neoliberalizm sırasında patladı.

Yatırım fonları, daha önce de belirtildiği gibi, bugün diğer tüm kurumlardan daha fazla Amerikan iktidarının merkezîliği için gerekli hale gelmiş durumda. Aynı zamanda, bu fonlar hükümetin mali politikalarına (emeği vergilendirirken finansı vergilendirmemek), yönetmeliklerine ve Obama (Siyah bir başkan, ancak kendisinden önceki ve kendisinden sonraki beyaz başkanla mükemmel bir süreklilik içinde) ve daha da belirleyici olarak Biden tarafından cömertçe bahşedilen imtiyazlara ihtiyaç duyuyor. Burada teorik ve politik bir sorun ortaya çıkıyor: en soyut değer biçimini ve kapitalizmin mükemmel bir şekilde yerine getirilmiş kozmopolit biçimini temsil etmesi gereken finans, Batı’da ABD bayrağını taşıyan aygıtlar tarafından yönetiliyor. Amerikan yatırım fonları, ABD yönetimleriyle birlikte hareket ederek tüm dünyanın zararına kendi çıkarlarını gözetiyorlar. Uluslarüstü para birimi diye bir şey yoktur; para birimi her zaman ulusaldır çünkü özellikle dolar, onu çıkaran devletin karar verdiği politikalara sıkı sıkıya bağlıdır. Döviz ve finansın, devletlerin bölgesel sınırlarının dışına çıkma eğilimini ve bunu yapamamasını temsil ettiği söylenebilir. ABD ile yatırım fonları arasındaki ilişki, birkaç Amerikalı ve onların oligarşileri lehine olan küresel bir faaliyeti organize ediyor.

İkinci nokta, aslında faşizmler, savaşlar ve soykırımlarla çoktan ölmüş olması gerekmesine rağmen pek çok kişinin hâlâ geçerli olduğuna inandığı neoliberalizmle ilgili. Aynı son, neden olduğu küçük rahatsızlıklardan (iki tane dünya savaşı ve Nazizm) kaçınması beklenen ve bunun yerine zorunlu olarak yeniden üretilen ünlü selefinin, yani liberalizmin de başına geldi. Bu analizin büyük bir kısmı, Michel Foucault’nun eleştirel düşünce üzerinde meşum bir etkiye sahip olan biyopolitika kavramına dayanıyor. Foucault neoliberalizmi bir girişim teorisi ve onun özneleştirilmesi, “kendimizin girişimcileri” haline geldiğimiz bir süreç olarak okur. Kapitalist stratejinin 1960’ların sonlarından bu yana üzerine inşa edildiği kredi, para ve finans aygıtlarından hiç bahsetmez. Karşı devrimin ana aracı, Paul Sweezy’nin dediği gibi, “devletin, hane halklarının ve işletmelerin büyük borçluluğu”dur, üretim değil. Girişimcilik, endüstriyel Batı’ya, 1930’lara ve savaş sonrası döneme -kesinlikle ölü bir dünyaya- ait olan ordoliberal bir ideoloji ve fikir. Ordoliberalizm ekonomiyi, finansın büyük tekeli (ekonomik egemen) ortaya çıkarması gibi, “egemenin” ölümüne yol açan bir durum olarak görür. Ancak kapitalizm bağlamında, ekonomik egemen kendi varlığını tesis etmek için politik “egemene” (devlete) ihtiyaç duyar. Egemenin başı ekonomiden koparılmamış, bir baş daha eklenmiştir; bu da sermaye ve devlet iktidarının merkezîleştirilmesini son derece başarılı bir strateji haline getirmiştir.

Foucault, en başta Dardot ve Laval olmak üzere, ustasının hatalarını yeniden üreten öğrencileri gibi, basitçe, bir çağı yanlış yorumlamıştır. Piyasa hiçbir zaman Foucault’nun ve ordoliberallerin inandığı gibi, yani rekabet temelinde işlememiştir. Aksine, hakikati, gerçek malların arzıyla ve talebiyle hiçbir ilgisi olmayan spekülatif bir tekelden fiyatları belirleyen finansın işleyişindedir (son zamanlarda enerji fiyatı on kat arttı, ancak gerçek erişilebilirliğiyle hiçbir ilişkisi yoktu; aynı şey tahıl vb. için de geçerli). Özneleştirme girişimci tarafından değil, bireylerin (dediğimiz gibi hepsi değil) finansal aktörlere yanılsamalı dönüşümü ile kendini gösterir. Finans için “nüfus” ve dünya, alacaklılar, borçlular ve menkul kıymet, hisse senedi ve tahvil yatırımcılarından ibaret. Demokratlar ve yatırım fonları arasındaki anlaşmayla yürütülen orta sınıfın finansallaştırılması, bir sonraki çöküşte yok olmaya mahkûm son serap.

ABD’nin önlenemez savaşı

Bugün, biyopolitika teorisyenleri tarafından bile fark edilmeyen bu süreç artık zirveye ulaşmış durumda. Batı’da büyüme sadece finansal (küresel Güney’de ise gerçek). Paranın üretimi (Marx’ın dediği gibi “armut ağacının armut üretmesi” gibi para para üretir) bir kurgudur, bir müsvedde kağıt imalatıdır, ancak gerçek etkiler doğurur. Yatırım fonları, hissedarlarına dağıtılacak temettüleri toplamak için hisselerini ellerinde tuttukları şirketlerin menkul kıymetlerinin fiyatlarını yükseltirler. Bu yeni bir zenginlik değil, yalnızca zaten var olan ve yalnızca dünyanın geri kalanından ABD’ye -sınıfsal bir bakış açısıyla emekten spekülatif sermayeye- aktarılan değere el konulması, bir soygundur. Dünyanın geri kalanında üretilen servetin bu “gaspı” dursaydı, tüm sistem çökerdi.

Bu sürecin gerçek adı anüitedir. ABD’nin çok kutuplu bir dünyayı asla gerçekten kabul edememesinin nedeni de budur. ABD zorunlu olarak tek taraflılığa zorlanıyor, müttefiklerini soymak zorunda kalıyor çünkü küresel Güney artık bir sömürge olarak işlev görmeye istekli değil (bu rolü Avrupa, Japonya ve Avustralya tamamen devraldı). Batı’yı yöneten oligarşiler finansallaşmanın ürünüdür ve tıpkı ancien régime aristokrasisi gibi iş görüyorlar. Dolayısıyla bugün, feodal aristokrasinin ayrıcalıklarının ortadan kaldırıldığı 4 Ağustos 1789 gecesine yeniden ihtiyacımız var.

Amerika Birleşik Devletleri kendini bir çıkmazda buluyor: dünyanın dört bir yanından sermaye çekmek için faiz oranlarını yükseltmek zorunda kalıyor, aksi takdirde finansal sistem çöküyor; ancak faizlerdeki aynı artış ABD ekonomisini boğuyor. Seçim nedeniyle faizleri düşürdüğünde ise (seçim kampanyası sırasında Demokratlar ekonomiyi boğmakla suçlanmıştı), bundan yalnızca evrimine güvenen spekülatörler (en başta da yatırım fonları) nemalanıyor. Nasıl ki merkez bankaları tarafından ekonomiye sağlanan büyük miktardaki likidite, finans sektöründe durduğu için hiçbir zaman reel üretime yansımadıysa, faizlerin düşürülmesinin de reel ekonomi üzerinde hiçbir etkisi olmayacak, sadece spekülasyonu harekete geçirecektir. ABD anüitenin yarattığı kısır döngüden çıkamıyor, bu nedenle tek çözüm savaş. 2008 gibi erken bir tarihte bile ABD ekonomisinin finansal anüitenin üretimi ve dağıtımına dayandığı açıktı. Savaşı sürdürme ve genişletme, soykırımı finanse etmeye ve meşrulaştırmaya devam etme, her yerde yeni faşizmleri iktidara getirme isteği işte bu yüzden. Bu yılın Temmuz ayında ABD Kongresi’nde ortaya çıkan ve ABD’nin, merkezinde Rusya ve Çin’in bulunduğu Küresel Güney’e karşı “büyük savaşa” hazırlanması gerektiğini kesin bir dille ifade eden Ulusal Savunma Stratejisi Komisyonu başlıklı belgenin de teyit ettiği gibi, yakın gelecek bundan daha fazlasını talep edecek. Önümüzdeki yıllarda ABD, “ulusun 1945’ten bu yana karşılaştığı en ciddi ve en zorlu tehdit”[5] olan varlığına yönelik tehdidi bertaraf etmek için, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında yapılanları örnek alarak toplumun her kesimini seferber etmek zorunda kalacak.

Ancak ilk hedef, (artık var olmayan) sanayi altyapısını bir savaş sanayisine dönüştürmek:

Komisyon, ABD savunma sanayi altyapısının ABD’nin, müttefiklerinin ve ortaklarının ekipman, teknoloji ve mühimmat ihtiyaçlarını karşılayamadığını tespit etmiştir. Özellikle de birden fazla alanda uzun süreli bir çatışma, silah ve mühimmat üretimi, bakımı ve ikmali için çok daha büyük bir kapasite gerektirecektir. Eksikliğin giderilmesi için daha fazla yatırım, ilave üretim ve geliştirme kapasitesi, müttefiklerle ortak ve birlikte üretim ve tedarik sistemlerinde ilave esneklik gerekecektir. Sadece büyük, geleneksel savunma üreticilerini değil, aynı zamanda yeni girişimcileri ve alt kademe üretim, siber güvenlik ve etkinleştirici hizmetlerde yer alan çok çeşitli şirketleri içeren bir sanayi altyapısıyla ortaklık gerektirir.[6]

Devlet ve idari birimlerin, yazarların “entegre caydırıcılık”[7] olarak adlandırdıkları doğrultuda koordine edilmesi gerekiyor. Finansallaşma ve ardından sanayinin çökertilmesiyle dağıtılan insan gücünün savaş ekonomisi için yeniden eğitilmesine özel önem verilmesi de şart. Dışişleri Bakanlığı ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, ekonomi departmanları (Hazine, Ticaret ve Küçük İşletmeler İdaresi dahil) ve Çalışma ve Eğitim Bakanlığı gibi daha donanımlı olan ABD işgücünün önemli bir kısmının gelişimini destekleyen birimler de dahil olmak üzere devletin çeşitli birimlerinin savaşa hazırlık için koordinasyon içinde olması isteniyor. Tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, bu bakanlık ve kurumların şimdi de özellikle Çin ile rekabete stratejik olarak odaklanması gerekiyor.

Rant ve oligarşi ilkelerine uygun olarak, tekelleri milyarlarca dolarla beslemek için gereken büyük yatırımlar da özel olmalı. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler tarafından, içinde bulunduğu ölümcül tehlikenin farkında olmayan bir halkı eğitmek ve onu bir dünya savaşının maliyetine katlanmaya hazırlamak zorunda olan iki partili bir “silahlanma çağrısı”ndan açıkça söz ediliyor (Soğuk Savaş sırasında silahlara yatırılan GSYİH’nın yüzdesinin büyüklüğüne atıfta bulunuluyor):

ABD halkı ABD’nin karşı karşıya olduğu tehlikelerin ya da bunlara yeterli şekilde hazırlanmak için gereken maliyetlerin (mali ve diğer) büyük ölçüde farkında değil. Çin’in ve kurduğu ortaklıkların gücünü ya da bir çatışmanın patlak vermesi halinde bunun günlük hayata etkilerini idrak edemiyorlar. Elektrik, su ya da bağımlı oldukları tüm mallara erişimde kesintiler olacağını tahmin etmiyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın süper gücü olma konumunu kaybetmesinin maliyetini içselleştirmiş değiller. Amerika Birleşik Devletleri’nin bir sonraki Pearl Harbor ya da 11 Eylül’ü beklemek yerine şimdi büyük değişiklikler ve önemli yatırımlar yapabilmesi için iki partili bir “silahlanma çağrısına” acilen ihtiyaç vardır. Amerikan halkının desteği ve kararlılığı elzemdir.[8]

Ernst Jünger’in dediği gibi, “topyekûn seferberlik” için hazırlanıyorlar. Ancak küçük bir sorun var, çünkü dayattıkları ekonomi ve zenginlik sadece azınlık için, çoğunluk ise yoksullaştırıldı, marjinalleştirildi, güvencesizleştirildi ve sonra da sanki durumlarından onlar sorumluymuş gibi suçlandı. Şimdi ise ulusu ve ulusal ruhu, yani aslında azınlığın ekonomisini ve mülkünü savunmak için çoğunluğa, “nitelikli ve donanımlı” bir işgücüne ihtiyaç duyduklarının farkına varmış görünüyorlar. Ülke her zamanki gibi bölünmüşken, insanlığın dörtte üçüne karşı yürütmek istedikleri ve Ortadoğu ile Doğu Avrupa’da kaybettikleri gibi kaybedecekleri kesin olan savaş için topyekûn seferberliği kışkırtan oligarşilere sadece iyi şanslar dileyebiliriz. Bu sadece bir zaman meselesi.


*Maurizio Lazzarato’nun 1 Ekim 2024’te Derive Approdi’de yayımlanan bu yazısını IllWill’deki İngilizcesinden Mustafa Çağlar Atmaca çevirdi.


[1] Kredi puanı düşük veya riskli durumda olanlar için verilen ipotek kredisi. (ç.n.)

[2] Belirli bir sürede eşit aralıklarla ve tutarlarla aynı faiz oranı üzerinden gerçekleştirilen ödemeler toplamı. (ç.n.)

[3] Luca Celada, “USA al bivio #12: lo scontro si fa più feroce,” Dinamo Press, Eylül 18 2024. Online olarak burada.

[4] İsa’nın beş somun ekmek ve iki balıkla koca bir kalabalığı doyurmasına dair İncil’deki bir mesele referans. (ç.n.)

[5] Commission on the National Defense Strategy, 2Online olarak burada.

[6] Commission on the National Defense Strategy, 4

[7] Commission on the National Defense Strategy, 3.

[8] Commission on the National Defense Strategy.