7 Ekim’in ardındaki gerçek

7 Ekim 2023’ün ardından Filistin topraklarında yaşananlar, yalnızca yerel bir çatışma değil, aynı zamanda apartheid rejiminin ve kolonizasyonun insanlık üzerindeki etkilerini sorgulayan evrensel bir adalet çağrısına dönüştü. Filistin mücadelesini tarihsel bir bağlama oturtarak beyaz yerleşimci projelerle ilişkilendiren bu konuşmasında Yanis Varoufakis, Gazze Şeridi’ni dünyanın en büyük açık hava hapishanesine dönüştüren İsrail’in karşısında direnişin bir hak ve görev olduğunu vurguluyor. Filistin halkının yaşadığı zulmü evrensel bir özgürlük mücadelesi olarak tanımlayan yazar, dünyanın her köşesindeki insanları bu direnişi sahiplenmeye çağırıyor.

7 Ekim 2023 tarihinden sonra, dünyanın artık bir bahanesi kalmadı![1] Kimse kadim Filistin topraklarında neler olup bittiğini bilmediği bahanesine sığınamaz! Batı medyası, hükümetlerimiz ve Siyonist lobiler, 7 Ekim’in tarihsel önemini çarpıtmak için büyük çaba sarf etti. Bu tarihi yalnızca İsraillilere yönelik bir katliam ya da bir savaş suçu olarak sunarak Gazze Şeridi’nin durup duruken başka bir ülkeye, Birleşmiş Milletler üyesi bir devlete saldıran bağımsız bir ülke olduğu izlenimini yaratmaya çalıştılar.

Mantıklı düşünebilen herhangi biri, Filistin davasını destekleyip desteklemediğinden bağımsız olarak, uluslararası hukuka ve mantığa en ufak bir bağlılığı varsa, şu ayrımı yapabilmelidir: Bu iğrenç çitin yıkılması, iki ülkeyi ayıran bir sınır çitinin[2] değil, dünyanın en büyük açık hava hapishanesinin sınırlarını belirleyen bir çitin yıkılmasıdır. Bir açık hava hapishanesinde yasa dışı şekilde hapsedilmişseniz, bu çitleri yıkmak ve sizi bu hapishanede tutmaya devam eden kişilere karşı koymak meşru bir direniş biçimi ve bir hak olmasının yanında bir görevdir de. Ancak bu meşru direniş eylemi ile direnişçiler tarafından işlenmiş olabilecek savaş suçlarını birbirinden ayırmamız gerekir. Dolayısıyla şunu açıkça ifade etmeliyim: Sizi bir toplama kampında hapseden ve sizin ve halkınızın temel insan haklarını elinden almak, açlık, hastalık ve belki göç yoluyla nüfusu eritmek amacı taşıyan böyle bir çitin yıkılması, sadece bir direniş eylemi değil, aynı zamanda insan hakları ihlaline karşı gerekli bir mücadeledir.

Bu direniş, sivillerin hedef alınması veya kaçırılması gibi savaş suçu teşkil eden eylemlerle keskin bir tezat oluşturacak şekilde, bir görevdir. Uluslararası hukuk, nerede ve hangi nedenle gerçekleşirse gerçekleşsin savaş suçlarını kınamak zorundadır. İşte bu nedenle, bu olayın yıl dönümünde, Brian Eno ile ben, Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarına bir mektup yazarak[3] ocak ayında yargıçların görev yaptığı mahkemenin davayı görmeye karar verdiğini duyduğumuzda cesaretlendiğimizi belirttik. Biraz cesaret verici, çünkü insanlığın hukukun üstünlüğünü ve evrensel ilkeleri destekleyen bir Uluslararası Adalet Divanı’na (ICJ) ihtiyacı var. Ancak yargıçlara, ocak ayından bu yana Gazze’de yaşananlarla ilgili meselelerin artık tartışma götürmez bir açıklık kazandığını; İsrail hükümetinin, Filistinlilerin yaşamlarının her alanını sistematik bir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflediği gerçeğini de hatırlattık. Yoğun nüfuslu bir kentsel alanın bu güne kadar gördüğümüz en şiddetli bombardımanına tanık olduk. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kasıtlı nüfus aç bırakma politikasını gördük. Sağlık tesislerinin sistematik olarak yok edilmesine, okulların hedef alınmasına şahit olduk. Üniversiteler, kütüphaneler, arşivler, kültür merkezleri, camiler, kiliseler, miras alanları ve daha niceleri… Profesörler ve öğretmenler katledildi. Doktorlar ve hemşireler, hastalarla birlikte; eğitim kurumlarında ise öğrenciler ve onların aileleri, bulundukları yerlerde hedef alındılar. Bu saldırılar, yalnızca bireyleri değil, bir toplumun eğitim, kültür ve sağlık altyapısını, yani onun geleceğini de yok etmeye yönelik sistematik bir girişim olarak tarihe geçti.

Gazze çatışması bahanesiyle tüm bunlar yaşanırken, İsrailli yerleşimciler, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) askerlerinin koruması altında, 1948’den beri yaptıkları şeyi yapmaya devam etti: Filistinlileri atalarından miras kalan topraklardan, evlerinden zorla çıkarmak. Bu, 80 yıldır devam eden bir etnik temizlik sürecinin parçası olup, son bir yıl içinde yavaş yavaş ilerleyen bir soykırımdan hızla ivme kazanan bir soykırıma dönüşmüştür.

Yargıçlara, tüm bu yaşananların yalnızca hükümetin ihlalleri olmadığını, ancak Knesset’in,[4] 65’e karşı 9 oyla Uluslararası Adalet Divanı’nın kararlarını fiilen görmezden geldiğini söyledik. İşgal altındaki Filistin topraklarının hukuka aykırı bir şekilde işgal edildiği yönündeki kararlar, esasen uluslararası hukuku ihlal etmeye kararlı bir İsrail rejimi oluşturmuştur. İsrail, bunu onlarca yıldır yapıyor ve 7 Ekim 2023’te gördüğümüz, insanları kafeslere kapatıp hayvan muamelesi yaptığınızda ne beklenebileceğidir. Bir ayaklanma olacaktır! Şiddet yükselecek, savaş suçları işlenir hale gelecektir! Biz savaş suçlarını mazur görmüyoruz! Uluslararası Adalet Divanı’nın, kim tarafından işlendiğine bakılmaksızın tüm savaş suçlularını yargılamasını istiyoruz. Çünkü uluslararası hukuk ya herkes için geçerlidir ya da hiç kimse için geçerli değildir.

Bunu söyledikten sonra, Filistin halkını savunmak için yalnızca mantık ve hukuku kullanmanın ötesine geçtiğimizi belirtelim. Artık kendimizi, Filistin halkının destekçileri ve “Filistin özgür olmadıkça biz de özgür olmayacağız”[5] gerçeğini bilen dünya vatandaşları olarak görmeliyiz. Gazeteci Robert Fisk, The Independent için yazdığı bir yazıda şunu söylemişti: “Filistin özgür olmadıkça, Amerikan halkı da özgür olmayacak!” Bu sözler, Filistin mücadelesinin evrensel bir özgürlük meselesi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Sonuçlarının farkındayız ve durumu değerlendirmek için bu noktada durup düşünmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Gösterilerde benim de katıldığım, “Filistin’in mutlaka özgür olacağı” sloganına katılmadığımı söyleyerek bazılarınızı üzebilirim. Amaç bu, ama bence kazanacağımıza kesin gözüyle bakmak çok büyük bir hata. Bunu, 1948’den bu yana Filistin’de yaşananlardan dolayı söylüyorum. Bu, beyaz yerleşimci kolonizasyonuna dayanan bir projedir! İnsanları yerinden edip yerlerine beyaz yerleşimcileri koymayı amaçlayan ırkçı bir apartheid sürecidir. Arkadaşlarım ve bana yazan pek çok kişi şunu soruyor: “Amerika Birleşik Devletleri, geçen yılki vahşetlerin ardından İsrail’i desteklemeye nasıl devam edebilir? Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa nasıl devam edebilir?” Cevap oldukça basit: Nasıl desteklemezler ki! Çünkü, Filistin’in kadim topraklarında yaşananlar, bu güçler tarafından daha önce defalarca denenmiş ve uygulanmıştır.

Şu soruyu sormaktan çekinmeyelim: Amerika Birleşik Devletleri nedir? Bir beyaz yerleşimci projesidir. Doğu kıyısında, esasen İngilizler tarafından kurulan, ancak birçok Avrupalı kolonyal gücü de barındıran 13 küçük ve harap koloniden oluşarak başladı. Şiddet ve etnik temizlik yoluyla bir süper güce dönüştü. Batıya doğru ilerlerken, yerli halkların neredeyse tamamını katlettiler. Esasen, İngilizlerin Avustralya’da yaptığı gibi, insansız bir toprağı “terra nulius”[6] ilan etme modelini oluşturdular. İngilizler Avustralya’ya gittiklerinde 5 milyon Aborjin’i görmezden gelerek, “Bunlar insan değil!” dediler. Böylece, insanlar için bir toprak değil, “topraksız insanlar için bir toprak” fikrini oluşturdular. Britanya’dan gelen hükümlüler ve diğer kolonistler Avustralya’yı işgal ederken Aborjinleri yok ettiler. Eskiden 5,5 milyon Aborjin vardı; peki, şimdi kaç kişi kaldı? Kızılderililere ne oldu? Yok edildiler. Geriye kalanlar ise “Bantustan” benzeri, sözde rezervasyon alanlarında yaşamaya zorlandı. Benjamin Netanyahu’nun Filistinlilere yapmak istediği şey tam olarak budur. Ama bunu yapmak isteyen sadece Netanyahu değildi! Bu yüzden eleştirilerimizi sadece Netanyahu’ya odaklamak bir hatadır. Bu, İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion’un da istediği şeydi. Bu, daha geniş bir kolonizasyon ve etnik temizlik projesinin parçasıdır.

Tarihçi Nahum Goldman, Ben Gurion ile yaptığı büyüleyici bir tartışmada[7] Ben Gurion’un şu sözlerini aktarıyor:

Eğer bir Arap lider olsaydım İsrail ile asla anlaşma yapmazdım. Bu çok doğal: Biz onların ülkesini aldık. Elbette, Tanrı bize vaat etti, ama bunun onlar için ne önemi var? Bizim Tanrımız onların Tanrısı değil. Biz İsrail’den geliyoruz, bu doğru ama bu iki bin yıl önceydi ve bu onlar için ne ifade ediyor? Antisemitizm, Naziler, Hitler, Auschwitz oldu ama bu onların suçu muydu? Onlar, tek bir şey görüyorlar: Biz buraya geldik ve onların ülkesini çaldık. Bunu neden kabul etsinler ki? Belki bir ya da iki nesil sonra unutabilirler ama şu an için böyle bir şansları yok. (Nahum Goldmann, ‘The Jewish Paradox’, New York, Grosset & Dunlap, 1978)

Bu toprak hırsızlığı bugün bile devam ederken, Gazze’deki toplama kampı hâlâ varken, nasıl kabul edebilirler? Nasıl unutsunlar ki? Ve Ben Gurion şöyle devam ediyor:

Aslında yapmamız gereken basit: Güçlü kalmalı ve güçlü bir orduya sahip olmalıyız. Bütün politikamız buradadır. Aksi takdirde Araplar bizi yok eder. (Nahum Goldmann, ‘The Jewish Paradox’, New York, Grosset & Dunlap, 1978)

“Güçlü kalmak” derken ne demek istedi? Bence, bu sorunun cevabına Nisan 1956’da, Ben Gurion döneminin önde gelen figürlerinden İsrail Genelkurmay Başkanı, daha sonra savunma bakanı ve çok daha sonra Oslo Görüşmeleri sırasında İsrail dışişleri bakanı olan Moshe Dayan’ın Roi Rothberg’in cenazesi sırasındaki sözleri[8] ışık tutuyor:

Dün sabah Roi öldürüldü. Bahar sabahının durgunluğu gözlerini kör etmiş ve karıkların ardında saklanarak canına kastedenleri görememişti. Bugün katilleri suçlamayalım. Neden bize karşı duydukları yakıcı nefretin sebeplerini açıklayalım? Sekiz yıldır, Gazze’deki mülteci kamplarında yaşıyorlar ve gözlerinin önünde onların ve babalarının yaşadığı toprakları ve köyleri mülkümüze dönüştürdük. Roi’nin kanını Gazze’deki Araplar arasında değil, kendi içimizde aramalıyız. Nasıl olur da gözlerimizi kapatıp kaderimize bakmayı ve neslimizin kaderini tüm acımasızlığıyla görmeyi reddedebiliriz? (Moshe Dayan’ın Roi Rothberg için yaptığı nutuktan bir kesit, Nisan 19, 1956).

Demek istediği, buna kendilerinin sebep olduğu! Biz yerleşimcileriz, o yüzden onları ortadan kaldırana kadar öldürmeye devam etmeliyiz! Aksi takdirde, bize saldırmalarını suçlamayın, çünkü eğer onların yerinde olsaydık, biz de bunu yapardık…

Bugüne dönelim! Çünkü şimdiye kadar söylediğim her şey, yaşananların 1948’den bu yana devam eden sürecin doğal ve mantıklı bir uzantısı olduğunu göstermeye yönelik bir çabadır. Bu, bir beyaz yerleşimci, emperyalist sömürge projesidir. Ne bekliyorduk ki? Batı şu anda bu beyaz yerleşimcileri silahlandırmaya devam etmiyor mu? Eğer Batı, beyaz ırkçı Boerleri, apartheid yönetimini sürdüren Güney Afrika’yı silahlandırmaya devam etseydi Nelson Mandela bir hücrede ölmeyecekti ve apartheid rejimi devrilmeyecekti. Güney Afrika apartheid’ını yenme başarımızla gururlanmamalıyız! Çünkü, yoldaşlar, size üzücü bir şey söyleyeceğim: Apartheid devletleri açısından Güney Afrika ile İsrail benzerlik gösteriyor. Ama bir önemli farkları var! Güney Afrika’daki beyaz ırkçılar siyah işçi sınıfının emeğine ihtiyaç duyuyordu. Siyah işçi sınıfı olmadan, akıl ve fabrikaları işleyemezdi. Bir zamanlar İsrail’in apartheid sistemi de Filistinli işçilerin emeğine ihtiyaç duyuyordu, ama artık duymuyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, Sovyetler Birliği’nden Doğu Almanya’ya, ardından da İsrail’e yapılan büyük Yahudi göçüyle birlikte. İsrail’deki ekonomik büyüme ile birlikte iki şey oldu. Birincisi, Doğu Avrupa’dan gelen proleter nüfusu arttı. 1967 öncesi İsrail’de çalışan ve yeşil hattı geçerek İsrail’e gelen Filistinlilerin yerini alabilecek bir iş gücü ortaya çıktı. İkinci olarak, İsrailli burjuvazi, Filipinler’den, Tayland’dan ve benzeri yerlerden emek gücünü ithal edecek kadar zengindi. Hatırlarsanız, 7 Ekim’de, o Uzak Doğu Asya’dan bazı insanlar da kaçırılıp öldürülmüştü.

Çok acımasız olmama izin verin, ama mantıklı bir noktaya değineceğim! Güney Afrika’daki beyaz ırkçılar hakkında… Eğer onlara, bir düğmeye basarak Güney Afrika’daki tüm siyahileri ortadan kaldırabilme fırsatı verilseydi, bunu yapmazlardı, çünkü onlara ihtiyaçları vardı. Ancak İsrailli ırkçılar, o düğmeye basarlardı. Çünkü artık Filistinli proleterlerin emeğine gerçekten ihtiyaçları yok. İşte bu yüzden İsrail apartheidını yıkmak için verdiğimiz mücadele Güney Afrika apartheidını yıkmak için verdiğimiz mücadeleden çok daha zordur.

Herkese, panelimizde olmayan ama dinleyen herkese çağrıda bulunuyorum! Hepinize sesleniyorum: bu yemi çok istekli biçimde yutan Batı medyası tarafından yolunuzdan saptırılmanıza izin vermeyin. Belki onlar için bu, bir yem bile değildir. Belki de bu, İsrail Ordusunun Lübnan’a, Yemen’e ve muhtemeldir ki İran’a yönelik kitlesel katliam çılgınlığının tırmanışına bağlanan propagandasının bir parçasıdır. Bir tırmanış, gerçekten var! Batılı yorumcuların en sevdiği şeylerden biri, bunu büyük bir jeopolitik tartışmaya dönüştürmektir. Şimdi, Gazze ve İran’ı aştık. Nükleer silahlar ve belki Rusya, belki Çin devreye giriyor. Bu Avrupa için ne anlama geliyor? Anlamı var mı? Dünya için ne anlama geliyor? Bu bir hata! Öncelikle, Avrupa için hiçbir şey ifade etmiyor.

Ukrayna’daki savaş, Avrupa çıkarları ve güvenliği için açık ve mevcut bir tehdittir. Ancak İsrail-Filistin savaşının etkisi tamamen sınırlıdır. Çünkü burada, yalnızca İsrail aracılığıyla değil, Arap devletleri aracılığıyla da Amerika Birleşik Devletleri’nin tam egemenliği ve hegemonyası söz konusudur. Ama tüm Arap devletleri de suç ortağıdır! Filistin’i çevreleyen her bir Arap devleti: Ürdün, Mısır ve ya sınır ötesindeki Birleşik Arap Emirlikleri… İbrahim Anlaşmaları’nı hatırlayın! Fas’a kadar hepsi İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin cebindedir. Ürdün Kralı, Filistinlilere ne olduğuna dair bağırıp çağırsa da, tüm söylemini Washington DC’den alır. Lübnan çoktan yok edilmiştir, bir devlet olarak varlığı sona ermiştir. İran’ın nükleer silahları olduğunu bilseniz bile, İran bunları kullanacak kadar aptal değildir; bence İsrailliler de kullanacak kadar aptal değil. Yani, gerilimin tırmanması ve nükleer silahlar hakkındaki tüm tartışmalar, aslında konunun dışındadır. Hepsi lakırtıdan ibarettir! Benjamin Netanyahu’nun yaptığı da tam olarak bu: savaşı tırmandırmak. Böylece farkına varmadan Gazze’deki, Doğu Kudüs’teki ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin soykırımı olan gerçek meseleden ziyade nükleer silahlar, İran veya Güney Lübnan hakkında konuşur hale geliyoruz. Bu nedenle, bizim için kesinlikle en önemli şey, Gazze’de, Doğu Kudüs’te ve Batı Şeria’da olup bitene odaklanmaya devam etmektir. Lübnan’da yaşananlar, elbette Lübnan halkı için çok önemlidir. Yemen’de yaşananlar da, Yemen halkı için önemlidir. Ancak tüm bunları Filistin özgür olduktan sonra tartışacağız ve Filistin’in özgür olacağının garantisi yok. Kaçınılmaz olarak iyi bir sonuç verecek tarihsel bir süreç olduğunu söylemek kulağa aptalca geliyor. Avustralya’daki Aborjinlerle konuşun; böyle bir şey olmadı! Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Amerikan yerlileri ile konuşun; böyle bir şey olmadı! Özgür bırakılmadılar! Sonsuza kadar beyaz yerleşimci bir projenin kölesi kalacaklar. Bu yüzden, bizim sorumluluk üstlenmemiz gerekiyor. Tarih bizim için bunu yapmayacak. Bunun insanlığın bir başka yenilgisi olmamasını sağlamak için hepimiz çalışmalıyız.


* Yanis Varoufakis’in 11 Ekim 2024 tarihinde, The Democracy in Europe Movement 2025 (DiEM25) ’e ait YouTube hesabındaki, “Yanis Varoufakis on Israel-Palestine: the truth behind October 7başlıklı konuşması, İngilizce transkripsiyonundan Türkçeye Enes Akdağ tarafından tercüme edilmiştir.


[1] Gazze Şeridi’nin kontrolünü elinde bulunduran Hamas, askerî kanadı İzzeddin El-Kassam Tugaylarının, 7 Ekim 2023 tarihinde sabah saatlerinde El-Aksa Tufanı adını verdikleri harekata başladığını bildirdi. İsrail tarafı ise istihbarat zafiyeti tartışmalarına karşılık, 7 Ekim 2023 tarihini, Netiv HaAsara katliamı ile anar hale gelmiş durumda. Moşav adı verilen bir tür yerleşim biri olan Netiv HaAsara, Gazze sınır hattına yakın, çoğunlukla tarım faaliyetleri uğraşmakla görevlendirilmiş İsrailli yerleşimcilere ev sahipliği yapmaktadır. Ölü ve yaralı miktarı üzerinde değişkenlikler olmakla birlikte 1200 kadar İsrailli yerleşimcinin öldürüldüğü ve 200’ü aşkın İsrail vatandaşının esir düştüğü tahmin ediliyor. (ç.n.)

[2] Filistin davasını sahiplenen herkesin farkında olması gereken hayati ayrımlardan bir tanesi sınır ve çit kelimeleri arasındadır. Sınır kelimesinin varlığı, hem Gazze’yi hem de İsrail’i iki farklı devlet olarak konumlandırırken, Gazze Şeridi’nin tarihsel gerçekliğini göz ardı etmektedir. Çit kelimesi ise, beyaz yerleşimci İsrail rejiminin, Gazze etrafını çitlerle sararak dünyanın en büyük açık hava hapishanesi haline getirdiğine işaret ediyor. (ç.n.)

[3] 2025 Avrupa’da Demokrasi Hareketi kurucusu Yanis Varoufakis’in, İngiliz müzisyen Brian Eno ile birlikte Uluslararası Adalet Divanı Yargıçları için kaleme aldığı bu mektuba aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz: https://www.yanisvaroufakis.eu/wp-content/uploads/2024/10/Eno-Varoufakis-letter-to-the-judges-of-the-International-Criminal-Court.pdf

[4] Demokratik Görüş ve Eşitlik Partisi adıyla Türkçe’ye çevrilebilecek Hadaş, Knesset’te 4 milletvekili ile temsil etmektedir. Çoğu yöneticisi, Arap asıllı İsrail vatandaşlarından oluşan Hadaş temsilcileri, 1967 Altı Gün Savaşları’nın ardından İsrail’in işgal ettiği tüm Filistin topraklarından geri çekilmesini savunmaktadır. Knesset’te Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail hakkındaki kararlarına ilişkin, Birleşik Arap Listesi vekilleri ile birlikte kabul oyu kullanan siyasi partilerden biridir. (ç.n.)

[5] Metin içerisinde belirtilmemiş olsa da, bu cümle, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Nelson Mandela’ya aittir. (ç.n.)

[6] Bu latince tabir, uluslararası hukukta, hiç bir devletin yönetiminde bulunmayan, sahipsiz bir toprak parçasını işaret etmektedir. Beyaz, kolonyal yerleşimcilerin, uluslararası hukuka armağanı bu kavram, vardıkları kara parçalarındaki yerli halkın varlığını hiçe saymaları, mülksüzleştirmeleri, etnik temizlik gibi daha nice insanlık dışı muamaleyi meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Nitekim, Avustralya’da Aborjinler’in; Kuzey Amerika’da yerlilerin mevcudiyeti yok hükmünde kabul edilerek, bu topraklarda Avrupa’nın kıta ötesi dev kolonileri kurulmuştur. (ç.n.)

[7] Tarihçi Nahum Goldman’ın Ben Gurion ile yaptığı röportajın da yer aldığı kitaba şu bağlantıdan erişebilirsiniz: https://archive.org/details/jewishparadox0000gold/mode/1up

[8] 1956 yılında, Nahal Oz adlı Kibbutz yerleşim bölgesinde çobanlık yapmakta olan Roi Rutenberg’in Gazze’den sızan bir Filistinli tarafından öldürülmesinin ardından, dönemin Genel Kurmay Başkanı Moshe Dayan, Roi Rutenberg’in cenazesi sırasında, siyonizmin demirtaşlarından olan o meşhur konuşmasını yapıyor. Dayan’ın konuşmasının tamamına şu bağlantıdan erişebilirsiniz: https://www.jewishvirtuallibrary.org/moshe-dayan-s-eulogy-for-roi-rutenberg-april-19-1956