Pandemi ile gündeme gelen tartışmalardan belki de en yakıcı olanı kendini son derece keskin bir şekilde gösteren eşitsizlikler silsilesidir. Kısa zaman içerisinde kendini gösteren bu eşitsizlikler, pek çok emekçiyi virüsten ya da açlıktan ölmek (en iyi ihtimalle yoksulluğun en uç hallerini tecrübe etmek) konusunda bir seçim yapmak zorunda bırakmıştır. Bu ikiliğin ‘virüsten ölmek’ kısmı, virüsün etkileri ve sonuçları kişiden kişiye farklılık gösteren pek çok parametreye (yaş, kronik hastalıklar, bağışıklık sistemi vb.) bağlı olduğu için, “virüsü kapan ölür” gibi net bir noktaya varmayabiliyor. Fakat ikiliğin diğer kısmı olan “açlıktan ölmek veya daha uç bir sefalete sürüklenmek” çok daha net, şaşmaz bir gerçeklik olarak bütün soğukluğu ile kendini gösteriyor. Bu durum, tıbbi değil, toplumsal olan kronik rahatsızlıkları (başta işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk olmak üzere) gündeme getiriyor. Eşitsizliğin ve güvencesizliğin ifadesi olan bu rahatsızlıklar dünya genelinde milyonlarca insanı pandemi günlerinde yukarıdaki ikiliden birini seçmeye itiyor. Toplumsal kronik rahatsızlıkların gündeme gelişi, hem bu rahatsızlıkların kökeninin anlaşılmasını hem de bu kökenin anlaşılması sayesinde sorunun çözülmesini gerekli kılıyor. Bu gerekliliklerin ilkinin ikinciyi garantilediğini söylemek güç olsa da ilki olmaksızın ikinciye dair çabaların ancak yavan bir ütopyacılıktan öte gidemeyeceği aşikar. Bu noktada yazı, emekçilerin koronavirüse ne koşullarda yakalandığının basit bir eskizini çizmeye çalışacaktır. Temelde kaba ve görece dağınık bir neoliberalizm anlatısı olacak olan bu metnin, sorunu neoliberalizme sıkıştırma amacında olmadığı gibi çözümü de “neoliberalizmin tersine çevrilmesi” ekseninde ele alma niyeti ile yazılmamış olup, sorunun tanımlanmasını çözüm önerilerinin ele alınması noktasına taşıyacak daha ileri bir tartışmanın, başka bir yazının konusu olduğunu belirtmekte fayda var.
Sermayenin Karşı Taarruzu
Küresel kapitalizm 1970’lerde girdiği kriz ile birlikte, 2. Dünya Savaşı sonrası (1945-1970’) dönemi ifade eden “Kapitalizmin Altın Çağı” sona ermekteydi. 1970’lerin krizine dair yapısal ve kurumsal düzeylerde gezinen pek çok teori[1] ortaya atılıp, eleştirel yaklaşımlar arasında canlı tartışmalar dönerken ana akım iktisat, her zamanki gibi, krizi sisteme dışsal bir noktadan ele almıştı ve bu krizi petrol krizi olarak adlandırmıştı[2]. Neoliberalizm tam da bu krizi aşmak adına, toplumsallığın bütün alanlarında kendini gösteren, çok katmanlı bir dönüşüm süreci olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin Altın Çağı, nasıl sermaye, emek, devlet ve sendikalar arasındaki çatışmanın göreli olarak daha az yoğun yaşandığı bir dönem ise; neoliberalizm, emek hareketlerinin ve Soğuk Savaşın eski dinamizmini kaybetmesi ve krizin bir türlü aşılamaması ile, sermayenin silahlarını kuşanıp taarruza geçtiği, toplumun her alanını, “her şeyi en iyi düzenleyen” -ve aslında düzensizliğin ifadesi olan- piyasa ilişkilerine bıraktığı[3] dönemdir[4].
Başta ABD ve İngiltere olmak üzere merkez ülkelerde Thatcher ve Reagan gibi otoriteryan liderlerde adeta ekran yüzünü bulan neoliberalizm, başta Şili (1973) olmak üzere Latin Amerika’da, Türkiye’de(1980) ve diğer bazı çevre ülkelerde darbeler ile tarih sahnesine çıkmıştır. Emekçilerin siyasi gücünün kimi yerde zamanla, kimi yerde darbe ve benzeri kırılmalarla aşındığı/yok edildiği ve Soğuk Savaş’ın 50’ler ve 60’lardaki dinamizmini kaybettiği bir dünyada sermayenin “karşı devrimi” başlamıştı[5].
Emeğin İmkanlarının Aşınması
Bu nokta, neoliberalizmin niteliği açısından son derece temel vurgular içermektedir. Zira her şeyi piyasaya devretme odaklı olan neoliberal yaklaşım, emekçilerin hayatta kalma, kendilerini yeniden üretme süreçlerinin tümünü metalaştırdı ve küreselleşme dalgası emekçileri küresel ölçekte birbiri ile rekabete zorladı. Bu durum merkez ülkelerdeki üretimin, ücretlerin daha düşük olduğu çevreye aktarılmasına, bu da merkezde örgütlü emek hareketinin güç kaybetmesine ve işsizliğe; dolayısı ile reel gelirlerin düşmesine ve hak kayıplarının derinleşmesine sebep oldu. Çevre ülkelere taşınan bu faaliyetler, bu toplumların süregelen üretim-yeniden üretim faaliyetlerini büyük ölçüde tasfiye etti ve metalaştırdı. Bu süreç, dünyanın dört bir yanında devletlerin, belirli alanları (eğitim ve sağlık[6] başta olmak üzere) piyasaya bırakması ile daha da derinleşti.
Özellikle geç kapitalistleşen ülkelerde, kapitalizmi diğer üretim biçimlerinden ayıran başat unsurlardan birisi olan metalaşma süreci, neoliberalizm ile adeta gündelik hayatın her yerine yayılmış, onu işçileşme süreci izlemiş, krizden krize yeniden üretimini sağlayamaz hale gelen kitlelerin, işyerlerini kapatıp, topraklarını satıp emeğini işgücü piyasalarında satmaya yönelimi ivme kazanarak artmıştır. Küresel değer zincirlerinin parçası haline gelen gelişmekte olan ülkeler, birbirleri ile ücretler, çalışma güvencesi, iş güvenliği, işçi sağlığı, kayıtlı çalışma, işgücü üzerinden alınan vergiler ve emeğin örgütlenme olanakları üzerinden “dibe doğru bir yarışa” girişmişlerdir[7]. Emeği ücret ve diğer maliyet unsurları açısından daha ucuza sunabilmek, küresel çapta rekabetin ve ihracata dayalı sanayileşmenin temel mantığı olmuştur. Bu noktada emekçilerin örgütlülüğünün akla gelen ilk alanı olan sendikaların faaliyetleri çeşitli yasal düzenlemelerle zorlaştırılırken, emekçilerin sendikalarda örgütlenme girişimlerinin karşısında, işten çıkarılma korkusu başta olmak üzere de facto unsurlar da artan oranda yerini almıştır. Sendikalılaşmanın ve sendika faaliyetlerinin gerileyişinin bir ölçüsü olarak, örgütlü emekçilerin sendika aracılığıyla sağladığı başat örgütlülük pratiklerinden birisi olan toplu iş sözleşmelerinin Türkiye’deki seyri aşağıdaki grafikte görülmektedir.
Emekçilerin gelir kaybı ile yeniden üretimini sürdüremez hale gelmesi ve her şeyi menkul kıymetleştiren finansallaşma sürecinin bir yansıması olarak herkesin borçlandırılmasının ortak bir çıktısı, borç ve krediye daha kolay ulaşabilen emekçilerin reel gelir kayıplarını krediler ile telafi etmeye girişmesiydi. Hanehalkı borçluluğu katlanarak artar hale gelirken, bu borçluluk hali emekçiler üzerinde ekstra bir disiplin unsuru oldu[8]. Türkiye’de hanehalkı borçluluğunun seyri aşağıdaki gibidir.
Neoliberal dönemde işten çıkarmalar “emek piyasasındaki katılıklara son verilmesi” iddiası ile meşrulaştırılmaya çalışılırken, esnek çalışma pratikleri (taşeronluk, sözleşmeli çalışma, çağrı üzerine çalışma, ev eksenli çalışma, kısmi zamanlı çalışma vb.) yaygınlaşmıştır. Çeşitli iyileştirme olanakları yasal olarak var olsa da uygulamada bu olanaklar büyük ölçüde etkisizdir. İşten atılma korkusu emekçileri hak arama girişimlerinden geri tutarken gittikçe şişen kayıt dışı istihdam, işgücünün ciddi bir kısmını yasal olarak hak arayamaz bir noktada hayatını sürdürmeye itmiştir. Bunların yanında bir de küresel ölçekte göç dalgaları ile göçmenler sistemin, kentlerin çeperlerine itilip yedek iş gücü ordusunun en lanetlileri olarak yerlerini almıştır.
Emekçiler Türkiye’de Koronavirüse Nasıl Yakalandı?
Türkiye özelinde şu an içinde bulunduğumuz birikim rejimini anlamak adına 2001 sonrası döneme odaklanmak daha faydalı olacaktır. Bağımlı finansallaşma sürecinin bir yansıması olarak, 2001 krizi sonrası tesis edilen dış kaynağa bağlı büyüme modeli, krizin yarattığı işsizliği tersine çevirmiyordu. Küresel çapta bir finansal genişleme dönemi olan bu dönemde, Türkiye ucuz dış krediler ile ithalatını finanse etti. Üretimin yerini ithalatın alması ile Türkiye’de üretim istihdam yaratmayan ve katma değer üretmeyen bir niteliğe büründü. Bu durum tarım istihdamındaki düşüş ile birlikte hizmet sektörünün istihdamdaki payını yoğunlaştırmıştır [10]. Literatüre “istihdam yaratmayan büyüme” ve “sanayisizleşme” kavramları ile geçen bu dinamikler ekonominin bağımlı ve kırılgan yapısının reel ekonomideki göstergeleri haline geldi.
Emek adına 2001 krizi ile kötüleşen tablo 2002-2007 döneminde yeni birikim rejiminin emek piyasalarına getirdiği (kimilerinden yukarıda bahsedilen) yeni düzenleme ve deregülasyonlar ile kalıcı bir nitelik kazandı. Bu düzenlemeler ücretli emeğin durumunu kötüleştirirken, küçük mülk sahibi kesimleri mülksüzleştirerek ücretliler ordusuna kattı. Yeni birikim rejimi ücretli, kentli, mülkünden ve haklarından edilmiş kitleler üzerine inşa olmaktaydı.
|
2002 |
2008 |
Kentsel Emekçi Hanelerin Toplam Çalışan Hanelere Oranı |
50% |
64% |
Kentli Emekçi Hanelerin Sayısı (milyon) |
7,43 |
9,8 |
Mülksüz Emekçi Kitlesinin Toplam Emekçi Kitlesi İçindeki Payı |
10% |
20% |
Özel Sektörde Emekçilerin Ortalama Haftalık Çalışma Süresi (saat) |
51,63 |
54 |
Kamuda Emekçilerin Ortalama Haftalık Çalışma Süresi (saat) |
48,31 |
51,89 |
Emekçilerin Saatlik Ücretler Oranı Kamu/Özel Sektör |
2 |
1,63 |
Kaynak: Bahçe & Köse[11] |
|
|
Bu verilere ek olarak 2002’den 2008’e köylü hanelerin sayısı iki milyondan fazla bir düşüş göstermiştir (Bahçe & Köse, 2010). Kırsaldaki mülksüzleşmeye ek olarak sözleşmeli tarım pratikleri, arazi mülkiyeti köylüde olduğu halde, üretim sürecinin kontrolünü tarım-gıda şirketlerine devretmesi ile üreticileri bir nevi kendi arazisinde taşeronlaştırmıştır[12].
2008 krizi Türkiye’yi, başta Avrupa’nın krize girmesi ile ihracat üzerinden, yani reel sektörden vurmuştur[13]. İlk etapta bu durumun ekonomi üzerinde güçlü olumsuz etkileri olsa da sonrasında Fed’in krizin yıkıcı etkilerini gidermek adına miktarsal genişlemeye gitmesi, faizleri sıfır düzeyine çekmesi ile sermaye, faiz oranlarının görece yüksek olduğu “yükselen piyasalara” aktı. Bu sermaye akımı Türkiye ekonomisinin hızlı bir toparlanma sürecine girmesine, dolayısıyla istihdamın toparlanmasına sebep oldu. Fakat 22 Mayıs 2013’te Fed’in miktarsal genişlemeye son vereceğini açıklaması ile “yükselen piyasaların” 1990’lar ve 2000’lerin başındaki adı “kırılgan piyasalar” adlandırması yeniden anımsandı. Sermayenin bu ülkelerden kaçmaya başlaması ile 2008 krizinin 3. Evresi olarak adlandırılan kısmı başlıyordu. 2014’ten itibaren kendini göstermeye başlayan istikrarsızlık hali, 2016 darbe girişimi ve 2018 döviz krizi ile iyice yoğunlaştı. Başta Fed’e olmak üzere küresel finansal sisteme belden bağlı bir şekilde seyreden bu çalkantılı hal, bir çöküşü erteleme, “geleceğe kaçış” üzerine kurulu politikalarla devam etti. 2019’da Fed’in faizleri tekrar düşürmeye başlaması ile sermaye girişleri tekrar yükselişe geçti. Bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası küresel konjonktüre güvenerek politika faizinde sert indirimlere gitti. Ekonominin iniş çıkışlarını sermaye giriş-çıkışlarına indirgemek ilk bakışta bilimsel olarak sorunluymuş hissi verse de yukarıda bahsettiğimiz bağımlı finansallaşma ve üretimin niteliksizleşmesi hatta tasfiyesi ekonominin iniş çıkışlarını sermaye giriş-çıkışlarına indirgemiştir.
Yukarıda değindiğimiz süreçler içerisindeki her sarsıntı emekçilerin hayatlarını daha da zorlaştırmıştır. Emeklerini satma imkanlarının (yeterli bir gelir, güvence, iş sağlığı, iş güvenliği, gelir güvencesi vb.) yanında, hayatlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları temel mal ve hizmetlerin metalaşması ve bu mal ve hizmetlerdeki enflasyon gibi emekçilerin hayatını derinden etkileyen bu olgular her kriz sonrası “faturayı emekçiye kesme” işleminin birer alanı haline gelmiştir. Güvencesizleştirilen, örgütsüzleştirilen hatta kayıt dışı çalışıp hakkı için başvurabileceği hukuki yolların önü en başından kesilmiş olan emekçiler bu sorunlara karşı mücadele edemezken, özellikle OHAL döneminde grevlerin ertelenmesi-yasaklanması, sendikalarda örgütlü olan 155 bin işçinin hak arama girişiminin önünü tıkadı[14]. Siyasal alanda sesini duyuramayan, git gide çaresizliğe batan kimi emekçiler (kimileri kamusal alanda) intiharlar/intihar girişimlerine başvurdu. Toplumun bir kesimi tarafından tekil vakalara veya halihazırda sorunları olan insanlara indirgenmek istenen bu intiharlar, sıkışmanın ve çözümsüzlüğün birer yansıması olarak kendini gösteriyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kayıtsız emekçiler ve göçmen işçiler yeryüzünün en lanetlileri olarak koronavirüs veya bir diğer kriz anında işini kaybedecek ilk kesim iken, kayıtlı çalışan emekçiler de belli başlı hak veya iş kayıplarına yanıt verecek kadar örgütlü değil. Ocak 2020’de emekçilerin yalnızca %12,14’ü sendikalıdır ve toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçilerin oranı yalnızca %7,8’dir.
2018’de tavan yapan bu dinamikler işsizliği tırmandırırken (2018’den 2019’a genç erkek işsizliği %5,6 artarak %28,9’a, genç kadın işsizliği ise %5,7 artarak %35,7’ye yükselmiştir) bir yandan da insanların iş bulma umutlarını tüketerek işgücüne katılım oranlarını azaltmıştır. İşsizlik tanımı gereği iş arama faaliyetini bırakan bu kesimler dar tanımlı işsizlik tanımına girmemektedirler. Geniş tanımlı işsizlik ise, iş aramayı bırakmış fakat işe çağırılsa çalışacak umutsuz kesimleri de kapsamaktadır. TÜİK[15] verilerine[16] göre Şubat 2020 işsizlik oranı (dar) %13,6 iken, DİSK-AR geniş tanımlı işsizlik oranını aynı ay için %24,5 olarak saptamıştır. DİSK-AR’ın raporuna göre dar tanımlı işsizlikteki (Şubat 2019’dan Şubat 2020’ye %1,1’lik) azalma iş bulma umudunu yitirip, emek piyasalarından çekilen umutsuz emekçilerin sayısındaki artıştır. Hali hazırda var olan işsizliğin üstüne bir de koronavirüs etkisi ile yavaşlayan ekonomik aktivitenin sebep olacağı işsizlik, sistemin sahip olduğu kronik hastalıkların daha da yıkıcı hale getireceğe benziyor. 2019’un Nisan ayında 200,468 olan açık iş sayısı 2020 Nisanında 52,428’e düşmüştür.
Pandemiye kadar olan dönemde yaşadıkları yoksulluklara ve yoksunluklara karşı mücadele etme imkanlarını ve örgütlülüklerini yitiren emekçi kitleler pandemi ile birlikte çözmek için mücadele etmeleri gereken yeni sorunlar ile yüzleşiyorlar. İşyerlerinde vaka çıkmasına rağmen çalışmaya zorlanmaktan, salgın ile ilgili belirli imkânların sağlanmasını istediği için işten çıkarılan/sürülen emekçilere kadar pek çok olay sermayenin bitmek tükenmek bilmeyen bu karşı taarruzunun “insani” bir sınırı olmadığını gösteriyor. Bu sınır ancak sermaye birikiminin tıkandığı veya emekçilerin bu taarruza direnç gösterdiği bir noktadan çizilebilir.
Mevcut gerçeklik pek çok yönü ile bir sürdürülemezliğe işaret ettikçe, geleceğe dair beklentiler de bu ölçüde çeşitliliğini artırmayı sürdürecektir. Bu gerçekliğe ne ütopyalara ne de distopyalara kolayca savrularak bakmak faydalı olacaktır. Gramsci’nin vurguladığı “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” perspektifi olmaksızın uç beklentilere savrulmanın çok kolay olacağı bir gerçekliği tecrübe ediyoruz. Karnı burnunda gebe olan bir gerçekliği…
[1] Başta Marksist literatür içerisindeki tartışmalar olmak üzere, 1970’lerin krizine dair tartışmalar için bakınız: Shaikh, A. (2009). Bunalım Kuramlarının Tarihine Giriş. Sungur Savran, Nail Satlıgan içinde, Dünya Kapitalizminin Krizi (s. 126-171). İstanbul: Belge Yayınları.
[2] 2008 krizini “Mortgage Krizi” olarak ele alıp bu krize sebep olan dinamiklerin önüne geçmek yerine bunları daha da derinleştiren ana akım iktisat, yüksek ihtimalle 2008 sonrası dünya ekonomisindeki önüne geçilemeyen yavaşlama ve eşsiz boyutlara ulaşan küresel borçluluk gibi gerekçeler başta olmak üzere, 2020’ye dair kriz beklentilerini hiçe sayarak kaba bir bakar körlük ile bugünleri 10 sene sonraki iktisat ders kitaplarında “Koronavirüs Krizi” olarak ele alacaktır.
[3] “Sermayenin dünya çapındaki sınırsız tahakkümü (“neoliberalizm”)” (Boratav, 2020)
[4] Neoliberalizmi uzun uzadıya anlatmaktansa, neoliberalizmin adeta bir portresini çizen Washington Mutabakatı’nın temel ilkelerine bakmak işimizi kolaylaştıracaktır. Bu ilkeler mali disiplin, kamu harcamalarının ve vergilerin yeniden düzenlenmesi, faiz oranlarının, döviz kurlarının, ticaretin ve yabancı yatırımların serbestleştirilmesi, özelleştirme, deregülasyon ve mülkiyet hakları olarak sıralanmaktadır. Yazının teması olan emeğin durumu ve bir yanı ile emek-sermaye çelişkisi açısından bakıldığında, doğrudan veya (zorlama değil aksine apaçık ilişkilerle) dolaylı olarak tüm bu ilkeler, bu çatışmanın yeniden şekillenmesine, sermaye lehine derinleşmesine sebep olmuştur.
[5] Duménil & Lévy, 2014. NEOLİBERAL (KARŞI) DEVRİM. D. J. Alfredo Saad-Filho içinde, NEOLİBERALİZM: Muhalif Bir Seçki (s. 25-41). İstanbul: Yordam Kitap.
[6] Krizden en çok etkilenen merkez ülkelerin ABD ve İngiltere olması bir tesadüf değildir. Zira bu ülkelerde sağlık uygulamalarının piyasaya bırakılması son derece uç bir düzeyde gerçekleşmiştir.
[7] Sönmez, M. (2010). Asyalaşma, Güvencesizleşme ve Kamu Müdahalesi. G. Bulut içinde, TEKEL DİRENİŞİNİN IŞIĞINDA GELENEKSELDEN YENİYE İŞÇİ SINIFI HAREKETİ (s. 183-200). Ankara: Nota Bene Yayınları.
[8]Borçlanan şirketler faaliyetlerini değiştirebilir, borçlu ülkeler bütçe düzenlemelerine gidebilir ve vergileri yükseltebilirler. Fakat, başta evleri arabaları olmak üzere varlıklarını ipotek ettirerek borçlanan, borcu borç ile döndürür hale gelen emekçilerin reel gelir kayıplarına ve hak kayıplarına göz yumup daha fazla çalışmaktan başka bir seçeneği bulunmuyor. Albo, Chibber, Panitch (2010). Önsöz. Socialist Register.
[9] Güngen, A. R., & Akçay, Ü. (2019). The Making of Turkey’s 2018-2019 Economic Crisis. IPE Working Papers.
[10] Bağımsız Sosyal Bilimciler (2015, s. 47-51). Akp’li Yıllarda Emeğin Durumu. İstanbul: Yordam Kitap.
[11] Bahçe, S., & Köse, A. (2010). Krizin Teğet Geçtiği Ülkeden Krize Bakış: Teorinin Naifliği, Gerçekliğin Kabalığı. Praksis, 9-40.
[12] Bağımsız Sosyal Bilimciler, a.g.e. s. 105.
[13] Cömert, H., Yeldan, E. (2018). A Tale of Three Crises in Turkey: 1994, 2001, and 2008-09. POLITICAL ECONOMY RESEARCH INSTITUTE.
[14] DİSK-AR (2020) DİSK-AR EMEK ARAŞTIRMALARI 2016-2019. İstanbul: DİSK YAYINLARI.
[15] TÜİK (2020). Anahtar Göstergeler, İşsizlik Oranı: http://www.tuik.gov.tr/HbGetirHTML.do?id=33786
[16] TÜİK verileri üzerinde kısa ve öz bir inceleme için ayrıca bakınız : https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/erinc-yeldan/istihdam-sorunu-covid-19-oncesi-ve-sonrasi-1738457