“Eğitim üretim içindir.”
1960’lı yılların öğrenci hareketi liderlerinden Harun Karadeniz’in, halkçı bir eğitim programı eskizi niteliğinde olan ve 1975’te vefatının ardından bir broşür olarak basılan çalışmasına bu başlık verilmişti. Yaşamak için üretim, üretim için bilgi, bilgi için eğitim diyordu Karadeniz. Karadeniz’in eğitim kavrayışının “ekonomist” boyutuna sonuç bölümünde döneceğiz; nitekim Karadeniz aynı zamanda “üretim yaratım içindir de” diyor. Elbette Karadeniz’in bu ifadeden murat ettiği, uluslararası ezbere reçetelerden ziyade Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına dayalı bir eğitim planını temel alan, mezunların ülke kalkınmasına katkı sağlayacak biçimde istihdam edilmesine imkân veren, araştırmacı bir yapıda, ülke üretimini ve kalkınmasını hedefleyen halkçı-demokratik bir eğitim programını içeriyor. Ancak, bugün Karadeniz’in broşürünün başlığını taşıyan bu parola, bambaşka bir bağlamda ülke burjuvazisinin eğitim programına ruhunu veren, son derece sınıf bilinçli bir dizi politikanın temelini oluşturuyor.
Bugün Türkiye’deki eğitimin Karadeniz’in ifade ettiği hedeflerden oldukça uzakta olduğu açıktır; bugünkü eğitim perspektifinin “piyasanın buyruklarına tabi olmak” anlamına gelecek şekilde “üretim” için olduğunu ifade edebiliriz. Neoliberal dönemde üniversiter eğitim piyasanın sorun olarak tespit ettiği alanlarda araştırma üretmekte; piyasanın talep ettiği işgücü ihtiyacını karşılayacak biçimde uzmanlaşmakta; ancak bütün bu buyrukları yerine getirirken piyasanın plansız, kaotik yönünden payını almakta, bunun sonucu olarak da ne kaliteli bir eğitim ne de iş güvencesi sağlayabilmektedir. “Üniversite: Eğitim, Bilim, Mücadele” başlıklı dosya kapsamında hazırlanan bu yazıda daha dar anlamda öğrenci gençliğin alın yazılarını ele alacağız. Yine de baştan belirtmek gerekir ki eşitsizliklerin derinleştiği ve rekabetçiliğin hiç olmadığı kadar arttığı günümüzde, karşı karşıya oldukları alınyazıları gençliğin -özellikle de emekçi ailelerde büyüyen gençlerin- her bölüğü için zorlu bir sınav niteliği taşıyor. Üniversiteli gençlik ise en ağır sınavını işsizlik ve ücretli kölelik seçimleri arasında veriyor.
Özellikle emekçi aileler “iyi bir geleceğin (yüksek gelirli bir meslek ve statü, saygınlık, kaliteli bir hayat vb.) yolunun, çocuğun kaliteli bir okulda okutulmasından geçtiğine” inanmakta; bu da “eğitimin, hala bir umut, bir sınıf atlama aracı olarak görüldüğüne”[1] işaret etmektedir. Öte yandan, eğitim ve sağlık alanlarının neoliberal dönemde temel birer hak olmaktan çıkartılarak sermaye birikim alanına dönüşmesi, eğitim sürecinin sonunda elde edileceği vaat edilen kazanımların bir maliyet karşılığında edinilmesini beraberinde getirmiştir. Bunun sonucu olarak da toplumdaki eşitsizliklere paralel olarak eğitim kurumları arasında da ciddi bir eşitsizlik ve katmanlaşma ortaya çıkmıştır.[2] Bu yazıda söz konusu katmanlaşmanın üniversiteler düzeyindeki izdüşümü ele alınacak, bunun öğrencileri karşı karşıya bıraktığı sonuçlara değinilecek ve bunlar karşısında üniversite gençliğinin mücadelesini değerlendirmeye dönük bir giriş yapılacaktır. Elbette bu değerlendirmenin hakkıyla yapılabilmesi, bu yazının sınırları dışında konunun muhataplarının katılımını da gerektiriyor.
Üniversitenin katmanlı yapısı
“Fakülte zaman içinde eski durumuna doğru evrim geçirdi ama hiçbir zaman eski Mülkiye olmadı. Bunun analizini ayrıca yapmak lazım. Çünkü Türkiye de eski Türkiye olmadı. Fakülte Türkiye’deki dönüşümden bambaşka bir yer olamazdı. Türkiye tutuculuğa bu kadar hızlı sürüklenirken ters yönde gelişiminin sınırları vardı.”
Korkut Boratav,
12 Eylül sonrasında Mülkiye’ye dönüşü üzerine[3]
Son yirmi yılda Türkiye’de üniversitelerin sayısında ciddi bir artış meydana gelmiş, ancak bu artış her ferde erişilebilir eğitim ve istihdam olanakları gözetilerek gerçekleştirilmediğinden ciddi bir eşitsizliğe ve üniversiteler arasında katmanlaşmaya yol açmıştır. Esasında son yirmi yılda hayata geçirilen neoliberal politikalar konusunda AKP’nin kendi seleflerinden çok daha özenli ve kararlı (diligently) bir tutum izlediği tespitini[4] göz önünde bulundurursak bu katmanlı yapıya ilişkin temellerin çok daha erken atıldığını tahmin etmek çok da zor olmaz. Nitekim, daha sonra YÖK Başkanlığı da yapacak Kemal Gürüz’ün başka yazarlarla birlikte 1994 yılında TÜSİAD’a hazırladığı bir rapor, sunduğu üçlü vagon modeliyle sonraki yıllarda izlenecek politikaların temelini oluşturmuştur. Buna göre, en üst sınıfta Gürüz’ün deyimiyle “elit üniversiteler”, bunun altında “kütlesel eğitim veren üniversiteler”, en altta da meslek yüksek okulları bulunacaktır.
Az sayıda olan elit üniversitelerin, daha çok araştırmada uzmanlaşacağı, yüksek lisans ve doktoraya ağırlık vereceği öngörülmüştür. Bu üniversitelere girebilmek için, üniversite giriş sınavında yeterli başarının elde edilmesini sağlayacak eğitim imkanlarına erişiminizin olması, bu çerçevede birtakım sınıfsal ayrıcalıklara sahip olmanız gerekmektedir. Bir alt kademede yer alan kitle üniversitelerinde ise üretilen bilgiyi katma değer yaratacak şekilde kullanabilen kitlesel işgücünün yetiştirilmesi hedeflenmiştir. En altta ise, her ilde inşa edilen organize sanayi bölgelerinde, serbest bölgelerde ve diğer alanlarda ihtiyaç duyulacak tekniker özelliğe sahip kalifiye eleman ihtiyacına yanıt üretecek meslek yüksekokulları yer almaktadır. Son yirmi yılda sayıları hızla artan vakıf üniversiteleri de hem bu yapıyla geçişli hem de özgün bir nitelik taşımaktadır. Bu yazının sınırlarını aşan bu tartışmayı bir değiniyle sınırlandırırsak vakıf üniversiteleri de eğitim hizmetini ‘sunarken’ bu üçlü yapının hedeflediği kriterleri göz önünde bulundurarak kurulmakta; ancak, ilgili eğitimin sağladığı bir dizi avantajı yalnızca bunu satın alabilecek insanlara sunarak eşitsizliği daha da katmerlendirmektedir.
Söz konusu katmanlaşmanın, yukarıda anılan erken tarihli raporun ruhuna uygun gerçekleştiğini ortaya koyan en belirgin örneklerden birini 2007-2011 yılları arasında YÖK Başkanlığı görevini yürüten Yusuf Ziya Özcan,[5] Teknik Eğitim Fakültelerinin Teknoloji Fakültelerine dönüştürülmesiyle ilgili 2009 tarihli bir röportajında ifade etmiştir:
Bunlar bizim Türk sanayisi için yaptığımız en önemli şeylerden birisidir. (…) Çünkü bu teknoloji fakültelerinde uygulama mühendisi dediğimiz mühendisleri yetiştireceğiz. Bu mühendislerin bir özelliği, sadece planlama yapan, dizayn yapan, işin yukarıdan üst seviyeden kurtarılmasını sağlayan mühendisler değil de bizzat işin başında, işçilerin başında işçilerle beraber işleri yürütecek, işi bitirecek ve işi üstlenecek olan mühendisler olacak. Türkiye’nin esas buna ihtiyacı var. Öbür dalda bizim çok ihtiyacımız yok. Hatta fazlamız var diye düşünebiliriz.
Bu üçlü sistem, toplumsal sınıfların üst-orta-alt şeklinde tabakalaşmasıyla da büyük ölçüde örtüşmektedir.[6] Üniversiteler sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, üniversite dışında hüküm süren düzenin koşullarına uygun olarak dizayn edilmektedir. Bu alt başlığın girişinde Korkut Hoca’dan alıntılanan epigrafa atıfla fakültenin ülkeden farklılaşabilmesinin sınırları var.
Marx’ın meşhur onbirinci tezinin pragmatik bir yorumu, sosyal bilimcilerin bu basit tezin barındırdığı potansiyel yargıyı yeterince iyi anlamadığını tespit ediyordu.[7] Buna göre, bilimsel etkinlik sadece bilgiyi değil aynı zamanda (icabında piyasa için) pratik çıktılar sağlayan bir etkinliği ifade etmeli, faydalı sorulara faydalı cevaplar vermeli, vatandaşlara ve politika yapıcılara dünyayı değiştirmek için daha iyi anlamalarında yardımcı olmalıydı. Yıllar önce, maddeci bir tahlil çabasında olan “Eğitim Üretim İçindir”, burjuvazi için nasıl maksadının çok dışında bir slogana dönüştüyse onbirinci tezin de bu piyasacı yorumunda da aynı izleri bulmak mümkün.[8]
Üniversite sadece eğitim hizmetinin metalaşması bakımından değil, aynı zamanda toplumun sorunları yerine piyasanın tarif ettiği sorunların çözümüne odaklanmak bakımından da bütünüyle belli bir sınıfın beklentilerine yanıt üretecek biçimde dizayn ediliyor. Öte yandan, piyasa mantığının anarşik yapısı burada da kendini gösteriyor. Bugün genç işsizliği ülkenin en büyük problemlerinden biri olmuşken, yıllardır iktidarda olan bir hükümetin Başbakanı durumu şu sözlerle açıklıyor:
Ama fakülteler açılırken, sanki üzerinde yeterince düşünülmemiş. Her yıl 100 bin öğretmen mezun oluyor. Devlet olarak ne onlara, ne diğer üniversite mezunlarının hepsine iş bulmamız mümkün değil.
Zira, bu fakülteleri ‘kilimcinin kör oğlu’ açmıştı!
Ücretli Kölelik mi, işsizlik mi?
Bugün üniversiteli gençlik ücretli kölelik ve işsizlik arasındaki kıldan ince kılıçtan keskin köprüde yürüyor.
Gayet iyi bilindiği gibi kapitalist toplum, yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak zorunda olanlarla, işçinin karşılığı ödenmemiş artık emeğine el koyarak yaşayanlar arasında bir toplumsal iş bölümüne dayalı olarak işler. Öte yandan işveren ve “özgür emek” arasında gönüllülük temelinde yapıldığı iddia edilen sözleşme, mülkiyet ilişkilerinin kısıtlayıcılığı altında bir toplumsal mecburiyete dayalı olarak akdedilir. İşçilerin patronlarla yasalar önünde eşit oldukları, sözleşmenin şartlarını beğenmezlerse başka bir işi tercih edebilecekleri, bu konudaki bütün müzakerelerin özgürce yapılabileceği varsayılır. Hatta, teoride, “ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar” tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda işten kaçınma hakkına bile sahiptir, eve ekmek götürmek zarureti olmazsa! “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!” sloganı da tam olarak burjuva ekonomi politiğinin tüm varsayımlarını geçersiz kılan bu toplumsal gerçekliği hedef alır. “Ücretli kölelik düzeni” gibi pre-kapitalist çağrışımlar içeren nitelemeler, kapitalizmin kendisinden önce hukuki ve çıplak bir karakteri olan kısıtlamaları ortadan kaldırmadığını, bunları piyasa alanına taşıdığını ve bu kısıtlamalara piyasa dolayımıyla yeni bir biçim ve örtü kazandırdığını ifade ediyor.
Neoliberal dönemde, üniversite mezunları cephesinde, bu sosyal gerçeklik kendisini ciddi bir proleterleşme biçiminde ortaya koydu. Özellikle 12 Eylül’den bu yana işçi sınıfının kazanılmış haklarına yapılan saldırılarla birlikte; taşeron çalışma, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma, esnek çalışma gibi düzensizleştirici uygulamaların sonucunda, bugün her kesimden çalışan açısından çalışma koşulları bir önceki kuşaklardan çok daha kötü durumda. En ayrıcalıklı olan kesimler bile göreli bir bozulma ile karşı karşıya. Henüz 2011 yılında yayınlanan “Gerçek, Yıkıcı ve Yaratıcı: Dünyada ve Türkiye’de Üniveresite, Eğitim ve Gençlik Mücadeleleri” başlıklı kitabın editörlerinden Yalçın Bürkev, bu kitabı hazırlamaya yönelik motivasyonlarını ortaya koyarken bu durumu şu ifadelerle dile getiriyordu:[9]
İçinden geçtiğimiz dönem tarihin en büyük proleterleştirme dalgası. Yaklaşık yirmi yıl içerisinde dünya nüfusunun %25’i kadar yeni proleter eklendi. Ve üstelik eski proleterler de yeni koşullarda yeniden proleterleştirildiler. Sanayi devrimi döneminde, 100 yılı aşkın sürede gerçekleşenler, son 20 yılda yaşanan proleterleştirmeden çok daha sınırlıydı. (…) Bu gelişmeleri biraz daha incelterek baktığımızda bir başka kritik olguyu daha görüyoruz. Küçük burjuvazi ya da popüler deyimle ‘orta sınıflar’ proleterleşiyor ve orta sınıflar bu gelişmeye karşı –genellikle de sınıfsal görüntü vermeyen biçimlerde- çok sert tepkiler geliştiriyorlar. Yani, üniversiteli gençler doktor, mühendis, avukat, eczacı vb. olacaklar. Ki bunlar tipik olarak küçük burjuva yada ‘orta sınıf’ diye tabir edilen kesimlerdir. Oysa bu kesimler artık kendi işlerini kuramıyorlar. Başkalarının yanında ücretli olarak çalışıyorlar ve çalışma koşulları güvencesiz ve son derece kötü. Mesela bugün genç avukatlar, aslına bakarsanız çok düşük ücretlerle iş takipçiliği yapıyorlar, büyük geçim sıkıntıları çekiyorlar. Üstelik bu gelip geçici değil, kalıcı bir durum. Dolayısıyla eski avukatların konumuna hiçbir açıdan ulaşamıyorlar. Oysa neo-liberalizm 1980-90’lardaki yükseliş döneminde, onlara nasıl büyük refah, konfor, statü hayalleri vaadetmişti.
Bugün artık üniversite mezunlarının eğitim aldıkları alanda ya da bu alan dışındaki işlerde asgari ücretle çalışması son derece sıradan bir hal almıştır. Son dönemde sosyal medyada yapılan bazı paylaşımlar da bu tespitleri doğrulayan bazı veriler sunmaktadır. Elbette, sosyal medyanın ne kadar sağlıklı bir veri kaynağı olduğu tartışmalı bir meseledir; ancak, şu satırların bugün Türkiye’deki sosyal gerçekliğe denk düşmediğini söylemek oldukça zor:[10]
Demin Psikolog pozisyonu için bir iş görüşmesine gittim. Teklif ettikleri maaş 1800 Lira. Twit bu kadar.
— Fırat Altun (@frtaltnn) September 23, 2020
Demek ayda 3.200 lira net maaş karşılığında ileri düzeyde İngilizce, tercihen de Rusça ve Flemenkçe bilen ihracat elemanı arıyorsunuz Hilmi Bey. Anlıyorum.
— Fatih (@kuramsaldestek) September 23, 2020
Firmamla geçenlerde ciddi bir görüşme yaptım. Talebimi belirttiğimde karşımda sırıttılar.
Onlara göre, bırak 1 dili 2 dil bilen, 5-10 yıl tecrübeliler max. 3-3.5 alıyormuş. Dışarıda yığınla insan varmış.
Bense, etik olmaz deyip rakip firmanın teklifini reddetmiştim. Mallık benim
— Nurullah Serbest (@nurillah_s) September 24, 2020
Bu durum karşısında meslek odalarının gençlik örgütlenmelerinin çeşitli eylem ve etkinliklerinin yanı sıra, Plaza Eylem Platformu, Yeni Emek Çalışmaları Ofisi gibi oluşumları kamuoyu oluşturma bakımından bir rol oynasa da neoliberal güvencesizleştirme saldırısının boyutu öğrencileri başka bir arayışa yönlendiriyor. Bu çerçevede verilen bir reaksiyonu, öğrencilerin üniversitede geçirdiği yılları, piyasanın gereklerine uygun bir donanıma sahip olmak üzere daha rekabetçi hale gelme yönünde verdikleri çaba oluşturuyor. Nitekim bugün artık elit üniversite mezunlarının bir kısmı açısından erişilmesi mümkün olan cazip pozisyonlar bile ciddi bir rekabet ve bedel sonucunda erişilebilir hale geldi. Öte yandan bütün bu çabaların da yetersiz kaldığı ve mezunların ciddi bir işsizlik tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir durum da artık oldukça belirgin bir hale büründü.
Bu çalışmanın hazırlandığı saatlerde TÜİK, Temmuz 2020 işsizlik rakamlarını açıklamış ve bütün muhalif yayın organları hem verilere dahil edilen ve edilmeyen istatistikleri hem de işsizliğin geldiği boyutu tartışan analizleri sayfalarına taşımaya başlamıştı.[11] Genç İşsizler Platformu’nun Ekim ayı bültenine göre, 15-34 yaş arasındaki 2 milyon 506 bin genç işsizden 876 binini (yaklaşık %35) yükseköğretim mezunları oluşturuyor. Bu, daha iyi bir eğitim aldıktan sonra daha iyi bir iş bulacağı beklentisiyle yıllarca çaba gösteren, emek, zaman ve para harcayan çok sayıda gencin ve ailenin bu beklentisine karşılık bulamadığı anlamına geliyor. Benzeri süreçler, Tunus’ta ve Mısır’da 2011 ayaklanmalarında,[12] çok yakın zaman öncesinde de Cezayir’de büyük kitlesel eylemlerin yakıtını oluşturmuştu. Vijay Prashad, Tricontinental Araştırma Enstitüsü’nün 15 Ekim 2020 tarihinde yayınlanan bülteninde Sudan’da 42 milyonluk nüfusun yarısından fazlasını oluşturan gençlerin de özellikle 2008 krizi sonrasında ağır bir biçimde işsizlik sorunuyla karşı karşıya olduğunu ifade ediyor. Nitekim, 2009 Ekim’inde üniversite öğrencilerinin kurduğu, Türkçe “Usandık” anlamına gelen Girifna isimli hareket 2018 ve 2019’da Sudan’da meydana gelen protestolarda önemli bir rol oynadı. Hareketin isminin de ima ettiği gibi, gençler karşılaştıkları alın yazıları nedeniyle daha yaşamlarının başında usanmış durumdalar. Genç İşsizler Platformu’nun hazırladığı veriler, finansal istikrarsızlığın başladığı 2018’den itibaren Türkiye’de genç işsizliğinin ciddi bir artış trendine girdiğini (Şekil 1), pandemiyle birlikte 15-34 yaş arasındaki insanlara yönelik istihdamın da ciddi bir biçimde azaldığını (Şekil 2) ortaya koyuyor.
Yukarıdaki katmanlı üniversite modeli baz alındığında, özellikle ikinci ve üçüncü katmanda yer alan üniversite mezunları açısından işsizliğin oldukça yakıcı bir sorun haline geldiğini tespit edebiliriz. Bu sürecin sonucunda Türkiye’de geçtiğimiz yıllarda Atanamayan Öğretmenler Platformu gibi oluşumları veya Öğrenci Gençlik Sendikası’nın özellikle Türkiye’de üniversite sayısının arttığı yıllarda genç işsizliğine dikkat çeken eylemleri gibi muhalefet biçimlerini görüldüyse de bugün gelinen noktada bu sorunun etkili bir muhalefet aracına dönüşemediği görülmektedir. Yukarıda anılan Tunus, Mısır ve Cezayir örneklerinden farklı olarak Türkiye’de yaşanan süreç, yalnızlaşma, içe kapanma, depresyon ve ne yazık ki intiharlara varan bir “içe göçme”[13] biçimine bürünebiliyor.
“Ve cinayetlerin ‘faili meçhul’ değildir!”[14]
Bir ihtimal daha var…
Bu yazının başlığına ilham veren 2 Şubat 1971 tarihli bir makalesinde Hikmet Kıvılcımlı, üniversiteyi bitiren aydın gençliğin önüne ya “devlette kapıkulu çıraklığına yazılmak” ya da “emperyalist anavatanların esir pazarında satılmak” seçeneklerinin konduğunu; oysa gençliğin önünde bir üçüncü seçeneğin de “ne yerli, ne yabancı bir avuç vurguncu ve soyguncuya kul köle olmaksızın yaşamak” için “Türkiye’de sömürüyü kaldırıp, herkese insanca yaşama hakkını, görevini ve olanağını bileğinin hakkıyla vermek” olduğunu belirtiyordu.
Şayet üniversite içinde bulunduğu toplumun bir suretini oluşturacaksa, başka bir üniversite mücadelesi de içinde yaşanan toplumun dinamikleriyle bir arada var olacak. Yukarıda üniversitelerin dönüşümüne ve bunun üniversite mezunu gençler açısından yol açtığı sorunlara dair tespitler, kapitalizmin gençliğe vadedebileceklerinin de sınırlarını ortaya koymaktadır. Başka bir üniversite mücadelesinin başarıya ulaşması, bugün her zaman olduğundan daha da yakıcı bir biçimde başka bir dünyanın mümkün olduğunu savunan bir yaklaşımı gerektiriyor. Zira biri geriye giderken diğerinin ilerleme şansı pek yok.
Üniversite mücadelesi açısından yol gösterici bu vurguların, ülkemize o kadar da uzak olmadığını ortaya koyan çok sayıda deneyime de sahibiz. Söz gelimi 1966 Varto depreminin ardından depremzedelere ev yapmaya, “Boğaz’a değil Zap’a köprü” diyerek Hakkari’ye köprü yapmaya giden üniversiteliler, Ankara’da ve İstanbul’da yoksul halkla birlikte mahalleleri inşa eden, okulda öğrendiği teknik bilgiyi buralarda işe koşan üniversiteliler, halk sağlığı kampanyaları düzenleyen tıp öğrencileri aslında kampüsü toplumla buluşturmanın iyi birer örneğini bu topraklarda da sergilediler. Daha yakın zamana gidersek Tekel işçilerinin çadırlarını bir an olsun boş bırakmayan öğrenciler, Van depreminde yardıma koşan üniversiteliler bu damarın hala belli oranda canlı olduğunu ortaya koydu.
Elbette, üniversitelilerin toplumla buluşma mücadelesi salt böylesi dayanışma pratikleriyle de sınırlı değil; aksine bu, onların politik mücadelelerle ilişkisinin bir parçası. Bir sosyal kategori olarak öğrencilerin, henüz üretim sürecinin dışında olmaları, öğrenme alanında kitlesel halde bulunmaları ve toplumsal iş bölümü içerisindeki yerlerinin henüz “öğrenme” ile belirlenmesi gibi bir dizi nedenle hızla politikleşme, düzenin önyargılarından daha kolay sıyrılma ve kolektif eyleme geçebilme gibi bir dizi özelliği barındırdığı kabul görür.[15] Ruth Grant, başka bir bağlamda “siyasal davranış insan özgürlüğünün bir tezahürüdür (manifestation)”[16] demişti. Gençliğin siyasal eylemle ilişkisi biraz da bu önermeyi andırır. İçinde bulunduğu koşullar itibariyle politik süreçlere çok daha ilgilidir. Bazen de tam da aynı nedenlerle ilgisiz.
Bu tespitler haklılığını büyük oranda koruyor. Son otuz yılda başka bir üniversite mücadelesi yürüten öğrenciler, Koordinasyon sürecinin harç zamları karşıtı mücadelesinden, 2000’lerin “Kardeşlik İstiyoruz!”, “Harçlara zam yaptırmayacağız!”, “Başkaldırıyoruz!” pratiklerine bir dizi somut pratik sergiledi. 2010’larda Gezi’ye ve bugün içinden geçtiğimiz Türkiye Kışı’na uzanan çok sayıda deneyimini geride bıraktı.[17] Bununla birlikte, bir yandan üniversitelerin kitleselleşmesiyle emekçi ailelere mensup gençlerin bir bölümünün üniversiteye gidebilmesi mümkünken diğer yanda, sınıfsal eşitsizliklerin artması, özellikle siyasal süreçlerin canlı olduğu üniversitelerde, ciddi bir sınıfsal dönüşümü de beraberinde getiriyor.[18] Bunun sonucunda üniversitelilerin politikleşme süreçlerinin bazı bakımlardan aşındığını, ama daha çok da “zamanın ruhuna” uygun bir dönüşüm geçirdiğini tespit etmek çok da abartılı olmaz.
Söz gelimi, öğrenci gençliğin son dönemde en kitlesel eylemlerini ortaya koyduğu ODTÜ’de, mücadelelerle kazanılan şenlik süreçleri politik önemi kadar “ideolojilerden arınmanın gerekli olduğuna” alkış tutulan bir katarsis niteliği de alabiliyor. Her ne kadar Devrim yürüyüşü “olay”ın ayrılmaz ve asli bir parçası olsa da hakim veya hegemonik olanın hangisi olduğu tartışılmaya ihtiyaç duyuyor. Buna benzer bazı örnekler, 2018 yılında İstanbul Üniversitesi’nin bölünmesi ve İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’nın kurulması sürecinde de gözlemlendi. Son yılların başka bir kitlesel öğrenci eylemi olan bu gösterilerde ön planda yer alan pankartlar bir tanesinde “Neşter Tutacak Eller Pankart Tutmamalı!” yazılıydı. Elbette toplumsal mücadeleler kitleselleştikleri oranda heterojen bir nitelik kazanırlar; ne Cerrahpaşa sürecini tek bir pankarta indirgemek ne de söz konusu heterojen kitleyle salt “didaktik” bir ilişki kurmak kendi başına sağlıklı bir tutum olabilir. Ancak başka alanlarda olduğu gibi üniversiter alanda da piyasa mantığının katı olanları buharlaştırıcı etkisini gözlemlemek açısından bu örneklerin önemli olduğu açık. Belki de neşter tutan eller, ancak pankart da tuttuğunda hak ettiği değeri görebilecek ve talepleri karşılanacak. Pandemi koşullarında sağlık çalışanlarının ve Türk Tabipler Birliği’nin karşı karşıya kaldığı tablo biraz bunu anlatmıyor mu? Belki ODTÜ’lü ya da başka bir üniversiteli mühendis, nihilistçe[19] tüm değerlere ve mücadelelere karşı üstenci bir tutum almak yerine meslek odasının gençlik örgütüne sahip çıktığında yıllarca verdiği çabanın karşılığını alabileceği bir iş bulabilecektir. Kim bilir, belki bir İİBF mezunu için ‘kariyerinin zirvesi’, merkez bankasında değil de ‘merkez komite’dedir.[20]
Eğitim süreçlerinden ve bunların toplumsal çıktılarından beklentilerimize dair büsbütün ufuksuz da değiliz. Bu konuda çok sayıda anlamlı eleştirel çalışmayı içeren yüklü bir külliyat var. Fakat, madem mücadele etmenin anahtar bir role sahip olduğunu ifade ettik, özce, mücadele edenlerin bu konuda nasıl bir çerçeveye işaret ettiklerine değinerek bitirelim. Harun Karadeniz girişte anılan broşüründe eğitim üretim içindir dedikten sonra ekliyordu:[21]
ama yaratım içindir de. Yeni bir anlayış, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir metod oluşturmayı da bir çeşit üretim sayıyoruz ve işte bu anlamda; eğitim üretim içindir, eğitim yaratım içindir diyoruz.
Ernesto Che Guevara, 1964’te gençler için yaptığı bir konuşmasında daha açık seçik ifadelerle bir adım öteye gidiyordu:
Çünkü sosyalizm, yalnızca çok büyük fabrikalara sahip olunsun diye düşünülmemiştir, tam ve kusursuz insanın oluşumu için de düşünülmüştür. Üretim arttırıldığı ölçüde insan da değişmeli ve gelişmelidir. Yalnızca mal üretiyorsak ve hammedeler oluşturuyorsak, aynı zamanda yeni insanların yaratıcıları değilsek, yararlı bir iş yaptığımız söylenemez.[22]
Yeni insanın ipuçlarını ise 1965 yılında Uruguay’da yayınlanan Marcha dergisine yolladığı Küba’da Sosyalizm ve İnsan[23] başlıklı makalede veriyordu:
Sorun bir kişinin kaç kilo et yiyebileceği, yılda kaç kez plaja gidebileceği ya da aldığı ücretle dışarıdan ne kadar süs eşyası getirtebileceği değildir. Gerçekte gerekli olan, bireyin kendini daha mükemmel hissetmesi, daha büyük bir iç zenginliğine sahip olması ve daha büyük bir sorumluluk taşımasıdır.
Elbette Guevara, bu ifadelerin barındırdığı romantize edilmeye elverişli imalardan çok daha ötesinin bilincindeydi. Eğitim süreçlerinin üretim süreçleriyle ve dahası politik mücadele süreçleriyle ilişkisine dair farkındalığı hakkında fikir edinmek için son anılan makalesine veya Küba’nın Ekonomisinin Geleceğinde Üniversitenin Rolü başlıklı konuşmasına bakılabilir. Ayrıca, Peter McLaren’ın dikkat çektiği gibi “Che’nin pedagojisini anlamak öğretmenin felsefesine yaptığı aleni göndermelerin metinlerini taramak demek değildir.”[24] Zira McLaren’a göre, Che’nin pedagojisi, zulme uğrayanların zafer elde etmesinin mümkün olduğunu ortaya koyan Marksist-Leninist öğretilerle ilişkisinde daha verimli bir şekilde görülebilir. Yine de konumuz açısından Che’nin yol gösterici şu vurgusu dikkate alınmalıdır: “Üniversite zencilerle, melezlerle, işçi ve köylülerle renklenmelidir, yoksa… halk kapılarını kıracak ve üniversiteyi istediği renklere boyayacaktır.”[25]
[1] İnal, K. (2008). Eğitim ve İdeoloji. İstanbul: Kalkedon.
[2] Bağımsız Sosyal Bilimciler. (2008, 205-221). 2008 Kavşağında Türkiye: Siyaset, İktisat ve Toplum. İstanbul: Yordam.
[3] Güldağ, H. & Ekinci, İ. (2010, 286). Aydınlık Bir Adam, Korkut Boratav. Ankara: İmge.
[4] Yalman, G. L. (2016, p.257). ‘Crises as driving forces of neoliberal ‘trasformismo’: The contours of the Turkish political economy since the 2000s’, The Palgrave Handbook of Critical International Political Economy, A. Cafruny, L. S. Talani & G. P. Martin (ed.) içinde. Basingstoke: Palgrave Macmillan, ss. 239–266.
[5] Tarihe not düşmek adına Yusuf Ziya Özcan’ın göreve ilk geldiği dönem yaptığı açıklamalarda üniversitelerin paralı olmasını oldukça ateşli bir biçimde savunduğunu da hatırlatalım.
[6] Bağımsız Sosyal Bilimciler. (2008, 211).
[7] Gerring, J. (2012, 394-398). Social Science: A Unified Framework. New York: Cambridge University Press.
[8] Gilles Deleuze’ün Göçebe Atölyeler tarafından çevrilen söyleşisine ait, sosyal medyada yaygın olarak dolaşan bir kesitte dile getirdiği üniversiteler ve teknik okullar ayrımının da benzer bir gerilimi temel aldığı söylenebilir.
[9] Dünyada Yeni Bir Dönem Açılırken; Gerçek, Yıkıcı, Yaratıcı! Yalçın Bürkev ve Ferda Dönmez Atbaşı ile röportaj. (Ulaş Taştekin). Özgürlükçü Gençlik, Kasım 2012.
[10] Bu veriler, benzer çalışma alanlarında verilen iş ilanlarıyla da uyumludur. İş ilanlarındaki koşulları, görev tanımları ve sağlanan şartları veri alacak bir çalışma bugünkü istihdam koşullarına ilişkin oldukça kıymetli veriler sunabilir.
[11] İşsizlik verilerine dair tartışmaları daha dikkatli takip edebilmek adına bkz. DİSK-AR Raporları. Genç işsizliğine dair verilerin nabzını tutmak için bkz. Genç İşsizler Platformu Bültenleri.
[12] Karşılaştırma için bkz. Damla Öz, Ferda Dönmez Atbaşı, Yalçın Bürkev (ed.). (2011). Gerçek Yıkıcı ve Yaratıcı: Dünyada ve Türkiye’de Üniversite, Eğitim ve Gençlik Mücadeleleri. Ankara: Nota Bene.
[13] Erdoğan, N. (2020). Kayıp Halk. BirGün.
[14] Kıvılcımlı, H. (2008[1971], 102). Gençliğe Yazılar. İstanbul: Sosyal İnsan.
[15] Savran, S. (2008, 47). Sınıfları Haritalamak. Devrimci Marksizm, 6-7, İlkbahar-Yaz, 2008, ss.9-49.
[16] Grant, R. (2002, 587). Political Theory, Political Science and Politics. Political Theory, 30-4, ss. 577-595.
[17] 1990’lardan bu yana ortaya konan çok sayıda pratiğin etraflı bir değerlendirmesi, en azından öğrenci mücadelesi açısından, henüz yapılmış değil. Dileğimiz odur ki hala başka bir üniversitenin ve başka bir dünyanın ancak toplumsal mücadeleler yoluyla inşa edilebileceğine yönelik inancını koruyan dostlar da tartışmaya katılır da textum, bu muhasebeye olanakları ölçüsünde bir katkının mahalli olur.
[18] Henri Lefebvre’in gündelik yaşamı otomobil metaforu üzerinden açıklama girişimine paralel olarak üniversitelerdeki dönüşümü de öğrenci otoparklarındaki araç kompozisyonunda yıllar içinde yaşanan dönüşümü göz önünde bulundurarak otopark metaforu üzerinden açıklamak mümkün.
[19] Nihilizm, Ernst Bloch’un ele aldığı çerçevede kullanılmıştır: “Marksizm her daim kuram ve praksis arasındaki girişikliği şu İngiliz atasözüyle vurgulamıştır: The eating is the proof of the pudding. Pastayı öylesine yapmak lazım ki onu zevkle yiyelim ve bir pastanın bunu yapabileceği ölçüde açlığı gidersin. Nihilizm karın doyurmaz. Bunun ötesinde, acıkmayı önler. Ve açlık elimizde kalan en iyi şey.” (Ernst Bloch’la Söyleşiler, 2015: Habitus, içinde sayfa 63)
[20] Merkez komite, burada çeşitli toplumsal mücadele örgütlerinin organlarında faaliyet yürütmek anlamında kullanılmıştır. ODTÜ’de geçmişle şimdi kıyaslanırken durumu özetlemek adına şaka yollu söylenen “eskiden öğrenciler merkez komiteye girmeye çalışırdı, şimdi merkez bankasına girmeye çalışıyorlar” deyişine atıf yapılmıştır. Ayrıca bkz. 2015 ODTÜ İİBF 1 Mayıs afişleri: Kariyerinizin Zirvesi İçin 1 Mayıs’a!
[21] Karadeniz, H. (1975, 29). Eğitim Üretim İçindir. İstanbul: Gözlem Yayınları.
[22] Guevara, E. C. (2005[1964]). Gençlik ve Devrim (9 Mayıs 1964 tarihinde, Sanayi Bakanlığı’na bağlı Komünist Gençlik Birliği örgütünün düzenlediği “Gençlik ve Devrim” haftasının kapanışında verilen söylev). Sosyalizme Doğru içinde s.267. İstanbul: Yar Yayınları
[23] Guevara, E. C. (1990[1965]). Küba’da Sosyalizm ve İnsan. Sosyalizm ve İnsan içinde s.99. İstanbul: Yar Yayınları.
[24] McLaren, P. (2006, 82). Che Guevara, Paulo Freire ve Devrimin Pedagojisi. İstanbul: Kalkedon.
[25] Guevara, E. C. (1990[1965]). Üniversitenin Zenciler, Melezler, İşçi ve Köylülerle Renklenmesi Gereklidir. Sosyalizm ve İnsan içinde s.8. İstanbul: Yar Yayınları.