Guardian ve YouGov’un 2020 yılında yaptığı bir araştırmaya göre 2010-2011 yıllarında halk isyanlarının yaşandığı Arap ülkelerindeki insanların yarısından fazlası, ‘Arap Baharı’nın öncesiyle kıyaslandığında bugün daha kötü koşullarda yaşadığını düşünüyor; aksi yönde düşünenlerin oranı ise sadece yüzde 20 civarında. Bu tip kamuoyu araştırmaları genellikle hem güncel gelişmelere göre salınım gösteren hem de ‘imal edilebilir’ kanaatleri ölçtüğü için güvenilirlikleri tartışmalıdır. Fakat yine de yukarıdaki araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlara itiraz edebilmek için elde pek az veri olduğu aşikâr. Zira Dünya Bankası’nın Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) Bölgesi Başkan Yardımcısı Ferid Belhaj (bile), “Arap Baharı’ndan On Yıl Sonra, Yeni Bir Kayıp On Yıldan Kaçınmak” başlıklı değerlendirmesinde geride kalan süreyi ‘kayıp on yıl’ (lost decade) olarak değerlendirdi ve kapsamlı dönüşümlerin gerçekleşmesi konusunda başarılı olunamadığını ifade etti. Bütün bu tespitlere itiraz etmek güç olsa da büyük beklentiler yaratan ve “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına” dair heyecan uyandıran bir isyanın, hangi nedenlerle isyanın öncesinden de kötü bir noktada sona erdiği üzerine kafa yormaya değer görünmektedir.
Bu çıkış noktasından hareketle bu çalışma, Arap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarının Mısır ayağına[1] odaklanarak tartışmaya ilişkin -henüz geliştirilmeye açık- gözlemleri paylaşacaktır. Bu çerçevede girişi izleyen ikinci bölümde bölgede kapitalizmin gelişimini anlamaya dönük teorik çerçeve oluşturulacak, ardından neoliberal politikaların halk isyanına yol açan yoksullaştırıcı serüveni incelenecektir. Takip eden bölümdeyse isyan sonrası süreçte neoliberal politikaların izi sürülecek ve alternatif bir programa ilişkin ipuçlarının ayaklanmanın taleplerinde görülebileceği savunulacaktır. Konuyla ilgili literatür ve çeşitli uluslararası finansal kuruluşların değerlendirmelerinden faydalanan çalışma, ayaklanmaların ardından bölgede uygulanan politika setinin, başka yönetsel aygıtlar tarafından uygulansa da isyan öncesindeki politika setiyle benzer paradigmaya sahip olduğunu savunacaktır. Siyasal İslam’ın çeşitli fraksiyonları veya ordu darbeleriyle halk isyanlarının içerilmesi ya da bastırılması biçimini alan bu sürecin sonunda tam da ayaklanmanın nedeni olabilecek politikalar, ‘çözüm’ etiketiyle uygulanmaya devam edilmiştir.
Periferide Neoliberalizm
Batı dışı toplumlarda modernleşme, kapitalizmin gelişimi ve bunun parçası olarak neoliberalizm tartışmasını otoriterlik-demokrasi ekseninde yürüten ve siyasal yaşamın bütünüyle bu eksen üzerinden açıklayan çalışmalar siyasal iktisat literatüründe geniş bir yere sahiptir. Literatürde “muhalif ama hegemonik”[2] olarak ele alınan bu yaklaşımların MENA Bölgesi’ne özgü versiyonları bunu, “otoriter kurumlar”, “askerî-siyasi seçkinlerin tanımlanamayan yağmacı politikaları” ve “politik patolojiler”[3] veya “‘Arap düşüncesi’nin özünde bulunan ‘otoriteye sadakat’”[4] davranışı gibi anahtar ifadelerle yapmaya çalışmaktadır. Otoriterlik, “demokrasiye geçişi” engelleyen bir tür “patoloji” olarak ele alındığında, aynı zamanda devlet-toplum ilişkilerinde var olduğu düşünülen bir normdan sapma olarak tanımlanmaktadır. Buna göre, Şark’ın Müslüman toplumları; sivil toplumun, burjuvazinin, siyasal demokrasinin ve modernleşmenin yokluğu veya zayıflığıyla karakterize olmakta, bu yanıyla bir “yoklar tarihi” olarak incelenmektedir.[5]
Bu tikelci yaklaşımda Müslüman toplumların “tıpkı güvercinler gibi önceden belirlenmiş bazı karakteristiklere sahip olduğu” varsayılarak toplum “kendi içine dönük, evrime ya da ilerlemeye direnen, akılla değil içgüdüyle hareket eden”[6] bir ideal tiple tanımlanır. Müslüman toplumların bu sui generis ele alınışı, aynı zamanda “özel bir epistemolojik pozisyon gerektiren ayrı bir ontoloji”[7] tanımlamaktadır. Durum böyle olunca tarihsel olarak özgül toplumsal formasyonların analizine imkân veren ortak bir teorik çerçevenin mümkün olmadığı ima edilmektedir. Öte yandan otoriter devletin bu şekilde incelenmesiyle ‘devlet’, açıklanması gereken bir fenomen (explanandum) yerine bir açıklayıcı (explanans) olarak ele alınmakta ve gizemini korumaya devam etmektedir. Başka bir ifadeyle, bu yöntemsel milliyetçi (methodological nationalist) perspektifle, devlet sosyal ilişkilerden kopartılarak bir belirleyen olarak ele alınmakta, devletin neden otoriter bir karaktere sahip olduğu sorusu yanıtsız kalmaktadır.[8]
Alternatif olarak siyasal kurumları tarihsel olarak belirlenmiş sosyal formlar[9] veya sınıflar arasındaki ilişkinin maddi yoğunlaşması[10] olarak ele almak mümkündür. Öte yandan, “siyasal iktisadın kavramsal giriş noktası” olan sınıfın, başka sosyal faktörler tarafından da belirlenecek şekilde ilişkisel bir matriste işlev kazandığını not etmekte fayda vardır.[11] Böylesi indirgemeci olmayan bir yaklaşım, devleti, onun karakterini oluşturan sosyal ilişkiler çerçevesinde ele almayı mümkün kılmakta ve çeşitli örnekleri ortak bir analiz setiyle inceleyebilecek bir teorik zemin geliştirmeye katkı sağlamaktadır. Çeşitli eleştirel siyasal iktisat kuramları, yöntemsel milliyetçilikten kaçınmak ve devletin toplumsal alandaki diğer belirleyenlerini anlayabilmek adına ek olarak uluslararası ve ulusötesi boyutları da hatırlatmaktadır.[12]
Yukarıda özetlenen iki farklı teorik çerçevenin izdüşümlerini Arap isyanlarının altında yatan dinamiklerin yorumlanmasında da görmek mümkündür. Tahmin edilebileceği gibi tikelci yaklaşımlar 2011 ve 2012 yılındaki Arap ayaklanmalarını “ekonomik ve siyasi liberalizasyon”un zıt anlamlısı olacak şekilde “otoriter devlet”e karşı eylemler olarak ele almaktadır. Benzer şekilde Batılı hükümetler ve IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası finansal kuruluşlar, demokrasiye geçiş yolu olarak serbest piyasa politikalarını işaret etmektedir. Öte yandan Arap coğrafyasındaki isyanların tam da önceki on yıllar boyunca izlenen neoliberal serbest piyasa politikalarına bir itiraz olarak ortaya çıktığını ifade eden çalışmalar da ortaya çıkmıştır.[13]
Yukarıda çerçevesi çizilen eleştirel perspektifi temel alarak tikelci yaklaşımınkine alternatif oluşturabilecek bir demokrasi kavrayışı geliştirmek de mümkündür. Serbest piyasa savunucuları otoriterlik tartışmasını “kanunsuz ve cebrî yönetim şekilleri”yle[14] sınırlarken demokrasi tanımı da başlıca seçim süreçlerinin ve demokrasiye dair şeklî unsurların tesis edilmesine referansta bulunmaktadır. Bu bakış açısından, neoliberal serbest piyasa da siyasi projeyi gerçekleştirmenin kaçınılmaz yolu olarak ele alınır. Fakat aksine, Türkiye, Arjantin, Şili, Güney Kore, Tunus, Mısır, Fas ve Ürdün gibi Küresel Güney’deki pek çok ülkede neoliberalizmin doğuşuna oldukça sert ve otoriter güçler aracılık etmiştir.[15] Hâl böyle olunca neoliberalizmin, otoriterliği bir ‘ilk günah’ (original sin) gibi bağrında taşıyan bir model olarak doğduğunu söylemek pek de abartı sayılmayacaktır. Buna göre, neoliberalizmin iktisadi politika seti Chicago Okulu[16] tarafından geliştirilmişse, bu ajandayı zor yoluyla tesis etmek için gerekli altyapı Darbeciler Okulu[17] olarak bilinen askerî eğitim merkezi ve buna benzer kuruluşlarda tasarlanmıştır. Eğer devlet biçimleri “sınıf mücadelesi içinde ve aracılığıyla yeniden üretilmesi gereken farklı sınıf stratejilerinin kristalleşmesi”[18] olarak tanımlanırsa neoliberal projenin verili biçimleri emekçi sınıfların taleplerini siyasi ajandanın dışında bırakacak ve onların politika yapma süreçlerine katılımını engelleyecek biçimde dönüşüme uğrattığı ifade edilebilir. Bu kriter dikkate alındığında neoliberalizm ve otoriterlik arasındaki süreklilik ilişkisi sadece Küresel Güney açısından değil, Küresel Kuzey bakımından da geçerli hâle gelecektir. Dolayısıyla gerek otoriterlik ve demokrasi gibi kavramların açıklanması bakımından gerek isyan ve takip eden on yıllık süreci anlamak bakımından maddeci bir perspektifin açıklayıcı gücüne ihtiyaç vardır.
Arap Baharına Giden Yol[19]
Yoksulluk tartışması bağlamında isyanlara sahne olan Arap coğrafyasının yoksullaşma sürecine dair Naeem Inayetullah ve David Blaney iki farklı anlatıya başvurmaktadır. Bunlardan ilki Dünya Bankası’nın da fikirlerine temel oluşturan Jeffrey Sachs’ın The End of Poverty (2005) çalışmasındaki anlatıdır. Buna göre, Batı’da insan emeği ve bilgisini servet yaratmak üzere kullanan bazı ülkeler gelişmiş, bu esnada oluşan farklı gelişim dereceleri eşitsiz gelişmeye yol açmış ve dünyanın bazı bölgeleri zenginleşirken diğerleri yoksul kalmıştır. Bu çerçeveden, piyasa rekabetini tüm dünyaya genişleterek gelirleri arttırmak ve yoksulluğu azaltmak mümkündür. İkinci anlatı L. S. Stavrianos’un Global Rift (1981), Eric Wolf’un Europe and the People without History (1982) ve Alexander Anievas ile Kerem Nişancıoğlu’nun How the West Came to Rule: The Geopolitical Origins of Capitalism (2015) çalışması gibi yapıtlara dayanmaktadır. Buna göre, dünyanın birbirinden farklı noktalarında kalkınma ve azgelişmişlik ‘tekil ulusal bakış açılarından’ değil bu iki olguyu yöntemsel bir bütünlük içinde ele alarak anlaşılabilir. Buna göre dünyanın bir bölümündeki zenginliğin oluşumunda azgelişmiş bölgelerden çeşitli biçimlerde transfer edilen servet önemli bir rol oynamaktadır.
Kapitalizmin tarihine dair daha kapsamlı bir soyutlama düzeyine karşılık gelen bu tartışma bu yazının sınırlarını aşsa da Mısır kapitalizminin gelişimini küresel kapitalizmin tarihi içinde konumlandırmaya dönük yaklaşımları anmak açısından önem taşımaktadır. Söz gelimi yukarıda anılan tikelci yaklaşımdan kaçınmak ve bu tarihselliği vurgulamak adına Aaron Jakes ve Ahmad Shokr’un kısa süre önce yayımlanan çalışmalarına “Mısır Kapitalizmi Değil, Mısır’da Kapitalizm” başlığını vermeleri bu bakımdan fikir verici bir nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte okuduğunuz bu çalışma, Mısır’daki 2011 ve 2012 ayaklanmalarına varan süreci neoliberal dönemin yoksullaştırıcı etkileriyle sınırlı olarak ele almaya çalışacaktır.
Mısır’da neoliberal politikaların uygulanmaya başlanması Enver Sedat dönemine tekabül etse de bu politikalar Sedat’ın selefi Cemal Abdül Nasır’dan devraldıkları üzerine kuruldu. Nasır dönemi politikaları devlet öncülüğünde kamu hizmetlerine, fiyat kontrollerine ve servetin yeniden dağıtımına odaklanan politikaları temel alıyordu. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan Nasırcılık, savaşın ardında bıraktığı ekonomik yükün yanı sıra Süveyş Kanalı’nın kapatılması ve Sina yarımadasının kaybedilmesi gibi gelişmelerle ciddi bir prestij kaybı yaşamıştı.
Nasır’ın 1970’teki ölümünün ardından göreve gelen Enver Sedat ise “düzeltici hareket” olarak adlandırılan politika setiyle tam tersi bir siyaset izledi. Bu kapsamda, devlet öncülüğünde kalkınma terk edildi ve yerine açık kapı (infitah) siyasetiyle yerli ve yabancı özel yatırım teşvik edildi. Nasır döneminde sürgüne gönderilmiş varlıklı Müslüman Kardeşler üyeleri Körfez Ülkeleri’nden geri dönmek üzere davet edildi ve Nasır dönemi toprak reformu esnasında ağır aksak da olsa dağıtılan topraklar el konularak eski sahiplerine iade edildi. Bunun sonucunda bir dönem Arap milliyetçiliğinin sembolü ve ülkede sosyalist blokun önemli müttefiklerinden olan Mısır, Birleşik Devletler’in bölgedeki en önemli ittifak gücü hâline dönüşerek Bretton Woods kurumlarının rehberliğinde bir kalkınma politikasına yöneldi. Sedat döneminde tüketici desteklerinin hızla azalması sonucunda 1977 yılında ‘Ekmek Grevi’ olarak bilinen büyük isyana kadar yoğun biçimde uygulanan IMF politikaları, daha sonra hızını azaltsa da uygulanmaya devam etti.
Ekmek Grevi sonrası başlayan yavaşlama 1981 ile 2011 arasında görev yapan Hüsnü Mübarek döneminde neoliberal ajandanın yeniden ivme kazanmasıyla sona erdi ve infitah politikası daha özenli bir biçimde derinleştirilerek 2000’lere kadar sürecek yeni bir özelleştirme, düzensizleştirme, serbestleşme ve finansal genişleme dönemi başladı. Bu on yıllar aynı zamanda Küresel Güney’deki pek çok ülkede düzensizleştirmeyi hızlandırmak üzere IMF öncülüğünde Yapısal Uyum Programları’nın dayatıldığı yıllardı. Ekmek Grevi’nin ardında bıraktığı etkiyle 1980’lerde bu Programa direnen Mısır, 1991 Irak Savaşı’nın yarattığı iklimde IMF ve Dünya Bankası ile Yapısal Uyum Programı Anlaşması imzalayacaktı. Bu ilişkinin ilerleyen yıllarda daha da sistematik bir nitelik kazanmasıyla 2000’lerin ortalarına gelindiğinde Mısır, IMF tarafından örnek ülke olarak gösteriliyordu.
Pek çok diğer neoliberalleşme deneyiminde olduğu gibi Mısır’da da devlet, özel sektörün gelişmesinde önemli bir rol oynadı ve izlenen yeniden bölüşüm politikaları sınıf kompozisyonuna büyük etkide bulundu. Özellikle Mübarek döneminde orduya bağlı işletmelerin gelişimi gözlemciler tarafından sıklıkla vurgulanan bir faktör oldu. Elbette bu yabancı sermayenin ve özel sektörün önemsiz olduğu anlamına gelmiyordu. Mısır ekonomisi bu süreçte, petrol ve türevi ürünler dışında dünya ekonomisine üretim alanında gıda ve tekstil, finans bakımından da gayrimenkul sektörünün finansallaşması ve borsa üzerinden eklemlenmişti.
Hemen hemen bütün ekilebilir arazilerin sulama imkânına sahip olması nedeniyle gıda ve tarım Mısır ekonomisinde oldukça önemli bir yer tutuyor. Ham ve işlenmiş gıda ihracatı ülkenin en önemli iki ihraç kalemi arasında yer alırken peynir, pirinç, üzüm, patates ve turunçgiller gibi tarımsal ürünler kayda değer bir yer kaplıyor. Öte yandan 1990’lardan başlayarak Yapısal Uyum Programı kapsamında tarım piyasalarının liberalizasyonu ve devlet mülkiyetindeki arazilerin metalaştırılması sonucunda kır ve kent ile küçük çiftlikler ve büyük ticari tesisler arasındaki eşitsizliğin gitgide büyümesi bu önemli sektör üzerinde büyük olumsuzluklara yol açtı. 1990’ların ikinci yarısında bu politikaların hayata geçirilmesi sürecinde devlet açık bir biçimde zora başvurarak çok sayıda çiftçiyi yaşam alanlarından sürdü. Ekonominin dönüşümüne koşut olarak Mısır’da tarım sektörü işgücünün feminizasyonu gibi bir olguyu da deneyimledi. Fakat, bu olgu cinsiyet eşitlikçi bir perspektiften çok bu sektörde çalışma koşullarının kötüleşmesinin ardından erkek işgücünün göç etmesinden kaynaklandı.
Yine de ülkenin neoliberalizme eklemlenme sürecinin en berrak örneğini, ülke ticaretinde önemli bir yer tutan tekstil sektörünün ortaya koyduğunu ifade etmek uygun görünmektedir. Bir Dünya Bankası raporu, Mısır’ın başka bazı MENA ülkeleri gibi küresel piyasada görece ucuz işgücü ile karşılaştırmalı bir üstünlüğe sahip olduğunu ifade etmiş, bu ‘avantajı’ ülkenin dünya pazarındaki gelişiminin anahtarı olarak işaret etmiştir. Çalışma ilişkilerinin düzensizleştirilmesi ve özelleştirme ise bu karşılaştırmalı üstünlükten faydalanmak ve yeni yatırımlar çekmek üzere Mısır ekonomisinin etkin biçimde kullandığı en önemli iki araç olmuştur. Mısır tekstil endüstrisi tarihsel olarak bölgedeki en büyük tekstil endüstrilerinden biri olarak bilinmektedir. Dahası, neoliberal dönemde Nitelikli Sanayi Bölgeleri olarak adlandırılan yeni üretim merkezleri inşa edilmiştir. Mısır, ilk Nitelikli Sanayi Bölgesi anlaşmasını Ürdün’ü takiben 1997 yılında ABD ve İsrail’le imzalamıştır. Bu anlaşmalara göre bu bölgelerde imal edilen ürünler ABD pazarlarına gümrük vergisinden muaf olarak sunulacak ve imalat aşamasında belli oranlarda İsrail menşeli ürün kullanılacaktır. 2008 yılında Mısır’daki sayıları yedi olan bu üretim bölgelerinin sayısı bugün on beşin üzerindedir ve Marks & Spencer, GAP, Walmart, Levi Strauss, Target ve Calvin Klein gibi dünya markalarının da içinde olduğu binden fazla şirket bu bölgelerde üretim yapmaktadır. Nitelikli Sanayi Bölgeleri’nde yapılan üretim Mısır’ın ABD’ye yaptığı toplam ihracatın üçte birini oluşturmaktadır.
Bu anlaşmaları takiben ilk etapta ihracat hızla artsa da 2000’lerin ortasına gelindiğinde yavaşlamış ve yeniden hız kazandırmak için özellikle Dünya Bankası’nın basıncı ile ‘karşılaştırmalı üstünlüğün’ daha iyi değerlendirilmesine dönük yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bu çerçevede, Dünya Bankası jargonuyla, “emek piyasasındaki katılığın ortadan kaldırılması” için asgari ücret düzenlemeleri, kıdem tazminatı, işe alma ve işten çıkarmaya dair düzenlemeler ve vergi düzenlemeleri gibi işçi sınıfı aleyhinde çok sayıda düzenlemeye gidilmiştir.
Bu süreçte emekçi sınıfları olumsuz anlamda etkileyen bir diğer faktör de özelleştirmeler olmuştur. Uluslararası finansal kuruluşların kılavuzluğu altında, büyüme ve istihdamın en iyi özel sektörde başarılabileceği vazedilmiş, bunun güçlü ve sürdürülebilir büyümenin motoru olacağı beklenmiştir. Dolayısıyla devlet mülkiyetindeki firmaların özelleştirilmesiyle üretkenliğin arttırılabileceği ve yeni yatırımlar çekilebileceği düşünülmüştür. Özelleştirme programı, un ve çelik fabrikalarını, gayrimenkul kuruluşlarını, bankaları, otelleri ve telekomünikasyon şirketlerini kapsamıştır. Tahmin edilebileceği gibi tekstil de bu dalgadan nasibini almış ve kamu mülkiyetindeki kuruluşların oranı iplikte %90’dan %50’ye giyimde de %30’dan %10’a düşmüştür. Özelleştirilen şirketlerin büyük bölümü Asya ve Körfez ülkelerine bağlı sermaye grupları tarafından alınmıştır. Sonuç, çalışma koşullarının ciddi biçimde bozulması ve devasa istihdam kayıpları olmuştur. Buna göre 1999’dan 2007’ye gelindiğinde bu endüstrideki istihdam 340 bin düzeyinden 240 bin düzeyine gerilemiş, reel ücretler de %4 düşüş göstermiştir. İşsizliğin halk isyanlarının arkasında yatan en ciddi problemlerden biri olduğu anımsanırsa bu rakamların makroekonomik istatistiklerin ötesinde oldukça ciddi toplumsal karşılıklara sahip olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Neoliberal dönemde finansal sektör hemen her yerde dünya ekonomisine eklemlenme sürecinde en önemli kanallardan bir tanesi oldu. Bu eğilimle uyumlu olarak Mısır da finansal piyasalarının serbestleşmesini 1990’ların başında başlattı. Yine de daha önemli itilim emlak sektörünün serbestleşmesi ve buna bağlı sermaye akışlarıyla gerçekleşti. Bu pazarın serbestleşmesi kentsel arazilerin kitlesel biçimde satışını ve Körfez sermayesinden ticari tarım, tatil işletmeleri ve lüks konutlar gibi bir dizi alanda ciddi yatırımları tetikledi. Finansal açıdan, bu sürecin en önemli çıktısı hisse senetleri piyasasının büyümesiyle mortgage ve tahvil piyasalarının ortaya çıkması oldu. Körfez sermayesinin Mısır ekonomisinin hayati sektörleri üzerindeki kontrolünün artması, Orta Doğu’da neoliberal politikaların yoğunlaşmasıyla da ilişkili olarak ele alınmaktadır.
Yoksulluk ve İsyanlar
Küresel Güney’deki başka ülkelerle benzer dinamikler gösteren Mısır’da, neoliberal sürecin çıktıları yoksulluğun azaltılmasını sağlamadığı gibi belli bakımlardan tabloyu daha da ciddileştirdi. Bu süreçte ülke, yabancı sermaye akışlarına bağımlı hâle gelirken üretken etkinliğe dayalı rekabetçi bir kapasite inşa edemedi. Bunun sonucu, ticari açıkların önemli oranda büyümesi oldu. 25 Ocak 2011’de isyan patladığında ülke ekonomisi yukarıda özetlenen sürecin sonunda, bir tarafta uluslararası sermaye fraksiyonlarıyla bağlantılı yerli bir kapitalist sınıfın önemli ölçüde büyümesini sağlarken diğer tarafta yoksulluğun artışı, işsizlik, sosyal dışlanma gibi bir dizi kırılganlık üretmiş durumdaydı. Haklar ve özgürlüklerle ilgili taleplerin yanı sıra artan gıda fiyatları, yoksulluk, özellikle genç nüfusta işsizlik ve 2008 krizinin neden olduğu iktisadi dalgalanmalar isyanın altında yatan başlıca nedenlerdi.
İsyanın öncesinde yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlar ülke nüfusunun yüzde 40’ına yükselmişti. Kamu harcamalarındaki kesintiler halkın yaşam koşulları üzerinde ciddi etkilerde bulunmuş, 2000 ila 2006 arasında Mısır’da, çocukların yüzde 20’si yetersiz beslenme nedeniyle gelişim problemleri göstermişti. Yine aynı dönemde, ülkede okuma yazma oranı dünya ortalamasının hayli gerisinde yüzde 66 olarak tespit edilmişti. Özellikle kır ve kent arasındaki eşitsizliğin büyümesi, kırsal nüfusun yoksullukla çok daha sert bir biçimde karşı karşıya kalmasına yol açtı. Yoksul nüfusun yaklaşık yarısı kırsal bölgelerde yaşıyor ve küçük toprak sahipliği ya da tarım işçiliğiyle geçinmeye çalışıyor. Kırsal nüfusun bazı kesimleri hâlâ güvenilir su ve temizlik konusunda sorun yaşıyor. Çocuklarda yetersiz besine dayalı gelişim problemleri de en sık bu bölgelerde gözlemleniyor. Bu koşullardan kaçmaya çalışan nüfusun kente göçü ise isyan öncesine damga vuran gıda fiyatlarındaki yükselişin önemli nedenlerinden birini oluşturdu. 2000’den 2007’ye dek artış trendinde olan gıda tüketici endeksi, 2007 ila 2009 arasında yüzde 42’lik bir artış göstermiş ve isyanları açıklarken buna sık sık atıf yapılmıştı. Öyle ki daha 2008 krizi patlamadan Mısır, Ürdün, Filistin, Suriye ve Yemen’de 1,11 milyon insan bir anda yoksulluk sınırının altına düşmüştü. [20]
Ülkede enformel sektörün büyümesi ve işsizlik seviyeleri de genel anlamda yoksulluktaki artışın boyutları hakkında fikir vermektedir. Mısır’da 1988’den 2006’ya kadar geçen süre zarfında saatlik reel ücretler genel olarak yüzde 6,7 oranında özel sektörde ise yüzde 16 düzeyinde gerilemişti. Fakat öte yandan aynı dönemde Mısır ekonomisinin istikrarlı bir biçimde büyüdüğü ifade ediliyordu. Söz gelimi 2003 ila 2008 arasında Mısır yüzde 5 GSYİH büyümesi kaydederek IMF’nin örnek öğrencisi olarak tanıtılıyordu. İki veri arasındaki tezat neoliberal sürecin karakteriyle bütünüyle uyumlu görünmekte, yerli ve uluslararası sermaye fraksiyonlarına aktarılan değerin kaynağını açıklamaktadır. Bu büyüme emeğin baskılanması ve değersizleşmesinin yanı sıra spekülatif araçlarla gerçekleşmiş ve istihdama yansımamıştı. Öyle ki gıda fiyatlarındaki yükselişin yanı sıra genç işsizliğinin endemik bir karakter kazanması, isyanlar sürecinde en çok dile getirilen faktörlerden bir tanesi olmuştu.
2008 yılında MENA’da işsizlik yüzde 11 olarak tespit edilmiş ve dünyada işsizliğin en yüksek orana sahip olduğu bölge olarak kaydedilmişti. Aynı yıllarda dünya genelindeki ortalamanın yüzde 5,3 olduğu göz önünde bulundurulduğunda söz konusu verinin ciddiyeti daha belirgin anlaşılmaktadır. İşsizliğin bölge ülkelerinde 15-24 yaş arası gençler arasında çok daha yaygın olduğu biliniyor. Kısa süre önce yayımlanan kapsamlı bir araştırma,[21] 1991 ila 2019 arasındaki 29 yıllık sürenin 27 yılında genç işsizliğin yüzde 20’nin 8 yılında ise yüzde 30’un üzerinde olduğunu ortaya koyuyor. Dünyada bu bakımdan öne çıkan yirmi beş ülkenin onunu MENA ülkeleri oluşturuyor. Çalışma ayrıca Mısır’ın da içinde olduğu dört MENA ülkesinde 2000 ila 2014 arasındaki keskin GSYİH büyümesine rağmen genç işsizliğin herhangi bir iyileşme göstermediğini de doğruluyor. Bütün bu veriler ışığında isyana sebep olan politikaların ardında bıraktığı yıkım, daha anlaşılır hâle geliyor.
Arap Baharından Sonra
‘Kapitalistler düşman kardeşler gibi, yağmalayarak el koydukları başka insanların emeğini kendi aralarında (…) bölüşürler.’
Karl Marx, Artı-Değer Teoriler, Cilt II: 24
İyi bilindiği üzere isyanın başlangıcından bir ay sonra Hüsnü Mübarek istifa etti ve izleyen aylarda ülke bir seçim ve ona koşut gelişen eylemlilikler silsilesinin içine girdi. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi, 30 Haziran 2012’de göreve geldi ve Temmuz 2013’te Abd al-Fattah el-Sisi’nin yönettiği darbe ile görevden alınana kadar iktidarda kaldı. Böylesi türbülanslı kriz anları “güvenilir karşı hegemonik alternatiflerin oluşturulamadığı durumlarda egemen sınıfın hegemonyasının yeniden tesis edildiği ‘organik momentler’”[22] olarak düşünülebilir. İsyanın ardından karşı karşıya kalınan tablo da bunu anımsatmaktadır: Neoliberal ajanda üstün gelmiş ve hatta fırtınalı bir sürecin ardından daha da derinleşmiştir. Dahası ne Mursi hükümeti ne de el-Sisi rejimi, farklı biçim ve araçlara başvursalar da farklı paradigmalar izlemiştir. Mübarek’in istifasının ardından, uluslararası finansal kuruluşlar bölgeye dönük nüfuzlarını arttırma yönelişiyle istikrar ve düzen vurgusuna ağırlık vermişlerdir. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası 2011 yılında bölge ülkeleriyle işbirliğini hedeflemiş ve 2015 yılında Mısır ile Banka arasında ilişkiler başlamıştır. Yine Mursi hükümeti Aralık 2012’de bir IMF kredisi kullanmaya karar vermişse de halkın yaygın tepkileri karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Darbenin ardından el-Sisi rejimi bu krediyi kullanmış, katı kemer sıkma tedbirleri, neoliberal bir vergi politikası, düzensizleştirici reformlar ve işçi haklarını kısıtlayıcı düzenlemelere gitmiştir.[23] Öte yandan El-Sisi rejiminin geleneksel iş çevreleri yerine asker kökenli girişimcileri destekleme ve Körfez ülkeleriyle işbirliği yapma yönünde güçlü bir yönelişe sahip olması devlet-sermaye ilişkilerine yeni bir boyut katmıştır. Yine de ifade edilmelidir ki, buradaki farklılaşmalar paradigma değiştirici bir kopuştan çok sermaye fraksiyonları (veya düşman kardeşler) arasındaki ikincil bölüşüm ilişkilerine dair bir farklılaşmaya karşılık gelmektedir. Bu çerçevede, isyanın ardından oluşan boşluk ve kriz ortamı, isyana yol açan politikaları daha da fazla (more of the same) uygulayarak yönetilmeye çalışılmıştır.
Daha rafine biçimde ifade etmek adına, bu iki yaklaşımın aynı paradigmanın çatısı altında iki farklı tarzı temsil ettiği söylenebilir. Ayaklanmalar süresince Müslüman Kardeşler mahallelerde bulunan cemaat ilişkileri nedeniyle toplumsal mobilizasyonda önemli bir rol oynamış ve bunu zamanla ideolojik ve politik bir etkiye dönüştürmüştü. Öte yandan kapitalizmin doğurduğu temel sorunlara yanıt üretebilecek ufuktan ise oldukça uzaktı.[24] Daha da önemlisi, neoliberal bir ekonomik programa sahipti ve öncü kadrosunun sınıf bileşimi bunun ötesine geçmesine de elverişli değildi. Nitekim zamanla tutumu, grevleri kırmaya ve gösteriler esnasında eylemsizliği propaganda etmeye dönüştü. Böyle bir konjonktürde, Müslüman Kardeşler, hareketin sahip olduğu dinamizmi içerme ve eski yönetim tarzlarını restore etmeye aday bir güç olarak öne çıkmıştı.[25] Öte yandan, bunu başaramadığı noktada devletin ağır eli devreye girdi ve Mareşal el-Sisi düzeni sağlamak üzere sahneye çıktı. Tüm bu süreçlerin sonunda ise kamu borcu sürdürülemez bir noktaya geldi ve yabancı sermaye akışlarına bağımlılık arttı.
Sonuç: Kayıp On Yıldan Kaçınmak
Dünya Bankası’nın girişte anılan değerlendirmesi, “politik patolojileri” sorunun kaynağı gören yaklaşımları anımsatırcasına, yeni bir kayıp on yıldan kaçınmanın yolu olarak “zayıf ve yozlaşmış hükümetler karşısında özel teşebbüse kapıyı açmayı ve ekonomiyi serbestleştirmeyi” önermektedir. Öte yandan, bu çalışmada tartışıldığı üzere Arap coğrafyasındaki ayaklanmaların altında yatan nedenler sadece zayıf ve yozlaşmış hükümetlerle değil aynı zamanda “açık kapı” politikasının özenli bir biçimde uygulanmasıyla da yakından ilişkilidir. Dolayısıyla yeni bir kayıp on yıldan nasıl kaçınılacağı sorusu egemen fraksiyonlarla halkın siyasi programı arasındaki farkı gündeme getirmektedir.
İsyanların Mısır ayağında, emek hareketi ve geniş anlamda halk kesimleri kalıcı bir hâkimiyet veya hegemonya tesis edemese de oldukça görünür bir yer işgal etti. Bazı anlarda ortak sınıf çıkarlarına uygun biçimlerde de davrandı ve alternatif talepler ortaya koydu. Örneğin halk güçleri kredi paketlerini borç zincirinin yeniden kurulması olarak görerek etkin bir muhalefetle karşı durdu. Benzer şekilde, birbiri ardına gerçekleştirdiği grevlerde bağımsız sendikalar özelleştirilen işletmelerin yeniden millileştirilmesini, grev hakkının yasal olarak tanınmasını ve asgari ücretlerle iş güvencesinin iyileştirilmesini kararlılıkla talep etti. Eylül 2011’deki kitlesel grevde, talepler eğitim reformundan sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesine dek daha geniş bir yelpazeye yayılıyordu. Eğer soru MENA bölgesinde yeni bir kayıp on yıldan nasıl kaçınılacağı ise bunun yanıtı halkın siyasi taleplerinde bulunabilir. Her ne kadar bunlar her zaman bütüncül ve tamamıyla tutarlı bir karakter sergilemese de şayet egemen paradigmadan bir kopuş söz konusu olacaksa anılan talepler en azından bir başlangıç noktası teşkil etmektedir.
[1] Mısır’ın öne çıkan rolüne ilişkin bir tartışma için bkz. Sungur Savran. Arap Devriminin Sorunları. Devrimci Marksizm, sayı 17-18, Kış-İlkbahar 2013.
[2] Galip L. Yalman. Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Stratejisi mi? Praksis. 2002. Sayı 5.
[3] Steven Cook. (2007). Ruling but Not Governing: The Military and Political Development in Egypt, Algeria, and Turkey. Baltimore: The John Hopkins University Press. (Aksi belirtilmedikçe İngilizce kaynaklardan yapılan çeviriler yazara aittir).
[4] Aktaran Adam Hanieh. (2013). Lineages of Revolt: Issues of Contemporary Capitalism in the Middle East. Chicago: Haymarket Books.
[5] Bryan S. Turner. (1994). Orientalism, Postmodernism and Globalism. London: Routledge. Ayrıca bkz. Demet Dinler. Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi. Praksis. 2003. Sayı 9.
[6] Aziz Al-Azmeh (2009). İslamlar ve Moderniteler. İstanbul: İletişim.
[7] Galip L. Yalman. (2009). Transition to Neoliberalism: The Case of Turkey in the 1980s. Istanbul: Bilgi University Press.
[8] Yalman (2009) ve Hanieh (2013).
[9] Hanieh, 2013.
[10] Nicos Poulatnzas. (1978). State, Power, Socialism. New York: Verso.
[11] Joel Beinin. (2021). A Critical Political Economy of the Middle East and North Africa. California: Stanford University Press.
[12] Beinin (2021) ve Hanieh (2013).
[13] Hanieh (2013); Beinin (2021); Ajl, Max, Haddad, Bassam, & Abul-Magd, Zeinab. (2021). State, Market, and Class: Egypt, Syria, and Tunisia. A Critical Political Economy of the Middle East and North Africa içinde.
[14] Krş. Sümercan Bozkurt-Güngen. (2019). Labour and Authoritarian Neoliberalism: Changes and Continuities Under the AKP Governments in Turkey, South European Society and Politics, DOI: 10.1080/13608746.2018.1471834
[15] Hanieh (2013) ve Ziya Öniş & Fikret Şenses. (2005). Rethinking the Emerging Post-Washington Consensus. Development and Change, 36(2), 263–290. doi:10.1111/j.0012-155x.2005.00411.x
[16] Naomi Klein. (2007). The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism. New York: Metropolitan Books. ve Eugenieo Rivera, Hugo Calderon, Jaime Ensignia. (1982). Friedman Modeli Kıskacında Şili (1973-1981). İstanbul: Belge.
[17] Gill, Lesley. (2004). The School of the Americas: Military Training and Political Violence in the Americas. Durham: Duke University Press. (Orijinal ismi The School of Americas olan çalışma Türkçe’ye Sosyal İnsan Yayınları tarafından 2009 yılında Darbeciler Okulu olarak çevrilmiştir.)
[18] Pınar Bedirhanoğlu & Galip Yalman. (2010). State, Class and Discourse: Reflections on the Neoliberal Transformation in Turkey. A. Saad-Filho & G.Yalman (eds.), Economic Transitions to Neoliberalism in Middle Income Countries, London: Routledge içinde.
[19] Betimleyici bir tarzla kaleme alınan bu alt bölümde çeşitli kaynaklara tekrarlı bir biçimde başvurulmuştur. Okuyucuyu yormamak adına bu bölümde kullanılan kaynaklar aşağıda listelenmiştir:
Rabab El-Mahdi and Philip Marfleet. (2009). Egypt: The Moment of Change. London: Zed Books.
Naeem Inayetullah and David L. Blaney. Race and Global Inequality. Race, Gender, and Culture in International Relations içinde.
Aaron Jakes ve Ahmad Shokr. (2021). Capitalism in Egypt, Not Egyptian Capitalism. A Critical Political Economy of the Middle East and North Africa içinde.
Ayrıca Hanieh (2013); Ajl et al. (2021).
[20] Hanieh, 2013.
[21] Ross Ferguson & Nicola Yeates. (2021). Global Youth Unemployment: History, Governance and Policy. Edward Elgar Publishing.
[22] Bedirhanoğlu & Yalman, 2010. Krş. Hanieh, 2013; Klein, 2007.
[23] Yanis Iqbal. (2021). Neoliberal Authoritarianism in Egypt. Socialist Project.
[24] Vijay Prashad. (2016). The Death of the Nation and the Future of the Arab Revolution. California: University of California Press.
[25] Hanieh (2013).