Ahir Zamanda Borç
İnsanın kıyameti, bir geleceksizlik düşüncesiyle birlikte var olur. Başka bir deyişle kıyamet, sonranın yokluğudur. Kıyamet ufku ile içinde bulunulan zamanı bir arada karşılayan ahir zaman kavramı, canlı yaşamlarımızın bu kıyamet ufkuna ne kadar yakın ya da uzak olduğunu ima eder. Dolayısıyla, ahir zaman, kıyamet düşüncesini sürekli içinde barındıran zamandır. Ahir zaman ve kıyamet arasındaki mesafe ise kıyamet sonrasına dair tahayyülsüzlük (yani gelecek hakkında bir imgelemin olmaması) ile birlikte düşünülüp ölçülebilir. Eğer tümüyle teolojinin alanında konuşmuyorsak, ahir zaman geleceksizlik üreten iktidar ilişkileriyle irtibatlı olduğu ölçüde, bir kıyamet ufkuna işaret eder. Bu bağlamda, yaşamlarımız ile kıyamet ufku arasındaki mesafeyi ölçmenin yollarından biri, bizi saran finansallaşma ve borçlanma dinamiklerinin göstergeleriyle okunabilir.
Finansallaşma çağının bir ahir zamana, borcun ise bir geleceksizlik ufkuna referansta bulunduğu bir dönemden geçiyoruz. Öyle ki, finansallaşma çağında toplumsal yaşama katılım, gündelik yaşamın idaresi borç ile sıkı sıkıya ilişkili. Borçlandıkça tüketebilir, toplumsal yaşama katılabilir, varlığımızı devam ettirebilir haldeyiz. Borç, gelecekteki üretkenliği ve gelir elde etmeyi, bu gelirle de borcu ödeyerek gelecekte var olma garantisini içeriyor. Dolayısıyla, borç üzerine kurulu bu döngüde, geleceğe dair tahayyül ancak üretkenlik ve gelir elde etme zorunluluğuyla birlikte var olur.
Gelgelelim neoliberal finansallaşma çağında, gelecekteki üretkenlik bir garanti olarak verili sunulmaz; aksine, yaşamlarımızın giderek daha fazla kırılgan ve güvencesiz hale geldiği bu dönemde, geleceksizlik fikri tüm toplumsal katmanlarda yaygın hale gelmiştir. Geleceğe dönük bir beklenti, öngörü ve(ya) hayalin olmadığı bu ahir zamanda, kıyamet ufku giderek dahabelirginleşmekte, geleceksizlik fikri yaygınlaşarak kıyamet sonrasının temel karakteriyle iç içe geçmektedir. Bu bağlamıyla günümüzde borçsuz bir yaşam sürdürebilme imkânının ortadan kalkmış olması ve borçtan kurtulmanın imkansızlığı fikrinin ürettiği şiddetle karşı karşıyayız. Sık kullanılan bisiklet metaforunda olduğu gibi bir bataklığın (borç bataklığı) içerisindeyiz. Pedallarsak daha fazla batacağız, pedallamayı bırakırsak yine kaçınılmaz bir şekilde bataklığın içine doğru çekileceğiz. İleri bir zamanda bataklıktan çıkma tahayyülünü imkânsız kılan bu metaforu uyarlarsak, borçlanmazsak yaşamlarımızı sürdüremeyecek, borçlandıkça ise bağımlığımızı artıracağız. Bu döngüden kurtulmanın imkansızlığı, kendiliğinde bir şiddet yaratmakta ve zamane olanı ahir zamana; kıyameti sonrasının imkansızlığını, gelecek bir zamanda borç döngüsünden kurtulmanın imkânsızlık tahayyülüne yakınlaştırmaktadır.
David Graeber “borç gelecekteki üretkenlik vaadinden başka nedir ki…?” diyerek bir kıyamet ufkundan bahsetmektedir. Kıyamet ufkunu borçlanma ile gelecekte üretme arasına yerleştirmekte ama gelecekte üretme ihtimalinin zayıflığını göz önünde bulundurarak bir ufkun sınırlarına işaret etmektedir. Bir tür kıyamet sonrasının düşünülemezliği ile gelecekte üretip borcunu ödeyememezlik fikri arasında ilişki kurulabilir. Nitekim Graeber, “küresel borç seviyelerinin yükselmeye devam ettiğini söylemek, bir kolektivite olarak insanların gelecekte şu anda ürettiklerinden daha fazla miktarda mal ve hizmet üreteceklerine dair birbirlerine söz verdiklerini söylemenin başka bir yoludur. Ancak mevcut durum bile açıkça sürdürülemez. Gezegeni giderek artan bir hızla yok eden şey tam da budur” demek suretiyle bu durumu ifade etmektedir. Yani Graeber’in perspektifinden baktığımızda ahir zaman, gelecekteki üretimin bugünün borç yükümlülükleriyle örtüşmediği ve bu iki zaman dilimi arasındaki kopukluğun giderek derinleştiği diyalektik bir çelişkiye işaret etmesidir.
Bilindiği üzere borç, binlerce yıl öncesine kadar uzanan, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. Zaman içinde hem borcun anlamı ve türevleri dönüşmüş hem de borç, insanlar arasındaki ilişkileri dönüştürmüştür. Kapitalist düzenin neoliberal aşamasında artan finansallaşmayla birlikte borç, hukuki bir sözleşme olarak yükümlülükler üretmeye devam etmemiş’ aynı zamandafinansallaşmayla birlikte bundan çok daha fazlasını içerir hale gelmiştir. Ahir zamanda borç hem pre-modern dönemlerden gelen borç ahlakını kendisinde taşır, hem modern sözleşme yükümlülükleri hala işlevseldir, hem de yeni tabiyet ilişkileri yaratarak iktidarın (yeniden) üretimini yaşamın derinliklerine doğru yayar.
Ahir zamanda borç bu zamana özgün ve kendi çerçeveleri olan ama geçmişiyle kopuşu imleyen bir karaktere değil, geçmişten bugüne biriken iktidar ilişkileriyle devamlılığı olan bir paranteze alma, dönemleştirmenin konusudur. Bu dönemin karakteristik özelliği borcun bir yönetim aklına dönüşmesidir. Bazı topluluklarda ilk çağlarda borcun verilmesi ve ödenmesi bir yargısal sürecin değil, toplumsal yargılama geleneklerinin konusuydu. Yani “cemaat” önünde borç verilir-alınır, borcun yükümlülükleri “cemaat” önünde belirlenirdi. Ki bu tarz bir ilişki borcun toplumsal işlevlerinden birini göstermekte, borç ahlakının biçimlerinden birine işaret etmekte ve hala kimi durumlarda devam etmektedir. Borcun modern anlamda yaygın hali, hukuki bir sözleşmeye dayalı borçlanmadır. Bugün bankalar ve finans kuruluşlarından kredi yoluyla borçlanmak tipik örneklerden biridir. Sözleşmeye aykırı hareket etmek, borcun ödenmesini geciktirmek veya ifa etmemek yargının konusu haline gelmektedir. Böylece borç toplumsal ilişkileri, yargı tehlikesi üzerinden bir kez daha düzenlemektedir. Finansallaşma çağının paranteze alınmasının en temel nedenlerinden biri borcun nüfusun geneline yayılmasıdır. Borç artık, kaçınılmaz şekilde toplumsal ilişkilerin ve simgesel şiddetin üretilmesinde önemli bir bileşen haline gelmiştir. Böylece borç hem alt gelir grubundaki insanları hem de kadınları sisteme daha fazla dahil ederek genelleşmiştir.[1]
Bu denli yaygın ve çok çeşitli şekillerde toplumsal işlevler kazanan borcun evreni, yeni bir insan tipinin üretimini beraberinde getirmektedir. Bu yönüyle ifade edilebilir ki, neoliberal aşamada borcun evreni katmanlıdır; bu katmanlar, bir yanında tabiyet ilişkilerinin çoğalmasını ve çeşitlenmesini, diğer yandan şiddet biçimlerinin hayatımızın her anına farklı biçimlerde, binbir maskeyle dahil olmasını içerebilir. Borcu ahir zamanda bir iktidar üretim alanına dönüştüren şey, sadece borçlu-alacaklı arasında kurulan bir ilişkiden çok, daha çetrefilli ve katmanlı iktidar üreten ilişkilerin alanı haline gelmesidir.
Eğer Graeber’den hareketle çizilecek bir kıyamet ufku söz konusuysa, kapitalist sistem tarihinde (homo-economicus soyunun) son insan figürü, Maurizio Lazzarato’nun ifade ettiği şekliyle “homo-debitor (borçlandırılmış insan)” olabilir. Ona göre homo-debitor,yani borçlandırılmış insan, finansallaşma çağının yarattığı özgün bir insan tipidir; bu insan, borç üzerinden kurulan iktidar ilişkilerine tabii olan, yaşamı boyunca bu ilişkilerin belirleyiciliğinde hareket eden bir figürdür. Her ne kadar borç tarih boyunca çeşitli şekillerde var olmuşsa da borçlandırılmış insan, finansallaşma çağına özgü bir kapitalizm içerisindeki insan türüdür. Lazzarato’ya göre “borçlandırılmış insan doğumundan ölümüne kadar, kendisine tüm hayatı boyunca eşlik edecek bir alacaklı-borçlu iktidar ilişkisine tabidir. Eskiden cemiyete, tanrılara, atalara karşı borçluysak da artık Sermaye ‘tanrı’sına borçluyuz.”[2]
Ahir zamanda borç, yalnızca bireylerin yaşamına eşlik eden geçici bir yük olmaktan çıkarak, tüm bir hayatı şekillendiren, ‘bir insan türü’ yaratan bir iktidar aracına dönüşür. Bu yeni insan türü, kıyamet ufkuna doğru giden şimdiki zamanın “özne”sidir. Eğer kıyamet ufkuna giden bir yol varsa, burada yolcunun (öznenin) akıbeti ve tecrübeleri oldukça önemlidir. Yolun rotası bazen yolcunun izini sürerek anlaşılabilir. Bu sebeple önce borcun evrenine yani içinde yaşanılan finansallaşma ve borç dünyasına, bu dünyada kurulan iktidar ilişkilerine; sonra borcun ortaya çıkardığı şiddet ve tabiyet ilişkilerinin misallerine bakmakta fayda var.
Borcun Evreni
Borç tarih boyunca “ahlak” üretegelmiştir. Çağların ötesinde borcu bir yönetim aygıtına dönüştüren ve iktidar üreten ilişkinin dinamiği haline getiren “kadim” mesele ahlak üretmesidir. Eskiden “borç yiğidin kamçısıdır” denirken kastedilen, borcu olanın bir ahlak sahibi olduğu ve çalışarak borcu ödemesi gerektiğiydi. Bu kamçı emek vermekti. Çalışma ahlakını çağırırdı. Böylece yönetenlerin eline güçlü bir ideolojik silah verilmiş olurdu. Sonucunda ise bu ‘ahlak’a sahip kişi “yiğit” bellenir, erkeklik yeniden üretilirdi. Borçla, kişinin davranışlarını ve duygularını yönetmek, onu bir “erkek” olarak yeniden tasdik etmek, emeğini satmak zorunda bırakmak gibi alt metin okumalarının her biri bir “ahlak” adıyla yaşama dahil oluyordu. Bugün de “ahlak” farklı anlam, ilişki ve formlarda borçla birlikte var olmaya devam ediyor.
Günümüzde borcun farkı ise çalışma ahlakının dahi işletilemeyeceği bir geleceksizlikte olmamızdır. O halde finansallaşma çağında yeni bir insan türü yaratan ve çeşitli şiddet-tabiyet biçimleri ortaya çıkaran borç, nasıl bir evrene sahiptir?
Achille Mbembe bu durumu şahane şekilde ifade etmiştir. Ona göre, “eğer geçmişte bireyin dramı sermaye tarafından sömürülmek idiyse, bugün çokluk için trajedi artık sömürülemez bile olmak, sermayenin artık hiç ihtiyaç duymadığı, bir kenara terk edilmiş ‘fuzuli insanlık’ içinde sürgün nesnesi olmaktır.”[3] Kıyamet ufkunu görünür kılan belki de Graeber’in bahsettiği gelecekteki üretkenlik ihtimalinin fuzuli insanlık içerisindekiler açısından imkânsız olmasıdır.
Borç madalyonunun bir suretinde tabiyet, diğer suretinde şiddet vardır. Veronica Gago ve Luci Cavallero’nun Türkçe’ye “Borcun Feminist Reddi” olarak çevrilen harika eserlerinde belirttikleri gibi “… borç, belli bir şiddet ekonomisinden başka bir şey olmayan bir itaat ekonomisi düzenler.”[4] Borçlanmak bir şiddet döngüsünün içerisine girmektir. Borcun ödenmesiyle ilgili borç ahlakının baskısı, borcun ödenmediği durumda modern hukuktan kaynaklı yükümlülükler ve borcu ödemek için yaşama dair talep ve fonksiyonlarda eksilme gibi çok ayaklı bir kuşatma şiddeti süreklileştirir. Borç, çalışma ahlakı ve geri ödeme gibi zaman aşırı borç bağlamlarının, anlamlarının ve yükümlülüklerinin bir arada bulunarak bir şiddet döngüsü yaratmasıyla karakterize olur. Finansallaşma çağında ekonomiyi bir şiddet üretim merkezi haline getirmeye yarar.
Borcun evreninin köşe taşlarından biri bireyi öznellikten düşürmektir. Misallerin sonuncusu olan yurttaşlıktan düşmede olduğu gibi borç, bu zamanda belli öznellikleri yerinden eder, yersiz yurtsuzlaştırır. Böylece sömürgeciliğin klasik dönemindeki gibi değersizlik hissi baş gösterir. Yaşama yurttaşlığı savunmak üzerinden müdahil olamama, bir şeyleşme sürecine dönüşür. Aim Cesaire’nin ünlü “kolonileştirme-şeyleştirme”[5] denklemi bir kez daha hayat bulur.
Ahir zamanda borcun evreni ve gündelik yaşamdaki yansımalarına bakıldığında, borcun bir iktidar dispositifi olarak işlev gördüğünü ifade etmek mümkündür. Türkçeye “düzenek, aygıt veya şebeke” olarak çevrilen dispositif kavramı, söylenmiş ve söylenmemiş her şeyi kapsayan ve bunlar arasında kurulabilecek ilişkiler şebekesidir.[6] Dispositifler, işlevleriyle toplumsal-siyasal ilişkileri üretirler. Kimi zaman bir kanun maddesi kimi zaman topluluk olmaktan kaynaklı ve tarihsel boyutları olan insanlar arası ilişkilerle ortaya çıkıverirler. İktidar dispositifi ise bir yönetimsellik içerisinde iktidarı üreten yaşamsal gerçekleri birbiriyle ilişkilendirir. Borç işte bir yandan ahlak bir yandan hukuki yükümlülükle diğer yandan ise yaşamın-öznenin şeyleştirilmesiyle iktidarın yeniden üretimini bu ilişkisellik içerisinde gerçekleştirir. Bu ilişkilendirme dispositifin işlevini gerçekleştirmesini sağlar. Örneğin finansallaşma çağında “fuzuli insanlık” içerisinde olmakla, öznellikten düşerek nesneleşme/şeyleşme girdabına girmek arasındaki ilişkide “homo-debitor” üretilmektedir. Böylece borç bir iktidar dispositifine dönüşmektedir. Borcun evreninin çatısı bir iktidar üretim şebekesi ve ağında işlevsel olması, tabiyet üretmesidir. Özcesi, borcun evreni iktidar üreten ilişkilerin var olma, çoğalma ve yeniden üretilme evrenidir.
Ahir Zamanda Bir Alamet ve Üç Misal!
Borcun evreninde bir ahir zamandan söz ediyorsak, şüphesiz ki biraz alametlere, biraz da misallere bakmak gerekir. Alametler ve misaller hem kıyamet ufkuna mesafeyi hem de iktidarın kendisini yeniden ve yeniden ürettiği ilişkileri apaçık gözler önüne serer. Yani hem “dünyevi” olanı hem de “aşkın” olanı imler.
Borcun evreni, ahir zamanı işaret ederken çoğunlukla görünmez bir şiddeti içerisinde barındırır. Borcu bir modern sözleşmeye dayalı olmaksızın yaptığında ve yükümlülüklerini ifa etmediğinde toplumdan/“cemaatten” dışlanma, modern-hukuki bir sözleşmeye dayalı borcun ifa edilmemesi durumunda hem yargı tehlikesi hem de icra memuru ile gelen o toplumdan düşme duygusu birer simgesel şiddet biçimi olarak gerçekleşmektedir. Finansallaşma döneminde borcun yaygınlığı ve kaçınılmaz olması simgesel şiddeti hayatın içine daha fazla sokar. Pierre Bourdieu’da simgesel şiddet toplumsal düzene yedirilmiş, rol ve görevler üreten şiddettir.[7] Bu bağlamda düşündüğümüzde borç toplumsal yaşamın içerisine yedirilmiş ve farklı şekillerde şiddet üretir hale gelmiştir.
Borç genele yayılma, toplumsal ilişkilerde yaygın şekilde yer alma, simgesel şiddeti ve tabiyet üretme potansiyeli ve geleceksizlik fikrini yerleşik hale getiren finansallaşma çağının özellikleriyle birlikte ahir zamanda bir kıyamet ufkuna işaret etmektedir. Borcun ahir zamanda görünürlüğüne dair bir alamet, üç misale bakarak toplumsal yapı içerisinde hangi işlevler edindiğini ve iktidarı nasıl yeniden ürettiğini görebiliriz. Elbette misalleri arttırmak mümkündür. Biz borcun üç misalde borcun toplumsal yapı içerisinde sırasıyla aile bireyleri arasındaki ilişkilerde hangi karakteri kazandığını, erkek egemenliğinin yeniden üretiminde nasıl bir rol oynadığını, siyasal hak taleplerini ve yurttaşlığı nasıl güçten düşürdüğünü değerlendirmekle yetineceğiz.
Alamet kendisini yüksek sesle duyurmaz; insan yaşamına yavaşça, farklı vesilelerle sızarak yerleşir. Homo-debitor’un ahir zamanın insan türü haline geldiğini haber veren alametlerden biri, kuşkusuz 2021 yılında Netflix platformunda yayınlanan Squid Game adlı yapımdır. Bu yapım kısa sürede en çok izlenen yapımlardan biri oldu. Yönetmen Hwang Dong-Hyuk dizide Güney Kore’de insanların borçlarından kurtulmak için sonu ölüme çıkabilecek bir yarışmaya gireceğine dair bir senaryoyu işliyordu.
Bir distopya gibi görünen ama reel-politikte çok da uzak bir mesafede olmayan borç-yaşam denklemini güçlü şekilde beyaz perdeye yansıtıyordu. İnsanların borçlarını ödemek için bir ölüm platosunda yarışmaya katılması fikri kadar uzak, dünyanın bireysel ve hanehalkı borcu en yüksek ülkelerinden birinin (Güney Kore) durumunu resmetmesi kadar yakın bir senaryo vardı. Yani hem bir kıyamet ufkuyla hem de şimdiki zamandaki ahvalle kesişim kümeleri yaratıyordu.Alamet içinde misal barındırır. İlk misale Squid Game’deki en çarpıcı sahneyle biz de giriş yapmış olalım. Bu sahnede annesinin banka kartıyla yaşamını sürdüren baş rol karakterlerinden biri ve arkadaşı bankamatikte işlem yapıyor. Kartın işlem yapmadığını anlayan bu karakterin arkadaşı şöyle bir cümleyle izahı olmayan bir yaşamın trajedisini dile döküyor: “Şifreyi değiştirmiş işte, seni evlatlıktan reddetmiş.” Görüldüğü üzere, ahir zamanda bir kart şifresinin değiştirilmesi, evlatlıktan menedilmenin mesajı haline gelmiştir.
Banka kartı, şifre ve anne-evlat ilişkisi, finansallaşma çağının bireyleri borçla yönetmeyi mümkün kılan yeni denklemlerinden birihaline gelmiştir. Graeber’e işaret ettiği gibi bugünkü borcumuz ile gelecekteki varsayımsal üretkenliğimiz arasında genişleyen bir makas varsa, bu makas yalnızca iktisadi değil, aynı zamanda insani ve duygusal ilişkilerimizi de yeniden şekillendirmektedir. Bu noktada finansallaşmanın trajik boyutu, annemizle ilişkimizi bile finansal çerçeve içinde yeniden tanımlamak zorunda kalmamızda yatar. Bu misal, bize evlatlıktan reddetme gibi insanlık tarihi kadar eski bir davranış ve tutumun, finansal çağda kart şifresi değiştirmek kadar “basit” bir “işlem”e dönüştüğünü gösteriyor. Toplumsal bağlar, aynı banka hesaplarımızı yönetir gibi yönetilir hale geliyor; bu da finansal ilişkilerin hayatın en mahrem alanlarına bile nüfuz ettiğini ve onları basitleştirdiğini gösteriyor.
İkinci misal kişisel bir tanıklığa dayanıyor. Bu tanıklık, ev içi emek veren (geleneksel ifadeyle ev hanımı), geleneksel kodlarla büyümüş bir kadının, eşiyle kendisini sıfır iletişim noktasına getiren eşinin kendisine verdiği kredi kartına dair “susturucu” ifadesini kullanmasıydı. Kredi kartına susturucu demenin bende yarattığı farkındalık muazzamdı. Kendisiyle benzer yaşamlara sahip olan kadınlarla konuşurken, birkaç defa “susturucu” ifadesini kullanması ve konuşma bütünlüğünün “susturucu” ile birlikte kullanılabilecek kavram setlerinden (silah, ölüm vb) ilgisiz olması farkındalığımın odağını oluşturuyordu. Velhasıl kadına göre eşi, zaten çok az olan ve daha çok evin ihtiyaçları üzerinden gelişen iletişimi de, kredi kartı vererek bitirmişti. Her akşam birlikte yemek yenilen, aynı evde kalınan bu evlilikte iletişim sıfırlanmıştı. Hatta bazı durumlarda erkek, kredi kartı borcunu ödemeyerek ve limit açmayarak kadının alışverişte “yetersiz bakiye” nedeniyle “rezil” olmasına neden oluyor ve eşini bir şekilde cezalandırıyordu.
Simgesel şiddeti, fiziki şiddetle bu kadar yakın bir kavram (susturucu) bağlamında ifade eden başka iyi bir örnek var mı bilmiyorum ama finansallaşma ve borç, bu misalde simgesel şiddetin hem aile içi ilişkilere kadar sızabildiğini hem de şiddetin her türlüsünü (fiziki, simgesel, psikolojik) ortak paydalarıyla ifade edebilmenin imkanını yaratıyor. Hem üstüne üstlük “susturucu” ile bir de cezalandırılma potansiyeli doğuyordu ki, bu ceza topluluk içinde “rezil” olma gibi ahlaki-etik bir yerden kuruluyordu. Topluluk içinde rezil olmak veya susturucuyla öznellikten düşmek bireysel açıdan kıyamet ufkuna yaklaşmak değil de nedir?
Bir üçüncü misale geçersek, bu misal bir gözlem ve tanıklık ortaklığına dayanıyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de finansallaşmanın nüfusa yayılması ve özellikle orta ve orta-alt sınıflara “daha iyi” bir yaşamın kapılarını aralamasıyla birlikte zemin bulan bir misalden bahsediyoruz. Toplumsal olayların yoğun, siyasal muhalefetin dinamik olduğu bir kentte, doğru bildiği yolda sürekli eylemlere katılan ve itirazlarını kamusal hale getiren (fiziki, sosyal medya vb) bir kişi, finansallaşmanın etkisiyle “kredi borcu” yapmış ve kentin suç oranı düşük, bahçesi olan siteli bir semtinde ev satın almıştır (daha doğrusu borçlanmıştır). Yani gelecekteki varsayımsal üretkenliğini ipotek etmiştir.
Buraya kadar her şey, neoliberal finansallaşmanın çizdiği rotaya uygun şekilde devam ediyor. Bu kişi siyasal iklimin değişmesi ve devletin baskı dozunu arttırmasıyla bir anda toplumsal eylemlere katılması durumunda gözaltı ve tutuklama ihtimalinin yükseldiğini, böyle bir şey olması durumunda “kredi borcu”nu ödeme şansı olmadığını düşünmeye ve eylemlere katılmama yönünde kendini ikna etmeye başlıyor. Bu kişiye göre gözaltına alınmak veya tutuklanmak, işini kaybetmek, gelir elde edememek demek. Bu varsayımsal durumun sonucu ise evine icra memurunun gelmesi, evini kaybetmesi, ailesine ve çevresine “rezil” olması demek. Bu misalde, bir yurttaşı toplumsal ve siyasal taleplerini dile getirmekten ve itiraz etmekten alıkoymak ile yurttaşlığın kıyamet ufkuna yaklaşmak arasındaki korelasyon tam takır çalışıyor.
William Shakespeare’in kehaneti yıllar sonra doğrulanıyor ve borçlanmak bireyin tutumu gücünü zayıflatıyor.[8] Borç almanın tutum gücünü zayıflattığını söyleyen Shakespeare belki “homo-debitor” çağına tanık olmadı ama borcun bir ilişki biçimi ve bir yanıyla iktidarı yeniden üreten özelliğini diğer yanıyla insanı öznelliğin bir türünden düşüren potansiyelini görmüştü. Bu bağlamıyla, ahir zamanda borç ilişkisi her kurulduğunda, sermaye ve devlete karşı daha fazla güçsüzleşmiş bireyler ve topluluklar ortaya çıkarır. Sermayeye bağımlılık ilişkilerini derinleştirir, devlet toplum ve bireyler üzerindeki gücünü tahkim eder.
Kuşku yok ki, benzer sosyo-kültürel, ekonomi-politik ve etno-politik çevrelerde misal ile emsal arasında sımsıkı bağlar vardır. Yani misal ile emsal arasındaki yakınlık sadece fonetik değildir. Her misal, bir emsali imler. Misal emsalle bir düşünülebilirken, emsal aynı zamanda bir ölçek meselesidir ve misali geniş ölçeğe doğru genişleterek var eder. Bahsettiğimiz üç misal, benzere topluluklarda ve şartlarda çok sayıda emsalin varlığına işaret eder. Kapitalizmin finansallaşma çağı, bu ahir zaman, borç üzerinden kurulan katmanlı ilişkilerle bir kıyamet ufkunu tahayyül ettirir. Bir insanın kıyameti eşi tarafından cezalandırılarak topluluğa “rezil” olmak ve ev içi simgesel şiddete maruz kalmaksa, bir insanın kıyameti annesinin onu ret-kabul ölçülerini kredi-banka kartı şifresinin bilgisini ona verip vermemesiyle ölçülebiliyorsa, kredi borcu insanı yurttaşlık haklarından ve hakları savunmaktan alıkoyarak tutum gücünden düşürüyorsa, ‘alamet’ de olsa insanlar borçları için ölümcül bir oyuna girerek zenginlerin eğlencesi olmayı kabul edebilecekleri bir fikri tahayyül edebiliyorsa, finansallaşma ve borçlandırma bağlamında baktığımızda kıyamet ufku ile şimdiki zaman arasında mesafenin pek de uzak olmadığını söylemek zor değildir.
Sonsöz: Yaşamak ile Canlı Kalmak
2024 yılı yaz aylarında bir siyasi partinin (DEM Parti) düzenlediği emekli buluşmasında bulundum. Bu etkinlik, siyasi partilerin olağan etkinliklerinden farklı olarak kürsüyü ve mikrofonu önce muhataplarına veriyordu. Kürsüye çıkıp mikrofonu eline alan bir emekli, can yakıcı şekilde şu can yakıcı cümleleri kuruyordu: “İnsanlar canlı kalmak ile yaşamak arasındaki farkı görmüyor.”
Borçlu insanın gelecek ufku yoktur. Onun için ilerideki tek ufuk, kimi zaman yurttaşlıktan kimi zaman evlatlıktan kimi zaman ise topluluktan düşerek ortaya çıkan, bir kıyamet ufkudur. Borçlanmış ve geleceğini ipotek ettirmiştir. Yani o yaşamak ile canlı kalmak arasındaki derin uçurumda bulunur. Tam anlamıyla Goethe’nin dediği gibi “Gelecek yokluğu kötülüktür.” Borçlu, kötülük içinde yaşar. Geleceği de kötülük tarafından sarılmıştır.
Bu zamanda, geleceğin yokluğunu inşa eden temel dinamiklerden biri, borçlanma ve bu borç ilişkileriyle kurulan tabiyet zincirleridir. Borçlandırılmış insan, bu ilişkiler ağı içinde bir kıyamet ufkuyla karşı karşıya kalır –bir geleceksizlik, bir kapanış. Belki de bu kıyamet ufkundan kurtulmanın tek yolu, kolektif olarak bir gelecek talep etmek, yaşamın sömürülmesine itiraz etmek ve hayatta kalmanın ötesine geçerek, yaşamayı yeniden ve ısrarla talep etmektir.
[1] Kılıç, H. (2024), Devlet ve Borçla Yönetmek, sf. 146-150, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
[2] Lazzarato, M. (2020), Borçlandırılmış İnsanın İmali, Çev. Murat Erşen, sf 27, Dergah Yayınları, İstanbul.
[3] Mbembe A. (2019), Zenci Aklın Eleştirisi, Çev. Özge Arasan Simon, Volkan Çandar, sf. 15, İletişim Yayınları, İstanbul.
[4] Gago, V., Cavallero, Luci (2022), Borcun Feminist Reddi, Çev. Bilge Tanrısever, sf. 33, Otonom Yayıncılık, İstanbul.
[5] Akt. Ania Loomba (2000), Kolonyalizm Postkolonyalizm, Çev. Mehmet Küçük, sf. 40, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
[6] Foucault, M. (2011), “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi İşlevi iç., 3. Baskı, Çev. Osman Akınbay, Ferda Keskin, sf. 119, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul.
[7] Yılmaz, C. (2020), Bourdieu’da Temel Kavramlar ve Simgesel Şiddet Analizi, Habitat Toplum Bilim Dergisi (1), 161-179.
[8] Akt. Skidelsky, R. (2021), Para ve Devlet-Ana Akım İktisadın Eleştirisi, Çev. Barış Gönülşen, sf. 55, Tellekt Yayınları, İstanbul.