Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanında olay örgüsü, ana karakter Raskolnikov’un içine düştüğü yoksullukla baş etmek için borçlandığı Alyona Ivanovna adlı tefeciyi öldürmesi ile tetiklenir. Cinayet anına gelinceye kadar, Raskolnikov elinde bulunan ve değerli görülebilecek bütün eşyaları tefeciye bırakmış ve tefeci de ederlerinin çok altında bir meblağı Raskolnikov’a ödünç vererek bu eşyaları zimmetine geçirmiştir. Raskolnikov’un hayatında parasızlığın yarattığı baskı, bu baskıyı takiben türeyen çektiği sefaleti dindirme arzusu ve Ivanovna’ya duyduğu öfke birleşir. Bu gerilimin ardından cinayet gerçekleşir. Şiddetin açığa çıktığı biçim, dolayımsızdır. Borçlu olan ve borç verenin kim olduğu bellidir. Borç ilişkisi kontrata dayalı olarak değil, yüz yüze bir iletişim sonucu doğmuştur. Dolayısıyla borcun şiddeti altında ezilen borçlu özne, öfkesinin adresini de bilir. Hem gerçek ederin çok altında biçtiği meblağlarla hem de uyguladığı faiz oranlarıyla tefeci, bu adresin ta kendisidir. Borcun şiddeti, dolayımsız ve adresi bilinen bir ilişkiden doğduğu ölçüde, bu şiddetin çözümlemesi de oldukça dolayımsız olarak gerçekleşir ve bir cinayete tanık oluruz.
Suç ve Ceza, ilk olarak 1866 yılında yayımlandı. Benzer tarihlerde, Almanya’da ilk kredi kooperatifi örnekleri doğdu. Bu kredi kooperatifi modeli, başarısızlıkla sonuçlanan 1848 devriminin ardından kırsal alanlarda ve küçük kentlerdeki yoksul kitlelerin karşı karşıya kaldığı sosyo-ekonomik zorluklara bir yanıt niteliğindeydi. Kırsal kesimde yaşayan üreticiler ve küçük çaplı kentli zanaatkarlar, yeterli teminata sahip olamadıkları için oldukça sınırlı olan resmî bankacılık sisteminden dışlanmış, bu da onları yüksek faizli tefecilere bağımlı hale getirmişti. Bu bağlamda gelişen kooperatif modeli, tefecilere karşı toplumsal dayanışmaya dayanan bir çözüm önerisi sunuyordu. En temelinde kooperatif üyelerinin güvene ve yerel bilgiye dayanarak kaynaklarını bir araya getirmesiyle kurulan bu sistem, üyeleri için düşük maliyetli krediler sağlıyordu. Borç, sahip olunan mal veya gelir gibi fiziksel teminatlar yerine üyelerin birbirlerine verdikleri kefillikler aracılığıyla güvence altına alınıyordu. Bu güvene dayalı yapı, kredi ilişkisini paraya dayalı tekil bir kontrat olmaktan çıkarıp derin bir toplumsal bağa dönüştürerek, borç verenin ve alanın birbirlerine ve topluluğun geri kalanına karşı duydugu sorumluluğu pekiştiriyordu. Borç alanlar, daha düşük ve uygun maliyetli kredilere erişebiliyordu. Aynı zamanda, kredi verenler, yani kooperatif üyeleri, borçları yakından izleme ve denetleme konusunda güçlü bir teşvike sahipti çünkü herhangi bir borçlunun, borcunu ödeyememesi ve temerrüde düşmesi tüm kooperatifi olumsuz etkileyebilirdi. Yani, kooperatif üyeleri arasında paylaşılan bir sorumluluk bulunuyordu ve sistemin başarısı, herkesin üzerine düşeni yerine getirme kapasitesine bağlıydı. Bu durum, kolektif bir hesap verebilirlik duygusunu ortaya çıkardı.
Görüldüğü üzere, tarihsel olarak işçi sınıfı toplulukları arasında borç ilişkileri bireysel değil, kolektif bir yapıya sahipti. Bireyler, yerel ağlar ya da karşılıklı yardıma dayalı gayriresmi kaynaklardan borç alarak dayanışmayı sürdürürlerdi. Her ne kadar günümüzde sorumluluk ve yükümlülük arasındaki bağ oldukça kırılgan ve sömürüye açık bir hale gelmiş olsa da, bu tür ilişkilerde kurulan karşılıklılık ilkesini kolektif hesap verebilirlikten çıkarıp üyeler üzerinde sadece yük, baskı ve zora indirgemek meseleyi dar bir perspektifle ele almak olacaktır. Elbette ki Raskolnikov’un gerçekliği ile erken dönem kredi kooperatiflerinin deneyimlerinin kapitalizmin olgunlaştığı ve yaygınlaştığı 19. yüzyıla denk gelmesi tesadüfi değil. 19. yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar işçi sınıfı toplulukları, büyük ölçüde borçlanarak yaşamlarını sürdürmek zorundaydılar. Dönemin ekonomik yapısı ve işçi sınıfının düşük gelir düzeyleri nedeniyle, maaş gününe kadar günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bakkallardan, komşulardan ya da yerel esnaflardan borç almak olağan bir pratikti. İşçiler, maaş aldıkları gün bu borçlarını geri ödeyerek bir sonraki maaş gününe kadar tekrar borçlanacakları bir döngü içerisinde yaşarlardı. Bu borçlanma sistemi, aynı zamanda topluluklar arasında bir dayanışma aracı işlevi görürdü; zira borç veren ile alan arasında karşılıklı güven ve destek ilişkisi vardı. Özellikle sanayi devrimi döneminde, madenler, fabrikalar veya büyük üretim tesislerinin çevresinde kurulmuş, tek bir şirketin kontrolü altında olan ‘şirket kasabalarında’ dahi borç, bireyleri izole etmek yerine, onları aynı sömürüye karşı duydukları ortak öfke etrafında birleştiriyordu.
Ancak 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde borcun işlevi ve toplumsal anlamı köklü bir dönüşüme uğramaya başladı. Özellikle taksitli alışveriş sistemlerinin yaygınlaşması, borcun artık yalnızca geçim mücadelesinin bir parçası olmaktan çıkıp, tüketim odaklı bir yapıya evrilmesine yol açtı. Borç, artık sadece zor zamanlarda başvurulan bir araç olmaktan öte, modern tüketim toplumunun bir parçası haline geldi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu değişim daha da belirginleşti. Özellikle beyaz erkek işçilere yönelik, devlet güvenceli verilen konut kredileri, borcun hem bireyler hem de toplum açısından yeni bir anlam kazanmasına sebep oldu. Bu kredilere erişmek için maaşlar teminat işlevi görüyordu çünkü maaş ödemeleri sendika ve devlet tarafından güvence altına alınmıştı. Bu sayede işçi sınıfı, daha önce yalnızca hayalini kurabileceği ev sahipliği gibi uzun vadeli yatırımlara ilk defa erişim imkânı buldu. Elbette bu politikanın arkasında yatan temel motivasyon, işçi sınıfının ekonomik entegrasyonunu pekiştirmekti, ancak borç aynı zamanda ekonomik güvence ve sosyal refahın bir aracı haline dönüştü. 1980’lerle beraber refah devletinin öngördüğü güvenceler ortadan kalktı. Neoliberal politikaların yaygınlaşmasıyla birlikte sendikaların etkisi zayıflamış, emekçiler daha güvencesiz iş koşullarıyla karşı karşıya kalmıştı. Eskiden dayanışma ve toplu pazarlık gücüyle çalışma koşullarını iyileştiren işçi sınıfı için artık ne maaş garantisi ne de enflasyona karşı kendilerini koruyabilecek maaş artışları vardı. Yani, maaş artık bir güvence olmaktan çıkmıştı.
Ardından 1990’larla beraber mikro-kredi programları, 19. yüzyılın dayanışmacı kredi kooperatifi modelini alarak finansal piyasalara entegre etti. Bu süreci, 2000’li yılların konut ve tüketim kredilerinin yaygınlaşması takip etti. 2008 yılında Türkiye’nin de parçası olduğu Küresel Güney ülkelerinde 4 milyar dolar olan hanehalkı borçluluğu seviyesi, bugün 19 milyar dolara ulaştı. Kredi genişlemesi, kapitalizmin temel ilkesini tersine çevirdi. “Önce çalış, sonra kazancını al” prensibi, yerini işçilerin krediye dayalı bir yaşam sürmesine bıraktı. Artık proletarya, çalışmadan önce borçlanarak yaşamlarını finanse ediyor; yani önce kredi alıp, sonrasında çalışarak borçlarını ödemek zorunda kalıyor. Bu durumda gelecekte de çalışacağına dair bir taahhütte bulunmuş oluyor. Ancak vadeler, artık bir aylık bir zamansallıkla sınırlı değil, yıllar ile ölçülüyor. Bu anlamda borçlanma, bu defa geleceğin gaspı; işçilerin artan piyasa baskısı altında sosyal haklarını kaybetmelerinin ve güçsüzleşmelerinin bir göstergesi. Kazandığı maaşla geçinemeyenler için borç, bir kez daha günlük ihtiyaçları karşılamak için kullanılan bir araç haline geliyor.
Geldiğimiz noktada borcunu ödeyemediği için hayvanlarına ve tarlasına haciz gelen çiftçinin Ziraat Bankası önüne döktüğü süt, borcun şiddetinin günümüzdeki ifadesi. Ancak bu defa, “Sütlerimiz de burada, buyurun. Ne yapacaksa yapsın devlet” diye haykıran borçlu, yüzleşebileceği bir borç veren bulamıyor. Bu sefer, çiftçinin kıymetlisi olan sütü kabul edip bir değer biçen bir tefeci yok. Borcun şiddeti, oldukça dolaylı ve adresi değil şubeleri olan kurumsal kimliklere bürünmüş durumda. Ortada bir cinayet var, ancak bu kez öldüren borçlu değil, çünkü borçlunun kimlik bilgileri her detayıyla borç sözleşmesinde açıkça ifşa edilirken, borç verenin ne bir yüzü ne de somut bir cismi var. Borçlu tek bir kişi değil, ancak Ziraat Bankası önüne giden yalnızca bir kişi var çünkü neoliberal borç ekonomisinde borç, bireyleri izole edip borçluluğu kişisel bir başarısızlık olarak çerçeveliyor. Çiftçiyle karşılaşan toplumun aklına gelen ilk şey, aldığı krediyi doğru kullanamadığı, yani “parayı yediği” düşüncesi çünkü aldıkları kredilerle daha da büyüyen küçük işletmeler, ek traktör alan çiftçiler, ev sahibi olan kentliler, borcun ne kadar işlevsel olduğuna ve doğru kullanıldığında nasıl fayda sağladığına dair örnekler olarak gösteriliyor. Kredi sistemi, yalnızca düzenli maaş alan, iyi performans gösteren ve çoğu zaman toplumsal ayrıcalıklara sahip olan gruba avantaj sağladığı için, toplum içindeki dayanışma bağlarını zayıflatıyor. Borç yükü, kişisel bir yükümlülük olarak algılanıyor ve her bireyi kendi maddi sorunlarıyla baş başa bırakıyor. Bu algı, bireylerin ortak bir mücadele geliştirmesini engelliyor. Borçlanmanın getirdiği parçalanma, sömürüye karşı direnç geliştirme kapasitesini neredeyse yok ediyor.
Bu tarihsel süreci göz önüne alarak, bu dosya çalışması, temel olarak şöyle bir sorudan türemişti: Paranın tarihi kadar eski olan borç kavramının özellikle 2008 sonrası emekçi haneler açısından finansal borçlanmaya evrilmesi ile birlikte ortaya çıkan dinamik, yalnızca bir miktar ve yaygınlık sorunu mu? Daha yalın ifade etmek gerekirse yüzyıllardır gündelik hayatımızın bir parçası olan borcun, bankalar aracılığı ile veriliyor olması neden bu denli “üzerinde tartışılması gereken” bir dinamiğe dönüştü? Dosya çağrısı için hazırlanırken, odağımızı genişleterek şirket ve devlet borçluluğunun dinamiklerini de ele almaya, bu konular üzerine de yeni düşünme pratikleri geliştirmeye karar vermiştik. Ancak, dosya fikrini ortaya çıkaran temel sorular, dosyanın genel yönü ve karakterine de sirayet etti. Başlarken daha geniş bir kapsam öngörmüş olsak da, dosyanın ana ekseni daha ziyade hanehalkı borçluluğu etrafında şekillenmiş oldu. Diğer yandan, bu hedefimizi kısmen de olsa gerçekleştirdik, çünkü dosyamızda devlet borçluluğuna dair üç önemli yazı sizleri bekliyor; ancak şirket borçluluğu dinamiklerini kapsamlı bir şekilde ele alma imkânı bulamadık.
***
Elif Karaçimen ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi, dört temel soru etrafında borçlanmanın günümüzdeki dinamiklerine dair çarpıcı bir perspektif sunuyor. Dosya boyunca derinleştirilecek olan tartışmalara bir giriş yapan bu söyleşi, borcun toplumsal cinsiyet rollerini, sınıfsal ilişkileri ve emek süreçlerini dönüştürerek nasıl giderek daha görünmez hale gelen bir yeniden üretim mekanizmasına evrildiğini güçlü bir şekilde gözler önüne seriyor. Karaçimen’in ana fikri oldukça net: Borç, artık bireylerin kişisel koşullarına bağlı istisnai bir durum olmaktan çıkmış; sistemin dayattığı, kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir ve bu nedenle bankalar aracılığıyla yürütülen borçlandırılma süreci, daha ilk andan itibaren meşru değildir. Karaçimen, aynı zamanda dosyamızda eksik bıraktığımız şirketlerin borçlanma dinamiklerine bağımlı finansallaşma kavramı etrafında ışık tutuyor.
Umut Gündoğdu’nun kaleme aldığı “Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde kırsal borçlanma ilişkileri” başlıklı çalışması, borcun sınıfsal pozisyonlar ve toplumsal ilişkiler üzerindeki dönüştürücü etkisine dair tartışmaları genişletebileceğimiz sağlam bir zemin sunuyor. Günümüzde borcun toplumsal tabana yayılmasının etkileri, sıkça prekaryalaşma ya da ikinci bir proleterleşme dalgası olarak ele alınsa da, bu süreç halen devam ettiğinden olgun bir analiz yapmak oldukça güç. Ancak, tarihsel örnekler üzerinden borcun işlevini incelediğimizde, üretim ilişkilerini dönüştüren ve kapitalist üretim tarzının gelişimini hızlandıran güçlü bir mekanizma olduğunu söylemek mümkün. Yazı boyunca, 16. yüzyılda meşru ve tarafsız bir kazanç yöntemi olarak görülen murabahanın, 19. yüzyıla gelindiğinde tarımsal üreticilerin zorlaşan yaşam koşullarıyla birlikte olumsuz bir anlam kazandığı vurgulanıyor. Üç yüzyıl boyunca değişen bu maddi koşullarda, borç ilişkilerinin üreticilerin yaşamlarını nasıl etkilediğine dair bir tartışma yürütülüyor.
Pelin Kılınçarslan’ın “Toplumsal cinsiyet ekseninde Türkiye’de hanehalkı borçluluğu” başlıklı çalışması, borçlanmanın, devletin ve emek piyasasının neoliberal yeniden yapılandırılma ile haneler için kaçınılmaz bir zorunluluk haline geldiğini ve bu dönüşümün toplumsal ilişkilerde yarattığı özgün dönüşümleri ortaya koyuyor. Özellikle krediye dayalı tüketim ve borçlanma, toplumsal yeniden üretimin sorumluluğunu hanelere devrederken, bu süreçler aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerine ve aile yapısına dayalı borçlanma pratiklerini de derinleştiriyor. Borç, artık yalnızca bir finansal araç değil, toplumsal yeniden üretimin temel mekanizması haline de gelmiş durumda; bu süreçte mali yükler bireyler arasında, ve özellikle kadınlara, yeniden dağıtılıyor. Bu dönüşüm, ekonomik bağımlılıkları pekiştirirken aynı zamanda hanelerde cinsiyet temelli iş bölümlerini de derinleştiriyor. Borç, toplumsal hayatın finansallaşmasını anlamada merkezî bir sorun olarak karşımıza çıkarken, Kılınçarslan’ın çalışması toplumsal cinsiyet, toplumsal yeniden üretim ve hanehalkı borçluluğunun kesişim noktalarına odaklanarak, bu süreçlerin ekonomik eşitsizlikleri nasıl derinleştirdiğine dair önemli içgörüler sunuyor.
Hazal Göçmen’in “Bireysel borçlanma ve Türkiye’de emek mücadelesinin biçimleri” başlıklı yazısı, hanehalkı borçluluğunun geldiği kritik noktayı ve borcun hak arayışı üzerindeki baskılayıcı etkilerini detaylı bir biçimde ele alıyor. 85 milyonluk toplam nüfusun 40 milyona aşkınının bireysel kredi kartı borcuna sahip olduğu bir Türkiye tablosu çizen Göçmen, borcun toplumsal maliyetlerini rakamlarla gözler önüne seriyor. Özellikle, AKP iktidarının ilk yıllarında %1,8 olan hanehalkı borcunun 2013 yılında %20,1’e ulaşması ve pandemiyle birlikte yeniden yükselişe geçmesi, borcun ekonomik ve sosyal yaşamın merkezine yerleştiğini gösteriyor. Göçmen, bireysel kredi kartı borçlanmasının kısa vadeli ve yüksek faiz oranlı olması nedeniyle hanehalkı açısından en zorlayıcı borçlanma biçimi olduğunu vurgularken, işçilerin bu finansal yük altında bireysel çözümlere yöneldiğini incelikle analiz ediyor. Borç çevirmek suretiyle hayatta kalma çabası, iş kaybetme korkusunu artırırken, bu kaygı, örgütlenme ve kolektif mücadele potansiyelinin azalmasına neden oluyor. Sendikalar ise bu süreçte kolektif eylem zeminini oluşturmakta zorlanırken, işçilerin mola sürelerini uzatmak gibi bireysel direniş biçimleriyle kendilerini ifade ettikleri bir tablo ortaya çıkıyor.
Özgürcan Alkan’ın “Finansal riskin toplumsallaştırılmasının kurumsal sureti: Türkiye’de varlık yönetim şirketleri” başlıklı çalışması, çağdaş finansal mimaride borç ve riskin nasıl merkezî bir rol oynadığını ve menkul kıymetleştirme süreçleriyle tahsil edilemeyen borçların nasıl işlem görebilen varlıklara dönüştüğünü sorguluyor. Alkan, Türkiye’de 2002 itibarıyla kurulan varlık yönetim şirketlerinin, bankaların tahsili gecikmiş alacaklarını satın alarak hem bilanço yapılarını güçlendirdiğini hem de kendi kârlarını maksimize ettiğini kapsamlı bir biçimde ortaya koyuyor. Yazara göre, borç yeniden yapılandırma süreçleri, görünüşte borçluların ödeme koşullarını hafifletmeye yönelik olsa da, aslında borçluların finansal sisteme sürekli dâhil edilmelerini sağlama amacı taşıyor. Bu stratejiler, borçların yönetilebilir hale getirilmesinden ziyade, ödemelerin devamlılığını güvence altına almayı ve tahsilat süreçlerini optimize etmeyi hedefliyor. Alkan’ın çalışması, varlık yönetim şirketlerinin kurumsal çerçevede nasıl birer sömürü aygıtı olarak işlev gördüğünü ve bu dinamiklerin daha geniş finansal düzenle nasıl iç içe geçtiğini derinlemesine inceliyor.
Hasan Kılıç’ın “Borç, şiddet ve tabiyet” başlıklı çalışmasında, borcun tarihsel kökenleri ile finansallaşma çağında kazandığı yeni anlamlar ve toplumsal etkileri derinlikli bir teorik tartışma etrafında ele alınıyor. Yazar, borcun geçmişten miras kalan ahlaki sorumluluk boyutunun günümüz insanı üzerindeki manevi etkilerinin hâlâ güçlü bir biçimde sürdüğünü vurgularken, bu etkinin finansallaşma süreçleriyle nasıl daha karmaşık, çok katmanlı ve yaygın hale geldiğini tartışıyor. Aynı zamanda, dosyanın ana karakterini yansıtan ekonomi-politik bakış açısından farklı bir pozisyonda konumlanarak borç olgusunu inceleyen yazar, bu yönüyle çalışmamıza da zenginlik katıyor. Borçlandırılmış İnsan tasavvurunu çeşitli tanıklıklar ve gözlemlerle somutlaştıran Kılıç, borcun yalnızca bir hukuki sözleşmeden ibaret olmadığını, aynı zamanda iktidar-yurttaş ilişkilerinden aile ve topluluk ilişkilerine kadar uzanan çok boyutlu bir iktidar aracı haline geldiğini öne sürüyor. Borcun genelleşmesinin bireylerin öznelliği üzerindeki dönüştürücü etkisi, siyasal ve sosyal sonuçlarıyla birlikte, metnin ana eksenini oluşturuyor.
Etienne Balibar’ın, M. Çağlar Atmaca çevirisiyle okuyacağımız “Borç siyaseti” başlıklı yazısı, dosyamızda hanehalkı tartışmalarından devlet düzeyindeki tartışmalara uzanan bir köprü işlevi görüyor. Hasan Kılıç’ın yazısında oldukça iyi bir örneğini gördüğümüz Lazzarato’nun Borçlandırılmış İnsan perspektifiyle açılan yazı, ilerleyen bölümlerinde modern devletlerin finans sermayesi ile ne kadar derin bir şekilde iç içe geçtiğini ve bu bağın ‘borç ekonomisi’ kavramı etrafında nasıl şekillendiğini ortaya koyuyor. Balibar’a göre devlet, sık sık iflasın eşiğindeki bankalara ve finansal kuruluşlara sağlanan kurtarma paketleri ve garantiler aracılığıyla özel mali çıkarları desteklerken, kayıpların toplumsallaştırılmasına ve kârların özelleştirilmesine zemin hazırlıyor. Yazının temel amacı, bizlere kapitalist toplumsal ilişkilerin yeni aşaması olan borç ekonomisinin nasıl şekillendiğini göstermek. Balibar, finans sermayesinin toplumsal ilişkilerdeki merkezî rolünü, borcun para ve vergi mekanizmalarıyla nasıl eklemlendiğini ve mülkiyet ile egemenlik kavramlarının dönüşümünü derinlemesine analiz ediyor. Ayrıca, devletlerin artan borç bağımlılığıyla şekillenen karmaşık güç ilişkileri ve küresel borçluluk bağlamında ABD hegemonyasının yeri gibi konulara derinlemesine bir bakış sunuyor.
Ulaş Taştekin’in “Küresel devlet borçluluğuna Mısır üzerinden bakmak” başlıklı makalesi, Küresel Güney ülkeleri için kalkınma aracı olduğu iddia edilen dış borcun, tam aksine bir neo-sömürgecilik mekanizmasına dönüştüğünü ortaya koyan çarpıcı bir analiz sunuyor. Taştekin, Mısır ve benzeri ülkelerde dış borçlanmanın, ekonomik egemenliği nasıl adım adım uluslararası finansal ağların kontrolüne bıraktığını ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Yazar, Mısır’ı merkeze almasına rağmen, küresel finansal kırılganlıklar bağlamında benzer yapısal sorunları paylaşan diğer ülkeleri de analizine dahil ederek, bu ülkelerdeki borç dinamiklerine dair kapsamlı bir değerlendirme sunuyor. Yazar, Mısır’ın IMF ile 2016’da imzaladığı kredi anlaşmasının ardından yaşanan ekonomik reformların emekçi sınıflar üzerindeki olumsuz etkilerini, neoliberal politikalara dayalı yapısal uyum programlarının bu ülkelerde nasıl toplumsal ve ekonomik kırılganlıklar yarattığını tartışıyor. Böylece Taştekin, bu çerçevede, borcun Küresel Güney’in ekonomik bağımsızlığını sınırlayan ve bu sınırlamanın bedelini emekçi sınıflara yükleyen bir mekanizma olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Son olarak Pınar Kahya, “Devlet borcu üzerine bazı tatsız gerçekler” başlıklı inceleme yazısında, Éric Toussaint’nin Borç Sistemi: Devlet Borçlarının ve Reddedilmelerinin Bir Tarihi kitabını merkeze alarak devlet borçluluğu tartışmalarına derinlik kazandırıyor. Toussaint, borç olgusunu yakından tanıyor çünkü 1990’dan bu yana Meşru Olmayan Borçların Ortadan Kaldırılması Komitesi altında devlet borçlandırılmasına karşı mücadele veriyor. Bu açıdan, Kahya’nın Toussaint’nin düşüncelerine yönelik bu daveti, dosyamız için büyük bir önem taşıyor. 19. yüzyıl Latin Amerika ülkelerinden günümüz Sri Lankası’na bizleri uzun bir yolculuğa davet eden yazar, devlet borçluluğunun, ülke ekonomilerinin bir çeşit kötü yönetilmesinde değil, uluslararası sistemin onları yapısal olarak borç batağına sürükleyen dinamiklerinde yattığını gösteriyor. Söz konusu yapısal bağımlılığın kökenlerini sömürgecilik dönemiyle bağımsız düşünmenin mümkün olmadığını vurgulayan yazar, bir kez borçlanma döngüsüne giren devletler için mevcut borçların faizlerini ödeyebilmek adına daha fazla borçlanmanın kaçınılmaz hale geldiğini, bu durumun ise ülkelerin ekonomik egemenliklerini giderek daha derin bir borç bağımlılığına sürüklediğini gösteriyor.
***
Borcu anlamak ve borçlandırılmaya karşı çıkmak amacıyla hazırladığımız bu dosyayı, çalışmamızda bir söyleşi ile konuk etmek istediğimiz ancak ne yazık ki mümkün olamayan KYK Borçluları Hareketi’ni selamlayarak sonlandırmak isteriz. Adil ve eşitlikçi bir toplumun önündeki en büyük engelin borç olduğunu dile getiren bu hareket, yalnızca öğrenciler için değil, bütün bir toplumun borç sarmalından uyanması için de bir umut ışığıdır. Umuyoruz ki bizler de bu dosya çalışmasıyla, borcun günümüzde özgür ve onurlu bir yaşamın önündeki en büyük engel olduğunu hatırlatmaya bir nebze katkı sunabilmişizdir.
Dosya editörü: Kübra Altaytaş