Trendyol, Farplas, Yemeksepeti, Yurtiçi Kargo, Çimsataş, Migros… Birbiri ardına gelen direniş haberleri ile 2022’nin ilk iki ayını geride bıraktık. Bu direnişlerin çok büyük bir bölümünü yakından takip ettin, bir kısmında bizzat bulundun. Filmi biraz geriye saralım mı: Buraya nasıl geldik?
Başaran Aksu: Neoliberal politikalar Türkiye’de gerek hukuk düzeyinde gerekse ilişkiler düzeyinde bir tür çalışma rejimi inşa etmiş durumda. Bu rejimin etrafında da bir dizi kültürel, siyasal kurumsallaşma var. Bunlar resmi, gayri resmi ya da sivil alanda inşa edilmiş ilişkiler. Sermayeye ucuz iş gücü garantisinin sağlanabilmesi, bu döngünün korunabilmesi için hem rızaya hem de zora ihtiyaçları var. Zor araçları zaten açık, biliniyor. Rızayı üretme işinde ise bir tür seferberlik ve yüksek bir yönetişim becerisiyle solundan sağına bir organizasyon bütünlüğü sağlanmış durumda.
Türkiye’de hemen hemen her yerelde bir Organize Sanayi Bölgesi (OSB) var. Ülke genelinde 320 civarında OSB’nin yanı sıra 20’nin üzerinde de serbest bölge, tarım ihtisas, gıda ihtisas bölgeleri var. Bağımsız tekil fabrikalar, enerji maden havzaları… Bir taraftan da hizmet sektöründe, ticaret sektöründe, tedarik zincirleri denilen alandaki iş kolunda bir genleşme, büyüme de var. Tarımda, turizmde ciddi bir proleterleşme söz konusu. Bu proleterleşme süreci, Türkiye’nin özellikle son 25 yılında çok hızlı biçimde yaşanıyor. Bu süreçte Türkiye halkının çok önemli bir bölümünün mülksüzleşip proleterleştiğine şahitlik ediyoruz. Öte yandan, bununla eş zamanlı bir biçimde büyüyen bir sermaye gücü de var. Muazzam bir sermaye birikiminin bu coğrafyada, bu vahşet üzerinden devşirildiğini, üretildiğini görüyoruz. Uluslararası ve yerli tekellerin taşeron zincir ağlarıyla siyasi mekanizmalarda etkili olduğu bilinen bir gerçek. Kültürel alanda ise tarikatlar, cemaatler, ocaklar, mafya grupları ile herkesin bir rolünün ve işlevinin olduğu bir yapı var. Sarı sendikal yapılar da işte bu patronajın, bu üretim döngüsünün bir parçası. Bu yapılar işçinin isyanını engellemek, olası halk tepkisinin önüne geçmek, bunu manipüle etmek; telkinle, uyarıyla, tehditle bir şekilde uzlaştırmak, bastırmak gibi birtakım işlevlere sahip. Soma’dan Ermenek’e, Çorum’a, Konya’ya, Kayseri’ye, bu öyküler çok fazla. Şirketler değişebilir, oradaki yerel oligarşileri, tekelleri oluşturan ilişki biçimleri değişebilir ama süreç merkezî olarak yukarıdan aşağıya böyle bir irade ile işliyor.
Sonuçta bu neoliberal dönemin alametifarikası iş bölümünün küresel düzeyde planlanması, bu planlamanın da dünya coğrafyalarına ve Türkiye’ye dağıtılması. Türkiye de bu iş bölümüne, onun yasalarına, kurallarına tabi. Yukarıdan aşağıya ne geliyorsa, aşağıdan da onu çıkarıp geri gönderiyor. Dolayısıyla buradaki her türlü ilişkiyi, yereldeki siyasal hayatı, bütün politikaları, yasayı da belirleyen bir niteliği var bu neoliberal küreselleşme düzeninin. Özellikle 2008 krizi sonrasında, yavaş yavaş tekil de olsa buna dönük birtakım tepkiler ortaya çıkmaya başladı başka ülkelerde de ve Türkiye’de de.
2008’in bir diğer özelliği de aslında Türkiye’de bir sendikal dönemin bu yıllarda sona ermesiydi. 2009-2010 kışı TEKEL direnişi, Türkiye’de sendikacılığın bir dönemini kapatmış oldu çünkü TEKEL’de yaşananlar, bir işçilik biçiminin de sonuna işaret ediyordu. Tayyip Erdoğan’ın da ifadelerinde sıkça geçtiği üzere, artık devlet dediğimiz şey de bir tür şirket gibi hareket etmeye başlamıştı. Devleti, devletin bakanlıklarını, belediyeleri bir şirket mantığıyla yeniden organize ettiler. Bunun sonucunda taşeron, güvencesiz çalışma, kuralsızlık artık kamuya da hâkim oldu. TEKEL’de yaşananlar, işte bu değişimin bir simgesiydi: Yılların kamu koruması altındaki işçinin, yani lojmanı olan, servisi olan, emekli olunca dolgun emekli maaşı alabilen işçinin statüsü yerini 4C olarak tanımlanan statüye bırakarak bir dönemi de kapatmış oluyordu. Bu, o eski sendikal geleneğin de sonunu ilan etti.
O yıllarda hem TÜRK-İŞ’in hem de DİSK’in büyük sendikalarında taşeron işçi örgütlemeye karşı bir tutum vardı. Bunlar, genelde kamudaki ya da büyük özel sanayilerdeki kadrolu işçilere dayanan sendikal yapılardı. 2008 krizi sonrasındaki direnişler; belediyelerde, OSB’lerde, sendikalaşma girişimiyle işten atılma ya da mobbinge karşı haysiyet talebiyle itiraz etme biçiminde, ufak ufak bir canlanma belirtisi gösterdi. 2015 Metal Fırtına buna eklendi. OHAL döneminde de pandemi döneminde de bitmedi; bir direnişler silsilesi, Anadolu’nun dört bir tarafını dolandı.
Bu direnişler işçilerin politik tutumlarına yansıdı mı? Sözünü ettiğin direnişlerin parçası olan işçilerin önemli bir bölümünün milliyetçi-muhafazakâr olduğu biliniyor. Son zamanlarda burada da bir değişim yaşanıyor mu?
Şu anda ekonomik gidişatın da etkisiyle AKP, eskisi gibi bütün toplumsal sınıflardan rıza devşiremiyor. Oluşan rant kriz koşullarında kısılmaya başladı. Küresel şartların da bunda etkisi var. Alt sınıflara olan akış kısıldıkça ve bununla aynı anda AKP’nin kendi içinde taşeron zincirleri üzerinden zenginleşme öyküleri, cemaatlerdeki holdingleşme pratikleri de ayyuka çıkınca, bu rıza üretme mekanizmalarında da bir aşınma meydana geldi. Eskisi kadar maharetli şekilde toplumu suskunluğa davet edememeye başladılar, çünkü emekçi karşısındaki konumlanışları eskisi kadar inandırıcı olmuyor. İşte bu mekanizmalar daralmaya başladıkça, Kütahya’da da Konya’da da Batman’da da işçiler şunu idrak etmeye başladılar: Bizim yoksullaşma serüvenimizle birilerinin varsıllaşma serüveni aynı ortamda, yan yana yaşanıyor. Kahveden camiye, bu süreç gözle görülür bir hâl aldı son 20-25 sene içerisinde.
Örnek olsun, işçinin içinde bulunduğu cendere daha anlaşılır olsun diye söyleyeyim. Mesela, 301 insanın hayatını kaybettiği katliamda, oradaki sendikanın genel merkezinde üç ayrı örgütten, üç tane sosyalist var. Normalde bunlar katil, 301 insanın öldürülmesine aracılık etmişler; fakat bunlar aynı zamanda o yerelin sosyalist figürleri. Sendika üzerinden Soma’daki kurumların kiralarını ödeyen, orada akşam yeme içme şeklinde sosyalleşen, tatile beraber giden kişiler. Yani oradaki ilişki dünyasının içindeler. İnsanlar ocaklarda dayı başları ve patronlar tarafından inim inim inletilirken işçi sağlığı, iş güvenliği, yoğun üretim temposunu falan görmezlikten gelip sadece kendi konumlarını koruyorlar. Kaldı ki bu sosyalistler kamu işletmesinden gelerek sendika genel merkezinde yer almışlar fakat işçileri de özel şirket patronlarına satmışlar. Cemaat zaten o oligarşinin içinde, muhtarlar, sağdan soldan siyasi partiler o oligarşinin içinde, yerel mafya grupları oligarşinin içinde, yerel dernek gruplarını yönlendiren insanlar bu oligarşinin içinde… Geriye sosyalistler kalıyor bir tek, işçilerin mağduriyetlerini dillendirebilecek. Onlar da bu oligarşik ilişkilerin içerisinde olduğu zaman, blokaj, cendere yüzde yüz oluyor. İşçi sınıfının çıkarları karşısında yüzde yüzlük bir blokajdan bahsedebiliriz. Ben bunun örneğini Uşak’ta da Çorum’da da Fatsa’da da gördüm benzer ilişki biçimleriyle. Kim konuşacak o zaman işçinin talebini? Cendere sahiden korkunç ve çok güçlü.
Şöyle düşünün: Tazminat mağduru işçiyi eyleme katmaya çalışıyoruz. Emekli olmuş kendisi. Diyoruz, katıl bu eyleme, hakkını ara. Hakkı konusunda kararlı. “Fakat,” diyor “ben gelemem, orada beni görürler.” E ne olur? 8 yaşında oğlu varmış, “Devlette işe giremez” diyor bana. “Benim çocuğumun ikbali gider” diyor. Böyle bir korku bu. Kendisiyle ilgili değil salt. Kendi geleceğiyle ilgili. Çünkü güçlü bunlar, işten atma kudretleri var sarı sendikaların. Onlar da o yapının içerisinde. Devlete işe sokma, işten çıkarma… Her şeyi bunlar temsil ediyorlar. Güç halen onlardayken sen ondan kendinin yapamadığın, gösteremediğin cüreti beklemeyeceksin. Sanki ondan çok ötede cüret gösteriyormuş gibi davranıyor sosyalist yapılar; sanki kahramanca, aslanca devletle, AKP’yle büyük mücadele yürütüyormuş gibi yapıyorlar ama öyle bir hikâye de yok. Öyle büyük cengaverlik örnekleri de yok. Ama sonra, “işçiler neden onlara oy veriyor?” E sen onlara güven oluşturacak bir konumda değilsin ki! “İnsanlar neden AKP’ye oy veriyor hâlâ, neden MHP’ye oy veriyor?” diye saçmalayanlar, bu cenderelerin farkına varmalı.
Soma ve ardından metal işçilerinin isyanı Türkiye solunda çok konuşulmadı, yeterince tartışılmadı; bu nedenle çok da bilinmiyor. Ortalama bir sol parti merkezinde bile bazen insanlar konuşurken 2009 TEKEL’i ve şimdiyi söylüyorlar. Arada Metal Fırtına gibi bir şey yok insanların bilincinde. Çünkü o, milliyetçi-muhafazakâr işçi topluluğunun bir hareketi olarak okundu. Bu açıdan işçi sınıfı tarihinde çok kritik ve militan bir eylem hattı yok sayılıyor solcu olmadığı için. Oysa fırtına Bursa’dan Kocaeli’ye, Sakarya’ya, Kırıkkale’ye, Ankara’ya, bütün bu coğrafyayı etkileyen ve her sektörden işçiler tarafından sosyal medya araçları üzerinden canlı takip edilen bir eylem dinamiğiydi. Bu, önemli bir bilinç dönüşümü yarattı. Hani sarı sendika meselesi çok yaygın konuşulur, tartışılır oldu ya, bunun bir nedeni de Anadolu’da özellikle HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ örgütlenmelerinin yaratmış olduğu hikâyelerdi.
Peki, ya DİSK?
DİSK’in sendikaları da buna dâhil. Mesela ben 2007’de Çerkezköy, Çorlu taraflarında dolaşırken herkes Kazım Doğan’ı anlatırdı. İşçi, “Aman, sendika demeyin abi de ne derseniz deyin” derdi. Niye? Çünkü orada satmış işçiyi. Adamın özelliği bu; işçiyi satmak, sonra da öncü işçilerin atılmasına neden olmak. Ardından işverenle bir şekilde pazarlık, toplu sözleşme filan yapmak, sonra da ehlileştirilmiş, sesini çıkaramayan, karaktersizleştirilmiş bir işçi bölüğünü yönetmek. Oradan da aidatlar yoluyla servet biriktirmek. Bu çok yaygın bir durum. Milliyetçi-muhafazakâr ortamda işçi, bütün anti-propagandaya rağmen, demin bahsettiğim cendereleri kırarak DİSK’e gelmeyi becerdi. Orada riski alan işçi. Daha önceki bütün ilişki dünyasını reddediyor ve buradan kopuyor. Devleti karşısına alıyor. Bu ilişki biçimlerini, cemaati, ülkü ocağını filan herkesi karşısına alıyor. Fakat sendikal önderlik de o kadar pörsümüş ve kendi içerisinde o kadar korkak bir noktaya gelmiş ki oradaki işçilerle görüşme iradesi gösterilmedi. Yine de orada olanlar bir şeyi daha açığa çıkardı: Türkiye’de işçi sınıfının solla, devrimcilikle, mücadeleyle bir sorunu yok. İşçiler soldan daha ilerde, yani kayışı kırıp sana doğru gelebiliyor. Bunun Soma’da, Ermenek’te daha gelişkin örneklerini yaşadık. Her yerde bunu test ettik. Sonuçta, sol daha geride bir yerde.
Facebook, TikTok, Twitter gibi sosyal medya araçları, direnişleri izlemede, gelişmeleri takip etmede ve dolayısıyla bilinçlenmede çok önemli alternatif mecralar. İşçiler arasında çok yaygın kullanılıyorlar. Facebook en yaygını, çoğu buradan takip ediyor. Her işçinin de değişen sayılarda bir sosyal medya takipçi çevresi var. Birbirleriyle kesişen yerler de oluyor. Mesela Yozgat’takiyle, Çorum’dakiyle akrabalık ilişkileri var, askerlik arkadaşlığı var. Bir de proleter kesişmeler var. Bilinç dediğin şey birbirini etkileyebiliyor. Direnişlerdeki insanlar birbirini izliyor, sosyal medyada birbirlerini takip ediyor. Birbirleriyle muhakkak ilişki içinde oluyor, konuşuyor ve konuştukça da o direnişçi özelliği kaybetmemeye, sürekli etkin olmaya çalışıyor. Biz bunu Soma’da da gördük. Direnişi sendika hesaplarından herkes izliyor ve bu genel bir eğitime dönüşüyor. Oradaki konuşmalar, ajitasyon, şu, bu, genel düzeyde bir eğitimin aracı oluyor.
Deneyimden gelen bir başka gözlemimiz de şu: Her iş yerinde, yüzde yirmilik bir dilim örgütlenmeye çok açıktır. Örgütlenmeye açık olup olmamasının da ötesinde sosyal ilişkileri, hafızası, davranışları gelişkindir. Sosyal hayatlarında daha etkin insanlardır bunlar; daha esprilidir, daha güleçtir, televizyon izler, gazete takip eder, siyaset takip eder… MHP’li de olsa, HDP’li de olsa fark etmez. Bir de en dipteki yüzde yirmilik kesim vardır ki bunlar geride duran, başka sorunları olan, kendisini geriye çeken kimselerdir. Ama o aradaki yüzde altmışlık dilim, sosyal olarak güçlü olan o yüzde yirmiye bakar. Bu dilim içerisinde de son yıllarda atanamayanlar, işsiz kalanlar, gelecek hayalleri kurup üç yıl, beş yıl bekleyip açlık ve yoksulluk bastırınca mecburen asgari ücret sınırında bir işe razı olmuş olanlar var. Şimdi bir mühendisin asgari ücretle bir yerde çalışmaya başladığını düşünün. O zaman mühendis ne diyor: “Başlarım lan bu düzene! Başlarım lan bu fabrikaya!” Çünkü kendisi büyük bir hayal kırıklığında, o düzenle ilgili bir öykünün kendi dünyasında söndüğünü somut, pratik olarak yaşıyor. Biraz da daha başka tür strateji kurma, plan yapma yeteneği var, öyle veya böyle bunun eğitimini almış. Dolayısıyla bunun da yol açtığı bir aydınlanma, bir bilinçlenme de güçlü bir etmen.
Şimdiye dek görünen, bu patlamaların daha ziyade içe doğru yaşandığıydı… Öfke artık dışa mı vuruyor?
Tabii her böyle olan da o şekilde davranmıyor. Sonuçta bunların içerisinden bir dilim, daha öfkeli olan kesimi böyle davranıyor. Yani yüzde yirmi meselesini beyaz yakalılar için de düşünün. Mesela Ermenek’teki direnişte, hakikaten yoksullaşmış ve o sınırda bir ücret alan kadın bir maden mühendisiyle birlikte direndik. Normalde göremezsin başka yerde, pek girmez. Artık çok sayıda mühendisin asgari ücretle çalıştığına şahitlik ediyoruz. Bir kısmının hayali şöyle: “Burada biraz çalışacağım, tecrübe kazanacağım; sonra başka yerde daha yüksek ücretli bir iş bulacağım.” Kendini kandırmaya devam ediyor. Sonra bu durumun devam ettiğini gördükçe de, başka bir bilinç durumuna geçiyor. Başka bir politik davranış içerisine giriyor o zaman. Bu sözünü ettiğimiz, çok genç bir işçi kuşağı. 2015’te ayağa kalkanlar da çok genç bir işçi kuşağıydı. Gezi’yi yapanlar da aslında bir tür genç kuşaktı. Sosyal medyayla da bir adaptasyonu olan, alternatif bir işlenme, bilgilenme kanallarıyla da ilişki kurabilen, dünyayı da artık daha küresel düzeyde okuyan bir Türkiye işçi sınıfı. Eğitimli bir sınıf. İlkokul mezunu yok gibi, lise mezunu daha ağırlıklı katman hâline gelmeye başladı. Dolayısıyla burada analitik düşünmeye de yatkın bir topluluktan söz edebiliriz.
15 Temmuz, Gezi, Metal Fırtına, Soma, OHAL ve ardından pandemi ile birlikte bu mekanizmalar aşınmaya başladı. Sıradan insan nezdinde de böyle, beyaz yaka açısından da, orta sınıf açısından da. Yakınlardaki MİGROS ve Trendyol boykotunda bile izlerini sürebiliriz bunun. Bu insanlar niye kendilerini büyük şirketlerle özdeş görsün ki? Kendisi de geleceği hakkında kaygılanmaya başlıyor artık. Bu yüzden daha büyük bir öfkeyle şirketler karşısında boykotçu, retçi bir tavır içerisine girebiliyor. Daha orta sınıfı, beyaz yakalısı, sanatçısı, gazetecisi falan açısından da bu böyle. Freelance, evden çalışma gibi pratikler yaygınlaştıkça, sömürü insanın 7/24 hayatına seslenmeye başlayınca, kendisi için de bu sistem aslında bir grup varsılın elinde toplanmış gibi görünmeye başlıyor. Kendisiyle kapitalizm arasındaki ilişkinin eskisi gibi vaatkâr bir ilişki olmadığını, çıkarlarını öyle yaldızlayacak bir durumun olmadığını görüyor. Henüz bedenen çıkıp sokakta göstermese de tavır olarak bunu ifade etmekten de geri durmuyor. En azından sosyal medyada geri durmuyor.
Bu isyan dalgasının geleceği geçtiğimiz yaz ayları itibariyle belliydi çünkü o zaman da dövizdeki dalgalanma, ücretlerdeki yetmeme durumları çok açıktı. Express’teki söyleşide de ifade ettik, “ocak ayından itibaren bu döngü yaşanacak” diye. Gittiğim yerellerde, bankalar dışında oranın tefeci ağlarıyla yaşanan onlarca vakaya rastlamaya başladım birden. Yerel tefecilik çok yaygın Türkiye’de. Başka bir alternatifi kalmayan işçiler, genelde o mekanizmalara başvuruyorlar. Paralarını ödeyemeyen işçilerin dövülmeye başladığını, işçilerin kaçmaya başladığını gördük. Bunlar AKP’ye, MHP’ye, nadiren de CHP’ye, HDP’ye oy veren insanlar… Son 4-5 yıldır AKP’nin sorgulanmaya başlandığını zaten görüyorduk ama bu yaşananların ardından son 2-3 yıldır da Tayyip Erdoğan’ın gökten yere indirildiğini görmeye başladık. En kudretli olduğu beş yıl önce, onun üzerine cümle kurdurmazdı sana. Artık kendisi onu yerin dibine sokup çıkartıyor. Böyle bir manzara var. Kendi çıkışsızlığının ve çaresizliğinin büyüdüğü noktada, bunları ifade etme noktasına geldi Türkiye’de işçiler.
Bu aşağı yukarı ortak bir duygu işçiler arasında. Pandemi bunun kapaklarını açtı. Pandemideki kapanma esnasında bütün işçiler çalışırken insanlar evlerinde oturuyordu. Bu sınıfsal hakikati bizzat yaşadılar. Evde oturanlar bir tarafta, çalışmak zorunda kalanlar diğer tarafta. Bu ikisi arasında bir duygu durumu oluştu. İşçiyi çalışmaya koşullayan, herkesin evinde oturduğu bir anda dahi buna mahkûm eden bir ilişki biçimi var. En kritik anda bile. Dolayısıyla değersizliği, haysiyetsizliği, mobbingi hissetti. Bu da çarpan etkisi yarattı. Buna dövizdeki dalgalanma, zamlar, enflasyonun giderek yükselmesi eklendi. Türkiye’de ilk kez bu kadar erken asgari ücret tartışmaları başladı. Fiilen işçiler başlattılar bu tartışmayı iş yerlerinde. İki günde bir AKP yetkilileri çıkıp “şu kadar olmalı, bu kadar olmalı” diye kanaat bildirmeye başladı, yüksek rakamlarla. Bu defa sendikalar susmaya başladı. Rakam talebinde makul davranış içine girdiler. İşveren cephesinden de iktidar cephesinden de TÜRK-İŞ cephesinden de “asgari ücret tartışmalarının bir an önce bitirilmesi” telkinleri gelmeye başladı. Normalde aralık ayının son günlerine varması lazımdı açıklamanın. Bu sefer aralık ayının 14 ya da 15’inde açıkladılar. Erkenden açıkladılar çünkü zamlar da tutuluyordu bir yandan. Sendikalar tarafından da görülüyor, biliniyordu; sol çevreler tarafından da. Kimse konuşmadı… Biz bas bas bağırdık, “zamanında açıklansın” diye. Görüşmeler ne kadar uzarsa işçilerin talepleri de o kadar daha şiddetli masaya yansıyacak, mecburen görmek zorunda kalacaklardı. Bir şekilde 4250’de toparladılar. Kılıçdaroğlu bile iyi buldu yani.
O ara ben, aralıkta ve kasımda, hem İstanbul’a gelince hem İzmir’e gidince değişik iş kollarından işçilerle toplantılar yaptım. Kargodan, kuryeden, sanayiden işçiler ile görüştüm. O zaman da “hele bir asgari ücret açıklansın, ocak zamları bir belli olsun” eğilimi yaygın bir eğilimdi. Doğrusu, ivmesi biraz daha yüksek bir şey bekliyordum ben. Daha yaygın bir şey bekliyordum. Şu an yaşanan, önceki dönemlerden farklı bir işçi hareketi dalgalanması belki; ama ben daha büyük bir yükselme, bundan birkaç faz daha büyük, yaygın, coğrafi ölçekler olarak da yayılabilecek bir şey bekliyordum.
İrfan Aktan ile yaptığınız söyleşide “nisandan itibaren bir direniş dalgasının daha bizi beklediğini” söylüyorsun…
Onu deme gerekçem şu: Mart ayında tarım başlıyor, nisanda turizm sektörü yavaş yavaş başlayacak. Şimdi esnaflarda da bu fatura meselesine dair her yerde bir tepkinin olduğunu görüyorum. İçin için konuşuyorlar hâlâ; dişlerini sıkarak, dudaklarını ısırarak. Bu tepkiler henüz kendi içine doğru, sizin demin söylediğiniz gibi. Kendine hayıflanan, “biz bu duruma niye düştük” diyen. Ama şimdi çayda, fındıkta, buğdayda, arpada fiyat açıklanacak. Gübre, yakıt falan uçmuş gitmiş. İşçiler AKP iktidarının zayıfladığını da görüyor. Nereden? İlçesinden, ilinden görüyor. Gelecek Partisi’ne, Deva Partisi’ne, Akşener’e bakınca, sağda başka aktörleri görüyor. AKP’nin eski kudretine sahip olmadığını, kendi içinde de parçalı olduğunu görüyor. Damat ile Soylu kavga ediyor, onunla bu kavga ediyor falan… Büyükşehir Belediyelerini nasıl kaybettiğini gördü, İmamoğlu’nu gördü. Dolayısıyla alternatifler görmeye başladı insanlar. O güçlü, kudretli iktidar karşısında demin bahsettiğim cenderenin de yarattığı heybetle susan alt sınıflar, artık kartlarını açıyor. Kartlarını açarken biraz daha cesaretli, cüretkâr davranıyor.
Olası senaryolar ne? Buradan ne çıkacak?
Buradan da iki tane sonuç çıkabilecek gibi görünüyor: Birincisi, bildiğimiz geleneksel rejimin yatkın olduğu, zor politikaları. Daha otoriter, faşizan pratiklerle toplumu korkutmaya dönük. Çünkü muhalefet de bu tarz durumlarda susmayı beceriyor; egemenlerin ve uluslararası sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda, oradan gelecek emre bakıyorlar. Dolayısıyla bu durumda sessiz kalıp iktidarın arkasında, ona zımnen destek veren bir konuma düşüyorlar. “Memleket için bir beka sorunu var, toplumsal isyan durumu var, dolayısıyla herkesin de biraz vatan için ortaklaşmasında fayda var” diye düşünüyor. Zaten mevcut üç konfederasyonun güncel konumlanışları da bunu, bu tarz bir yönelimi destekleyebilecek bir perspektife sahip. Burada diğer seçenek ne olabilir? Diğer bir seçenek ise yine uluslararası değişik girdilerle bu toplumsal isyanı liberal bir seçenekle bastırmak, soğurmak. O da nedir, erken seçimin gündeme alınması. Sonbaharda seçim yapılması olasılığı. Yani iki seçenek var.
Bu ikisini de içeren üçüncü bir seçenek de mümkün. Sözünü ettiğim faşizan pratikler, bütün bir muhalefet blokunu da arkasına yedekleyerek gerçekleşebilir. Bir toplumsal hareketlilik yükselirse, bu da zemin olarak bahane edilerek siyasal muhalefetin AKP’nin arkasına yedeklendiği sözde bir iktidar değişimi yaşanabilir. Tayyip Erdoğan inisiyatifinde bir faşizan politika da olabilir bu, hatta onun değişiminin bir aracı olarak. Bunun karşısındaki de liberal seçenek, yani seçimler: Bizim sosyalist solun yatırım yaptığı şey de o, “az sabır” diyenlerin beklediği şey de.
Dünya tarihsel olarak yeni bir dönemin içerisine girdiğimizi, emperyal ilişkilerin merkezinde yeni saflaşmaların yaşandığını düşünüyorum. Burada yeni saflaşmalar, aralıklar, çatlaklar oluşuyor. Bunun, işçi sınıfı zeminleri açısından da yeni politika yapma olanaklarını sunduğunu düşünüyorum. Devrimci bir döneme de kapı aralayabilecek potansiyeller taşıyor bu dönem. Önceki dönemlere benzeyen bir şey değil bu.
Son dönemdeki işçi direnişleri, 2018’den bu yana derinleşen krizin de etkisiyle, büyük ölçüde ekonomik talepler üzerinde yükseliyor. Mevcut hâliyle bu, bir tür “ekonomizm” olmuyor mu? Bunun siyasal sonuçları ne olacak? Seçim ve iktidar değişiminin konuşulduğu bir ortamda sol, bu direnişleri böylesi bir sınıf programına, bir siyasal programa dönüştürebilecek mi?
Sondan başlayayım. Daha önce bana yine bir söyleşide, 2018’de sormuşlardı, “Sol, ekonomik krize karşı etkin bir mücadele yürütebilir mi?” diye. Hayır, yürütemez; tarzı engel böyle bir şeye. Sol basın açıklaması yapar, yan yana gelir miting yapar… Bunlar birer güçsüzlük gösterisidir, bir “gösteri siyaseti” ekseninde davranır. Solun öyle bir güç siyaseti yok ki! Yani stratejik, toplumsal, siyasal iktidar hedefi olan bir hazırlığı, böyle bir ruhsallığı, böyle bir var oluşu yok Türkiye’de. Ben öyle bir iz göremiyorum hiçbir yerde. İkincisi, solun Türkiye’de geçmişte biriktirdiği toplumsal birikimlerin tamamı darmadağın edildi. Buralarda hiçbir birikim yok. Ne bir tane fabrika var ne bir tane mahalle var, ne bir tane köy var ne de bir tane kasaba. Ben mesela Hopalıyım, solun gelişkin olduğu bir yerdenim. Lazlığa, Hemşinliliğe, Gürcülüğe dayanan, geçmiş sol hareketlerle bağı olan bir yer. Orada solun bağımsız bir toplumsal tabanı vardı, ona rağmen Hopa’da bile gidip üç kağıtçılıkla CHP’nin arkasına dizildiler. Tamam, Borçka’da dizil ama Hopa’da dizilmen gerekmiyor, orada sen bağımsız toplumsal çizgini koru. Bu kadar teslimiyetçi bir politik angajmandan söz ediyorum çünkü orada HDP’liler bile CHP angajmanının içerisine girdiler. Eskiden sol öykülerin anlatıldığı, solun güçlü olduğu mahallelerde, kasabalarda bile artık solun bir bağımsız toplumsal temeli yok. Ne Fatsa’da ne başka yerde. Oralarda bile, CHP-HDP dışındaki solun böyle bir gerçekliği yok. Onlar ancak bu iki merkezin belirlediği politikalara göre hareket ederler. Sosyalist partilerin merkezlerinin de böyle bir motivasyona sahip olduklarını düşünmüyorum. Çok ağır bir şey söyleyeceğim ama aslında iddia ettikleri şeye inanmadıklarını düşünüyorum ben çünkü inansalar bu doğrultuda bütün olanaklarını ve bütün hayatını seferber ederler. Böyle bir hazırlık yok.
Herkeste siyasal bir program var, onu da görüyorum, okuyorum da ama bu programlar hayatla bağlantılı değil. Oradan türetilmiş, onu kesen, orada da ete kemiğe bürünecek bir tarafı yok. Gerçeklik, gerçek ilişkilerle kurulabilir. Gerçek çatışma, gerçek çelişki zeminlerindeki güven ilişkilerine, açık ilişkilere dayanarak yapılabilir. Yani bir de açık yapılması gereken bir siyaset bu; gizleyerek, saklayarak ya da partiye/aygıta çağırarak olabilecek bir şey değil ki! İhtiyacımız olan, hareketin kendisini inşa etmeye dönük bir siyaset, yani işçi/köylü/gençlik hareketinin kendisini. Ama sosyalistler insanları kendi aparatlarına çağırıyor, mücadeleye değil. Hareketin kendisini örgütlemiyor, kendi yaptığı şeyin kendisinin mücadele olduğunu iddia ediyor. Zamlara karşı mücadele diye kendi üyeleriyle çıkıyor zam protestosu yapıyor. Bir kentin tümünü harekete geçirebilecek bir ön hazırlığı olan stratejik bir güç biriktirme siyaseti yok. Dolayısıyla burada güç siyaseti ile gösteri siyaseti arasında bir ayrım yapmak lazım. Bir tür proleter zor siyaseti, güç siyaseti diye bir hakikat zemini Türkiye’de ne yazık ki yok. Biz kendimizce bunu yapmaya çalışıyoruz. Deminden beri anlattığım tablo içerisinden -biz buna Anadolu’da yeni proleter emekçi halk gerçekliği diyoruz- bu dili anlamaya çalışıyoruz.
Bu “sınıf indirgemeciliği”, “ekonomizm” ya da “işçicilik” gibi eleştirilerle biz karşılaşıyoruz. Bize sınıf indirgemeci de diyorlar; “bu yaptığınız ekonomizm” de diyorlar, “anarko-sendikalizm” de diyorlar… Ben çok özgül bir tarihsel dönemde olduğumuz kanaatindeyim. Dünya tarihsel olarak yeni bir dönemin içerisine girdiğimizi, emperyal ilişkilerin merkezinde yeni saflaşmaların yaşandığını düşünüyorum. Burada yeni saflaşmalar, aralıklar, çatlaklar oluşuyor. Bunun, işçi sınıfı zeminleri açısından da yeni politika yapma olanaklarını sunduğunu düşünüyorum. Devrimci bir döneme de kapı aralayabilecek potansiyeller taşıyor bu dönem. Önceki dönemlere benzeyen bir şey değil bu. Yerel düzeyde, mikro gelişmelere bakarken ya da onlarla temas hâlinde olmaya çalışırken, makro düzeyde de bu dönemin özgüllüklerini kavramaya çalışıyorum. Pandemi bunu biraz daha kanırttı. Demin orta sınıf insanların boykot tavrından söz ederken kapitalizmin ideolojik boyutunda bir tür aşınma olduğunu söyledim. Kapitalizm artık o eski manipülasyon kabiliyetine, eski kudretine sahip değilmiş gibi geliyor. Bu nedenle ücret mücadelesi dediğin zaman o sadece ücret mücadelesi değildir, onun altında kırk yıllık sömürü/tahakküm öyküsü, bir özgürleşme arayışı var. İşçi, bir sosyal varlık olma hüviyetini kaybetmiş durumda; bir adalet, eşitlik talebi var. Eşitlik talebinin içerisinde bir özgürlük talebi var ama tabii görene, anlayana, onu kazıyana. Çıplak bakarsan göreceğin, işçinin bir ücret için, kendi cebi için bunu yaptığı olur. Hayır kardeşim, bu adam kendi geleceğinden ve çoluk çocuğunun geleceğinden endişeleniyor. Çünkü kendisi babasının durumundan daha kötü bir durumda, çocuğuna nasıl bir dünya bırakacağı konusunda endişeye sahip.
Burada da yine bir parantez açalım. Bunca olup bitene rağmen solcuların önemli bir bölümü bu laiklik meselesine takılmış durumda. “Laiklik devrimci siyasetin temelidir” gibi argümanlar dillerinden düşmüyor. Ben buna çok kızıyorum. Ben çocuğunu gönüllü olarak İmam Hatip’e gönderen bir işçiye ne Maraş’ta ne Kayseri’de ne Konya’da ne Soma’da ne de başka yerde rastladım. Yok kardeşim böyle bir şey emekçinin dünyasında! Sonrasında birileri anket yayımlıyor, “halkımızın %80’i cemaatlere karşıymış” diye. Bugüne kadar niye yazdın o zaman, madem halkımız cemaatlere karşı? Bilmiyor musun bunu? Bilmen gerekir! Çünkü sen topluma dair bir analiz yapıyorsun, ama insanları kandırıyorsun. Korkut Hocalar, Hayri Hocalar yazdılar da yazdılar o Haziran zamanında. İşte “şeriatçı, bilmem neci, siyasal İslamcı rejim yıkılmaz.” Ne oldu seçimde? İstanbul seçimleri oldu, değişti. Bu analizler nereye gitti? Faşizm analizleri nereye gitti? Bunlar toplumu manipüle ediyor çünkü bu liberal hikâyeler üzerinden insanları Millet İttifakı’nın arkasına dizmeye çalışıyorlar, esas dert o. Proletaryayla burjuvazi arasındaki bir kavganın tarafını inşa etme derdinde değiller. Bu analizler neye yol açıyor? “O zaman tamam, sokağa çıkmamamız gerekiyor. Biz de bu dönem sokağa çıkmayalım, kendimizi koruyalım.” Bu yaklaşımlar açıktan da dillendirildi bize.
Siz ne öneriyorsunuz?
Diyoruz ki örgütlenme perspektifini de içeren bir mücadele programı lazım. Bugün ihtiyacımız olan şey o. Halka gerçeği anlatacaksın ama kendi gerçeğini de doğru anlatacaksın. Kendini var olandan güçlü görürsen halk seni bilir, tartar; o zaman senin bir dümenci olduğunu kavrar. Sen onu kandırmaya çalışıyorsun. Bu tabi “aydınlatmacı” bir zihniyet. O aydınlatıyor çünkü o her türlü şeyin ışığına/bilgisine sahip, parti ya da örgütün merkezinde, toplumu kurtaracak çok güzide fikirlere sahip. Bir tür “mühendis” kafası. Türkiye’yi ona verseler daha iyi yönetir, daha iyisini bilir çünkü aşağıda alıklar var. Oysa az evvel dediğim gibi, bu kesimlerin önemli bir bölümü lise mezunu. Niye kendini temsil edemiyor, niye senin adayın o olamıyor? Ben örgüt işlerinde onu da çok gördüm. Daha varsıl kesimlerden gelen çocuklar daha çok sevilir örgüt merkezlerince. Yazan çizen onlardır, daha çok kayrılır. Gariban çocuk, işçi sınıfının evlatları orada da ezilir. Şimdi insanlar bunu görüyor ve biliyor. İnsanların bunları görmediği ve bilmediği üzerinden bir varsayımla davranıyor sol politika. Totalde en solundan CHP’ye varıncaya dek böyle. Dolayısıyla bunun Türkiye’de kendisine yer bulması imkânsız yani.
Bizim şimdi odaklandığımız kısım bu direnişleri çoğaltmak, bir güç olarak bunu şekillendirmek, güçlendirmek, yaygınlaştırmak ve bölgesel düzeyde bunları birbirleriyle ilişkilendirmek. Yani madende direnen, orada harekete yön veren 5 kişilik komite, onun altındaki 40 kişilik meclisle İliç madenindeki komitenin birbiriyle bağını kurmak. Kangal’daki, Hamam Köyü’ndeki maden işçileriyle bunların arasındaki bağı kurmak. Bunları birbirleriyle ilişkili kılacak yollar üzerine çalışıyoruz. Dolayısıyla uzun bir süreç. Çünkü ben kendi kişisel tarihimde tecrübe ettim. 90’lardan beri şunu hep gördüm: “Seçim çok önemli, hava değişecek, değiştirebiliriz.” Hepsinden de millet büyük hayal kırıklığıyla çıkıyor. Seçimde sanki bir şey değişebilirmiş gibi. Ya sen toplumsal güç ilişkilerinde ufak bir değişime yol açabilecek bir birikim elde etmemişsin, seçimde neyi nasıl değiştireceğini düşünüyorsun? Nereden değişecek? Bunun bir maddi temelinin olması lazım. Maddi temelden yoksun programın, iddianın bir karşılığı yoktur. Bugün gelişen hareketler eğer bir bağ kuruyorsa, önemli olan budur.
Kuşkusuz AKP rejimi gitsin, Tayyip Erdoğan gitsin. Onun gidişi çok hayatidir, önemlidir. Niye? En azından değişebilir olabildiği görülsün, diğerini daha hızlı değiştirir bu emekçi topluluklar. Sadece bu açıdan söylüyorum. Ama esas yatırımın proleter güç siyasetine yapılması gerekiyor. Bu topraklarda bunun çok büyük bir zemini var. Petersburg’da 1905’teki proleter nüfusa baktığımızda, şimdi aşağı yukarı aynı sayıda işçiyi Fatsa Organize Sanayi Bölgesi’nde görürsünüz. Türkiye’nin dört bir tarafı benzer bir proleterleşme öyküsü yaşıyor ama kimse orayı görmüyor, herkes Petersburg hikâyesi anlatmaya devam ediyor. Otuz beş bin kişinin çalıştığı Organize Sanayi Bölgesi’nin olduğu bir şehirde devrimci bir önderi anmaya gidiyorlar ama devrimciliğin esas olarak o işçilerin arasında üretilmesi gerektiğini, çelişkinin, çatışmanın, antagonizmanın oralarda olduğunu ve devrimci gelişmenin orada yaşanacağını görmüyorlar. Bunu anlamak için illa Lenin mi okumak lazım? Orada okuduğun şeyin seni buralara götürmeye zorlaması lazım. Bu önderlerin kalkıp bu genç arkadaşlara bunun nasıl yapılması gerektiğini göstermesi lazım. Bildiri dağıtarak, basın açıklaması yaparak işlerin değişebileceğini sanıyorlar. 80’lerden beri hep bunu yapıyorsun, hiçbir şey de gelişmiyor!
Burada iki şeyi sadeleştirelim: Bugün ücret mücadelesi dediğimiz şeyin içerisinde yazılmamış bir politik program var. “Ekonomik olan politiktir” de diyebiliriz. Ben bu konuda biraz Thompson ve Wood gibi düşünüyorum. Biz onların izini sürüyoruz. Bir eleştiri yapılacaksa bu çerçeveden yapılabilir. Biz tarihsel maddeciyiz, devrimciliğin izini süreriz. Devrimcilikten bakmaya çalışırız. Elbette kendimizi kandırmadan, bir hayal alemine kapılmadan çünkü hepimiz fani insanlarız. Belli ömürlerimiz var, aklımızın da belli kısıtları var.
Bu yüzden kibirden egodan da uzak durmak önemli. Türkiye’de sol siyasetin didaktik bir dili var: “AB böyle, Tayyip Erdoğan şöyle” deyip biraz da faşizm analizi yapınca bunun adı siyaset oluyor. Farklı isimler benzer cümlelerle yazıyor, kadrolar da bununla eğitiliyor. Oysa devrimciler geçmişte gerçek hareketler inşa ediyordu. 70’lerdeki Mahir’in, Deniz’in, İbo’nun devrimci kopuşunda gördüğümüz buydu. Örneğin, Necmettin Giritlioğlu kim? Yapı İşçileri Sendikası’nın işçi önderlerinden biri. Gidiyor, Zonguldak’ta, Aliağa’da, İzmir’de somut mücadele örgütlüyor. Gençliğe trafik polisliği yapmıyor; kendisi gidiyor, gerçek hareketi örgütlüyor.
Devrim bize bağlı bir şey değil, biraz da başka koşulların yan yana gelmesi lazım. Fakat, politik yönelimin devrim ihtimaline de açık olması lazım. Devrime kapalıysa, devrim onu da ezer geçer ya da onu da katar geçer. Dolayısıyla o basitçe bir öncünün yönettiği bir şey değil. Ona yön verebilirsin, belli anlarda müdahale edebilirsin ama partinin üye sayısının artmasıyla olabilecek bir şey değil. Mücadelenin bir derinlik kazanması, kadroların bir mukavemet gücü kazanması, bir etkinlik ve etkililiğe sahip olması gerekir. Bütün bunların potansiyellerinin önümüzdeki dönem içerisinde olduğunu düşünüyorum.
Futbolda ‘rakibin oyununu bozmak’ diye adlandırılan bir oyun tarzı var. Seçimlere dönük yukarıdaki değerlendirmen biraz bunu andırıyor. Burjuvazi, özellikle AKP döneminde, emekçi sınıfların üzerindeki egemenliği bakımından tam kapanımı gerçekleştirmiş, bütüncül, entegral bir tahakküm kurmuş durumda. Seçimler belki bu egemenlik yapısını bozmak ve engellemek, onun belli oranda dağılmasını sağlamak adına bir parça işe yarayabilir. Fakat, bizim kendi kurucu siyasetimizi ve ajandamızı oluşturabilmemiz bunun ötesinde toplumsal alanda bir dizi iş yapmayı gerektiriyor; aslında bir siyasallaşma biçimi tarif ederken oralara konsantre olmak daha anlamlı olacak. Senin değerlendirmelerini böyle özetlemek mümkün mü?
Evet, mümkün. Mesele şu: Bir devrimci siyasetin esas olarak köşeli bir strateji geliştirmese bile bir stratejik davranış biçimi içerisinde olabilmesi mümkün bu dönemde. Bu gelenek, tarihsel hafıza, birikim ve deneyimin ışığı buna yardımcı olur. Hem ülkedeki deneyiminin hem dünya tarihsel deneyiminin buna yardımcı olabilecek bir dizi önemli tecrübeyi barındırdığını düşünüyorum. Maddi bir fikir üretiminin de eşlik etmesi gereken bir süreçteyiz. O yüzden ben textum’da yazılanları da takip ediyorum, okuyorum. Bu tarz yayınları herkes takip ediyor. Bu dönemin bir avantajlı tarafı bu, herkes kimin ne yazdığını da okuma olanağına sahip. 90’lı yıllarda dergi ulaşırsa okuyorduk. Demin bahsettiğim statükoların dağılmasına neden olan şeylerden bir tanesi de bu, insanlar artık görebiliyorlar. Eğer bir odaklanma kaybı yaşanmazsa, seçim gibi liberal beklentilerle ve bu tarz girişimlerle çarpıtılmazsa ben buradan bir gelişmenin, siyasal bir gücün şekillenebileceğini düşünüyorum. Bu düşüncemin sezgisel yanları da var, bazı kestirimlere de dayanıyor. Bunun potansiyelleri var. Bazen diyoruz ki “keşke çok daha fazla kadro olsaydı” ama bu dönemin tarihsel kısıtı. Bu sınırlar içerisinde, yapabileceğimizi yapacağız.
Negri’nin “sermayenin tam boyunduruğu” diye ifade ettiği şeyin AKP döneminde bir tür politik boyundurukla da beraber, muazzam bir düzeye ulaştığını gördük. Şimdi bunun siyasal boyunduruk kısmının parçalanmaya başladığını görüyoruz. Düzen ve egemenler, Millet İttifakı gibi çeşitli hazırlıklar içerisinde ama orada da bir ideolojik bunalım olduğunu görmek lazım. Kemalizm güçlü bir harçtı, toplumu öyle ya da böyle 70 yıl bir arada tuttu. Öte yanda Türk-İslam sentezi olarak adlandırılan bulamaç, bir ideolojik bunalım içerisinde, toplumu bir arada tutabilecek bir ideolojik hegemonya üretmekte güçlük çekiyor. Dolayısıyla bütün bunlar da aslında bir devrimci politikanın gelişebileceği bir zeminin varlığına işaret ediyor. Bu proleter gücün niteliği, biçimi, modeli konusunda bir şey söyleyemem; biraz önümüzdeki birkaç yıl içerisinde yaşanacak gelişmeler ve mücadelelerin bunun öncü adımlarını ete kemiğe büründürebileceğini düşünüyorum. Devrim bize bağlı bir şey değil, biraz da başka koşulların yan yana gelmesi lazım. Fakat, politik yönelimin devrim ihtimaline de açık olması lazım. Devrime kapalıysa, devrim onu da ezer geçer ya da onu da katar geçer. Dolayısıyla o basitçe bir öncünün yönettiği bir şey değil. Ona yön verebilirsin, belli anlarda müdahale edebilirsin ama partinin üye sayısının artmasıyla olabilecek bir şey değil. Mücadelenin bir derinlik kazanması, kadroların bir mukavemet gücü kazanması, bir etkinlik ve etkililiğe sahip olması gerekir. Bütün bunların potansiyellerinin önümüzdeki dönem içerisinde olduğunu düşünüyorum.
Bu proleter kesimleri koruyup kollayan, kendi içerisinde caydırıcı yetenekleri de güçlü dayanışma ilişkilerine sahip bir politik hareketi bu coğrafyada var edebilmenin her tür tarihsel-toplumsal koşulları var. Yerel ölçekte tarihsel öyküleri de var, yörüklükten baksanız da var, Çerkezlikten baksanız da, Kürtlükten, Alevilikten, Lazlıktan baksanız da var. Bu tarz yan yana gelişlerde insanlar bu hikâyeleri de hızla hatırlıyorlar. Ancak gerçek bir proleter devrimci güç, bu havzayı ortak bir siyasal programın etrafında bir tutamağa dönüştürebilir. Bu coğrafyada böylesi bir potansiyel birikimin de olduğunu görmek, ilgiyi ve odağı buraya kurmak lazım. Odağınız seçim olduğu zaman, seçimi kazansa da kaybetse de işin sonu bir hayal kırıklığı. Solun oradan bir hikâye yaratması çok güç. Ben o yüzden ifade ettiğim biçimde bir yönelimin daha da güçleneceğini, özellikle gençler arasında bunun daha yoğun bir karşılık bulacağını düşünüyorum. Seçim işlerine bulaşmayan ama onu da etkileyebilen bir devrimci siyasal gücün bu topraklarda var edilebileceğine fikren inandığım için bu mücadelenin içindeyim.