1. Borç ekonomisi ve finans sermayesinin hegemonyası
Özellikle Maurizio Lazzarato tarafından Borçlandırılmış İnsanın İmali’nde savunulan, genelleştirilmiş borç ekonomisi ile geleneksel Marksist finans sermayesi kavramı arasında niteliksel bir fark olduğu fikri, kesinlikle önemli bir noktaya temas ediyor. Kredinin (paranın ödünç verilmesi ve alınması) olduğu her ekonomide borcun da var olmasına ve özellikle kapitalizm kredi olmadan var olamamasına rağmen, mevcut rejimin iki temel özelliği, daha önce bu ölçekte hiç var olmamış gibi görünüyor: Birincisi, aynı kredi kurumlarının (bankalar) aynı malların (örneğin konut) hem üretimini hem de tüketimini sübvanse etmesi, yani bir anlamda borçlu sanayiciler ve tüketiciler aracılığıyla kendilerine karla satış yapmaları. Diğeri ise borçların sadece iskonto edilmekle kalmayıp, aynı zamanda borcun borcu olan türevlere (ya da üzerinde spekülasyon yapılabilen borçlardan oluşan varlıklara, destekçilerinin modern finans endüstrisinin mucizevi kaldıracı olarak adlandırdığı, eleştirmenlerinin ise kumarhane ekonomisi olarak adlandırdığı bir olguya) dönüştürülmesi. Bununla birlikte, borç ekonomisinin ortaya çıkışının, bütün kuvvetiyle birlikte, finans sermayesinin spekülasyona yönelişinden kaynaklandığı konusunda ısrar etmeliyiz. Bu yönelişin küreselleşmeyle bağlantısını da ortaya koymalıyız: borç ekonomisi, finansal işlemlerin küresel yayılımının ya da erişiminin hem yerelleşmiş hem de bireyselleşmiş yoğun bir boyutudur. Bu aynı zamanda günümüz kapitalizminin etimolojik anlamda neden totaliter bir boyut kazandığını da açıklıyor: Neredeyse tümöznelerin ya da faillerin borçlu olduğu bir sistemde, kapitalist boyunduruğun dışında hiçbir bölge ya da hareket alanı kalmamış gibi görünüyor. Marx’ın terimleriyle söylersek, sermaye bütünlük aşamasına ulaşmıştır. Ancak bunun döngüsel genişleme ve kriz süreçleri üzerinde nasıl bir etkisi olacağı henüz belli değil. Finans sermayesi mümkün olduğunca çok kaynağı kısa vadeli hisse senedi ya da tahvil yatırımlarında yoğunlaştırdığında riski büyük ölçüde arttırır: riskten (hatta temerrütlerden) kâr elde ederken aynı zamanda birçok girişimcinin, işçinin, tüketicinin ve vergi mükellefinin, yani vatandaşların tasarruflarını toplayan son çare sigortacısı olan Devletin desteğine (krediler ve kurtarma paketleriyle) bel bağlayarak riskten korunmaya çalışır. Buna kârın özelleştirilmesi ve zararın toplumsallaştırılması diyebiliriz. Dolayısıyla borç ekonomisi ile toplumun diğer ucunda meydana gelen dönüşüm arasında en azından biçimsel bir örtüşme var: bazı sosyologların artık prekarya olarak adlandırdığı, yeni bir tarihsel proleterleşme ya da (eğer tarımsal müştereklerin mülksüzleştirilmesinden sanayi devrimine uzanan uzun dalgayı birincisi kabul edersek) ikinci bir proleterleşme dalgası.
1.1. Kredi, metaların parayla değiştirilmesi için gerekli, ancak özerk hale gelebilen (ve kapitalizmin en eski biçimlerini yaratan) bir işleve sahip. Bu özerklik, endüstriyel ya da ticari firmalar ile sermayesi saf para olan, kredilere faiz uygulayan ama aynı zamanda “finansal ürünler” satarak kâr elde eden bankalar (ya da kredi kurumları) arasında bir iş bölümüne yol açar. Modern kapitalizmin ilk aşamasında, finans sermayesi esas olarak, kârları için işlev gördüğü ya da faaliyetlerini kolaylaştırdığı endüstriyel ya da daha genel anlamda “üretken” sermayeye bağımlıydı.[1] Ancak bu her zaman kuvvetler arasındaki bir ilişkiydi (Adam Smith’in terminolojisine göre söylersek, bir şartın diğerine hâkim olması gerekir). Bankalar, kapitalizm öncesi tarihsel aşamalarda bile sivil ya da askeri bütçesini finanse ettikleri Devletle bir ilişki içindeydi (David Harvey buna devlet-finans bağı diyordu). Yaptıkları “ipotekler”, Devlete kaynak sağlayan (ve bazen finansörlerin kendilerine taşeronluk yapan) her türden vergiyle sağlanıyordu. Kapitalizmin gelişmesi ve tüm toplumu etkisi altına almasıyla birlikte bankalar, tasarruflarını topladıkları ve kendi harcamaları için onlardan borç para alan özel bireylerle de (veya hanehalklarıyla da) giderek daha fazla ilişkili hale geldi.
20. yüzyılın başlarında Hilferding, Lenin, Luxemburg ve diğer Marksist emperyalizm teorisyenleri, dünyanın hegemonik (güçlü birşekilde askerileştirilmiş) ulus-devletler arasında paylaştırılmasını, çıkarları “holdingler” aracılığıyla diğer birçok sermayenin üretken faaliyetlerini kontrol eden finans sermayesinin yeni egemenliğine bağlayan bir teori önerdiler. Ancak bankalar ve finans kurumları ulusal karakterlerini (ve bazen de özellikle sömürgecilikle olan temel bağları nedeniyle milliyetçi görünümlerini) korudular. Ancak günümüzün finans kapitalizmi, sahip oldukları özerklik sayesinde Devletlerin toprakları ve hizmetleri arasında bir rekabet düzenleyebilme gücüyle birçok açıdan çoğu devleti aşan ve politikalarına büyük ölçüde özerk olarak karar verebilen çokuluslu özel şirketlerin ortaya çıkışına tanıklık etti (yine de, ortaya çıkan bağımlılıklarında önemli farklılıklar olduğu iddia edilebilir). Bu tür bir neokapitalizm için dünya büyük ölçüde yersizyurtsuzlaşmış, ancak aynı zamanda yatırımlar için değeri sürekli değişen eşitsiz karlılık bölgelerine bölünmüştür. Dolayısıyla ultra-emperyalist bir evre fikri yeni bir önem kazanmaktadır.
1.2. Ancak bunun bizi, Antonio Negri, Michael Hardt ve Christian Marazzi ile Lazzarato’nun da aralarında bulunduğu ekol tarafından ortaya atılan, küresel finans kapitalizminin kârın yerine rantı koyduğu ve kârın dış kontrol ve sömürüye dayalı yeni bir rant türü olarak işlev gördüğü iddiasına götürmesi gerektiği fikri şüpheli. Bu argümana göre finans sermayesi, üretken faaliyetlerin kendisini örgütleyemeden artı-değeri çoğaltmak için savaş çıkarmak ve bölgesel istikrarsızlık yaratmak da dahil olmak üzere çeşitli baskı araçları kullanıyor. Sonuç olarak, üretimin kolektif failleri, yani genel anlamda emekçiler, faaliyetlerinde neredeyse özerk hale gelmiş durumda.[2] Finans sermayesi ve borç ekonomisini yeni bir sömürü rejimine bağlamanın gerekli olduğunu kabul etsem de, bu rant kavramı bana pek net gözükmüyor. Finans sermayesinin gücünün artık sadece endüstriyel ya da ticari firmaların hisse senetlerini elinde toplamaktan ibaret olmadığı doğru; bu güç artık aynı zamanda farklı kaynaklardan (özel firmalar, devletler, kamu kurumları ve hane halkları gibi) türeyen ve daha sonra finans piyasasında arz edilen türev ürünlere dönüştürülen borçların birikiminden de oluşuyor.[3] Ancak finans sermayesinin gücü aynı zamanda kaynakları dünyanın herhangi bir yerinde olabilen (ya da ulaşım sistemleri ve dijital iletişimdeki ilerlemeler nedeniyle kolayca yerellikten sıyrılabilen) genelleştirilmiş bir artı-değer üretmekte ve finansal ürünlerin (ya da “hayali sermayenin”) aşırı hareketliliğini mümkün kılmakta. Aslında finans sermayesi artık sömürü bölgelerini ve yöntemlerini ilk etapta kendisi seçiyor, ister emek sömürüsü ister doğal kaynakların sömürüsü olsun. Buradaki kritik nokta, artık bankalara olan borçlarını kâr oranını etkileyen finansal maliyetler olarak hesaplayan endüstriyel sermaye değil, herhangi bir sektördeki yatırımlarının kârlılığını sürekli olarak ölçen ve hangi endüstrileri geliştirip hangilerini bastıracağına (kurulumları, birikmiş deneyimleri ve çalışanlarıyla birlikte) karar verme yeteneğine sahip olan finans sermayesidir (finans endüstrisi olarak da adlandırılır).[4]
Sömürü stratejilerinin ne ölçüde doğrudan finansal yoğunlaşma hareketlerine ve döngülerine tabi olduğu sadece ekonomik bir soru değil; bu aynı zamanda çok önemli siyasal bir sorudur çünkü bankalar ve finansal aktörler ancak kamu düzenlemelerindenkaçabildikleri veya bunları gevşetebildikleri ölçüde çok yetkin hale gelebilirler. Bu, kamu otoritesinin cisimleşmiş hali olan Devlet ile bir güç dengesini içerir. François Chesnais’in yazdığı gibi: “1990’lardan bu yana büyük bankalar giderek kredi ve yatırım faaliyetlerini birleştiren çeşitlendirilmiş finansal gruplara dönüşmektedir” (17). Bunun nedeni, bankaları iki faaliyetten birinde uzmanlaşmaya ya da sermayelerini ayrı hisse senetlerine bölmeye zorlayan Glass-Steagall yasası (1933’teki New Deal politikalarından kaynaklanan daha genel bir antitröst yasaları sınıfının bir parçası) gibi düzenlemelerin kaldırılmasıdır. Gerçekten de bankaların spekülatif faaliyetlerinin önemli bir kısmı artık onlar adına hedge fonlar ve hiçbir şekilde kontrol edilmeyen diğer “gölge bankacılık” işlemleri tarafından gerçekleştiriliyor. Bankalar, spekülatif fonlar ve borsacılar arasındaki mesafe, ortadan kaldırılmasa bile en aza indirilmiş durumda. Buna bağlı olarak, Devletin finansı düzenleme gücünü kaybetmesi, göreceğimiz gibi, finansa Devleti kontrol etme ve kendi politikalarını dikte etme gücünü kazandırmış durumda.
Ve son olarak, genelleştirilmiş bir artı-değer uygarlıkta meydana gelen, antropolojik öneme sahip değişimlerle de bağlantılı. Bu değer, yalnızca kolektif emek gücünün sömürülmesi yoluyla değil (ki yine de birikimin önemli bir temeli olmaya devam ediyor), aynı zamanda kredili kitlesel tüketimin örgütlenmesi yoluyla da üretiliyor (ve bu nedenle hanehalkı borçlarının çoğalmasını içeriyor). Kredili kitlesel tüketim aslında aşırı tüketim ile eksik tüketimi, düşük kaliteli kitlesel ürünlerin yaygınlaşması ve temel ihtiyaçların (sağlık hizmetleri buna iyi bir örnek) aksatılması ya da ihmal edilmesi şeklinde birleştiriyor. Bu değer “biyo-kapitalizmin” geliştirilmesinden, yeni enerji kaynaklarının ve hammaddelerin keşfine kadar uzanan ve çevrenin dönüşümünü finans sermayesinin doğrudan sorumluluğu haline getiren, doğal kaynakların yıkıcı sömürüsünden de eskisinden daha fazla nemalanıyor.[5]
1.3. Küresel finans kapitalizmi ve borç ekonomisi, ekonomik unsurlar (bireysel ya da kurumsal firmalar) üzerinde, ortalama kâr oranının mümkün olduğunca üzerinde, sürekli olarak istisnai kâr oranları (ya da yatırım getirileri) elde etme yönünde artan bir baskı yaratmasıyla karakterize olur. David Harvey’in ileri sürdüğü gibi, neoliberal hegemonyaya eşlik eden yönetim biçimlerinin büyüme yaratmada özellikle etkili olmadığı kanıtlanmışsa, bu kârlılık ancak diğer birçok yatırımın zararı veya düşük getiriyi kabul etmek zorunda kalması koşuluyla elde edilebilir. Bu açıdan bakıldığında, günümüz kapitalizminin toplumsal yaşamın birçok biçimine yönelik yıkıcı karakterini öngörmek mümkün; bu karakterler eski üretim bölgelerinin sanayisizleştirilmesinden kültür, eğitim ve güvenlik gibi kapitalist olmayan ekonomik ve sosyal faaliyetlerin ortadan kaldırılmasına yönelik yeni bir dalgaya kadar uzanmaktadır. Finans alanından elde edilen “normal” kârların artık yüksek finansal maliyetleri (özellikle borçların geri ödenmesi için gereken likiditeleri) ve (finansal işlemler için gereken becerilerin daha karmaşık olması ve bu alanda kariyer yapmanın taşıdığı risklerle gerekçelendirilen) yöneticilerin sürekli artan maaş ve ikramiyelerini karşılayan kısa vadeli kârları da içermesi gerekir. Kârların eşitsiz dağılımına ve “mülksüzleştirme yoluyla birikime” ek olarak, dünya ekonomisinin “merkez” bölgelerinde 20. yüzyıl boyunca bir ücretli emek toplumu (société salariale) çerçevesinde sosyal haklar ve sosyal refah elde etmiş olan çalışan sınıfların yıkımını da içeren yeni bir proleterleşme dalgasının da ortaya çıkması gerekir.[6] Bu durum, istihdam ve işsizlik arasındaki sürekli geçişten (güvenceli ücretli emekten güvencesiz işlere geçiş) ve bireysel emeğin sürekli yoğunlaşmasından kaynaklanır. Tüm bunlar birleşerek yüksek düzeyde dışlanma ve “işe yaramaz” ya da “harcanabilir” bir nüfusun ortadan kaldırılmasına yol açmaktadır. Bu son derece şiddet dolu durum (ya da normalleştirilmiş güvencesizlik hali), bölgeler, nüfuslar ve antropolojik kategoriler (gençlere karşı yaşlılar, erkeklere karşı kadınlar, göçmenlere karşı coğrafi olarak yerinde kalanlar) arasındaki amansız bir rekabet yoluyla küresel olarak kısmen kabul edilebilir hale getiriliyor. Bu rekabet, Ulrich Beck’ten bu yana bazı sosyologlar tarafından teorize edilen “risk toplumunun” somut yüzüdür.
1.4. Farklı ekollere (klasik, Keynesçi ve hatta Marksist) mensup çağdaş iktisatçılar, finans sermayesinin özerkleşmesi (ekonomiye hükmetmeye başlaması) ile borçların ve borç seviyelerinin çoğalması (kaldıraç etkisi) arasındaki ilişkiyi tanımlamışlardı.[7] Aslındaçoğalma birkaç anlama geliyor. Birincisi, bu niceliksel bir olgudur (örneğin, ABD kamu borcu, GSYH’nin %116’sını temsil ettiği 1945’te 259 milyar dolardan 1989’da 2.9 trilyon dolara [GSYH’nin %50’si], 2013’te 16.7 trilyon dolara [GSYH’nin %100’ü] yükseldi; 2000’den 2008’e kadar ABD’deki özel borç 26.5 trilyon dolardan 54.5 trilyon dolara çıktı) (Amadeo; Clark). Ancak borçluluk giderek daha geniş bir ekonomik aktörler yelpazesini de ilgilendiriyor (kamu ve özel şirketler, dernekler, bireyler, yakın zamanda iflas başvurusunda bulunmak zorunda kalan Detroit Şehri gibi yerel topluluklar, bağımsız ülkeler vb.) Hepsinden önemlisi, sigorta, mükerrer sigorta ve menkul kıymetleştirme mekanizmaları aracılığıyla borçlar birbiri üzerine rehin ediliyor. Bu durum, gerçek kaynakların asgari düzeyde harcanmasıyla hisse senedi ya da şirket hissesi edinmeyi mümkün kılan “kaldıraç etkisi” ile birleşiyor: para başkalarından ödünç alınıyor, böylece aslında sadece ödeme sözü vermek bile varlık satın almaya ve biriktirmeye olanak sağlıyor (Giraud’un “vaat ticareti” olarak adlandırdığı şey). Kredi kuruluşlarının bireysel tüketime yönelik kredileri, özellikle de ipotekleri yaygınlaştırma yarışına girmesi ve bankalar ile sigorta şirketlerinin bu kredilere rehinli “çürük” menkul kıymetler biriktirmesiyle tetiklenen 2008 finansal krizinden sonra açıkça iki olgu ortaya çıktı: (1) belirli bir genelleştirilmiş borçluluk düzeyinin ötesinde, batık yüzen-gezen bir borç var (Giraud’nun mistigri ya da blackjack olarak adlandırdığı; kaybedenin, sonunda elindeki kötü karttan kurtulamayan oyuncu gibi olduğu bir kart oyunu gibi): bu yüzen-gezen borç asla geri ödenmez ve bu yüzden tüm sistemi bir çöküşle tehdit eder, aynı zamanda kayıpları başkalarına aktarmaya çalışan aktörler arasında acımasız bir negatif rekabet yaratır; (2) Devletin (kendisi ağır bir şekilde borçlu olsa bile) sadece (Merkez Bankası olarak) son çare olarak borç veren değil, aynı zamanda son çare sigortacısı olması gerekir: bu rol esasen özel borçları (kurtarma paketleri ve kolay likiditeler yoluyla) toplumsal borçlara dönüştürür ve nihayetinde vergi artışlarıyla (yani yoksullar ve orta sınıf, yani “%99” tarafından) ya da para basarak (ya da her ikisi birden) ödenir. , ki bu da Devletlerin kendilerinin küresel finans piyasasında iflas eden borçlular haline dönüşmeleri gibi çok gerçek bir tehlikeye neden olur. Sonuç olarak sadece iki temerrüt biçimi arasında bir seçim söz konusudur ve bunlar da sonunda birbirine eklenebilir.
2. Borç, vergi, para
Paranın kökeni (yani ya tarihsel kökeni ya da mübadele, tasarruf ve sermayeleştirme aracı olarak çağdaş anlamda oluşumu) hakkında teori üreten iktisatçılar (ya da tarihçiler veya antropologlar) genellikle klasik çağa kadar geri götürülebilecek iki rakip teoriden birini benimser: özel kredi teorisi (bankaların işlevine ve likidite yaratan ödünç verme ve menkul kıymet alım satım işlemlerine vurgu yapar) ve Kartalist teori (Devletin, Merkez Bankaları aracılığıyla, para birimini tanımlama ve değerini koruma işlevine vurgu yapar).[8] Her iki durumda da para ve borç birbiriyle bağlantılıdır, ancak farklı şekillerde. Bu iki teori bir madalyonun iki yüzünü tanımlamaz ama genel bir sürecin parçalarını teşkil eder: başka bir deyişle, birbirleriyle uyumsuz değillerdir, aksine birbirlerini tamamlayıcı olarak görülmelidirler. Bu durum, (Suzanne de Brunhoff’un Marx’ta açık olmayan Marksist bir para teorisi formüle etmeye yönelik girişimlerindeki bir önermesini takip ederek söylersek) parasal sistemin sadece yaratılışını değil; aynı zamanda farklı işlevleriyle birlikte sürekli yeniden üretimini sorgularsak daha belirgin hale gelir.[9] Hem özel bankalar hem de Devletler kaçınılmaz olarak bu yeniden üretime dahil olurlar (bu da ya karşılıklı bağımlılıkla sonuçlanır ya da ortak bir çıkar yaratır ama aynı zamanda bankalar ve Devlet arasında devingen bir güç ilişkisi de ortaya çıkarır). Bunun nedeni, paranın yeniden üretiminde iki farklı ekonomik devrenin birbirine eklemlenmesidir: bankacılık devresi ekonomiyi her ekonomik işleme “aracılık eden” kredilerle ya da likiditelerle beslerken, mali devre Devlet tarafından el konulan birçok farklı türden katkıyı (hanehalkları, şirketler, gelirler, tüketim, mülkler vb. üzerindeki doğrudan ve dolaylı vergiler) emerek tahvili mümkün hale getirir.[10]
Devletin topladığı harçlar, kendi harcamaları ve yatırımları için kullanılan vergiler şeklinde görünürdür. Ancak aynı zamanda altyapılar, hizmetler, koruma ve kamu güvenliği şeklinde yeniden dağıtılırlar (olduğu gibi kaynaklarına geri iade edilirler); bunların büyük bir kısmı görünmezdir çünkü bireysel olarak değil sosyal kurumlar aracılığıyla kolektif olarak dağıtılırlar veya bölünemedikleri ve bir topluluk olarak nüfusu ilgilendirdikleri için genel bir şekilde dağıtılırlar (örneğin, güvenlik, kültürel hizmetler, eğitim, vb.). Bankalar bireysel ya da kurumsal tasarrufları toplarlar ve bunu faiz yoluyla telafi ederler; ancak aynı zamanda krediye erişim de sunarlar ki bu da onlara özgür bir kâr elde etme yoludur (ve artık biliyoruz ki, tıpkı Devlet örneğinde olduğu gibi, ancak tamamen farklı bir mekanizma yoluyla, parasal kaynaklar esasen sıradan vatandaş kitlesinde yoğunlaşmıştır). Bankalar kredi işlemleri yoluyla para “yaratır” (çünkü menkul kıymetler ödeme aracı olarak kullanılabilir ve alıcıdan satıcıya aktarılabilir, buna ekonomi jargonunda ‘borç taahhüdü’ denir) ve Devlet de (yani, yasal özerkliği ülkeden ülkeye değişen Merkez Bankası), değeri rezervlerle garanti edilen[11] ama aynı zamanda piyasadaki diğer para birimlerine karşı dalgalanan banknotların resmi basımı yoluyla para “yaratır”. Para “biçimini” bu şekilde yeniden üreten, biri kamusal diğeri özel olan bu iki mekanizmanın birbiriyle eklemlenmesidir (bu piyasa ile eş kapsamlı evrensel bir işlevdir, ancak – altın standardının klasik döneminde bile – yalnızca rakip ulusal para birimleri biçiminde mevcuttur, ama bazıları yine de “rezerv para” olarak kabul edildikleri için ulusötesi bir rol oynarlar). Vergiler ve tasarruflar vatandaşların parasını tüketmek için çekişiyor olabilir, ancak oran ne olursa olsun, burada nihayetinde birbirine tahvil edilebilir olması gereken iki “borç” var. Bu nedenle para (tıpkı hukuk gibi ama farklı bir şekilde) modern toplumlarda kamusal ve özel alanların birbirine eklemlenmesinin temel aracıdır yani toplumu bu şekilde inşa eder (ya da Althusser’in “toplum etkisi” dediği şeyi üretir) (Althusser ve Balibar 65).
2.1. Parasal “değer” olmadan yeterince tanımlanabilecek bir “reel ekonomi” kavramı aradıkları için birçok Marksistin ve başka iktisatçının inandığının aksine, de Brunhoff paranın Devletin Merkez Bankası aracılığıyla ekonomiye enjekte edeceği dışsal bir faktör olmadığında ısrar etmekte haklı görünüyor. Fakat aynı zamanda, evrensel bir niceliksel ifadeye ya da eşdeğere ihtiyaç duyan özel mübadelelerin ve borçların mantığından kaynaklanması anlamında, tamamen ekonomik bir faktör de değildir. Liberaller ya da kurumsalcılar tarafından tercih edilme eğiliminde olan rakip teoriler, genel eşdeğerliliğin yeniden üretimini (hem değeri hem de işlevi açısından) hesaba katmayan tek taraflı görüşlerdir. Bankalar ve kredi kurumları, borç para verdiklerinde ve (Merkez Bankası tarafından onaylanan resmi bir para biriminde formüle edildikleri sürece) dolaşıma girebilen menkul kıymetler sağladığında, rehin olan bir para yaratırlar: bu durum, para genelleştirilmiş veya toplumsallaştırılmış bir borçmuş gibi, para ile borç arasında temel bir homojenlik olduğunu gösterir. Devlet, bireysel ya da kurumsal alıcılar tarafından satın alınabilecek tahviller yarattığında, aynı zamanda farklı türde bir toplumsal borç üzerine rehinli bir borç yaratmış olur: kendi siyasal meşruiyeti ya da vatandaşların vergilerini fiilen ödemelerini emretme kapasitesi (çünkü Devlet, tıpkı meşru güç kullanma tekeline sahip olduğu gibi, yerel topluluklara devredilebilen vergi toplama “tekeline” de sahiptir). Biliyoruz ki bu meşruiyete itiraz edilebilir: dolayısıyla ekonomik kapasite kadar siyasal da bir faktördür ve siyasal bir risk yaratır. Bazı ekonomistler bankaların diğer tüm özel aktörlere göre bir ayrıcalığa da sahip olduğunu belirtmişlerdir: bankalar alacaklılarına ödeme yapmak için kendi borçlarını kullanabilir ya da sıradan vatandaşların yapamayacağı şekilde borçlarını tedavüle sokabilirler – ancak bankalar bunu yalnızca kendileri ödeme gücü olarak kabul edildikleri sürece yapabilirler ki bu da onların meşruiyet biçimidir. Bazıları ise iki devrenin de eşit derecede borcun varlığına dayandığına inanmaktadır: ancak bir tarafta bu sonlu ve ölçülebilir olan ekonomik bir borç iken, diğer tarafta sembolik veya antropolojik bir borçtur, yani vatandaşların kendilerini koruyan Devlete sürekli bir borcu vardır (ve Modern “refah Devleti” bunu gün ışığına çıkaracak ve tamamlayacaktır).[12] Ben, ekonomik ve toplumsal alanların birbirleriyle siyasal bir eklemlenmesinden, yani kurumlar ve iktidar tarafından güvence altına alınan ama aynı zamanda her iktidar ilişkisine içkin olan çatışmalı doğaya maruz kalan bir eklemlenmeden bahsetmeyi tercih ediyorum. İki devrenin (ya da iki borcun) eklemlenmesi bir “toplum etkisi” yaratır, ancak bunun kendisi de bir iktidar ilişkisinin değişkenliklerine bağlıdır.
2.2. Paranın ya da değişim değerinin (yani dolar ve avro gibi belirli para birimlerinin birbirlerine karşı değişiminin) değerlendirilmesinde özel kredi döngüsünün giderek daha baskın hale gelmesi paradoksal görünüyor. Güçlü Merkez Bankaları bile para basmaya ya da ulusal faiz oranını değiştirmeye karar verdiklerinde piyasanın işaretlerini takip etmek zorunda kalıyor. Bir tarafta, ticari faaliyetler ve yatırımlar giderek daha fazla ulusötesi hale geliyor, bankalar ve finans işlemcileri tıpkı diğer malların ticaretini yaptıkları gibi para birimlerinin de ticaretini birbirleriyle yapıyor (ya da kendi varlıklarının devalüasyonunu tetikleme riskini göze alarak, bir elin yaptığını diğer elin görmezden geldiği bir durum olarak, para birimleri üzerinde spekülasyon yapıyor). Diğer taraftan, Kamu Bütçeleri (ve dolayısıyla Hazineler), Japonya’da olduğu gibi esas olarak kendi vatandaşlarına ya da – sadece “zayıf” ülkeler için geçerli olmayan bir biçimde – uluslararası finans piyasasındaki çeşitli alacaklılara karşı borçlu oluyor. Sonuç olarak, (derecelendirme kuruluşlarıyla birlikte) piyasa (onları yukarı ya da aşağı doğru iterek) sadece para birimlerini değil, ödeme gücü yüksek ya da düşük olarak derecelendirilen Devletlerin kendilerini de değerlendiriyor.
Bu da güçlü bir spekülasyon faktörü haline geliyor ve bunun tetikleyicisi de, Devletlerin bütçelerini ayakta tutan kredi olanaklarına erişmek için kabul etmek zorunda oldukları faiz oranları arasındaki “fark”. Ancak burada bir kısır döngü söz konusu, çünkü daha yüksek faiz oranları kamu borçlarını daha da sürdürülemez hale getiriyor. (Tersine, eğer tüm Devletler gerektiğinde, örneğin batamayacak kadar büyük olduğu düşünülen özel bankalarla aynı düşük kredi oranlarına erişebilselerdi, savunulamaz olarak görülen birçok kamu borcu hızla yeniden yönetilebilir hale gelirdi). Ancak yüksek faiz oranları ve bunların yol açtığı ikincil borçlanmaların artması da borç verenler için birincil kâr kaynağıdır. Dolayısıyla (bazı borçlar iptal ya da iskonto edilmiş olsa bile) bankalar Yunanistan’ın ve İspanya’nın borçları üzerinden büyük kârlar elde etmeye devam ediyor. ABD gerçekten de özel bir durum çünkü bir“rezerv para birimi” olarak dolar, görünüşte sınırsız bir şekilde para sağlayarak ülkenin devasa açıklarını finanse etmeye devam ediyor: ABD, kendi borcunu olduğu gibi paraya dönüştürüyor. Ancak bu durum belki de sadece bir erteleme çünkü ABD tahvillerinin finans piyasasında, özellikle de bugün Asya ve Çin bankaları tarafından büyük miktarlarda satın alınmasına bağlı, ki bu da bir çöküşten veya devalüasyondan kaçınmak için ortak bir çıkar yaratıyor. Üstelik bir gün bu çıkarlar hiyerarşisi değişebilir.
Ancak, nihayetinde, herhangi bir kamu borcu vergi iadeleri beklentisiyle teminat altına alınır. Dolayısıyla, kredi verdikleri ölçüde bütçelerini ve para birimlerini giderek daha fazla rehin tutan bankalar, Devletler ve dolayısıyla Devletlerinin kendilerini temsil ettiği vatandaşlar tarafından temin edilen bir sigortaya ihtiyaç duyar. Mevcut krizde, Devletler finans piyasaları tarafından sürekli olarak şantaj altındadır ancak ilk başta Merkez Bankaları tarafından sunulan likiditelerle ve daha sonra vatandaşlar tarafından karşılanan sanal veya gerçek kurtarma paketleriyle (veya her durumda vatandaşlar tarafından finanse edilen paketlerle) bankaları yine de ayakta tutarlar. Vergiler (ve mali devre) her zamankinden daha fazla sistemin esaslı bir sac ayağı konumunda. Vergiler her zaman çok yüksek ilan edilir, ancak gereklidir.
Bu noktada birkaç siyasal soruyu ortaya atmak faydalı olacaktır. Bunlardan biri vergi kaçakçılığı meselesi. Vergi kaçakçılığı periyodik olarak kınanıp ifşa edilse de (ve zaman zaman bazı Devletlerin yolsuzluğunu yaftalamak için buna başvurulsa da) bunun aslında Devletlerin ve finansal aktörlerin kapalı kapılar ardında süren müzakerelerinin bir unsuru olarak organize edildiğini bilmiyor muyuz? Devletler, önemli mali varlıkların transfer edildiği vergi cennetlerini hoş görüyor veya bu bölgeler organize ediyor.[13]Devletler ayrıca, daha genel olarak, elverişli mali koşullar yoluyla sermaye çekmek için kalıcı bir rekabetin de içinde (bildiğimiz üzere, Avrupa Birliği’nin şimdiye kadar ortadan kaldırmaktan kaçındığı bir durum bu). Bir başka soru da kamu kurumlarını bir yandan (vergilerden kaynaklanan) kamu kaynaklarını özel finans sektörünü sübvanse etmek için kullanmak (örneğin batmak için çok büyük olduğu düşünülen bankaları kurtarırken) ve diğer yandan kamu yatırımları veya sübvansiyonları yoluyla ulusal ekonominin istihdam, altyapı, bilimsel araştırma, refah programları ve eşitsizliklerin azaltılması gibi sosyal ihtiyaçlara hizmet etme kapasitesini arttırmak arasında bir “orta yol” bulmaya yönlendiren mantıkla ilgili. Hiç kimse bunun “bilimsel” bir temelde tanımlanabileceğine inanmıyor. Bu durum -bir kez daha- riskler ve rastlantısal seçimlerle ilgili bir mesele. Ancak resmi söylem bu seçimlerin genel çıkarlar doğrultusunda yapıldığı yönünde. Güç ilişkileri ve ideolojilerin, özel ve kamu sektörleri arasındaki, ayrıca kamusal (ulusal) aktörlerin kendi aralarındaki her müzakere ve borç dağılımına yön verdiği düşünüldüğünde, bu çok kuşkulu görünüyor.
2.3. İktisatçılara göre, rekabetleri (bazen “kur savaşlarına” varan) “parasal işlevin” temelini oluşturan para birimlerinin göreli gücü birçok faktör tarafından belirlenir.[14] Geçmişte, üretimci veya sanayileşmeci teorilerin etkisi altında, esas olarak vurgulanan reel ekonomilerin karşılaştırmalı gücüydü. Görünen o ki artık daha da büyük bir rol ya da en azından gerekli bir dolayım, finansal aktörler tarafından derecelendirme kuruluşları aracılığıyla karar verilen borç iktidarı ya da uygun oranlarda borçlanma kapasitesi tarafından oynanıyor. Bu iktidar, özel ve kamu aktörleri arasında dağıtılmış durumda: Aglietta ve başkaları, Avrupa ülkelerinin (Almanya dahil) içinde bulunduğu zor durumda özel borçların kamu borçlarından daha belirleyici olduğu konusunda ısrar ediyor. Ancak kamu borçlarının sürekli olarak özelleştirilmesi gibi özel borçlar da kamusal hale gelebilir.[15] Sosyal sistem içindeki (krediye ihtiyaç duyan bireyler, krediye ihtiyaç duyan firmalar, uluslararası finans piyasasında kamu borçlarını müzakere eden Devletler dahil) herkesi ilgilendiren, kredi olanaklarına (ve dolayısıyla borca) erişim meselesi, eşitsizliklerin yaratılmasında ve aynı zamanda katmerlenmesinde önemli bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor. Sadece zengin bireyler ya da ödeme gücü olduğu düşünülen Devletler, borçları çok yüksek olduğunda sübvansiyonlara erişebiliyor (diğerleri ise mülklerini terk etmek zorunda kalıyor: bugün hem Kaliforniya’da haczedilen ev sahipleri hem de Troyka tarafından sübvansiyon almaya devam etmek için kamu mülklerini özelleştirmeye zorlanan Yunanistan için geçerli olan bir durum bu). Bildiğimiz gibi en uç vakalar, pratikte riskten kaçan “batamayacak kadar büyük” olan kurumlar. Ancak diğer uçta, bankaların spekülasyon, kaldıraç oranını artırma ve toksik varlıkları biriktirme risklerini telafi etmeye her zaman yardımcı olan yoksullar yer alıyor. Joseph Stiglitz gibi demokratik yönelimli iktisatçıların zenginlik ve yoksulluk (sadece eşitsizlik değil) konularını ekonomik analize geri taşıma ihtiyacı hissetmelerinin bir nedeni de işte bu.[16]
Her şeyden önce bu durum, vergilerin yeniden dağıtım işlevi olabileceği ve dolayısıyla sosyal eşitsizlikleri azaltmaya hizmet edebileceği fikri üzerinde yeni bir düşünceye yol açıyor –özellikle de gelirlere güçlü bir kademelendirme uygulanırsa ve temel sosyal hizmetler vergilerle desteklenirse, ki bu New Deal’dan bu yana Kuzeydeki ulusal-sosyal devletlerin ve Avrupa’daki savaş sonrası sosyal demokrat rejimlerin önemli bir yönüydü.[17] Bu bir adalet meselesi, popülist bir siyasal strateji ya da (Keynesçi bir bakış açısıyla) ekonomik verimlilik veya bunların bir kombinasyonu olarak değerlendirilebilir. Tarihsel olarak, vergilerin yeniden dağıtım işlevi, benim kısaca ulusal-sosyal devlet olarak adlandırdığım şey tarafından uygulanan sosyalist veya sosyal demokrat politikalarla bağlantılıydı: örnek model 20. yüzyılın uzun bir dönemi boyunca İsveç’tir, ancak ABD’de de New Deal pratik olarak aynı yönelimi kapsıyordu. Geriye dönüp bakıldığında, ulusal-sosyal devletin sadece vergilendirme düzeyini niceliksel olarak arttırmakla kalmadığı (ki bu neoliberal eleştirinin çıkış noktasıdır), aynı zamanda siyasal tanımını da değiştirdiği görülebilir. Bir yeniden dağıtım mekanizması olarak vergi sistemi artık sadece Devlet tarafından el konulan (kâr, faiz ve rant gibi özel aktörler tarafından el konulan diğer fazlalıklar gibi) ve Devlet bunu yararlı veya gerekli işlevleri (güvenliği sağlamak veya altyapı kurmak gibi) yerine getirmek için kullandığında meşrulaştırılan bir artık değildir. Vergi, Devletin aracılık ettiği, toplumun kendisiyle kurduğu (ve onu dönüştüren) bir ilişki haline gelir. Küresel finansın yükselişi (ulusal refah sistemleri de dahil olmak üzere) Devletlerin kredi ile sağlanan kaynaklara olan bağımlılığını önemli ölçüde artırırken (vergiler esasen piyasalar için bir güvence işlevi görmektedir), diğer taraftan neoliberal politikalar sosyal refahın yerine bireylerin temel ihtiyaçlarını (sağlık, barınma ve eğitim gibi) karşılamak için kendi kendilerine almaları gereken sigorta ve kredileri ikame etme eğilimindedir. Bu durum, bireylerin özerklik ve “kendine mülk edinme” duygularını artırabilir (bildiğimiz gibi, 1980’lerde Thatcher ve diğer neoliberaller tarafından savunulan özelleştirme politikalarının işçi sınıfı arasındaki popülerliğinin bir nedeni de buydu). Ama bu aynı zamanda hayatlarındaki riskleri de en üst düzeye çıkarır ve nihayetinde bireyleri bankalar tarafından belirlenen cezai kredi erişim kurallarına tabi kılar. Bankaların mümkün olduğunca çok kredi “satmak” ve geri ödemelerini (ya da belirli bir kısmını) güvence altına almak gibi çelişkili bir çıkarı olduğundan, (sosyal hizmetlerin özelleştirilmesinin çok önemli bir rol oynadığı) borç ekonomisinin basitçe ulusal-sosyal devletin işlevlerini özel sektöre devretmek anlamına mı geldiği, yoksa aslında mekanizmayı tersine mi çevirip eşitsizliklerin azaltılmasından ziyade eşitsizliklerin artmasına ve toplumun daha fazla kutuplaşmasına mı yol açtığı sorulabilir (ki bunun siyasal sonuçları olmaksızın kalması pek mümkün değil). Her halükârda “teknik” bir değişimden çok daha fazlasından, toplum modelinin kendisinin bir dönüşümünden bahsediyoruz. Devletin ve vatandaşların kaynaklarının kontrolünü aynı anda ele geçiren ve tüm toplumsal aktörlerin borçlarını toplayan kredi mekanizmaları, pratikte toplumun “düzenleyicileri” haline gelmiş durumda. Bu durum, iktidarın meşrulaştırılma biçimlerinde derin bir ideolojik dönüşümü de beraberinde getiriyor; zira kredi, talep edilen, talep nesnesi olan ve verimliliği parasal terimlerle hesaplanması gereken bir şeyken; kamu hizmetleri, bireylere, onların onayı veya kabulü olsa bile, (prensipte) ihtiyaçlarının bir işlevi olarak ya zorunlu olarak dayatılır ya da devlet baba tarafından sunulurdu.
3. Egemen borçtan borcun egemenliğine geçiş mi?
Borç ekonomisinin genişlemesi ile toplumlarımızdaki egemenlik rejimindeki değişiklikler arasındaki ilişkiyi tartışırken, dilin kendisi, egemen borçlar, yani Devletlerin kendileri gibi kamu kurumları veya uluslararası finans piyasasına kısa vadeli borçlar veya uzun vadeli tahviller koyan herhangi bir kurumu veya alt yönetimi (örneğin, bir kamu üniversiteleri sistemi) tarafından yaratılan borçlar sorunuyla bir çıkış yolu öneriyor. (Bunun en meşhur örneği Çarlık rejimi tarafından bir demiryolu ağı inşa etmek için çıkartılan, daha sonra SSCB tarafından geçerliliği reddedilen, ancak Sovyet rejiminin sonuna doğru tekrar kabul edilen “Rus Tahvilleridir”). Yukarıda tartıştığım gibi, egemen borç piyasanın (derecelendirme kuruluşları ve borsada işlem yapan aktörler tarafından alınan kararlar yoluyla anonim olarak) Devletlerin ödeme gücü ve kârlılığını derecelendirmesini mümkün kılıyor ve böylece olağanüstü durumlarda kredi limitlerinin kesilmesi tehdidine dönüşebilecek bir baskı uyguluyor. Bu da Egemen’in kendisi üzerinde daha üstün bir iktidarı tanımamıza yol açıyor: Küresel Finans Piyasası (KFP). Egemenliğin Ortaçağ hukukçuları tarafından ortaya atılmış ve daha sonra Hobbes gibi modern siyaset kuramcıları tarafından ünlü Leviathan alegorisinde yeniden ele alınmış tanımı şöyledir:üzerinde hiçbir otoritenin bulunmadığı, dolayısıyla kendi koyduğu yasanın hükmünden muaf olan iktidar (ab legibus solutus). Bu, dünya ekonomisinde eski emperyalist yapıların yerine geçen (ya da onları tabi kılan) KFP’nin yeni egemenliğidir ve bu anlamda KFP’ye Devletlerin ve ulusların bağımsızlığını – günümüzdeki herhangi bir askeri güçten çok daha fazla (yani daha az direniş olasılığı ile) – kısıtlayan bir İmparatorluk (imperium) denebilir. Ancak bu, eğer finans sermayesinin küresel bir plana göre çalıştığını (ki bu gerçekdışı bir fikirdir) ya da ortak bir dizi kural ve ekonomik doktrini benimseyen (ki bu da ütopik bir fikirdir) farklı ulusötesi kurumların (IMF, WTO, vb.) etkileşimi yoluyla evrensel bir yönetişim biçimi oluşturacağını düşünmüyorsak, “tebaasına”[18] olumlu davranışlar dikte eden birleşik ya da etkin bir güçten ziyade, olumsuz olarak tanımlanan bir kısmi-egemenliktir. Modern Devlet egemenliğinin ilk teorisyenlerinin (özellikle Bodin’in), mutlak olduğunu iddia eden her egemenliğin aslında sadece diğer egemenler tarafından dışsal olarak değil aynı zamanda içsel olarak da sınırlandırıldığını savundukları unutulmamalıdır. Bodin’in reddedilemez addettiği iki içsel sınırlama, bir yandan tebaanın dini bağlılıklarını sürdürme iradesi, diğer yandan da aşırı vergi yüküne direnme ya da buna karşı isyan etme kapasitesiydi, ki bu siyasal boyutlar bugün bile yadsınamaz geçerliliğini koruyor.[19] Emperyalizm elbette dışsal ve içsel sınırlamalar arasındaki ayrımları bulanıklaştırarak bu soruyu dönüştürdü. Ancak KFP’nin kısmi-egemenliği, iktidar ilişkilerine dair tasvirlerimizi kökten altüst etmiş gibi görünüyor ve bazı analizcileri post-politik bir çağın geldiği tespitini yapmaya yöneltiyor. Finans aktörlerinin herhangi bir Devletin (büyük bir Devletin bile) işlemleri ve herhangi bir ulusun (zengin bir ulusun bile) günlük yaşamı üzerinde uyguladığı kontrol, bu nedenle kolayca küresel finansın gerçekdışı görünümlerine isnat edilebiliyor (bu makalede bankalardan genel bir anlamda bahsettiğimizde de durum aynen böyle). Ancak bu kontrolün görünürdeki karşı gelinemez gücü, esasen bütçelerin, ekonomilerin ve egemen çıkarların içinden geliyor: yani, benimsenen politikalar ve ayrıcalıklı ekonomikçıkarlar tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla, herhangi bir başkaldırı ya da direniş söz konusu olmadan önce bile, sınırlamaların finansal çıkarlar içindeki çelişkilerden kaynaklanması gerekiyor: KFP’nin kısmi-egemenliğinin olumlu olmaktan çok, olumsuz olmasının bir başka nedeni de budur.
3.1. Basit bir anlatımla (ki Güney Avrupa’da cereyan eden, Latin Amerika ya da Asya’da ulusal ekonomilerin temerrüde düştüğü önceki dönemleri hatırlatan son gelişmelerin de gösterdiği gibi) egemen borcun zayıf uluslar ile emperyalist dış güçler arasındaki egemenlik ilişkileriyle bağlantılı olduğu kabul edilmektedir. Ama şu anda durumun çok daha karmaşık olduğu açık: borcun sahibinin kim olduğu ya da borcu kimin kontrol ettiği sorusu gerçekten de anlamlı, ancak bu, bankalar ve emperyal uluslar arasındaki bağlantı açısından basit bir cevaba izin vermiyor. Çoğunluğu çok az ya da hiçbir şeyi kontrol etmeyen nihai sahipler, özellikle işverenleri veya kitlesel kredi kuruluşları tarafından sunulan emeklilik fonları aracılığıyla hisse senetleri ve tahvillere sahip olan, orta sınıfa mensup bireysel hissedarlar ve tahvil sahipleridir. En ağır borçlara sahip Devletler ekonomik, askeri ya da siyasal güç açısından en zayıf Devletler değiller: ABD’nin sembolik durumu tam da böyle.
Hem niceliksel olarak hem de GSMH’ye oranla dünyanın en büyük borcu olan, ancak dolar dünyanın ana rezerv para birimi olarak kaldığı sürece kendisi de bir tahakküm aracı olarak işleyen ABD borcunu yorumlamak gerçekten de buradaki temel zorluk. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, bu “borçlu olma gücü” ne kadar etkileyici olursa olsun, diğer ulusların da ekonomik çıkarlarının yanı sıra emperyalist hırsları da olduğu ve ABD borcunun büyük bir kısmına sahip oldukları gerçeğiyle kırılgan ve içsel olarak sınırlıdır. Bu nedenle bu ülkeler borcun dalgalanmalarını ve jeopolitik sonuçlarını kontrol etme olanağına sahiptirler. Gerileyen ABD hegemonyasının ötesinde (ki bu durum ABD hükümetlerinin 11 Eylül sonrası askeri müdahaleler yoluyla “dünyanın efendisi” gibi davranmaya kalkışmasıyla hız kazandı), yorumcuların pratikte Çin ve ABD tarafından ortaklaşa yürütülen bir Dünya-sistemi kondominyumuyla karşı karşıya olduğumuzu iddia etmelerine (ki mantıksız değil) yol açan şey de budur: nam-ı diğer “ChinaAmerica” (Jones). Ancak bu argüman, önemli miktarda egemen fonu (örneğin Körfez’in petro-monarşilerinden alınan krediler ve yatırımlar) ve (dünyanın her köşesindeki kârlı faaliyetler üzerine ya da olumsuz olarak bazı para birimlerinin ve Devletlerin zayıflaması üzerine spekülasyon yapan) özel hedge fonlarını hesaba katmıyor.[20] Finans sermayesinin gücü dağınık ve birbiriyleçatışıyor. Elbette son kertede, ödeme beklentileri ve kapasiteleri (ya da borçların geri ödenmesi) arasındaki boşluğu dolduracak olanlar sıradan insanlar.
O halde tüm bu mekanizmanın göze çarpan bir diğer yönü de, sistemik krizleri önlemeyi amaçlayan bu “herkesin herkese karşı savaşı”nın yönetişimiyle ilgili.[21] Bu yönetişimin görünür organları arasında IMF gibi kuruluşlar var. Hem katkıları yoğunlaştırarak hem de borçlu ülkelere kurtarma fonları tahsis ederek borçlular ve alacaklılar arasındaki ilişkilere Devletler düzeyinde aracılık ediyorlar. IMF’nin kredi vermek için dayattığı koşullar daima özel çıkarların korunmasına öncelik vermeye ve temerrüde düşen ulusların “gayrimeşru borçların” ihbarı gibi özerk savunma stratejilerini denemelerini önlemeye yönelik olmuştur. Bu koşullar esas olarak sözde yapısal düzenlemelerin, yani kredi karşılığında zorla serbestleştirme ve kemer sıkma politikalarının dayatılmasına dayanıyor, ki bu da pratikte borçların yükünün belirsiz bir süre için halkın üzerine bindirilmesi anlamına geliyor. IMF’nin Yunanistan’ın borcunu denetleyen (IMF, ECB ve Avrupa Birliği’nden oluşan) “Troyka”ya dahil olmasıyla ve daha genel olarak AB’nin borçlu Devletlerin bütçe krizini çözmek için IMF’nin yönergelerini benimsemesiyle, IMF’nin ulusal egemenliğin gerilemesine doğrudan katılmakla birlikte aynı zamanda eski modele başka bir alternatifin ortaya çıkışına karşı olduğu da açıkça ortaya çıktı: Örneğin, borç ekonomisinin risklerine karşı kolektif bir koruma zorunluluğunun, kendi yaptıkları spekülasyonlar nedeniyle tehlikeye giren bankaları kurtarmak kadar önemli sayılacağı Avrupa çapında federatif bir dayanışma. Aslında IMF, hem yasal işleyiş kuralları hem de baskın yapısal ideolojisi nedeniyle, birbirini izleyen başkanlarının yönetimi altında, finansal sistemin bu şekilde düzenlenmesinde (ya da yeniden yapılandırılmasında) hiçbir rol oynamıyor.
3.2. Kapital’in Birinci Cildinde (“Basit Yeniden Üretim”) Marx, ücretli emeğin sömürüsüne dayalı bir toplumsal üretim ilişkisinin etkilerini tanımlamak için çarpıcı bir ifade kullanır: Bir tarafta, sermayenin emri altında çalışarak güçlerini tüketen emekçilerin kendilerini yeniden üretmek (yani basitçe “yaşamak”) için emek-güçlerini bir kapitaliste yeniden satmaktan başka yolları yoktur; diğer tarafta ise bu çalışmanın ürünü sürekli olarak biriktirilir ve (parasal biçimde) ücretli emeğe “hükmetmek” için yeni bir kapasiteye dönüştürülür, yani aynı işçiden ya da diğer işçilerden emek-güçleri satın alınır. Marx bunu ikilem ya da Zwickmühleolarak adlandırır; yani toplumsal yapının iki kutbunda, görünüşte birbirinden bağımsız bir şekilde, tek bir döngüsel süreç kendi sonsuz tekrarının koşullarını yaratır (ve aslında kutuplaşır, çünkü aklında olan genişletilmiş bir yeniden üretimdir: artan sermaye birikimi ve yoğunlaşması ve sürekli yoksullaşan bir işçi sınıfının genişlemesi) (723-24). Bu tasviri, aslında kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişiminde yeni bir aşama olan borç ekonomisinin göze çarpan yönlerini tanımlamak için kullanabiliriz. Bu durum, belirli siyasal ya da kurumsal koşullar sağlandığı takdirde, finansal kârların aynı anda hem ödeme gücü olan borçlulardan hem de ödeme gücü olmayan borçlulardan ya da bu kişilerin geri ödeme kapasiteleri olmadığı halde borç alma kapasitelerinden elde edilmesinde görülebilir.[22] Elbette bu devrede kayıplar olacaktır (ve işlemlerin devam edebilmesi için kayıpların tabiri caizse “doğru tarafa” dağıtılması hayati önem taşıyor). Ancak ortalamaya bakıldığında, kârların istikrarlı bir şekilde birikmesi kayıpları büyük ölçüde telafi ediyor. Ya da 1929 tipi yeni bir “büyük kriz” yaşanmadığı sürece telafi ediyor…
Finans sektörü ile kamu sektörü arasındaki ilişkide, küresel borçluluk arttıkça tersine çevrilmesi giderek zorlaşan bir güç ilişkisi içinde işleyen bir “ikilem” de var. Finans kuruluşları, Devlet borçlanmalarının doğrudan getirilerinden kâr elde ederek, tüm Devletlerin bütçelerini dengelemek için (farklı derecelerde de olsa) vergilerden çok kredilere bel bağlamasına yol açıyor. Ancak finans kuruluşları aynı zamanda menkul kıymetlendirme, sigorta veya mükerrer sigorta ve riskli (çürük demeye gerek yok) Devlet tahvillerinin satışından da kâr elde ediyor (ki bunların “normalde” düzenleyiciler tarafından kontrol edilmesi gerekir). “Kamu” maliyesinin “özelleştirilmesi” yönündeki bu eğilim ilerledikçe, Alman sosyal teorisyen Wolfgang Streeck’in deyimiyle, Steuerstaat(vergi devleti) Schuldenstaat’a (borç devleti) dönüşüyor.[23] Finansal kurumlar (özellikle iflasları sistemik bir risk yaratacağı için batamayacak kadar büyük olarak kabul edilenler) bu nedenle hem Devlet için tefeci veya para simsarı hem de çökmelerini önleyen Devlet (kamu) fonlarının kullanıcısıdır. Başka bir deyişle, hem alacaklı hem de borçlu oldukları için hükümetler üzerinde neredeyse mutlak bir hakimiyete sahipler. Ancak bu aynı zamanda, çok eski zamanlardan beri alacaklı ve borçlu arasında simetrik olmayan bir güç ilişkisi olduğu ve ilkinin her zaman ikincisine hükmettiği şeklinde anlaşılan soyut alacaklı ve borçlu kavramlarının artık toplumsal ve siyasal olarak farklılaştığı anlamına da geliyor.[24] Her alacaklının borçlu üzerinde bir gücü yok ve her borçlu da alacaklının önünde eğilmek zorunda değil: bu, kimin ikilemin hangi tarafında yer aldığına bağlı.
3.3. Sonuç olarak bazı hususlar, geleneksel kurumların ve rollerin işaret ettiğinden daha karmaşık hale geliyor. Bunlardan biri basitçe şu: kim neyin sahibi? Bir borç veya ipotek, şarta bağlı (öngörülmüş) bir mülk gibidir. Dolayısıyla, nihayetinde, tüm kamu varlıkları (vatandaşları koruma, eğitme ve tıbbi olarak tedavi etme, kamu görevlisiyseler emekli maaşlarını ödeme vb. araçları da dahil) peşinen (fiilen) Devletin alacaklılarına aittir. Peki ama bu alacaklılar tam olarak kimler? Devlete borç verdikleri para çoğu zaman ödünç alınan paranın kendisi ya da az çok riskli yatırımlar için ipotek edilen para. Mevcut deregülasyonlar nedeniyle, bankaların yatırımlarının çoğu giderek kendi adlarına değil, aracılar, özellikle de hedge fonlar ve gölge bankacılık sistemindeki diğer katılımcılar aracılığıyla gerçekleştiriliyor, böylece nihai sahiplerini bulmak imkansız veya kalıcı olmayan bir hale geliyor. Bunlar geleneksel anlamda tam olarak bir rantiye sınıfı oluşturmazlar. Bunlar arasında, örneğin, çok sınırlı gelirleri olan ancak emeklilik fonları finansal aktörler tarafından spekülatif işlemler için kullanılan çok sayıda kişi bulunuyor. Bu da tek bir cevabı olmayan sorulara yol açıyor: Kamu mülkiyeti ile özel mülkiyet arasındaki sınır nereye çekilmeli? Spekülasyonlarla bağlantılı olan “mülk” nasıl tanımlanmalı? Devlet ile halk arasında paylaşılan ve özel mülkiyet kurumunu koruyan geleneksel egemenlik kavramı açısından, (geçmişte sık sık yaptığı gibi, örneğin millileştirme ya da kamulaştırma şeklinde) sadece bireyleri ya da sınıfları değil, aynı zamanda kendisini de mülksüzleştirmeye başlayan bir kamu iktidarı nasıl tanımlanır? Bu toplumda tam olarak kim mülk sahibi ve kim mülksüzdür? Aynı anda hem mülk sahibi hem de mülksüz ya da fiilen mülksüz olmak mümkün müdür?
Basit cevaplardan yoksun olan tüm bu sorular yine de finansal işlemlerin düzenlenmesi ve kuralsızlaştırılması meselesine işaret ediyor. Burada söz konusu olan, Devletin bizzat kendisinin, paradoksal bir şekilde, finans sektöründen gelen baskılara dirençsizliğini örgütlemesi ve dolayısıyla başka bir egemenliğe (her ne kadar tanınabilir bir egemeni olmasa da) tabi olmasıdır. Egemenlik ve mülkiyet meseleleri, her zaman olduğu gibi, birbiriyle yakından bağlantılıdır.
3.4. Geleneksel egemenlik biçimlerinin kısmi ya da sözde egemenlik modellerine dönüşümü, dünya sisteminde hegemonik olan ve diğerlerine hükmeden Devletlerin mi yoksa istikrarları, meşruiyetleri ve özerklik dereceleri sadece kendi kaynaklarına dayanan ve bu nedenle “sadece” halklarının tarihini ve iç uyumunu temsil eden “sıradan” Devletlerin mi dikkate alındığına bağlı olarak farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Elbette hala muazzam güç farklılıkları olsa da, bu eşitsiz egemenlik durumu hızla tüm Devletlerin şu ya da bu şekilde Küresel Finans Piyasasında mevcut olan krediye ve dolayısıyla bu piyasayı işletenler tarafından yapılan seçimlere bağımlı olduğu bir duruma dönüşmekte. Bu durum, ABD’nin (oğul Bush yönetimi altında) göreli bir jeopolitik ve jeoekonomik gerilemeye karşı dünya genelinde askeri varlığını arttırarak akılsızca emperyal statüsünü ortaya koyma girişiminin ülkeyi kontrol edilemez bir ulusal borçla baş başa bırakmasının ardından, bu tek hegemonik gücün kendisi için de açık hale geldi. Bazı yorumculara göre bu “va banque” kumarı, doların fiilen “dünya parası” olmaktan çıkmasıyla sonuçlanabilirdi.
Ancak egemenlik her zaman dışsal güç (veya özerklik) ile içsel meşruiyet arasındaki bir ilişkidir ve tanımı gereği kırılgandır. Devletler “ödeme gücünü” korumak için KFP tarafından siyasal olarak dayatılan kural ve stratejileri uyguladıklarında ve eski borçlarını ödemek için yeni borçlar aldıklarında, aslında vatandaşları arasındaki iç eşitsizlikleri daha da arttırırlar. Kemer sıkma politikaları uygulayarak, özelleştirmelere izin vererek, sermaye ihracı ve ulusal kaynaklara el koyma üzerindeki kısıtlamaları kaldırarak, istihdam, barınma ve sosyal yardımların kitlesel güvencesizliğini hızlandırırlar, sosyal güvenliği ortadan kaldırırlar, vb. ve böylece zenginlerin ve yoksulların çıkarları arasındaki çatışkıyı daha da arttırırlar. Tüm bunlar, sadece ulusun bağımsızlığını değil, aynı zamanda Devletin meşruiyetini de etkileyen, bir çıkar ve duygu “birliği” olarak halkın potansiyel olarak ayrışmasına neden olur. Sömürge durumlarıyla – özellikle de himaye biçimleriyle – bir karşılaştırma burada gerçekten de faydalı olabilir, ancak bu yalnızca fikir verici olabilir, çünkü Devlet üzerindeki egemenlik durumun doğası, siyasi-askeri egemenlikten finansal (ya da daha iyisi, finans-politik) egemenliğe doğru esaslı bir şekilde değişmiştir. Bu durum elbette KFP’yi halkların eylem ve çıkarlarını manipülatörü olarak tahayyül etmeye güçlü bir şekilde katkıda bulunuyor. Halklar gerçekten de manipüle ediliyor, ancak – tüm çıkar koalisyonlarına, şirketler ve bireysel yatırımcılar arasındaki karşılıklı katılım ağlarına, resmi ve gölge bankacılığa ve yatırımcıların mimetik stratejilerine rağmen – Büyük Manipülatör diye bir şey yok. Eski “piyasa anarşisi” tasviri, finans piyasası için eskiden emtia piyasası için olduğundan daha fazla geçerliliğini koruyor. David Harvey bu konuda ısrar etmekte haklı görünüyor: “Bu finansal gücün … her şeye kadir olduğunu ve iradesini hiçbir kısıtlama olmaksızın dayatabileceğini düşünmek yanlış olur. Finansallaşmanın doğasında sürekli olarak savunmasız olmak vardır” (69). Tersine, KFP’nın yönetişimine yönelik, eylemleri spekülasyon ve istimlak pratiklerini düzenlemek ve serbestleştirmek arasında gidip gelen kurumlar var: Bunlar baskın bir çıkarı ifade edebilirler ancak asla ideal bir “genel irade” (ulus-devletlerin tarihsel olarak egemen sınıfların çıkarlarını uzlaştırma eğilimi göstermesi gibi) olarak hareket etmezler. Bu da KFP’nin egemenliğinden ziyade sözde egemenliğinden bahsetmek için bir başka neden.
Son Avrupa örneğinde, ortak para birimine katılan Avrupa devletlerinin parasal özerkliklerini kaybetmelerinden kaynaklanan çelişkili görünümler ortaya çıktı, ancak aynı zamanda avro, Eurozone’da istihdamı veya büyümeyi teşvik etmek için herhangi bir gerçek ekonomik hedeften dikkatlice (ve kasıtlı olarak) koparıldı: bu nedenle bir “Avrupa Merkez Bankası” (AMB) esasen küresel finansın başka bir aracı gibi görünüyordu. Ancak bu görünüm, muhtemelen tek taraflı çünkü (siyasal ve ideolojik olarak belirlenmiş) kurumsal bir sınırlamayı kalıcı bir yapısal gereklilik olarak kabul ediyor. Fakat işlerin değişmesi ve AMB’nin ABD Merkez Bankası ya da Çin Merkez Bankası ile aynı türden bir ekonomik rol oynaması için, Avrupa içinde ve dışında yeni güç ilişkilerini içeren radikal siyasal değişikliklere ihtiyaç var.
4. Borç tabiyeti
Egemenlik sorununun simetriği, siyasal kavramların ve tarihlerinin ana hatlarını takip edersek, iki anlamı da sürekli olarak örtüşen, “özneler” oluşturulması sorunudur: bireylerin (ya da grupların, kolektif bireyselliklerin) fail olarak “kendileriyle” ilişki kurmaları ve “kendilerine” gönderim yapmaları için “öznellikler” ya da modaliteler oluşturulması ile bireylerin toplumsal olarak kabul gören otoritelerin (Batı geleneğinde en önemlisi Hukukun otoritesidir) müdahalesine (ya da buyruğuna) itaat ettikleri bir “tabiyet biçimleri” kurumu. Bireysel öznelerin eklemlendiği piyasa ilişkileri, öznelerin yasal bağlayıcılığı olan sözleşmeler yoluyla zaman zaman birbirleri için yükümlülükler yarattığı olumsal durumlar olmakla kalmayıp; aynı zamanda öznelerin yaşamları boyunca ödemek zorunda oldukları borçlarla bağlandıkları kalıcı bir varoluş koşulu haline geldiğinden, bu tür piyasa ilişkileri, yeni tahakküm, tabiyet ve özneleştirme biçimleri yaratır. Öznenin geri ödeme yükümlülüğü, Yasanın kendisine itaatten önce, bağımlılığın birincil mekanizması haline gelir. Bunun aksi ise, kişinin borçlarını ödememesi durumunda bilinçli ya da bilinçsiz bir suçluluk duygusuna kapılmasıdır. Bu suçluluk, borç bir baskı aracı, adaletsiz bir toplumsal düzenin parçası olarak görüldüğünde yeni sınır ihlali, direniş ya da isyan biçimleri üretir. Ancak geri ödeme yükümlülüğü Devlet Yasası ile olan ahlaki ve siyasal ilişkiyi de dönüştürür çünkü Devlet Yasası artık otoritenin son aşaması ya da nihai dayanağı olarak görünmez. Piyasanın taşıdığı otorite (elbette yasal araçların da yardımıyla), Devletin taşıdığı otoriteden daha anonim ama aynı zamanda daha ikirciklidir çünkü sadece bir kısıtlamayı değil; aynı zamanda kendi tasarılarını gerçekleştirmek ya da kendi yaşam biçimini kurmak isteyen bireyin arzusunu da ifade eder. Borç piyasası aynı anda hem acımasızca zorlayıcı hem de saldırgan bir şekilde bireycidir. Aynı zamanda, zamansallıkla ve yaşam deneyimiyle yeni bir ilişki de içerir, çünkü borçlar, riski gündelik yaşamın normal koşulu haline getiren umutları ve kaygıları taşır.[25]
Toplumsal yelpazedeki her bireyi etkileyen genel bir borç ekonomisi (ve borç toplumu) ile ilişkili özneleştirme biçimlerinin, çeşitli felsefi paradigmalardan yararlanan antropologlar, psikologlar ve sosyal teorisyenler tarafından araştırılması ve tartışılması şaşırtıcı değil. Bunlardan sadece birkaçından bahsetmek gerekirse, bir yanda hukuki ve dini modelden, kredi kurumlarının gücünü (aslında her bireyin bankası ve banka yetkilisiyle kurması gereken samimi kişisel ilişkiyi) metalara yönelik öznel talebi yönlendirmek için arzular üzerinde oynayan reklam endüstrisiyle birleştiren ideolojik piyasa aygıtları modeline geçen Althusserci ideolojik çağrılma paradigması var.[26] Öte yandan Maurizio Lazzarato, Nietzscheci, Deleuzecü ve Foucaultcu çizgide borçlandırılmış insanın daimi “kendilik kaygısı” fikrini önerir. Bu fikre göre bireyin “içsel efendisi”, kendisinin – aynı zamanda gündelik kullanımı için kendisi tarafından yaratılan ve kredi kurumu tarafından kontrol edilen – kredi kartı haline gelir.[27] Bertrand Ogilvie’nin, Etienne de la Boétie’nin 16. yüzyıl monarşik düzeni üzerine yaptığı çalışmasından devşirdiği yeni “gönüllü kölelik” fikrini de modern “harcanabilir insan” fenomenolojisiyle ilişkilendirmek mümkün: Yok edilme riskiyle karşı karşıya kalan bireyler, egemen ekonomik ideoloji tarafından tesis edilen “ikinci bir doğa” edinirler.[28] Frankfurt Okulu takipçilerinin Hegelci ve Marksist kökenli eleştirel yabancılaşma paradigmasını da sayabiliriz. Bu paradigma içinde Axel Honneth, sosyal yükümlülüklerin ve etkileşimlerin “rasyonelliğinin” tersine çevrilmiş dayanışmalar yarattığı, bağımlı bireylerin birbirlerine yardım etmek yerine birbirlerinin varlığını riske attığı patolojik tanınma biçimlerini tanımlar.[29] Bu yorumların çeşitliliği, borç ekonomisi/toplumu ile ilişkili yeni özneleşme biçimlerine bağlı hem merak uyandırıcı hem de esrarengiz bir unsur olduğunu gösteriyor. Elbette bu toplumsal düzenin, hangi tepki ve dirençleri üretebileceğini anlamak açısından da son derece tayin ediciler.
4.1. Lazzarato’nun makalesi özellikle ilginç çünkü – Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nün ikinci metnindeki filolojik araştırmalarına ve aslında Marx’ın “kredi ve bankacılık” üzerine bazı erken dönem elyazmalarının başlattığı tartışmaya dönerek – borç ve suçluluksözcüklerinin anlamsal ikililiğinin (Almanca’da Schulden ve Schuld) dini bir bağlamda, yükümlülüklerini yerine getirmediği ya da başka bir deyişle borçlarını asla ödeyemediği için bilinçsizce suçlu hisseden “borçlandırılmış insan” psikolojisini nasıl hazırladığını göstermeye çalışır. Bu ikililik, ahlaki ve medeni bir kurum olarak Yasanın baskınlığıyla eklemlenen Freudyen “kökensel bilinçdışı suçluluk” kavramıyla tam olarak aynı şey değil. Daha ziyade, öznenin, her vatandaşın borç ekonomisine yakalandığı bir toplumda yaşadığı ölçüde “borçlandırılmış bir insan” haline geldiği fikrini, borçların (ister özel ister kamusal olsun ya da sürekli olarak özelden kamuya aktarılsın) esasen geri ödenmesinin imkansız olduğu fikriyle birleştirir. Borçlar, en iyi ihtimalle (yeniden yapılandırma ve eski borçların yenileriyle değiştirilmesi yoluyla) pazarlık konusu olur. Borçlandırılmış özneler, vadelerini ve primlerini pazarlık edebilmek için yaşam tarzları, tercihleri ve harcamaları konusunda bankaya sürekli hesap vermek ve sonunda davranışlarını, kaynaklarına ve beklenen gelirlerine göre rasyonel olduğu varsayılan bir modele uyarlamak zorunda olan kişilerdir. Önceden belirlenmiş kriterlere göre “irrasyonel özneye” kredi verilmez, ki aslında bu da bankaların ve kredi kurumlarının gelişigüzel müşteri arayışları yoluyla “balonlar” yaratmalarını engellemez.
4.2. Borçlandırılmış özne sadece bağımlı bir tüketici değildir: aynı zamanda, Robert Castel’in “toplumsal mülkiyet” olarak adlandırdığı, belirli temel hizmetlerin (doğuştan) hak haline geldiği “toplumsal vatandaş”ın çözülmesinin de bir sonucudur.[30] Bu durum, aslında, tarihsel olarak ortaya çıkmış, burjuva döneminin tipik siyasal ve hukuki öznesi olan “yurttaş” figürünün sona erebileceğine mi işaret ediyor? Durumu daha da muğlaklaştıran şey, neoliberal söylemin bir yandan “yardım alan bireyler” (ya da aileler) olarak adlandırdığı kişileri damgalamakla meşgul olması, diğer yandan da “anonim yönetimler” tarafından sunulanlara kıyasla “daha iyi koruma”, yani herkesin ihtiyaç ve olanaklarına daha uygun olduğu iddia edilen daha esnek, bireyselleştirilmiş kredi ve sözleşmeler sunan banka, sigorta şirketleri ve işletmelerin reklamlarıyla bireylerin taciz edilmesini onaylamasıdır. Ancak böyle bir durumda, kararlarından sorumlu olan alıcıların kendileri olacaktır.[31] Borçlandırılmış öznenin yaşamı böylece borcunun faizlerinin hesaplanmasıyla idare edilen bitimsiz bir yarış haline gelir: ne kadarı geri ödendi, ne kadarı kaldı – yani eğer bu ölümden önce bitecekse, borcun geri ödenmesinden önce ne kadar daha yaşanacağı umulabilir? Tipik olarak, sınırlı da olsa güvencelerin önceden elde edildiği (ulusal-sosyal devletin temel “zaferi”) “emeklilik” beklentisi içindeki bir yaşam, bir felaketin yaşanmadığı durumda(örneğin işini kaybetmek, sağlık sigortasından yoksun kalmak ya da kemer sıkma döneminde yaşamak) borçların (ipotekler, krediler, açıklar) silinebileceği umuduyla geçen bir yaşama dönüşür. Ancak felaket farklı açılardan yaklaşmaktadır: Krediler ve ipotekler, haciz uygulayan başka kredi kuruluşlarına devredilmiş olabilir (bu da borçlandırılmış insanın haberi bile olmadan efendisinin değişmesi anlamına gelir); “özel” bir birey, vatandaşı olduğu Devletleri, belediyeleri etkileyen kolektif borçların riskine maruz kalabilir. Hepsinden önemlisi, borçlar ancak daha yüksek faizli başka kredilerle, sonsuza kadar ödenecek faizler taşır. Borçların sürekli daha yüksek faizlerle çevrilebilmesi zorunluluğu, geleneksel olarak Devletlere uygulanan ve 80’lerin başında “Üçüncü Dünya”da kamu bütçelerinin krizine yol açan tasarıydı ve artık bireyler düzeyine erişiyor (elbette her biri küçük bir riski temsil ediyor ancak toplamları aynı türden saatli bir bomba yaratıyor).
4.3. Borçlandırılmış özne meselesi bu nedenle sadece psikolojik değil, aynı zamanda siyasal bir meseledir. Bireylerin ne ölçüde borç tarafından kontrol edilen (ya da kefaret veya sürekli geri ödeme ile normalleştirilen) bir yaşama tabi olabilecekleri ile başlar ve bizi borca karşı direnişin olanaklarını ve biçimlerini sorgulamaya götürür (geçmiş tarihte vergiye karşı direnişte ya da artı-emeğe karşı direnişte olduğu gibi). Borçlular ya da alacaklılar açısından borç birikiminin bir sınırı var mıdır? Neoliberal söylem ve finansal pazarlama dili, bireyi sadece (“insan sermayesi” olarak kapasitesini değerlendiren ve kendi kârlılığını hesaplayan) kendi kendisinin girişimcisi olarak değil, aynı zamanda rasyonel davranışı borçlarına kıyasla gelirlerinin oranını maksimize etmek olan bir mikro işletme olarak da tanımlar. Ancak bu analojinin sonuna kadar götürülebileceği kesin değil çünkü geri ödeme yapamayan herhangi bir işletme veya şirket iflas edebilirken, geri ödeme yapamayan bireyler intihar ve yıkıcı bir isyan arasında seçim yapmaya yönelir. Üçüncü bir olasılığın, yani kolektif, siyasal bir direnişin var olup olmadığı belirleyici sorudur. Bu aynı zamanda en zor sorudur, çünkü “gönüllü” olarak kabul edilen borçların yükü, dayanışma duygularının ve siyasal perspektiflerin, ortak bir çıkar oluşturmanın, mesleki veya kültürel bir deneyimde doğrudan bir temeli olmayan olumsuz bireysellikler üretir. Geriye dönük olarak bu durum, emeğin sömürülmesinin özdeş koşulları tarafından yaratılan sınıf dayanışmasının (ve sınıf bilincinin), o zamandan beri ortadan kaldırılmış olan geleneksel bağlılıkları da ne ölçüde yeniden ürettiğinin vurgulanmasına hizmet eder.
5. Borç ve mülkiyet
Nihayetinde bireylerin katkılarına bel bağlayan Devletler ya da her zaman Devlet düzenlemelerine ve desteğine bağımlılık ilişkisi içinde olan bireyler söz konusu olduğunda, borçların bütüncül bir şekilde geri ödenmesi imkansız görünüyorsa, birikimlerinin sonsuz zincirine siyasal bir müdahalenin olanakları neler olabilir? Şu anda (Yunanistan’daki SYRIZA gibi siyasal partilerin yanı sıra Avrupa’daki STK’lar ve ahlaki-entelektüel figürler tarafından) önerilen bir slogan, denetim, yeniden yapılandırma ve “gayrimeşru” ya da “adi” borçların ifşasını birlikte öneriyor.[32] Bu slogan, kamuoyunun geniş ölçüde farklı bir yönelim göstermesini gerektirecek. Peki bu yapılabilir mi?
Burada, az ya da çok büyük çaplı borç fesihlerinin çok eski zamanlardan beri her toplumda uygulandığını hatırlamalıyız. Bu uygulama, artık her ne kadar (örneğin eski Yahudi Hukukunda olduğu gibi) ritüelleştirilmese veya geleneksel patronaj ilişkilerinin bir parçası olmasa da, çağdaş “liberal” toplumların normal bir özelliğidir.[33] Bugün borçların kitlesel olarak feshi istisnai bir durum olarak kabul ediliyor, yani daha az kötü olanı seçme, kayıpları en aza indirme ya da alacaklıların, borçluların ya da her ikisinin (yani “toplumun”) çıkarına olan büyük bir çözümsüzlük durumunda pratik bir çıkış yolu arama zorunluluğu tarafından dayatılıyor. Alacaklılar, borçların az ya da çok tamamen feshinin ve yeni sözleşmelerin yapılabilmesinin, bir üretici ya da girişimci kitlesinin batmasından daha değerli bir “yaratıcı yıkım” olduğunu “rasyonel” bir şekilde hesaplayabilirler (ancak bu rasyonalitenin evrensel olmadığını görüyoruz: Avrupa’daki son gelişmelerin de gösterdiği gibi, ideolojik inançlar ve ahlakçı tutumlar, bunu her zaman etkiliyor). Ayrıca, borçların feshinin sıklıkla, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya örneğinde olduğu gibi, savaşlar veya doğal felaketler sonrasında bireylerin ve özellikle Devletlerin (veya ulusların) ekonomik kapasitelerinin veya kalkınma olanaklarının yeniden yapılandırılması stratejileriyle bağlantılı olduğunu da belirtmeliyiz.[34] Son olarak, borçların resmi olarak feshine tekabül eden başka şeylerin, (enflasyon yoluyla) parasal manipülasyonları ve (ister ulusal ister yabancı olsun, devlet gücünün özel çıkarlar üzerindeki üstün egemenliğini gösteren) hukuki araçları birleştiren farklı stratejiler yoluyla da elde edilebileceğini belirtmeliyiz; bu tür manipülasyonlar, toksik varlıkları ortadan kaldırmak için kullanılan az ya da çok gönüllü feragatleri içerebilir (Kıbrıs’taki bankaların kurtarılmasıyla ilgili son yaşananlarda olduğu gibi). Tüm bunlar, borçları sürdürme ya da feshetme tercihinin ve borçların feshine yönelik farklı stratejiler arasındaki seçimin, her zaman güç ilişkilerine dayanan siyasal bir karar olduğu anlamına geliyor. Günümüzün geç-kapitalist dünyasında bu, muhtemelen en etkili siyasal kararlardan biri haline gelmiş durumda. Hatta küresel ekonomi siyasetinin önemli bir kısmının şu soruyu yanıtlamak üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz: Hangi borçlar ve kimin borçları iptal edilir?
Bununla birlikte, borçların feshinin, mutlak bir hak olarak kabul edilen mülkiyet hakkına bir tecavüz olarak görünmesi de son derece önemli: Bu durum, mülkiyetin (ister özel ister kamusal olsun) aslında her zaman göreli veya koşullu bir kavram olduğunu açıkça gösteriyor. Daha açık bir ifadeyle, günümüz koşullarında mülkiyet, borçla olan ilişkisi tarafından koşullandırılmaktadır çünkü kredi için rehin verilmeyen, başkalarının borcu olan yatırımlara ve kredilere dahil olmayan ya da bir borç için ipotek olarak hizmet etmeyen bir mülk neredeyse yok. Ancak mülkiyet aynı zamanda mülkiyet hukukunun uygulanabilirliğine, icra edilme ya da tazmin edilme olasılığına da bağlıdır. Bu da mülkiyet ve borç (ya da iyelik ve kredi) ilişkisini, her birinin ayrı ayrı ve soyut olarak ele alınmasından ziyade, gerçek (somut) toplumsal kurum olarak düşünülmesini gerektiriyor. Bu elbette parasal mülkiyetin hem zenginler hem de yoksullar için bolluk ya da yokluk biçiminde açık ara baskın iyelik (ya da servet) biçimi haline geldiği anlamına geliyor. Ancak bunun sonuçları daha önemli, çünkü geleneksel anlamda bir “sermaye” hala istikrarlı (bireysel veya kurumsal) bir sahibi olan bir nesne olarak görünebilirken, kredi başkalarıyla bir ilişkiye işaret eden hareketli, kırılgan, dalgalanan bir göstergedir. Bu aynı zamanda ekonomik ilişkilerin eskiye kıyasla daha sürekli bir şekilde kendi siyasal koşullarının değişkenliklerine dayandığı anlamına geliyor. Son olarak bu durum, mülksüzleştirme süreçlerinin toplumumuzdaki güç dengesindeki dönüşümleri ne şekilde desteklediğini, bazı ünlü Marksist formülleri hatırlatan ama siyasal sonuçları bakımından çok farklı olan hatlar boyunca düşünmeye sevk ediyor.
5.1. Kapital’in Birinci Cildinin son bölümünde Marx, kapitalist üretim tarzının “sosyalist” yoldan aşılmasına doğru gelişimi üzerine diyalektik bir perspektif sunarken şu formüle başvurur: “mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir. … kapitalist üretim (…) kendi olumsuzlanmasını doğurur” (929). Burada, kapitalizmin özel mülkiyet kurallarını nüfusun çoğunluğunu mülksüzleştirmek için kullandığını (önce ücretli işçilere dönüşen köylüler ve zanaatkârlar, sonra da bizzat küçük sermaye sahipleri), bunun da kapitalist mülkiyetin yoğunlaşmasına ve emeğin yüksek derecede toplumsallaşmasına yol açtığını kastediyor. Marx’a göre bu durum, ancak üretim araçlarının kolektif emek-gücü yararına toplumsal olarak temellük edilmesine yol açabilirdi. Ancak bireylerin kendi emek kapasitelerine ilişkin durumlarındaki güncel dönüşümler, çok farklı bir mantığın iş başında olduğunu gösteriyor (yine de Marx’ın“emeğin sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmesi” olarak adlandırdığı şeyin gelişiminde yeni bir aşama olarak kabul edilebilir) (1035).
Buna iyi bir örnek, gençlerin hibe veya burs yerine kredi alarak yüksek veya mesleki eğitime (ve dolayısıyla rekabetçi bir şekilde iş piyasasına) erişebilmeleridir. Burslar, liyakat veya kaynak koşullarına ya da her ikisine birden bağlı olarak verilirdi. Krediler ise gelecekteki kazançlar ve kariyerler üzerine ipotek edilmiştir. Öğrenciler ve aileleri, sürekli artan öğrenim ücretleri (eğitimde artan maliyetlere ve üniversitelerin kıt kaynaklarına atfedilir, ama elbette fonların geri çekilmesi siyasal bir tercihtir) ve uzun bir eğitimin (sınırlı sayıda varlıklı öğrenci hariç) bir dereceyi tamamladıktan sonra geri ödenmesi gereken bir kredi almaya bağlı oluşu arasında sıkışmış durumdalar. Bu da genç mezunların kariyerlerine, yaşam standartlarını giderek iyileştirme beklentisiyle değil, aile kurma projelerini ve kariyer olanaklarını, konut ve diğer sigorta seçeneklerini, yani tüm temel ihtiyaçlarını zorlayan bir borç yüküyle başladıkları anlamına geliyor. Bu gençler ne müteahhit ne ideal neoliberal antropolojinin öngördüğü biçimde girişimci; aslında finans sermayesinin kolektif iktidarı tarafından zaten ele geçirilmiş durumdalar ve yaşam boyu sürecek borçlulukları aracılığıyla onu yeniden üretmeye mahkumlar. Marx’ın Kapital’inden “kapitalist esareti” antik kölelikle karşılaştırdığı bir başka pasaj akla geliyor: “Romalı köle sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmeni fiction juris’iyle (hukuki sanallığı) ayakta tutulur” (719). Bu retorik bir numara gibi görünebilir ancak günümüz borç toplumunda zincirler demirden değil de kağıttan, imzalı yükümlülüklerden ve banka kayıtlarında tutulan bireysel dosyalardan yapılmış olsa da yeniden “görünür” hale gelmedi mi?
Antropolojik bir bakış açısıyla, ilk olarak Marx tarafından tanımlandığı şekliyle kapitalist sömürünün, karşı tarafın sermayeye (yani paraya) veya üretim araçlarına sahip olma biçimiyle biçimsel olarak benzeşen bir şekilde, kendi güçlerinin veya kapasitelerinin sahibi olan “bağımsız” emekçilerden oluşan bir işgücünün varlığına dayandığını da söyleyebiliriz. İki sınıf, ancak tek bir hak ya da yasal biçim. Klasik siyaset felsefesi (Locke) bunu köleliğe ya da diğer kapitalizm öncesi bireysel bağımlılık biçimlerine karşı kişisel mülkiyet olarak ifade etmiştir.[35] Fakat, Marx’ın da gösterdiği gibi, işçiler anca hayatını geçindirecek düzeye indirgendiğinde ve bu nedenle (kendilerinin ve ailelerinin hayatta kalması için) kapitalist sınıfa tabi olmaktan başka seçenekleri kalmadığında, bu biçimsel mülkiyet pratikte yok olur. Ancak bu tarih boyunca durağan bir durum değildi. Sanayi devriminden sonraki on yıllar boyunca, sınıf mücadeleleri (Marx buna “saklı kalmış bir iç savaş” diyordu), işçilerin yaşamlarını koruyan, koşullarını hayatta kalma düzeyinin üstüne çıkartan ve semaye sahipleriyle pazarlık kapasitelerini artıran “sosyal hakların” az çok adil bir şekilde dağıtılmasına yol açmıştı. Bu sosyal hakların büyük bir kısmı (asla eksiksiz ya da geri alınamaz değiller) Robert Castel’in tabiriyle, kapitalist bir toplumda bile bireyler için bağımsızlığın bazı koşullarını yeniden kuran bir sosyal mülkiyet oluşturur. Kapitalist dünyanın bazı bölgelerinde (esasen Küresel Kuzey’de) refah devletinin başarısı, bu sosyal haklara kısmi anayasal bir statü kazandırmak ve bunları demokratik kurumların istikrarının pratikte dayandığı toplumsal sözleşmenin – benim ulusal (ve) sosyal Devlet olarak adlandırdığımşeyin – bir parçası haline getirmek oldu. Ancak aynı zamanda hem siyasal hem de ekonomik olan bu yapı, bugün neoliberal politikalar tarafından parçalanmakta. Sosyal haklar ve sosyal mülkiyet fikri meşruiyetini yitirmiş ve yerini günümüz ekonomisinin önde gelen teorisyenleri tarafından savunulan insan sermayesi fikrine bırakmış durumda. Bu yeni paradigmaya göre, bireyler kendi kapasitelerinin sahibi değil: Kapasitelerini, kendi bireyliklerini bir mal varlığı olarak değerlendirebilecekleri üretken faaliyetlere yatırabilmek için piyasadan edinmek zorundalar.[36] Pratikte bu, bireyin eğitimi ve kullanımı tamamen piyasa koşullarına bağlı olan kapasitelerinin ileriye dönük olarak istimlak edilmesi anlamına geliyor. Bu neredeyse-köleleştirme biçimine karşı düşünülebilecek tek alternatif, kapasitelerin toplumsal olarak edinilmesine dayalı yeni bir “kendi olumsuzlamasını doğurma” olacaktır: ya bireylerin eğitim ihtiyaçlarının (sosyal, kültürel ve meritokratik kriterlere göre) genelleştirilmiş kamu sübvansiyonlarıyla karşılanması ya da ortak, karşılıklı ve esasen öğrenciler için ücretsiz olan eski eşitlikçi eğitim idealine – yeni tarihsel temeller üzerinde – geri dönüş.
5.2. Bununla birlikte, bir başka belirleyici soru da borç ve mülkiyet arasındaki kurucu ilişkiden doğuyor, ki bu da meşru ve gayrimeşru borçlulukla ilgili. Bu mesele yine, geleneksel olarak tefecilik (ya da çağdaş terminolojide adi borçlar) gibi ahlaki bir sorunla ilişkilendirilen, özellikle devlet borçlarının nedenleri, sonuçları ve ele alınışıyla ilgili güncel tartışmalarda yeniden ortaya çıkan – ama aynı zamanda milyonlarca ev sahibinin haczedilmesine yol açan bankaların “kitlesel kredi olanaklarını” kötüye kullanmasıyla ilgili tartışmalarda da görülen– eski bir mesele.
Bu soru ilk olarak 1980’lerden itibaren yaşanan “Üçüncü Dünya” borç krizleri ve IMF tarafından borçlu ülkelere dayatılan cezai “yapısal düzenlemeler” bağlamında gündeme gelmişti. Özellikle Latin Amerika ülkelerinin (Arjantin ve Ekvator gibi) hükümetleri, kreditörlerin kendi halklarına baskı yapmak için yabancı bankalarla suç ortaklığı içinde hareket eden diktatörlük rejimleriyle sözleşme yaptıklarını savundu (Goldman Sachs’ın yardımıyla Yunanistan kamu hesaplarının yakın zamanda manipüle edilmesinde olduğu gibi). Bu eleştiri, Dünya Sosyal Forumu’nun bir parçası olan “Üçüncü Dünya”nın borçlarının iptali hareketi tarafından daha da ilerletildi. Hareket, yoksul ülkeler tarafından üstlenilen (devasa) borçların, yeni sömürgeciliğin bariz bir biçimi olduğunu çünkü bunun, madencilik ve tarımsal hammadde kaynağı olarak zaten sömürülen Küresel Güney’in kalkınma vaatlerine karşılık biriken yükümlülükler takas ettiği simetrik olmayan bir güç ilişkisinden kaynaklandığını savundu. Az gelişmiş eski sömürge ülkeleri, Kuzey’e sürekli bir faiz akışı sağlamakta ve bunun toplamı, karşılığında aldıkları her şeyi büyük ölçüde aşmakta ve böylece aslında borçlarını bir ya da iki kez değil, süresiz olarak geri ödemekteler. Benzer bir argüman bugünlerde Kuzey’deki toplumsal hareketler ve Avrupa ülkelerindeki neoliberalizm karşıtı siyasi partiler, STK’lar ve hatta iktisatçılar tarafından da kullanılıyor. Tefecilik olgusunun tamamen Avrupa Birliği içindeki daha zayıf ülke ve halkların (özellikle de para birimlerini devalüe etme imkanlarının olmadığı Eurozone içinde olanların) ekonomik olarak daha güçlü ülkelere kıyasla daha pahalı krediler almak zorunda kalmalarından kaynaklandığını gösteriyorlar. Buna, spekülatörlerin üzerinde oynadığı, bankalar ve hedge fonlar için kısa vadeli kârları besleyen ve bütçe açığının azaltılmasını imkansız kılan (aynı zamanda periyodik temerrüt riski yaratan) çifte etkiye sahip kredi faiz oranları arasındaki deniyor. Aslında, Yunan toplumunun Avrupa Birliği’nin geri kalanından kasıtlı olarak izole edilmesi ve AB’nin uluslararası finans kurallarını kendi iç ilişkilerini yönetmek için kabul etmesi nedeniyle borcun bu “kaldıraç” etkisi olmasaydı, Yunanistan borcunu zaten birkaç kez geri ödemiş olacaktı. Militan grupların, kamu ve özel borçların nasıl oluştuğunun ve katlandığının ve kimin yararına olduğunun denetlenmesini talep etmelerinin nedeni budur.[37]
Her halükarda, temsilcileri zararın önemli bir kısmını kabul etmek zorunda kalmadan süper kârlar elde edebilen bankacılık sisteminin(şu anda siyasal ilkeler ve kararlarla korunan) faaliyetleri ve ayrıcalıkları düzenlenmeden, vatandaşları etkileyen egemen borçkrizlerinin çözülemeyeceği, müzakere edilemeyeceği veya tahkime götürülemeyeceği açık. Resmi olarak bunun nedeni, bir bütün olarak ekonominin ve sıradan nüfusun yaşamının tam da kredi sisteminin ayakta kalmasına bağlı olmasıdır. Ancak bu mantık bir kısır döngüye, ve bir kez daha söylersek, ekonomik koşullarla tamamen iç içe geçmiş olsa da, siyasal bir tercihe işaret etmiyor mu?
5.3. Alacaklılar ve borçlular arasındaki yapısal eşitsizlik elbette aynı zamanda bir karşılıklı bağımlılık biçimi. Bu bağımlılık, her iki tarafta da ne kadar heterojen olursa olsun, borçlular sınıfı veya kolektifleri ile alacaklıların kurumsal çıkarları arasında derinleşen bir kutuplaşmaya yol açtığı andan itibaren salt hukuki terimlerle ele alınamaz. Hatta (kimin neye sahip olduğu sorusunu sorarken) yukarıda belirttiğim gibi, bu sınıfların örtüştüğü bile düşünülebilir. Alacaklılar ve borçlular arasındaki yapısal eşitsizlik, her zaman devletlerin ya da devletler arası kurumların küresel pazarın yönetimine ilişkin kararlarıyla şekillendirilir. Bu kararlar, belirli mülkiyet haklarını onaylayıp diğerlerinin bozulmasına ya da bozulup kurgu haline gelmesine izin verir. Yine Marx, iş gününün görünüşte sınırsız bir şekilde uzamasına ve fabrikalarda kadın ve çocukların fazlasıyla sömürülmesine yol açan sanayi devriminden sonraki sınıf mücadelelerini analiz ederken, bu tür bir asimetriden kaynaklanan ikilemi ifade etmek için dikkate değer bir formül ortaya atmıştı: “Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler” (buradaki Almanca terim Gewalt’tır ve şiddetten yasal Devlet iktidarına kadar bir güç ilişkisi oluşturan her şeyi kapsar). Genelleşmiş borcun yarattığı istismar edici güce karşı direnişin, spekülasyonun başıboş gidişatına karşı siyasal mücadeleler (ya da halk isyanları) ve kamu yararına yasal düzenlemelerin bir kombinasyonunu da içereceği sonucuna varabiliriz – bu yasal düzenlemeler ve mücadeleler yalnızca ulusal düzeyde değil (zira finans sermayesi açısından giderek daha da önemsiz hale gelmekteler) aynı zamanda ulusötesi düzeyde de gerçekleşmeli. Tüm ülkelerin borçluları, birleşin? Neden olmasın? Ama aynı zamanda: Biz %99’uz…
Kaynakça
Aglietta, Michel. Zone euro: éclatement ou fédération. Paris: Michalon, 2012. Print.
Althusser, Louis and Étienne Balibar. Reading Capital. Trans. Ben Brewster. New York: Pantheon Books, 1970. Print.
Amadeo, Kimberly. “National Debt by Year: Compared to GDP, Recessions and Other Major Events.” About.com. About.com, n.d. Web. 22 Aug. 2014.
Balibar, Étienne. “Naissance d’un monde sans maître? Après l’Empire, les marchés.” Libération: Hors-Série: 11 septembre 2001. Spec. issue of Libération (2011). Print.
—. We, The People of Europe? Reflections on Transnational Citizenship. Trans. James Swenson. Princeton: Princeton UP, 2003. Print.
–. “‘Possessive Individualism’ Reversed: From Locke to Derrida.” Constellations 9.3 (2012): 299-317. Print.
—. La Proposition de l’égaliberté. Essais politiques 1989-2009. Paris: Presses Universitaires de France, 2010. Print.
Beck, Ulrich. Risk Society. Towards a New Modernity. London: Sage, 1992. Print.
Becker, Gary S. Human Capital: A Theoretical and Empirical Analysis, with Special Reference to Education. 3rd ed. Chicago: U of Chicago P, 1994. Print.
Braudel, Fernand. Civilization and Capitalism, 15th-18th Century: The wheels of commerce, Berkeley: U of California P, 1982. Print.
Castel, Robert. Les metamorphoses de la question sociale: une chronique du salariat. Paris: Fayard,1995. Print.
Castel, Robert and Claudine Haroche. Propriété privée, propriété sociale, propriété de soi: Entretiens sur la construction de l’individu moderne. Paris: Fayard, 2001. Print.
Chesnais, François. Les dettes illégitimes. Quand les banques font main basse sur les politiques publiques. Paris: Raisons d’agir, 2011. Print.
Clark, Michael J. “Private Debt Caused the Current Great Depression, Not Public Debt.” Seekingalpha.com. Michael Clark’s Instablog, 11 May 2012. Web. 22 Aug. 2014.
De Brunhoff, Suzanne. Les rapports d’argent. Paris: Maspero and Presses Universitaires de Grenoble, 1979. Print.
D., R. “The origins of money, and saving the euro.” The Economist.com. The Economist Newspaper Ltd., 25 July 2012. Web. 22 Aug. 2014.
Giraud, Pierre-Noël. Le commerce des promesses: Petit traité sur la finance moderne. Paris: Editions du Seuil, 2009. Print.
Graeber, David. Debt: The First 5,000 Years. Brooklyn: Melville House Publishing, 2011. Print.
Harvey, David. The Enigma of Capital and the Crises of Capitalism. Oxford: Oxford UP, 2010. Print.
—. The New Imperialism. Oxford UP, 2003. Print.
Jones, Handel. Chinamerica: The uneasy partnership that will change the world. New York: McGraw-Hill, 2010. Print.
Honneth, Axel. Reification: A New Look at an Old Idea. Ed. Martin Jay. Oxford: Oxford UP, 2008. Print.
Kakogianni, Maria. “Appareils Postidéologiques de Marché: interpellations publicitaires et la dette impayable.” Actuel Marx 52.2 (2012): 164-178. Print.
Landais, Camille, Thomas Piketty and Emmanuel Saez Pour une révolution fiscale. Paris: Editions du Seuil, 2011. Print.
Lazzarato, Maurizio. The Making of the Indebted Man: An Essay on the Neoliberal Condition. Trans. Joshua David Jordan. Amsterdam: Semiotext(e), 2012. Print.
Lordon, Frédéric. Jusqu’à quand? Pour en finir avec les crises financières. Paris: Raisons d’agir, 2008. Print.
Marazzi, Christian. La brutalité financière. Grammaire de la crise. Trans. François Rosso and Anne Querrien. Paris: Editions de l’éclat, 2013. Print.
Marx, Karl. Capital: A Critique of Political Economy. Vol. 1. Trans. Ben Fowkes. New York: Vintage, 1977. Print.
Ogilvie, Bertrand. La seconde nature du politique: essai d’anthropologie négative. Paris: L’Harmattan, 2012. Print.
Pateman, Carole. “Self-Ownership and Property in the Person: Democratization and a Tale of Two Concepts.” Journal of Political Philosophy 10.1 (2102): 20–53. Print.
Roubini, Nouriel and Stephen Mihm. Crisis Economics. A Crash Course in the Future of Finance. London: Penguin, 2010. Print.
Stiglitz, Joseph E. The Price of Inequality: How Today’s Divided Society Endangers Our Future. New York: Norton, 2012. Print.
Streeck, Wolfgang. Gekaufte Zeit. Die vertagte Krise des demokratischen Kapitalismus. Frankfurt: Suhrkamp, 2013. Print.
Sunder Rajan, Kaushik. Biocapital. The Constitution of Postgenomic life. Durham: Duke UP, 2006. Print.
Théret, Bruno. “De la dualité des dettes et de la monnaie dans les sociétés salariales.” La Monnaie souveraine. Eds. Michel Aglietta et André Orléans. Paris: Odile Jacob, 1993. 253-287. Print.
Wallerstein, Immanuel. “Currency War? Of Course.” IWallerstein.com. Agence Global, 1 Nov 2010. Web. 22 Aug. 2014.
Wortham, Simon Morgan. “Time of Debt: On the Nietzschean origins of Lazzarato’s indebted man.” Radical Philosophy 180 (2013): 35-43. Print.
*Étienne Balibar’in 25 Temmuz 2016 tarihinde “Politics of the Debt” başlığıyla Postmodern Culture: Journal of Interdisciplinary Thought on Contemporary Cultures’da yayımlanan bu yazısı, Mustafa Çağlar Atmaca tarafından Türkçeye çevrildi.
[1] Bu ancak, risk, kredi ve ticaret kapitalizminin “atılgan” biçimlerinin ilkel birikimin temel bir parçasını oluşturduğu bir “dünya-sistemi” perspektifi benimsenirse tartışmaya açıktır: bkz. Braudel.
[2] Bkz. Marazzi.
[3] Bu mekanizmanın çok iyi bir tanımı için, bkz. Lordon.
[4] Bkz. Harvey, Enigma.
[5] Bkz. Sunder Rajan.
[6] “Mülksüzleştirme yoluyla birikim” için, bkz. Harvey, New Imperialism. “Emek toplumu” için, bkz. Castel.
[7] Bkz. Roubini ve Mihm.
[8] Paranın kökenine ilişkin iki rakip teori hakkında, bkz. D.
[9] Çeşitli üretim süreçlerinin veya devrelerinin birbirine eklemlenmesini, değerin ve artı-değerin yaratılmasını ekonomik analiz yönteminin merkezine koyan Marx’ın, kapitalist toplumdaki bölüşüm ilişkilerini analiz ederken vergi sorununu ve devletin mali işlemlerini tamamen bir kenara bırakması ilginç görünüyor. Bu durum, Marx’ın modern tarih anlayışında liberalizmin ve “whig” tarih yazımının güçlü etkisine bağlanabilir: Buna göre devlet, toplumsal ilişkilerin işleyişine “dışsal” olarak görülmekte, sadece sınıfsal ve diğer çatışmalara yanıt olarak baskıcı bir kurum olarak modele dahil olmaktadır.
[10] Elbette yerel vergiler de var, ancak bunların Devlet tarafından yetkilendirilmesi gerekir ve Devletin hesaplarının bir parçasıdır. Ulus-üstü ya da ulus-ötesi vergiler bir ütopya olarak kalmaya devam ediyor (küresel finansal işlemler üzerindeki “Tobin vergisi” tartışmalarına rağmen).
[11] Kendi rezervi olan ABD doları bir istisna (Fed, Fort Knox ve New York’ta altın tutmasına rağmen).
[12] Bkz. Théret.
[13] Yarattığı sürtüşmelere rağmen bu durum Avrupa içinde bile geçerli: Avrupa içindeki vergi cennetleri, değişen derecelerde, sadece Lüksemburg ve Lihtenştayn gibi küçük yerleri değil, aynı zamanda İsviçre ve hatta İngiltere’yi de içeriyor.
[14] Bkz. Wallerstein.
[15] Bkz. Aglietta.
[16] Bkz. Stiglitz.
[17] “Ulusal-sosyal devlet” üzerine için, bkz. Balibar, La Proposition. Vergiler için bkz. Landais, Piketty ve Saez.
[18] Bkz. Balibar, “Naissance d’un monde.”
[19] Bkz. Balibar, “Prologomena to Sovereignty”, We, The People içinde.
[20] Soros fonunun 1992 yaptığı spekülasyonları sonucunda İngiliz sterlininin çöküşünü hatırlayalım.
[21] Marx, kapitalist mülkiyetin kredi kurumlarının (bankalar ve holdingler) elinde toplanmasının kapitalizme tek tek kapitalistler arasındaki rekabetin üstesinden gelmek için bir araç sağladığına ve bir tür “sınıfın ortak sermayesi”ni (bkz. Harvey) yarattığına inanmış gibi görünüyor, ancak bu, çelişkilerin sonuçlarını bastırmak yerine erteleyecektir. Ancak şimdi finans sermayesinin de aslında sanayi sermayesi kadar rekabetçi olduğunu görüyoruz – bunun sonucu olarak da “herkesin herkese karşı savaşı” hepimizi etkiliyor.
[22] Aslında tefeciliğin ön koşulunun her zaman bu olduğunu, şimdi ise bunun kitlesel ölçekte geliştiğini (ya da normalleştiğini) not düşüyorum ki buna aşağıda tekrar değineceğim.
[23] Bkz. Streecks’in Steuerstaat’tan Schuldenstaat’a geçişi hakkındaki yorumları.
[24] Bkz. Graeber.
[25] Bkz. Beck. Bu makalenin hazırlandığı borç konulu konferansta Sam Weber özellikle bu konuda üzerinde durdu: bkz. Weber’in bu sayıdaki katkısı.
[26] Bkz. Kakogianni.
[27] Burada Maurizio Lazzarato’nun kitabına Wortham’ın getirdiği eleştiriyi not düşüyorum (“Time of Debt” içinde).
[28] Bkz. Ogilvie.
[29] Bkz. Honneth (Judith Butler, Raymond Guess ve Jonathan Lear’ın yorumlarıyla bilirkte)
[30] Bkz. Castel ve Haroche.
[31] Aslında bankaların ve sigorta şirketlerinin, tıpkı tavsiye ettikleri “ürünlerin” kaynağını gizledikleri gibi, kredi tekliflerinde yer alan kısıtlayıcı koşulları, yükümlülükleri ve riskleri dikkatle gizlemek için sözleşmelerinde teknik jargon kullandıklarını bilmemize rağmen. Her ne kadar bazı büyük ABD bankaları (JP Morgan Chase gibi) bu nedenle iddianamelerle karşı karşıya kalmış ya da tazminat ödemek zorunda olmuş olsalar da, onların durumu “olağan” uygulamanın sadece küçük bir kısmını temsil ediyor.
[32] Bkz. http://www.terraeco.net/Debtocracy-LA-video-solution-anti,39998.html ve http://www.terraeco.net/Faut-il-annuler-la-dette-odieuse,39994.html.
[33] Bkz. Graeber.
[34] 1945’te galip gelen ülkeler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya dayatılan sürdürülemez savaş tazminatlarının yıkıcı etkilerinin yeniden ortaya çıkmasını önlemek ve Almanya’nın Marshall Planı’na katılımını sağlamak için borçlarını iptal etmişti.
[35] Bkz. Pateman; ve Baliber, “Possessive Individualism”.
[36] “Sahiplenici bireyciliğin” bu yeni versiyonu özellikle Nobel Ödülü sahibi Gary S. Becker tarafından teorize edilmişti. Bkz. Becker.