Daimi barınma krizi

Yaklaşık iki yıllık aranın ardından kampüslerine dönmeye hazırlanan üniversite öğrencilerinin karşı karşıya kaldığı fahiş kira artışları ve yetersiz yurt kapasitesi ile bir kez daha gündeme gelen barınma krizi, artık herkesin dilinde. Bu, yalnızca Türkiye'ye has bir kriz olmadığı gibi, öyle gelip geçici bir sorun da değil. Konut ve barınma, yoksullar için hep krizdeydi. David Madden ve Peter Marcuse, Engels'ten Lefebvre'e teorik bir gezintiyle, bu krizin yapısal nedenlerini ve kapitalizme içkin politik doğasını vurguluyor.

Ankara'da çok sayıda üniversite öğrencisinin yaşadığı İşçi Blokları Mahallesinden bir görüntü. Fotoğraf: Emir Aydoğan

Konut krizinin emareleri bugün her yerde gözle görülür biçimde ortada. İnsanlar, barınma maliyetlerinin altında eziliyor. Evsizlik her geçen gün artıyor. Tahliye ve haciz artık her gün duymaya alıştığımız şeyler. Ayrımcılık ve yoksulluk, yerinden edilme ve pahalılık… İşte bugünün kentlerinin alametifarikaları. Kent merkezi ve banliyö mahallelerinin kaderleri dünyanın öbür ucundaki toplantı odalarında verilen spekülatif kalkınma kararlarına mahkûm. Küçük kasabalar ve eski sanayi şehirleri de hayatta kalma mücadelesi veriyor.

ABD’de konut krizi, özellikle New York City’de şiddetli biçimde kendini hissettiriyor. Şu anda şehirde yaşayan evsiz sayısı Büyük Buhran’dan beri en yüksek seviyesine ulaştı. Hanehalklarının yarısından fazlası hâlihazırda kiralarını ödeyemiyor. Yerinden edilme, soylulaştırma ve tahliye vakaları aldı başını gidiyor. New York’un kendine özgü konut sisteminin ana direkleri olan sosyal konut ve kira regülasyonunun da ömrü uzun gözükmüyor.

Öte yandan konut ve barınma New York’a has sorunlar değil. Barınma yoksulluğu, Birleşik Devletler’in tümünde kendisini gösteren bir problem. Standart alım gücü ölçütlerine göre, asgari ücretli bir işte tam zamanlı çalışan bir işçinin, ABD’de, tek yatak odalı bir konutun kirasını karşılayabildiği tek bir eyalet dahi yok.

Ulusal ölçekte, kira ödeyen hanelerin yaklaşık yarısı gelirlerinin sürdürülemez miktarda bir bölümünü kiraya harcıyor, üstelik bu istatistiğe yönelik tek beklenti daha da yükselmesi. Bu mesele yalnızca büyük şehirlerle de ilgili değil. Taşradaki hanehalkının yaklaşık %30’u aynı şekilde barınma masraflarını karşılayamıyor, ki bu da taşradaki tüm kiracıların yarısına tekabül ediyor.

Aslına bakılırsa, küresel ölçekte yaşanan bir konut krizi var ortada. Londra, Şanghay, São Paulo, Mumbai, Lagos, doğrusu büyük şehirlerin neredeyse tümü kendi barınma problemleriyle boğuşuyor. Toprak işgalleri, zorla tahliye, tehcir ve yerinden etme almış başını gidiyor. Birleşmiş Milletler’e göre, evsizliğin nasıl tanımlandığına bağlı olarak değişmekle birlikte, gezegen çapında yüz milyon ila bir milyar arasında evsiz bulunuyor.

Küresel ölçekte, uygun ve karşılanabilir bir ev bulamayan 330 milyon hanenin —yani 1 milyardan fazla insanın— olduğu tahmin ediliyor. Araştırmalar, son birkaç on yılda kalkınma, inşaat ya da çıkarma kaynaklı yerinden edilmelerin doğal afet ve silahlı çatışma kaynaklı olanlarla boy ölçüşecek seviyede olduğunu öne sürüyor. Geçtiğimiz 50 yılda yalnızca Çin ve Hindistan’da tahminen 100 milyon insan kalkınma projeleri sebebiyle yerinden edildi.

Buna rağmen, bir konut krizinin var olduğuna ilişkin genel bir kabul olsa da, ne bu krizin nedenlerine ne de meseleye dair ne yapılabileceğine ilişkin derin bir kavrayış mevcut. Bugünkü hâkim görüş, eğer konut sistemi tıkandıysa bunun geçici bir kriz olduğu ve hedefe yönelik, rafine önlemlerle çözülebileceğini öngörüyor. Anaakım tartışmalarda eğilim, barınma meselesini oldukça yüzeysel bir şekilde ele almak yönünde.

Yeterli konut tedarikinin sağlanması teknik bir mesele olarak görülüp teknokratik araçlarla çözüleceği düşünülüyor: daha iyi inşaat teknolojisi, daha akıllıca yapılmış fiziksel planlar, yeni yönetim teknikleri, daha çok ev sahipliği, farklı imar yasaları ve toprak kullanımına ilişkin daha az regülasyon. Barınma; iktisatçılar, mimarlar, yatırımcılar ve planlamacılara ait bir uzmanlık alanı olarak görülüyor. Elbette konut sisteminde teknik geliştirmeler yapılabilir ve bunların bazılarına gerçekten de ihtiyaç var. Fakat krizin nedenleri çok daha derinde.

Biz konut meselesini daha geniş bir perspektifte ele alıyoruz: siyasal-iktisadi bir mesele olarak. Barınma politiktir. Konut sisteminin mevcut hâli, daima farklı grup ve sınıflar arasındaki çatışma ve mücadelelerin bir çıktısıdır. Konut ve barınma meselesi kaçınılmaz olarak devletin rolüne ve ekonomik sistemin geneline ilişkin sorular ortaya atar. Ancak toplumsal antagonizmaların konut ve barınmayı şekillendirme biçimleri sıklıkla gizlenir.

Barınma bugün saldırı altında. Aynı anda birden fazla toplumsal çatışmanın tam ortasında duruyor. Öncelikle bir yaşam alanı ve toplumsal mekân olarak konut ile kâr elde etme aracı olarak konut arasında, başka bir deyişle ev olarak konut ile emlak olarak konut arasında güçlü bir çatışma var. Daha temel anlamda konut, farklı ideoloji, ekonomik çıkar ve politik projeler arasında bir çekişmenin nesnesi. En temelinde ise konut krizinin kökeni, sınıflı topluma içkin uzlaşmaz çelişki ve eşitsizlikler.

Konut sorununu yeniden düşünmek

Konut’un siyasal-iktisadi yönleri üzerine yazılan 1872 tarihli klasik metin Friedrich Engels’e ait. O zamanlar sanayi proletaryası için barınma koşullarının dayanılmaz olduğu gerçeğini yadsıyan insan sayısı azdı. Engels’in “konut sorunu” olarak adlandırdığı asıl şey, işçi sınıfının barınma koşullarının o günkü hâlinde olmasının arkasındaki nedenler ve bununla ilgili ne yapılabileceğiydi.

Üstelik Engels, konut ve barınmaya odaklı mücadelelerden ne beklememiz gerektiği konusunda da genellikle karamsardı. Konut reformu konulu burjuva çabaları eleştirirken konut sorununun “mevcut kapitalist üretim biçiminden kaynaklanan irili ufaklı çok sayıdaki ikincil sorundan biri” olarak anlaşılması gerektiğini öne sürüyordu.

“Kapitalist üretim biçimi var olmaya devam ettikçe konut sorununun ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi başka bir toplumsal sorunun kendine has bir çözümü olabileceğini düşünmek aptalca” sonucuna varıyordu. Engels’e göre konut ve barınma odaklı mücadeleler sınıf mücadelesinin bir veçhesiydi. Yani konut sorununun çözümü ancak toplumsal devrim ile bir arada düşünülebilirdi.

Biz Engels’ten, konut sorununun sınıflı toplumun yapılarına gömülü olduğu yönündeki fikrini alıyoruz. Bugün konut sorununu gündeme getirmek; barınma deneyimi ile toplumsal iktidar arasındaki bağlantıları irdelemek, konutun kim için ve ne için olduğunu, kim tarafından kontrol edildiğini, kimin elindeki gücü ve kimlerin üzerinde kurulan tahakkümü katmerlendirdiğini sormak ve konutun küreselleştirilmiş neoliberal kapitalizm içindeki işlevini soruşturmak anlamına geliyor.

Ancak bugün barınma mücadeleleri basitçe diğer çelişkilerin bir türevi değil. Konut ve barınma hareketleri kendi alanlarında ciddi anlamda siyasal aktör hâline gelmiş durumdalar. Konut sorunu kapitalizm içinde çözülemeyecek olabilir. Ancak konut sisteminin mevcut durumuna karşı aksiyon alabilir, onu tashih edebilir, hatta değiştirebiliriz.

Sosyal teorisyen Henri Lefebvre konut’un politik muhtevasına ve onu değiştirmeye yönelik potansiyele dair kavrayışımızı güçlendiriyor. 1968 tarihli Kent Hakkı kitabında Lefebvre, toplumsal değişimin tek motorunun sanayi merkezli ayaklanmalar olmadığını söylüyordu. Toplumu devrimselleştirmenin bir “kentsel stratejisi” mümkündü.

İş yaşamının doğası ve kent hayatındaki değişimler dikkate alındığında, sanayi proletaryası artık devrimci değişimin tek öznesi, hatta belki öncüsü bile değildi. Lefebvre, yeni bir politik öznenin var olduğunu iddia ediyordu: kent sakini. Daha genel olarak Lefebvre, gündelik hayat ve barınma perspektifinden, geniş anlamıyla herhangi bir işçiyi de içerisine alan bir kategori olarak bir “yerli” [inhabitant] siyasetini yaratmaya çalışıyordu.

Lefebvre politik bir figür olarak yerli’nin kentsel devrim ile tam olarak neyi başaracağı konusunda kararsız gözükse de başka türlü bir “yer edinme” imkânına işaret ediyor. Toplumsal ihtiyaçların ekonomik gerekliliklere tabi kılınmadığı, yabancılaştırılmamış yerleşim mekânının evrensel olarak ulaşılabilir olduğu, böylece hem eşitlik hem de farklılığın aynı anda toplumsal ve siyasal yaşamın ilkeleri haline geleceği bir gelecek tasavvur ediyordu.

Lefebvre’in kentsel devriminin ufukta gözüküp gözükmediği bir yana, onun fikirlerini temel bir noktayı anlamak için kullanabiliriz: konut ve barınma siyaseti, ana akım tartışmaların ya da Engels’inki gibi klasik siyasal iktisadi analizlerin varsaydığından daha büyük bir aktörler ve çıkarlar kümesini içerir.

Ortodoks izahatta önemli olan tek çatışma sömürü ve değer üzerine olanlardır. Ancak yöneten sınıf aynı zamanda kendi hâkimiyetini tahkim etmeye de ihtiyaç duyar. Sömürmeye devam etme kabiliyetlerini korumak da bunun yalnızca bir boyutudur. Barınma koşullarına etki eden toplumsal, siyasal ve ideolojik değişkenler de vardır.

Emlak ve gayrimenkul, —Lefebvre eserlerini verirken ancak yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan— finansallaştırılmış küresel ekonomide endüstriyel sermaye karşısında yeni bir öncelik taşır duruma geldi. Konut ve kentsel kalkınma bugün ikincil olgular değiller. Aksine, çağdaş küresel kapitalizmi besleyen ana damarlardan biri haline geliyorlar.

Eğer Lefebvre haklıysa, konut bugün sistemin yeniden üretimi için daha da büyük bir öneme sahip. Konut ve barınma hareketlerine, toplumsal değişimi sağlayabilmek için yeni stratejik imkânlar açan bir değişim bu.

Kimin krizi?

Eleştirmenler, reformistler ve aktivistler “konut krizi” terimini ortaya atalı yüz yıldan fazla oldu. Bu sözcük öbeği, 2008 küresel ekonomik çöküşüyle birlikte bir kez daha etkisi her yerde hissedilen bir şeyi anlatır hale geldi. Fakat kriz kavramının bu şekilde kullanımına ilişkin titiz olmakta fayda var.

Kriz fikri, yetersiz ya da karşılanamaz [unaffordable] konut olgusunun bir anomali, iyi işleyen bir düzenlilik durumundan geçici bir sapma olduğunu imasını taşıyor. Ancak işçi sınıfı ve yoksul topluluklar için konut krizi normdur. Yetersiz konut, tarih boyunca tahakküm altındaki sınıfların yazgısı olmuştur. Engels tam da buna dikkat çekiyordu:

Konut kıtlığı denen ve bugünlerde basında genişçe yer bulan şey işçi sınıfının genellikle kötü, aşırı kalabalık ve sağlıksız yerlerde ikamet ettiği gerçeğini görmezden gelir. Bu kıtlık bugüne özgü değildir, hatta modern proletaryanın önceki ezilen sınıfların tümünden farklı olarak başına gelen dertlerden biri de değildir. Aksine, önceki bütün dönemlerde ezilen sınıfların tümü öyle ya da böyle bu dertten mustarip olmuştur.

Konut ve barınma ezilenler için hep krizdeydi. “Konut krizi” öbeğinin manşetlerde yeniden boy göstermesi, orta sınıf ev sahiplerinin ve yatırımcıların 2008 finansal çöküşünü müteakip karşı karşıya kaldıkları barınma istikrarsızlığı deneyimlerinin bir yansıması.

Konut krizi fikrinin kendisi baştan aşağı politik bir içeriğe sahiptir. Kriz kavramının eleştirel düşünce ve radikal pratik içerisinde uzun bir tarihi olsa da, bu kavram başka amaçlarla da işe koşulabiliyor. Birleşik Devletler’de konut krizi söylemi genellikle devletin konut piyasalarına “müdahale” etmesini suçlu çıkarmak için kullanılır. Kriz yaklaşımı Birleşik Krallık’ta ise imarcıların yerel planlama yönergelerini çiğnemelerini sağlayan yeni yasal yetkilerle donatılmasını desteklemek için kullanılır.

Konut krizinin şiddetlendiği somut dönemler, temelde düzgün olan bir sistemin istisnai anları olarak yorumlanırlar. Fakat bu ideolojik bir çarpıtmadır. Barınma alanında kriz deneyimleri, kapitalist toplumların genel güvencesizlik eğilimlerinin bir göstergesi ve katalizörüdürler. Konut krizi kapitalist mekânsal gelişmenin temel karakteristik bir niteliğinin öngörülebilir, tutarlı bir çıktısıdır: Konut, insanların barınması amacıyla değil, azınlığın zenginleşmesi için bir meta olarak üretilir ve dağıtılır. Konut krizi sistemin tıkanmasının değil tam da temelde niyet edildiği şekilde işlemesinin bir sonucudur.

Konut krizi mefhumunun ideolojik versiyonlarını reddetmeliyiz. Bir yandan bu kavram yine de kullanışlı. Yabancılaştırıcı ve ezici koşullarda barınmak mecburiyetinde olanlar için konut krizi boş bir retorik değil gündelik pratik bir gerçekliktir. “Kriz” milyonlarca hane için tam olarak kendi tecrübe ettikleri kaos, korku ve güçsüzleştirilmeyi tanımlıyor. Yani içerisinde bulundukları barınma koşulları onlar için hayli kritik.

Öyleyse bizim amacımız, geçici bir krizin çözülmesi ve böylece statükoya geri dönülmesi yönünde argüman geliştirmek değil. Kriz kavramını, çağdaş konut sisteminin neden tam olarak kendi doğası itibariyle sürdürülemez olduğunu vurgulamak için kullanıyoruz. Bu sorunların acil fakat sistemsel karakterine dikkat çekmek için çağdaş kapitalizm içinde konut ve barınmanın kriz eğilimlerine işaret ediyoruz.

Yaklaşık iki yıllık aranın ardından kampüslerine dönme hazırlığı içerisindeki üniversiteliler, ev kiralarındaki fahiş artışları ve yetersiz yurt kapasitelerini protesto etmek için banklarda yatmaya başladı. Fotoğraf: Barınamıyoruz Hareketi (@barınamayanlar)

Konutu savunmak

Konut sistemini hâlihazırda var olduğu şekilde savunmanın peşinde değiliz. Zaten pek çok açıdan savunulacak bir tarafı yok. Savunulmaya ihtiyaç duyan şey ev olarak konuttur, emlak olarak konut değil. Biz, herkes için ulaşılabilir olan bir kaynak olarak konutun savunusuyla ilgileniyoruz.

Konut farklı gruplar için pek çok şey ifade eder. İçinde oturanlar için ev ve toplumsal yeniden üretimin esas alanıdır. Çoğunluk için hayatlarındaki en büyük ekonomik yükü ifade ederken diğerleri içinse refah, statü, kâr ya da kontrol kaynağıdır. Konut, onu inşa eden, yöneten ve sürekliliğini sağlayanlar için “iş”, finanse edenler için gelir, alıp satanlar için spekülatif kazanç anlamına gelir. Devletler için aynı anda vergi geliri kaynağı ve vergi harcamalarının bir unsuru, kentlerin yapısı ve işleyişleri için temel bir ögedir.

Bizim ilgimiz açık bir biçimde konutu kullanan ve içinde yaşayan, yani ev dendiğinde değişim değerinden değil kullanım değerinden faydalanan insanlara yönelik. Konut, içinde yaşayanlar için geniş bir yelpazedeki toplumsal, kültürel ve siyasal pek çok ürünü erişilebilir kılan bir şeydir. Yaşamın evrensel bir zorunluluğu, bazı açılardan insan bedeninin bir uzantısıdır. Konut olmadan toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatın büyük çoğunluğuna katılmak imkânsızlaşır.

Konut barınmadan fazlasıdır, aynı zamanda kişisel güven ve ontolojik güvence sağlar. Ev içi ortam baskı ve eşitsizliğin alanı olabildiği gibi, bunun yanında kişinin özneliğinin, kültürel kimliğinin, bireyselliğinin ve yaratıcı güçlerinin serpilmesine yardım etme potansiyeli de vardır.

Konutun inşa edilmiş, fiziki hâli şimdiye kadar toplumsal düzenin, mevcut sınıflı yapının ve iktidar ilişkilerinin somut, görsel bir yansıması olarak görüldü. Ancak konut, aynı zamanda alternatif toplumsal düzenleri tahayyül etmenin de bir aracı olagelmiştir. Özgürlükçü [emancipatory] mücadelelerin hepsi öyle ya da böyle konut sorunuyla ilgilenmek zorundadır. Bu politik tahayyülü canlandırma kapasitesi de konutun toplumsal değerinin bir parçasıdır.

Konut hem iş hem de boş zaman [leisure] için önkoşuldur. Birisinin konut ve barınma durumu üzerinde kontrol kurmak onun aynı zamanda hem emek sürecine hem de boş zamanına hâkim olmak anlamına gelir. Tam da bu yüzden konut ve barınma mücadeleleri biraz da otonomi için verilen mücadelelerdir. Konut, başka hiçbir tüketim ürününün olmadığı düzeyde bireylerin birbirleriyle, topluluklarla ve daha büyük kolektivitelerle etkileşime girme biçimlerini şekillendirir. Kişinin nerede ve nasıl yaşadığı, devlet tarafından gördüğü muameleyi büyük oranda belirler, diğer yurttaşlarla ve toplumsal hareketlerle kurduğu ilişkiyi biçimlendirir.

Başka hiçbir modern meta yurttaşlık, iş, kimlik, dayanışma ve siyaseti düzenleme konusunda bu kadar önemli değildir.

Konutun savunulmaya ihtiyaç duyan yanı budur. Evrensel bir ihtiyaç olarak “yaşam” boyutu, toplumsal anlamı ve ‘ev’ olarak kimliği. Araştırmacı, sakin [resident] ve barınma mücadelelerinin katılımcıları olarak önümüzde duran görev konut ve barınmaya yönelmiş bulunan çok boyutlu saldırının sebeplerini ve sonuçlarını anlamak. Konut’un siyasal iktisadi doğasına ilişkin eleştirel bir anlayış sunmayı amaçlıyoruz. Belki böylece, hem bugün hem de gelecekte konut ve barınma krizleriyle baş etmek için gerekli olan eylemliliklere dair daha iyi bir projeksiyon geliştirebiliriz.


*Çevirmenin notu: “Housing” sözcüğünü metin boyunca çoğunlukla “konut” çevirisiyle karşılamakla birlikte, kaynak dildeki anlam genişliğini Türkçeye daha iyi aktarabilmek için yer yer “barınma” yer yer de “konut ve barınma” karşılıklarını da kullandım. Öte yandan “housing question” öbeğini, toplumsal teori yazınında kavramsal bir kullanıma sahip olduğu için, sabit olarak “konut sorunu” çevirisiyle karşılamayı ve bu çeviriyi de aynı şekilde başka herhangi bir sözcüğü ya da öbeği karşılamak için kullanmamayı tercih ettim. Bununla birlikte, “housing” sözcüğünün yanında, metinde aynı sıklıkta karşımıza çıkan “housing crisis”, “residential crisis”, “dwelling”, “residential struggles”, “residential movements”, “housing movements” benzeri tamlamaların çevirisi için de cümlenin bağlamına göre yine yer yer “konut” yer yer de “barınma” çevirilerini uygun gördüm.


**The Permanent Crisis of Housing başlığıyla 10.02.2016 tarihinde Jacobin’de yayımlanan David Madden ve Peter Marcuse’nin bu yazısı, Emir Aydoğan tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Yazı, Madden ve Marcuse’nin birlikte kaleme aldıkları In Defense of Housing: The Politics of Crisis (Verso, 2016) adlı kitaplarından bir bölümdür. Metnin tercümesine müsaade ettikleri için yazarlarına ve Jacobin editörlerine teşekkür ederiz.