//

Neoliberalizmin çoklu krizleri

Historical Materialism Konferansının bu yıl Kadir Has Üniversitesinde gerçekleşen İstanbul ayağı vesilesiyle yakaladığımız Alfredo Saad-Filho ile Burak Ceylan’ın gerçekleştirdiği bu söyleşi, çoklu krizin her kriz başlığını ayrı ayrı ele almak yerine, bu başlıkların ilişkiselliğini vurguluyor. Finansallaşma ile ekolojik yıkım arasındaki bağlantıyı hatırlatan Saad-Filho, neoliberalizm ile devlet arasındaki ilişkinin de altını çiziyor.

İnci Eviner, “İnfilak", 2022.

Küresel kapitalizmin bitmek bilmeyen buhranları, hemen her alanda “kriz” tartışmasını önümüze getiriyor. Haber bültenlerinden akademik dergilere her tartışmada buna referans vermeden konuşmak imkânsız hale geldi. Ekonomi politik çerçevesinde ‘kriz’i nasıl kavramsallaştırıyorsunuz? Bu alanda bir ‘kriz’i tam olarak ne oluşturur?

Bir ekonomik kriz, en geniş anlamda, çok sayıda birikim döngüsünde oluşan önemli bir kesintidir. Bu birikim döngüleri, bireysel sermayelere işaret edebileceği gibi, uzun, karmaşık veya uluslararası değer zincirleriyle de ilgili olabilir. 1929 krizi, 2008 krizi gibi krizler dünya çapındaki ekonomik krizlere örnek olarak verilebilecekken 1998-2002 Arjantin krizi ya da 1994 Meksika krizi yerel ya da ulusal krizler arasında sayılabilir.

Ekonomik krizler normalde işsizlikle (sermaye, insan, ekipman, tesis vb.) ve kârlılıkta düşüşle, gerçekleşmemiş birikim planlarıyla vb. ilişkilendirilir.

Günümüzde kullanılan “çoklu kriz” terimi ise daha ziyade ekonomik kriz, siyasal kriz, çevresel kriz gibi farklı krizlerin çeşitliliğini ifade eder. Ancak bu öyle ifade edilir ki sanki bu krizler birleşik bir biçimde değil de ayrı ayrı ortaya çıkmıştır ve teker teker çözülebilecektir. Ben bu yaklaşımın yanlış olduğunu düşünüyorum. Yaşamakta olduğumuz çeşitli krizleri birbirine bağlayan ve onları sistemik kılan noktalara odaklanmak istiyorum. Yani mesele sadece neoliberal kapitalizmde yanlış giden pek çok şey olduğuna işaret etmekle sınırlı değil. İlginç olan soru, ekonomi, sağlık, demokrasi ve benzeri alanlardaki krizlerin birbiriyle nasıl ilişkili olduğu, küresel neoliberalizmde sistemsel bir krizin neden bu şekilde ortaya çıktığı ve bu konuda neler yapılabileceğidir. Bugün ele alınması gereken zorluklar bunlardır.

Historical Materialism’in İstanbul kongresindeki sunuşunuz bu bütünleşik yaklaşımın bir örneğiydi. Küresel ekonomideki gerilimlerle çevresel krizler arasındaki ilişkileri vurguladığınız konuşmanızda iklim değişikliğini 5 başlık altında incelediniz. Bunları biraz detaylandırabilir misiniz?

Ben o sunuşta iklim değişikliğinin küresel ekonomideki 5 gerilim kaynağı ile ilişkili olduğunu öne sürdüm.

Bunlardan ilki aşağıda yer alan konular arasındaki çelişkilerdir:

  • Dünya’nın istikrarlı bir iklimi sürdürmek için sınırlı olan kapasitesi;
  • Neoliberalizm altında serbestleştirilmiş, koordine edilmemiş ve finansallaştırılmış kâr arayışı;
  • Kapitalizmin seri üretiminin enerji ve hammaddelerin büyük ölçeklerde çıkarılmasına ihtiyaç duyan tarzının doğanın üretim, dolaşım ve tüketim atıkları için bir lağım çukuru olarak kullanılması ile pekişmesi.

Bu da sera gazı emisyonlarının fiyat ve vergilerde yapılacak marjinal ayarlamalarla ortadan kaldırılabilecek ‘talihsiz bir dış faktör’ olmadığı anlamına geliyor. Emisyonlar, sanayi öncesi dönemin de ötesinden beri, birikim ve kârlılığın gerekli ve sisteme içkin bir sonucudur. Bu nedenle, neoliberal birikim sistemi içinde net sıfıra[1] [net zero] giden teknik, sosyal veya politik bir yol olmadığını öne sürüyorum. Mesele şu ki, kapitalizm her zaman ekosistemi zorlama eğiliminde olacaktır ve artı değer elde etme dürtüsü nedeniyle bunu daha önce var olmuş hiçbir toplumla kıyaslanamayacak ölçülerde yapacaktır.

Vurgulanacak ikinci nokta, büyümenin çevresel sınırlarının on yıllardır farkında olunması ile hükümetlerin ve hükümetler arası kuruluşların bunu ele almaktaki yetersizliği arasındaki gerilimdir. Örneğin, o kadar lafa, üst düzey toplantılara ve anlaşmalara rağmen, CO2 emisyonları 1990’da 20.000 megatondan 2022’de 37.000 megatona yükselmiştir.

Az sayıda gelişmiş ekonomide emisyonlar azaldı, ancak bunun başlıca nedeni sanayisizleşme ve üretimin Küresel Güney’e taşınmasıdır. Ne var ki bu, teknoloji ve ulaşımı düşündüğümüzde, daha bile kötü oldu. En iyi performans gösteren ülkelerdeki CO2 seviyesindeki düşüş tekrarlanabilse bile, dünya Paris’te kararlaştırılan hedeflere ulaşamayacaktır ki bu hedefler planlanandan önce aşılmıştır.

Üçüncüsü, gelişmiş Batı ekonomilerinin birikmiş emisyonları ile bugün kalkınma hakkını talep eden ve gelişmekte olan ülkelerin artan emisyonları arasındaki süregelen gerilimdir. Gelişmekte olan ülkelerin aynı yolla kalkınma hakkına sahip olmadığını kim iddia edebilir?

Dördüncüsü, sürdürülemez olduğu herkes tarafından bilinmesine rağmen ve fosil yakıtların çıkarılması, işlenmesi, dolaşımı ve tüketimine yüz milyarlarca dolarlık harcama yapan belirli başlı ülkeler ve büyük şirketlerin oluşturduğu küresel ekonomik yapıdır. Ancak hükümetlerin, küçük şirketlerin ya da bankaların bu konuda bir adım atmaları için teşvik edici bir unsur yok.

Bahsedilen gerilimler finansallaşma ile daha da pekişmiştir. Finansallaşma emisyonları arttırma eğilimindedir çünkü finansal kurumlar mevcut ekonomik yapıları güçlendiren, istikrarsızlığı arttıran ve zaten en çok kaynağa sahip olanlara kâr sağlayan kısa vadeli ve döngüsel yatırım stratejileri izlemek zorundadır.

Alfredo Saad-Filho

Krizlerin akademik söylemde sıklıkla ekonomik ve siyasi kategoriler olarak sınıflandırılması ya da farklı türler veya tezahürler olarak görülmesi enteresan. Bu ayrım şu türden bir soruyu akıllara getiriyor: Bir ekonomik bunalım, siyasi alanda tanınmadığı, öyle kurgulanmadığı durumlarda bile “kriz” olarak adlandırılabilir mi?

Evet, adlandırılabilir. Yeterli sayıda sermaye birikimi süreci kesintiye uğramışsa, bu da sermayenin, emeğin, makinelerin ve daha genel olarak üretken kapasitenin âtıl [unemployment] kalmasına yol açmışsa, bu gerçeklerin öznel olarak algılanması veya tanınması, en iyi durumda bunun gecikmesi (veya siyasi veya başka nedenlerle reddedilmesi) ikincildir. Gerçekliğin kendini dayatmasının yolları vardır: Derin bir kriz, çoğu insan tarafından fark edilecek bir düzeyde bir rahatsızlığa neden olacaktır. İstisnalar olduğunu da vurgulamalıyız. Katı neoklasik ekonomistler ekonomik krizlerin varlığını inkâr etmeyi bir prensip meselesi sayabilir; politikacılar kendi amaçları için krizlerin varlığını inkâr edebilir, ancak bunların hiçbiri ciddi bir akademik bakış açısından önemli değildir: gerçekliği olduğu şekliyle kabul etmeliyiz.

Bu yanıt eleştirel bir düşünceyi akla getiriyor. Neoliberalizm, krizlerine iki yönlü bir çözüm bulmuş gibi görünüyor. Hane halkı tüketimini finansallaştırarak bu sayede hem borç yoluyla tüketimin sürekliliğini sağlıyor hem de kârlılığı geri kazanmak için yeni alanlar yaratıyor. Neoliberalizmin krizlerini yönettiği bu mekanizmaları siz nasıl ele alıyorsunuz ve buradan kapitalizmin neoliberal evresinde krizlerin doğasına dönük ne gibi çıkarımlar yapabiliriz?

Neoliberalizm bir ölçüde istikrar sağlamıştır çünkü düzenli yeniden üretim süreçlerinin bozulması halinde istikrarı geri getirme eğiliminde olan kendi kendini güçlendiren yapılar ve mekanizmalar içermektedir. Bu her zaman işe yaramaz, çünkü ciddi bir kriz (Keynes’in uzun zaman önce tespit ettiği gibi) kendi kendini bir istikrara kavuşturmayacak, kamu politikasının doğrudan ve açık müdahalesine ihtiyaç duyacaktır. Neoliberalizm, “düzenli” (çok ciddi birikim kesintileri olmayan) dönemlerde piyasaların işleyişi yoluyla bir ölçü bulur. Ne var ki bu dönemlerdeki iç istikrarın arkasında, sermayeyi sürekli olarak perde arkasından (tabiri caizse) yeniden tahsis eden, gelecek vaat eden veya kazançlı sektörlere yeterli kaynak aktarılmasını ve sektörlerin sorunlarına çözüm bulmaya zorlamak için başarısız sektörlerin sıkıştırılmasını sağlayan finansal kurumlar vardır. İlaveten, talebin belirli bir düzeyde kalmasını sağlayan kredi finansmanı aracılığıyla, ekonomi genelinde malların üretimi, dolaşımı, değişimi ve değerini bulması sağlanır. Bunun arkasında da, gayet tabii, bir bütün olarak ele alındığında, bu süreçlerin iç tutarlılığını bir ölçüde sağlayan neoliberal devletin eylemi vardır. Tüm bunların ötesinde, kapitalizmin önceki biçimleri ile pek bir farkı yoktur; yalnız, neoliberalizmde, finans, değer akışlarını ve değer üretim süreçlerini düzenlemede; sermaye tahsisini, devletin finansmanını ve ülkenin uluslararası mübadelelerini kontrol etmede daha belirgin bir rol içerir. Bu, önceki dönemlerden belirgin farklarından biri.

Neoliberal dönemi ayrıştırdığı söylenen meselelerden biri de sanayinin çevre ülkelere kaydığı söylentisi… Buradan hareketle, uluslararası sermayenin bir kesimi, sanayi politikasının yeniden merkez kapitalist ülkelere dönmesi gerektiğini vurguluyor. “Yeşil dönüşüm”ün de bu bağlamda özellikle Avrupa’da kabul gördüğü söylenebilir. Finansallaşan kapitalizm döneminde bu arayışlar nasıl okunabilir? Bununla bağlantılı olarak neoliberal dönemde Nijerya, Vietnam, Hindistan gibi Afrika ve Güney Asya’da kapitalizmle bütünleşmenin ötesinde bir yakınlaşma olduğu iddiası var. Tüm bu farklılıklar sizin makro anlatınız içinde nereye oturuyor

Sanayi politikası hiçbir zaman ortadan kalkmadı. Tüm ülkeler bunu yapıyor, örneğin ABD bunu uzun yıllar boyunca çok dikkatli bir şekilde yaptı. Havacılık ve uzay sektörünü, savunma sanayini, ilaç sanayini, interneti ve diğer pek çok sektörü ele alalım. Bunların hepsi sanayi politikaları, devlet müdahalesi ve büyük kaynak harcamaları sayesinde ortaya çıktı ve gelişti. Başarılı ülkelerin sanayi politikası kullanmadığı hikâyesi, neoliberalizm döneminde siyasi nedenlerle, gelişmekte olan ülkelerin dikkatini dağıtmak ve onları herhangi bir ekonomik başarı ihtimalinden uzaklaştırmak için icat edilmiştir. Yoksulluğun azaltılması, istihdam yaratılması, gelir artışı, yeni teknolojiler ve çok daha fazlası ve şimdi iklim değişikliğinin ele alınması vb. için sanayi politikasına, kaynakların tahsisinde kamu kontrolüne ve demokrasi koşullarında ülkenin zaman içinde alacağı istikamete dair kolektif bir vizyona ihtiyacımız var.

Özellikle çip yapımı ve yapay zekâ gibi kilit teknolojiler bağlamında ve aynı zamanda daha genel olarak yeşil geçiş bağlamında ABD ve AB bu yolu izlemekte.

Gelişmekte olan ülkelerin zaman içindeki farklı yönergeleri, içinde bulundukları koşullar, politika tercihleri, üretim kapasiteleri, küresel iş bölümüne dâhil oluşları ile belirlenir. Evrensel bir birleşme süreci yoktur. Eşitlik ve eşitsizliğin yaratılmasında, paralel olarak işleyen, hem yapıcı bir etkileşim içinde olan hem de birbirini engelleyen birden fazla süreç vardır. Bu zorlukları çözmek ve nüfusun çoğunluğu tarafından onaylanan ve yaşam koşullarında iyileştirmeler sağlayan meşru bir ekonomik strateji belirlemek kamu politikasının görevidir.

Neoliberalizm bir yandan da sol görüşlü ve ilerici faaliyetlerin alanını önemli ölçüde daraltan, demokratik sistemi çoğunluğun ihtiyaç ve isteklerine daha az uyumlu hale getiren kısıtlayıcı bir demokrasi biçimini de kurumsallaştırıyor. Ne var ki burada çoğunlukla referans alınan demokrasinin, neoliberalizmin krizinin kendisinden ziyade refah devletiyle özdeşleşen demokrasi anlayışı olduğuna dair üstü kapalı bir önerme yok mu?Eğer öyleyse, refah devletindeki demokrasisinin idealize edildiği, sosyal hakların ve temsilin görünürde daha kapsamlı bir şekilde gerçekleştiği bir zaman olarak nostaljik bir şekilde hatırlandığını söyleyebilir miyiz?

Batı’daki Refah Devleti pek çok açıdan sınırlıydı: Dışlayıcıydı (kadınlar, yabancılar veya yerleşik ve geleneksel aidiyet kategorilerine “uymayan” insanlar yerine ulusal doğumlu erkekleri kayırıyordu); Küresel Güney’in (kaynakların Kuzey’e aktığı) emperyalist sömürüsüyle bağlantılıydı; ırkçılıkla ilişkiliydi, vesaire. Dolayısıyla, Refah Devleti idealize edilmemelidir. Ancak yapılması gereken onu yok etmek değil, işçi sınıfının bu gerçek kazanımlarının üzerine inşa etmek ve bunları evrensel hale getirirken, insanların kendilerini ve potansiyellerini kapitalizmin sınırlamalarına takılmadan gerçekleştirebilmeleri için yaşam haklarını piyasaların dışına doğru genişletmektir. Refah Devleti önemli kısıtlarla maluldü, ancak neoliberalizmin sınırlılıklarının daha ciddi olduğu düşünüldüğünde, çuvaldızı neoliberalizm yerine Refah Devletine batırmak yanlış olacaktır.

Neoliberalizmin önemli bir sınırlaması da siyasi alandadır. Neoliberal demokrasilerde “özgür” seçimler, “özgür” medya, silahlı kuvvetlerin gücünün sınırlandırılması, demokratik görüntü veren bir kabuk oluşturur; ancak gerçekte bu sınırlamalar çok katıdır. Seçimler en zenginler tarafından satın alınır. Yoksullar ve mülksüzlerle ilişik siyasi partilerin gerçekçi bir rekabet şansı yoktur. Medya çoğu ülkede sağcı bir aristokrasinin hakimiyetindedir, Edward Snowden’ın gösterdiği gibi güvenlik servisleri insanları ve iletişimlerini takip eder vb. Buna ek olarak, neoliberal demokrasi, özellikle de ekonomik alanın siyasi süreçlerde dikkate alınmaması yoluyla kurumsal olarak sınırlandırılmıştır. Bağımsız merkez bankaları, enflasyon hedefleri, mali sınırlar vb. hükümetlerin yapabilecekleri ve değiştirebilecekleri şeylere kısıtlamalar getirmekte, sonuçta ekonomi politikasını neoliberalizmden uzaklaştırmayı düşünmeyi bile gerçekçi olmaktan çıkarıyor. Bu durum neoliberalizmin siyasi paradoksuna neden oluyor. Neoliberalizm tarafından sınırlandırılan bir demokrasinin yayılması, demokrasinin kendisini değersizleştiriyor, siyasi sistemin meşruiyetinin altını oyuyor, sistemi ‘düzeltme’ ve çoğunluğun haklarını uygulama ve taleplerini güvence altına alma yeteneğine sahip olduğunu iddia eden sağın sistem karşıtı güçlerine (çünkü sol büyük ölçüde yok edilmiştir) alan açıyor. Bu haklar ve talepler çok gerçektir ve yerine getirilmelidir, ancak bugün ortaya çıkan siyasi sağın ve otoriter neoliberal liderlerin bunu yapmaya ne niyetleri ne de kapasiteleri var. Herhangi bir çözüm beklentisi olmaksızın sadece oy peşindeler. Nihayetinde bu durum neoliberalizmin siyasi krizini daha da derinleştirecek ve faşizmin yükselişine alan açabilecektir.

Bu otoriterlik ve faşizm eğilimlerine karşı demokratik güçleri harekete geçirme olasılığı konusunda neler yapılabilir? Bu hususta iyimser olmak mümkün mü?

Bence gerçekliği kabul ederek işe başlamalıyız ve şu andaki gerçek oldukça kasvetli. Durumu hem neoliberalizmin güçlü yanları; ekonomi, vatandaşlık, örgütlenme biçimleri; yoksulların temsili ve çok daha fazlası üzerinde yarattığı tahribat nedeniyle hem de neoliberalizmin faşizmin yeniden canlanmasını teşvik etmesi nedeniyle kasvetli buluyorum. Eğer bu eğilimlerin farkına varmazsak, onları ele almakta büyük güçlük çekeceğiz.

Gerçek dünyada neler olup bittiğinin farkına varmak önemli bir adımdır, ancak yalnızca ilk adımdır. Daha sonra bununla en iyi hangi yöntemlerle yüzleşebileceğimizi düşünmeli ve çoğunluk için daha iyi, daha kucaklayıcı, besleyici, uzlaşmacı, hoşgörülü, destekleyici ve her yönden sağlıklı bir dünya inşa etmeliyiz. Bu bilinçli bir eylemdir, tartışma, planlama ve öngörü gerektirir. Bizim irademiz, kararlılığımız ve çabamız olmadan bu gerçekleşmeyecektir.

Tüm bunlar iklim krizinin aciliyeti nedeniyle daha da zorlaşıyor. Zamanımız sınırlı ve istediğimiz değişiklikleri yapmak için yeterli güç biriktirene kadar bekleyemeyiz. Bunları şimdi zorlamalı, şimdi gerçekleştirmeli ve bunu yaparken nasıl başarılı olacağımızı öğrenmeliyiz. Bu, kaybedecek çok şeyi olan ve ne yapılması gerektiği konusunda net olan neslin, özellikle de gençlerin görevidir. Bu, bugünün görevidir.


[1] üretilen sera gazı miktarı ile atmosferden temizlenen miktar arasındaki denge.

*Alfredo Saad-Filho ile yazışma yoluyla gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi Hazal Göçmen çevirdi.