Yazar: Aysun Karapınar & Candaş Ayan
Küresel salgının tüm dünyada belli başlı tedbirlerin alınmasını zorunlu hale getirdiği bir dönemde, tedbir alınan alanların başında eğitim gelmektedir. Bu bağlamda, yazımızın iki temel amacı bulunmaktadır. Bunların ilki, içinde bulunduğumuz küresel salgının Türkiye’ye sıçradığı ve hükümetin eğitim alanında bazı adımlar attığı andan itibaren eğitim emekçilerinin deneyimledikleri süreçleri gözler önüne sererek tartışmaya açmaktır. Diğeri ise, kapitalist üretim ilişkileri ile eğitim arasındaki ilişkiyi değerlendirerek, salgın ile birlikte tüm dünyada yaygın bir yöntem olarak kullanılmaya başlanan online/uzaktan eğitimin geleceğine dair bazı tahminler yürütmektir. Bu amaçlar çerçevesinde ve salgın sürecinin el verdiği ölçüde, değişik öznel koşullara sahip on eğitim emekçisiyle, yapay bir yuvarlak masa sohbeti gerçekleştirdik. Sohbete geçmeden önce belirtelim, yazının devamında karşılaşacağınız tırnak işareti içerisinde italik olarak yazılmış cümleler, öğretmenlerimizin birebir kendi ifadeleridir.
Kapitalizm ve Eğitim
Küresel salgın döneminde eğitim emekçilerinin deneyimlemek durumunda kaldıkları süreçleri tartışabilmek ve salgın döneminde başvurulan bir yöntem olarak öne çıkan online/uzaktan eğitimin geleceğine dair sorunun muhtemel cevaplarına ulaşabilmek için, kapitalist üretim ilişkileri ile eğitim arasındaki “işlevsel” ilişkiler ağına kısaca değinmenin gerekli olduğunu düşünmekteyiz. Bu maksatla, öğretmenlerimize ilk olarak “Sizce, kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu bu içinde yaşadığımız sistem ile eğitim arasında nasıl bir ilişki var?” sorusunu yönelttik. Eğitimin örgün hale gelmesi ve yerelleşmesi, yirminci yüzyıl içerisinde gerçekleşmiş bir dönüşüm. Daha önceki dönemlerde eğitim, sadece ayrıcalıklı sınıfların erişebildiği ve “okumuş, eğitimli, münevver” gibi sıfatlar vasıtasıyla sınıfsal farklılıkları perçinleyen bir olgu iken, yirminci yüzyılın başlarından itibaren kapitalizmin ihtiyaç duyduğu birtakım gereksinimleri karşılamak adına yerelleşmiş ve toplumların tabanına yaygınlaştırılmıştır. Bir öğretmenimiz bu işlevsel ilişkiyi ve öğretmenlerin bu ilişkideki konumlarını şu şekilde tanımlıyor: “Var olan sistem yaşamın içine sızar. Ve sonra yaşam sistem haline gelir. Yani biz bunu seçemez, ya da seçtiğimizi sanır ve bu yolda devam ederiz. Her ne kadar şikâyet edilen durumlar olsa da bizler bunu besleyen büyüten en büyük silahlarıyız ve maalesef onun tarafındayız. Eğitimde bu durumun olumlu taraflarını kullanırken, olumsuz ve yaralayıcı kısmıyla baş başayız”.
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan “tüketim yaratarak üretme”[1] çılgınlığından eğitim alanı da payını almıştır. Ortaya çıkan bu çılgınlığın bir gereksinimi olarak spesifik alanlarda yetkinleşmiş, o alanın gereği eğitim almış kişilere olan ihtiyaç artmıştır.[2] Bir öğretmenimiz, bu bağlamın altını dikkatle çiziyor: “İçinde yaşadığımız düzen eğitim sistemini hatta eğitimin kendisini bile tüketim odaklı olmaya dönüştürdüğü için faydalı bilgiyi, insana yatırım yapmayı amaç edinen eğitim sistemlerine tüm dünya olarak sahip olmadığımızı/olamadığımızı düşünüyorum”. Böylece, kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin belirleyici olacak derecede yaygınlaştığı, küreselleştiği bir noktada eğitim, montaj hattında üretilen pek çok tüketim mamulü gibi metalaşmış ve eğitimin sınıfsal ayrıcalık yaratma konumu zayıflamıştır.[3] Başka bir öğretmenimiz de bu metalaşma sürecini şu şekilde anlatıyor: “Ne yazık ki, kapitalist sistemin girip değiştirip dönüştürmediği yer kalmadı gibi. Eğitim alanı da bundan nasibini aldı. Sürekli değiştirilen sınav sisteminin karşısında eşit eğitim imkanına sahip olamayan çocuklarımızın yarıştırıldığı, bu yarışta da parası olanın avantajlı hale getirildiği, parasız eğitim istemenin suç kabul edildiği bir düzen yaratıldı. Özel okullar, dershaneler sürekli değişen sınav sistemi ve onlara uygun yayınlar derken her şeyin paraya dönüştürüldüğü, öğrencilerin müşteri gibi görüldüğü bir sistemde geleceğimiz olan çocuklarımız için endişeliyiz. Aynı zamanda da ticarethaneye çevrilen okullarda ve dershanelerde yapılan baskının ve yaratılan çalışma koşullarının zorluğuna rağmen görev yapmaya çalışan öğretmenlerimiz için de kaygılıyız”.
Özellikle neoliberal dönemde üretim ilişkilerinin, her bir ferdin üretim süreçlerine dahil edilmesini dayattığı bir forma dönüşmesi, eğitim sisteminin de topyekûn bir metalaşma süreci yaşamasına sebep olmuştur.[4] Bir başka öğretmenimiz, yaşanan bu metalaşma sürecinin neoliberal dönemdeki izlerini sürüyor: “Dünya genelinde Margaret Thatcher, Ronald Reagan, Türkiye özelinde ise Özal sonrası yeniden şekillenen sistem içerisinde, dolaysız sermayenin birikiminden ödün vermeyeceği, kör göze dahi görünür oldu”. Sözü edilen bu topyekûn metalaşma, öğrencinin kendisi başta olmak üzere, öğretmenlerin, okul kıyafetlerinin, servislerin, kantinlerin, ders araç-gereçlerinin, kısaca okul ve eğitim süreci denildiğinde akla gelen her ayrıntının birer meta haline gelmesi sürecidir. Küresel salgın, tam da neoliberalizmin vahşi yüzünü ortaya çıkartan bir turnusol olmuştur.
Türkiye’de Süreç Nasıl Deneyimlendi?
Bildiğiniz üzere dünyayı etkisi altına alan Covid-19’un Türkiye’de de yaygın bir biçimde görülmesi sebebiyle 16 Mart 2020 tarihinde ilk ve orta dereceli okullarda, üniversitelerde ve halk eğitim merkezlerinde yüz yüze eğitime ara verildi. Fakat eğitim süreci evlerden online/uzaktan eğitim biçiminde devam etti. Bu çerçevede sürecin temel öznelerinden biri olan eğitim emekçilerinin durumu ve online eğitim meselesi incelenmesi gereken konular haline gelmiştir. Bu bağlamda öğretmenlerimize “16 Mart 2020 itibarıyla deneyimlediğiniz süreci hem maruz bırakıldığınız sorunlar hem de bu sürecin sembolü haline gelen online/uzaktan eğitim uygulaması çerçevesinden kısaca özetleyebilir misiniz?” şeklinde bir soru sorduk. Yapılan görüşmeler neticesinde eğitim sistemi içerisinde eşitsiz koşullarda çalışan öğretmenlerin bu süreci de fazlasıyla eşitsiz bir biçimde deneyimlediklerini gördük. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nda kadrolu olmayan öğretmenler, bu süreçte ciddi sorunlar yaşadıklarını ve çeşitli hak kayıplarına uğradıklarını ifade ettiler. Yaşanan süreci birbirinden farklı koşullar içerisinde çalışan öğretmenlerin deneyimleri üzerinden inceleyelim.
MEB’de kadrolu çalışan bir öğretmenimiz yaşadığı süreci “Ücret konusunda herhangi bir problem yaşamadım, ek derslerimiz kesintisiz yattı. Öğrencilere uzaktan ödevler verdik. Dijital ortamda sonuçlarını istedik” şeklinde ifade ederken, bir başka kadrolu öğretmenimiz “Maaşımda bir sorun yaşamadım. Fakat ek ders ücreti aldığım halk eğitim merkezinde kurs modülü bitince yeni kurs açtırmayıp ek ders uygulamasını iptal ettiler. İlk ve orta dereceli okullarda çalışanlar haftalık müfredat devam ediyor kabul edilerek ek ders ücretlerini -kesintiler olmakla birlikte- aldılar fakat çıraklık ve yaygın eğitimde çalışanlar ek derslerini alamadılar” diyerek ek ders ücretiyle ilgili yaşadığı problemi dile getirmiştir.
Bunun yanında hiç de az sayıda olmayan bir grup öğretmenimiz var ki onlar için bu tedbirler “belirsiz ve kaygı dolu” bir sürecin başlangıcı demek oluyordu. Bunların başında hiç kuşkusuz ücretli öğretmenler, kolejlerde çalışan öğretmenler ve kadrosuz usta öğreticiler geliyor. Tabii bunlara ataması yapılan ancak göreve başlayamayan yirmi bin öğretmenimizi de eklemek gerek. Onlar, büyük bir sevinçle atama haberlerini aldılar ancak kararname çıkmadığı için görevlerine başlayamadılar. Yani ataması yapılan yirmi bin öğretmen için de -2019 yılında bütçe hazırlanmasına ve hazineden pay alınmasına rağmen- bu süreç maddi ve manevi güçlük anlamına geliyor.[5]
Yapılan görüşmelerden birinde bir öğretmenimiz “Ücretli öğretmenlik yapmak yeterince belirsizlik oluşturuyorken bir de böyle belirsiz bir sürece girilmesi daha fazla stres yarattı” diyerek belki de ücretli öğretmenlik yapan pek çok meslektaşının hislerini bizimle paylaşmış oldu. Çünkü ücretli öğretmenlik ne zaman işe çağrılacağının ve ne zaman işten çıkarılacağının bütünüyle belirsiz olduğu sürecin adıdır. Dahası bu “şansı” elde edebilmek için binlerce öğretmen ücretli öğretmenliğe başvurup sırasını bekliyor. Salgın sebebiyle uzaktan eğitime geçilince de haliyle maaşları için endişelendiler. Nitekim sürecin başında ücretli öğretmenlerin maaşlarını alamayacakları söylendi, onlar da maaşları için mücadele ettiler. Kaygı ve belirsizlik içindeki bekleyişten sonra “On gün gecikmeli olarak” alabildiler maaşlarını. Sonrası mı, sonrası kaygı ve kocaman bir belirsizlik…
Kolejlerde çalışan öğretmenlerimiz de bu süreçte yaşanan mağduriyetlerden nasibini alanlardan ne yazık ki. Kolejlerde yaşanan hak kayıplarının, maaşlarla ilgili mağduriyetlerin küresel salgın sebebiyle iyice gün yüzüne çıkan ama aslında öncesinde de mevcut olan bir tarafı var. Bugün gelinen noktada pek çok kolej ticarethane, veliler müşteri, eğitimciler ise müşterilere daha iyi hizmet sunabilmek adına insani olmayan koşullarda çalışan emekçiler haline gelmiştir. Eğitimciler idareciler tarafından, verimli olabilecekleri saatlerin üstünde çalıştırılmakta, eğitim öğretim faaliyetinin niteliği önemsenmeden sadece “müşteri memnuniyeti” amaçlanmaktadır. Halihazırda bu mantıkla çalıştırılan kolej öğretmenleri küresel salgın döneminde evden aynı tempoda çalışmaya devam etseler bile patronların yani okul yönetiminin eli cebine gider mi acaba? Kolejde çalışan bir öğretmenimiz bu soruyu “Maaşlarımızla ilgili endişelerimiz vardı. Yöneticilerimiz tarafından herhangi bir ödeme planı yapılmaksızın çalışmalarımıza devam etmemiz gerektiği söylendi. İlerleyen günlerde maddi ve manevi olarak zorlu bir süreç yaşadık. Maaşımız hem eksik yattı hem de zamanında yatırılmadı. Henüz alamadığımız iki aylık maaşımız var. Kısa bir süre önce de kısa çalışma ödeneğine geçirildiğimizi öğrendik” diyerek cevapladı.
Kadrosuz usta öğreticilere gelince, belediyelerin kurs merkezleri kapatıldığı için onların da dersleri iptal oldu. Ücretli öğretmenler gibi kadrosuz usta öğreticiler de maaşlarını alamayacakları yönündeki söylemlere tepki göstererek haklarını istediler. Sonunda kadrosuz usta öğreticiler de maaşlarını “Dersler başladığında kaçırılan dersler için ek ders veya telafi dersleri yapıldığında bu derslere gireceğimi, bu dersler için ücret talep etmeyeceğimi ve derslere girmediğim durumda verilen parayı faiziyle iade edeceğimi taahhüt ederim” yazan bir taahhütnamenin altına imza atmak şartıyla alabildiler.[6]
Örneklerde de görüldüğü üzere maddi ve manevi güçlük içinde kalan pek çok öğretmenimiz zor koşullara boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Oysa yıllar evvel Fakir Baykurt “Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir” dememiş miydi? Öğretmenlerimiz bu zor koşullar altında özveriyle çalışarak online eğitim koşullarında dahi öğrencilerine değip dokunmaya çalışmaktadır. Onlar kaygı ve belirsizlikten sıyrılarak öğretmen olma vasfının gereği olarak “öğretmek” istiyorlar.
Ele alacağımız bir diğer konu da online/uzaktan eğitim meselesidir. Bu süreçte belki de ilk defa, toplumun tamamına yakını, online/uzaktan eğitim diye bir sistemle yaygın olarak karşılaşmış oldu. Bu sistem elbette ilk defa ortaya çıkmadı, ancak hem Türkiye’de hem de dünyanın geri kalanında bu denli yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandığı bir dönem daha önce olmamıştır. Sistemin kendisine içkin birtakım sıkıntılar olmakla beraber, bu denli geniş kapsamlı bir online/uzaktan eğitim sistemine geçiş için AKP hükümetinin hazırlıksız yakalandığı da aşikardır. Online/uzaktan eğitim sistemi doğası gereği pek çok problemi beraberinde getirir. “Özel eğitim gereksinimi olan çocuklarla yüz yüze eğitimde bile sınırlılıklar varken online eğitimle birlikte etkileşimin daha da zorlaşması”, online/uzaktan eğitimin ‘öğretim’ ilkesinin gereklerini bir nebze karşılasa da ‘eğitim’ için kısıtlı bir alan yaratması, “online/uzaktan eğitime uygun araç ve etkinlik bulma zorluğu”, bilhassa “uygulamalı derslerde online eğitimin yetersizliği”, “öğrencilerin öğrenme motivasyonlarının online ortamda sınırlı olarak denetlenebilmesi” gibi problemler, online/uzaktan eğitimin her eğitim alanında uygulanabilir oluşunu sorgulamamıza sebep olmaktadır.
Bu noktada, online/uzaktan eğitim süreci ile ilgili, esasında kapitalizmin eşitsizlikçi doğasına içkin bir dizi problemin daha gün yüzüne çıktığı söylenebilir. Nitekim bu süreçte öğretmenler ve öğrenciler internete ve bilgisayara erişim konusunda çeşitli problemler yaşadılar. Bir öğretmenimiz “Evinde interneti olmayan öğrencilerimin eşit eğitim haklarına sahip olamadıklarına bizzat tanık oldum. Online eğitim, ancak herkese eşit fırsatlar sunulursa etkili olabilir. Bununla birlikte yaşadığı bölgede internet altyapısı ile ilgili sorun yaşayan bir öğretmen arkadaşım evinde internet olmadığı için bir saat kadar yolculuk ederek derslerini benim evimde yapmaktadır. Ayrıca kurum içi etkileşimin, öğrencilerle iletişimin sınırlı olması iş yükümüzü de fark etmeden arttırdı” diyerek yaşadığı süreci aktardı.[7] Bütün bu sorunlar göz önüne alındığında, online/uzaktan eğitimin, gerçek anlamda “yeni normal” dönemin vazgeçilmez bir parçası olmaya ne derece uygun olduğu sorusu sorulmalıdır. Ayrıca, online/uzaktan eğitim süresi içerisinde anlatılan konuların, bu seneki üniversitelere giriş sınavının müfredatından çıkartılması, bu sistemin bir “günü kurtarma”, “boşluk doldurma” yöntemi olarak uygulandığına dair soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. O halde, neoliberalizmin, okullarda yüz yüze gerçekleştirilen geleneksel eğitim yöntemine sırt çevirmeye henüz hazır olmadığını söyleyebilir miyiz?
Uzaktan Eğitimin Geleceği
Evet, bu küresel salgın döneminde online/uzaktan eğitim, bir günü kurtarma mekanizması olsun ya da olmasın, Türkiye’de eğitimin devam etmesi için başvurulan birincil tedbir olmuştur. Üniversiteler de dahil olmak üzere eğitim kurumlarının iki-üç hafta gibi hızlı süreler içerisinde bu sisteme geçebilmiş olması, online/uzaktan eğitimin küresel salgın sonrası “yeni normal” dönemde de uygulanmaya devam edip etmeyeceği şeklindeki soruların ortaya atılmasına vesile olmuştur. Biz de bu bağlamda öğretmenlerimize “Dünya üzerinde tek bir covid-19 hastası kalmayıp, küresel salgın süreci tüm dünyada, ya da en azından büyük bir kısmında, tamamen bittikten sonra da online/uzaktan eğitime devam edilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Yoksa geleneksel, okullarda yüz yüze yapılan eğitim sistemine geri mi dönülmeli?” sorusunu yönelttik. Öğretmenlerimiz bu soruya birbirinden farklı cevaplar verdiler. Bunların ilki, “Yüz yüze eğitim sisteminin devam etmesini daha doğru buluyorum”, ancak salgın süreci atlatıldıktan sonra “eski sisteme, bire bir, yüz yüze olan geleneksel sisteme geri dönülmesi gerektiğini düşünüyorum” şeklindedir. Bu ve benzer şekillerde salgın sonrasında geleneksel sisteme dönülmesi gerektiği cevabını veren öğretmenlerimizin ilettikleri temel sorunlar, online/uzaktan eğitimin “yaratıcılığı sınırlandırdığı, sosyalliğin, sosyal zekanın gelişebilmesinin önüne geçtiği”, “öğretmenlerin, öğrencileri ve onların ne hissettiklerini anlamalarının önüne geçtiği”, “verimli ve öğrenciler üzerinde etkili olmadığı” şeklindedir. Dolayısıyla öğretmenlerimizin büyük bir kısmı “Bir sınıf ortamının havasını solumadan, öğretmenin mimiklerini görmeden, motamot bir sistemin öğrenciye hitap edemeyeceğini” düşünmekteler.
Online/uzaktan eğitimin belli şekiller ve koşullarda faydalı bir yöntem olduğunu ve sonrasında da uygulanmaya devam edilebileceği cevabını veren öğretmenlerimize göre “Online eğitim sistemi, kendi hedeflerinin farkında olan, kendini bilen, analitik düşünme becerilerine sahip, kendi sorumluluğunu alabilen ve hedeflerini gerçekleştirmek isteyen gençler için faydalı” bir seçenek gibi gözüküyor. Son olarak, bu iki ucun ortasında duran üçüncü cevaplar da “Online uzaktan eğitim herkes için ulaşılabilir olduğunda ancak eğitimin bir parçası olabilir. Ama yine de asla asli eğitim unsuru olamayacağını söyleyebiliriz” şeklinde özetlenebilir. Öğretmenlerimize göre online/uzaktan eğitimin, “bu süreçte eldeki imkanlar çerçevesinde, olabilecek en iyi şekilde uygulanmakta ve başarıyla devam etmekte” olduğu düşünülse de aslında “sadece bilgisayarı ve interneti olanların, kaliteli TV’si olanların bu uzaktan eğitim sisteminden yararlanabildiği” bir süreç gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, bu süreç bittikten sonra “yüz yüze eğitime tekrardan dönülebileceği” gibi, “uzaktan eğitim ile yüz yüze eğitimin birleştirildiği, parçalı bir eğitim sistemine” geçiş de yapılabilir.
Görüldüğü gibi, “yeni normal” dönemde, online/uzaktan eğitimin yaygınlaşarak geleneksel, okulda gerçekleşen eğitim sürecinin yerini alması, yakın gelecekte pek olası gözükmüyor. Bu durum bizlere, hali hazırda online/uzaktan devam etmekte olan eğitim sürecinin, kısa süreli, geçici bir önlem olarak karşımıza çıktığının, salgın sonrası dönemde eğitim sisteminin, salgın öncesi koşullara geri döndürüleceğinin sinyallerini vermektedir. Ayrıca, neoliberal dönemde en ufak ayrıntısına kadar metalaşan eğitim süreçlerinin, online/uzaktan eğitim formuna dönüşmesi demek, kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri açısından oldukça önemli bir kalem olan kıyafet, servis, yemek, kırtasiye vb. birçok temel eğitim metasından vazgeçilmesi anlamına gelecektir. Küresel salgın döneminde, “Toplumun bir kısmına bir yandan “evden çıkma güvende kal!” telkininde bulunurken, öte yandan üretimin durduğu sektör çalışanlarını günde 39tl ile yaşamaya terk eden, diğer pek çok endüstri dalında çalışanların üretimi bir gün dahi aksatmalarına izin vermeyen ve böylece “Halk Sağlığının” aslında sistemin önceliği olmadığını bizlere tekrar hatırlatmış olan” neoliberal sistem için eğitim gibi geniş üretim alanlarını derinden etkileyecek bir tüketim alanından vazgeçmek, o kadar da kolay olmasa gerek.
Sonuç olarak bu süreç, söyleşi esnasında online/uzaktan eğitim ile ilgili sorunun devamı niteliğinde sorulan “Öğretmenlik mesleğinin yakın zamanda yok olacağını düşünüyor musunuz?” şeklindeki soruya verilen “hayır” cevaplarını, bir süreliğine daha haklı çıkartmaktadır. Diğer bir deyişle, “Eğer eğitim, içerikle yaşanması gereken diyalektik süreç dinamiklerini ortaya çıkaramazsa, bilimsel bir süreç olmaktan uzaklaşır. Mevcut okulda ne kadar bilim yapıldığı tartışmalı olsa da bu sistemin terk edilmesi bugün zordur. Öğretmenlik mesleğini ortadan kaldıracak koşullara ulaşıldığını söylemek gerçekçi değildir”. Fakat, öğretmenlik mesleğinin kısa vadede ortadan kalkması öngörülmese de sistemin salgın sonrası süreçte eğitim alanını daha fazla esnekleşmeye zorlayacağını bizlere hatırlatan öğretmenlerimizin “İşsiz kalma kaygımız var” şeklindeki çekinceleri, “yeni normal” süreçte derinleşmesi beklenen güvencesizleşme tartışmalarına da bir kapı aralaması adına önemlidir.
[1] Corrigan, Peter, 1997. The Sociology of Consumption. London: Sage.
[2] Ashburn, Elyse, 2010. ‘Gates’s Millions: Can big bucks turn students into graduates?’, Education Digest, 76, ss. 4–9.
[3] Bu noktada, emekçi sınıflar açısından eğitim olgusunun halen daha bir sınıf atlama aracı olarak görülmeye devam ettiği göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliktir. Bu çerçevede, bkz.: Padilla, Felix M., 1997. The Struggle of Latino/Latina University Students: In Search of a Liberating Education. New York: Routledge.
[4] Connell, Raewyn, 2013. ‘The neoliberal cascade and education: an essay on the market agenda and its consequences’, Critical Studies in Education, 54:2, ss. 99-112.
[5] Bu konuda 22 Mayıs tarihinde, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “18 Mart’ta atanan sözleşmeli öğretmenlerin kararnameleri 22 Haziran’da atandıkları illere gönderilecek” şeklinde bir açıklama yapılmıştır. Bu açıklama, ataması yapılan ancak göreve başlatılmayan öğretmenlerin küresel salgın sürecinin üç ayını işsiz, sigortasız ve maaşsız geçirmek zorunda kaldıklarını göstermektedir.
[6] Çalışmanın yapıldığı tarihten sonra çıkan bir mevzuat değişikliğiyle modül süresi sona eren usta öğreticilerin dersleri kapanacak ve artık maaş alamayacaklar. Yaz ve sonbahar dönemine ilişkin henüz bir açıklama yapılmadığı için sürecin nasıl devam edeceği ise belirsiz.
[7] Kapitalizmin eşitsizlikçi doğasının eğitime yansımaları çerçevesinde daha çarpıcı bir hikâye için bkz.: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/16/bir-koy-okulunda-uzaktan-egitim-nasil-mi-olur/