Giriş
Osmanlı coğrafyasının sosyal ve iktisadi tarihine dair araştırmalar her ne kadar bugün zengin bir seviyeye ulaşmış gibi görünse de ekonomik ilişkilerin önemli unsurlarından biri olan kırsal borçlanma olgusu, yeterince ayrıntılı bir biçimde ele alınmamış gibi görünmektedir. Erken modern dönem Avrupa’sına dair mevcut üretim ilişkileri bağlamında yürütülen tartışmalara kırsal borçluluk ilişkilerinin dâhil edilmesi ağırlıklı olarak 1990’larda başlamıştır.[1] Oysa Osmanlı kırsalındaki borçluluk çalışmaları, ayrı ve bağımsız bir araştırma alanı olarak ele alınmayı 21. yüzyıl başlarına kadar beklemiştir.[2] Her ne kadar erken dönem sosyal ve iktisadi tarih araştırmaları farklı bağlamlar içerisinde zaman zaman bu borçluluk ilişkilerine temas etmiş olsa da konuyu derinlemesine ele alan kapsamlı çalışmalar günümüzde hala oldukça sınırlı kalmaktadır. Halbuki bu borç ilişkileri, Osmanlı sosyal hayatının yapısına dair bilgi ve birikimimizi önemli ölçüde derinleştirme potansiyeline sahiptir.[3]
Böylesi bir analize giriştiğimizde karşımıza birkaç temel soru çıkar: Borcu alanlar ve verenler kimlerdir? Borçlar ne şartlarla, hangi faiz oranlarıyla ve ne kadar sürelik vadelerle alınmaktadır? 19. yüzyılda gerçekleşen borçlanmayı daha önceki yüzyıllardakinden ayıran temel özellikler nelerdir? Parasal ekonominin yaygınlaştığı ve ticari tarımın iyiden iyiye geliştiği bilinen bir dönemde borçlanma ne gibi işlevlere sahip olmuştur? Borçluluk dönüşen iktisadi dünyada emek ilişkilerinde ne tür roller oynamıştır? Mülkiyet ilişkilerinin dönüşümüne etkisi olmuş mudur? İstanbul Hükümetleri bu tip ilişkilerde ne gibi roller üstlenmiştir? Bu soruların ışığında borç olgusunu ele aldığımızda, yalnızca Osmanlı sosyal hayatının yapısına değil, aynı zamanda kapitalizmin gelişmekte olduğu bir bağlamda borcun sosyo-ekonomik ilişkileri nasıl dönüştürdüğüne dair derinlemesine bir kavrayış edinme fırsatı yakalarız. Bu yaklaşım, borcun sınıf oluşumlarındaki belirleyici rolüne dair yeni ve önemli içgörüler kazanmamıza olanak tanır.
Bu ölçekte bir yazıda bu soruların tamamına doyurucu yanıtlar vermek güç olsa da Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’ndeki (BOA) örneklerden ve ikincil literatürde bu konuya eğilen çalışmalardan faydalanarak meselenin özüne dair kuramsal temeli olan çıkarımlar yapmak faydalı olacaktır. Bu çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nun değişim ve dönüşüm dönemi olan 19. yüzyılda kırsal borçluluk olgusunu anlamaya yönelik giriş niteliğinde bir katkı sunmayı amaçlamaktadır. Bu dönüşüm sürecinde, hem devletin “iktisadi dünya”ya müdahil oluşu hem de toplumun kendi içindeki ekonomik ve toplumsal ilişkilerin değişimi, iktisat tarihçilerinin günümüze kadar en çok üzerinde durduğu konular arasında yer almıştır. Çalışmamız, Osmanlı kırsalında var olan üretim ilişkilerini daha iyi kavrayabilmek amacıyla, kırsal borçluluk konusunu imparatorluğun farklı bölgelerinden seçilen örnekler üzerinden önce olgusal düzeyde incelemeyi, ardından bu olguları kuramsal bir çerçevede tartışmayı hedeflemektedir.
Temel Borçlanma Şekilleri: Murabaha ve Selem
Osmanlı tarımında mevcut borçlanma biçimleri temelde ikiye ayrılır: nakit üzerinden borçlanma (murabaha) ve ürün üzerinden borçlanma (selem ya da alivre/avans). Üçüncü bir tür olarak emek gücü üzerinden borçlanma[4] (ortakçılık ve angarya) da bu sınıflandırmaya dahil edilebilir ancak bu yazıda önemleri itibariyle ilk iki tür ile sınırlı kalacağız.
Murabaha, Arapça’da kâr ve ticari kazanç anlamına gelen ribh kökünden türemiş olup bir malın maliyetine belirli bir kâr eklenerek satılması anlamını taşır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda bu terim, faizle borç verme anlamında kullanılmıştır. En yaygın borçlanma türü olan murabaha, nakit olarak verilen, vadesi ve faiz oranı önceden belirlenen, vade sonunda yine nakit olarak geri ödenen bir kredi biçimidir. Bu borç ilişkisi, doğrudan bireysel olarak üretici ile alacaklı arasında kurulabileceği gibi, bir köy ya da çiftlik ahalisinin mültezim veya büyük toprak sahipleri gibi kreditörlerle kolektif olarak da kurabileceği bir yapıdadır. Kelimenin toplumsal algısı ise tarihsel süreçteki değişimlere bağlı olarak evrim geçirmiştir. 16. yüzyılda tarafsız ve meşru bir kazanç yöntemi olarak görülürken, 19. yüzyıla doğru, üreticilerin gittikçe zorlaşan koşullarda ezilmesine sebep olması nedeniyle, olumsuz bir anlam kazanmaya başlamıştır.[5] 1848, 1851, 1852, 1854 ve 1887 tarihlerinde İstanbul Hükümetlerince borçlanma ilişkilerini hukuki olarak düzenlemeye yönelik olarak ardı ardına yayımlanan ve daha öncesinde bir örneği bulunmayan ferman ve Murabaha Nizamnameleri, yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu tür borçlanma ilişkilerinin doğrudan üreticiler ve tarımsal üretim için ne denli tehdit edici noktaya ulaştığına kanıt gösterilebilir.[6]
Nakdi borç alıp verme işlemleri, doğal olarak, toplumun tüm kesimleri arasında mevcuttur. Köylülerin, sözgelimi yalnızca gayrimüslim tüccarlarla borç ilişkisi kurmaları gibi bir durum beklenemez. Bir çiftlik içerisinde ikisi de birbiriyle benzer koşullarda yaşayan köylülerin birbirlerinden ya da akrabalarından küçük miktarlarda borç aldıkları durumlara pekala raslanabilir. Ancak elbette emek ve mülkiyet ilişkileri bağlamında incelenecek olan borçluluk ilişkilerinde doğrudan üreticilerin hakim sınıflardan aldıkları borçlar ve bunların koşulları incelemeye değer olacaktır. Dönüştürücü gücü olan borçluluk ilişkileri, köylüler ile müslüman/gayrimüslim tüccarlar, mültezimler, büyük toprak sahipleri, yerel devlet görevlileri gibi kesimler arasında yapılmaktadır.
Tarımsal üreticilerin, özellikle tarımda kapitalist ilişkilerin geliştiği bölgelerde, her daim kredi ihtiyacı olduğu bilinen bir gerçektir. Belirli bir bölgede, bir köylü ailesinin geçimini sürdürebilmek ve hatta üretimini devam ettirebilmek için ihtiyacı olan krediler çoğu durumda yalnızca yukarıda saydığımız “eşraf” takımı tarafından sağlanmaktadır. Kredi ihtiyacının yüksek, kreditörün de alternatifsiz olduğu bu gibi durumlarda eşitler arası bir sözleşmeden söz edilemez. Kredi sözleşmelerinde pazarlık konusu yapılabilecek faiz oranı ve vade süresi doğrudan doğruya kırdaki güç ilişkilerince belirlenir. Sınıfsal güç ilişkilerinin belirleyiciliği konusunda iyi bir örneği Tanzimat’ın ilanından hemen sonra Edirne’de yaşanan bir olaydan izlemek mümkündür. Köylüler, insafsızca borç sözleşmeleri dayattıkları gerekçesiyle bölgenin tek kreditörleri olan mültezimleri İstanbul’a şikayet etmişlerdir. Tanzimat’ın ilanıyla beraber iltizam sisteminin ilga edilmesiyle sınıf çıkarları tehlikeye giren mültezimler ise karşılık olarak İstanbul Hükümeti’ni köylüye kredi sağlamamakla tehdit etmişlertir. Vadesi henüz dolmayan borçlara dahi %20 faiz işlettikleri ve faizden faiz aldıkları hükümetçe de tespit edilen bu mültezimlerin tehdidi karşılık bulmuştur ve İstanbul’dan bu mültezimlere en azından bir sene daha dokunulmaması yönünde karar çıkmıştır.[7]
Sömüren ile sömürülen sınıf karşı karşıya geldiğinde borçluluk yalnıza para-sermayenin finansal olarak değerlendirilmesi işleviyle değil aynı zamanda bir mülk edinme ve emek kontrolü işleviyle de ön plana çıkar. Bir büyük toprak sahibi ya da onun temsilcisi, çiftliğinde üretim yapan bir köy hanesine düşük ya da yüksek faizle borç verdiğinde tek beklentisi elindeki nakdin finansal kazanç getirmesi değildir. Çiftliğindeki emek gücünün sürekliliğini ve emek üzerindeki denetimini de bu borç vasıtasıyla sağlar.
Çeşitli vakalar incelendiğinde Osmanlı devrinde murabaha sözleşmelerindeki faiz oranlarının genellikle yıllık %20’nin altına düşmediği görülmektedir.[8] Çoğu durumda ödenemeyen borca uzun yıllar boyunca bileşik faiz uygulandığından faiz oranı için bir üst limit belirlemek mümkün değildir. Erken Cumhuriyet Dönemi’nde ise murabaha faiz oranları ortalama %80-120 arasındadır.[9]Yukarıda İstanbul Hükümetlerinin murabaha sözleşmelerini hukuki olarak düzenleme çabalarından söz etmiştik. Bu girişimler, tarımda gelişen kapitalist üretim sürecine içkin olan borçluluk sorunlarının çözülmesinde etkisiz kalmış ve sorunlar katlanarak Cumhuriyet devrine miras bırakılmıştır. Kaldı ki hukuki olarak atılan adımların fiilen ne kadar uygulandığı da şüphelidir. Üretim ilişkilerinin doğrudan belirleyici olduğu borçluluk meselesinin yayımlanan nizamnamelerle düzenlenmesi de zaten beklenemez. Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti tarafından 1931 yılında düzenlenen Birinci Ziraat Kongresi’nde köylünün mahvına yol açan en önemli etmenlerden biri olarak murabaha gösterilmiş ve tarımsal üretimde köklü bir değişim isteniyorsa mutlaka murabaha sorununun çözülmesi gerektiği kongrenin farklı komisyonlarınca sık sık dile getirilmiştir.[10] Kongreye genç Cumhuriyet’te tarımsal vergi düzenlemeleri hakkında rapor sunan dönemin Ankara Ticaret Mektebi Müdürü Şevket Süreyya (Aydemir) Bey’in murabahameselesinin çözümüne dair radikal önerisi sorunun boyutlarına dair fikir verebilir:
Murabaha borçları tanınmasın! Borçlu köylü ve alacaklı murabahacı arasına Devlet girsin, kanunen memnu ve şer’an haram olan murabaha işini yapanları her tarafta Devlet derhal takip altına alsın. Elde bulunan ve her biri binbir hile ile yapılan senetler, sepetler murabahacılıkla mücadele komisyonları tarafından tetkik edilsin…[11]
Ancak bu kongreden de 15 yıl sonra tarım sektöründeki kredi politikalarını inceleyen Atasağun murabahanın halen köylerde mevcut olduğunu ve borcun ödenmediği durumlarda köylünün toprağına ve üretim araçlarına el konulduğunu tespit etmiştir.[12]
Köylülerin başvurduğu bir diğer borçlanma yöntemi selem uygulamasıdır. Tipik murabaha işlemlerinden farklı olarak, selemde borç ilişkisi para üzerinden değil, ürün üzerinden kurulur. Borca ihtiyaç duyan üretici, ürününü henüz tarladayken hasat zamanı teslim etmek üzere kredi sağlayan kişiye satar ve bu satış karşılığında belirli bir nakit ve bazen bir miktar da aynî ödeme alır.[13] Ancak neredeyse her durumda üreticinin aldığı ödeme, hasat dönemindeki piyasa fiyatının oldukça altında kalmaktadır ve alacaklının kârı da bu farktan kaynaklanmaktadır. Arşiv belgeleri incelendiğinde, selem yönteminin bir tür tüccar kredisi işlevi gördüğü açıkça anlaşılmaktadır.[14] Tüccarlar, hasat sonrası piyasa fiyatlarının yükselme ihtimalini bilerek, bu yöntemle ürün fiyatlarını olabildiğince düşük tutmakta ve kazançlarını güvence altına almaktadır. Selem uygulamasında, nakit alan köylü, belirlenen tarihte ve miktarda ürünü teslim etmekle yükümlüdür. Eğer anlaşma şartlarını yerine getiremezse, tüccara borçlu kalır. İncelediğimiz dönemde tarımsal üretimin oldukça dalgalı bir seyir izlediği göz önüne alındığında, selem uygulamasının üretici üzerinde yıkıcı etkileri açıkça görülmektedir. Tek bir kötü hasat dönemi ya da ürünün hasat öncesi tarlada zarar görmesi durumunda, üretici taahhüt ettiği miktarı tüccara teslim edemezse, aradaki fark için tüccar bu kez ek olarak murabaha faizi de uygular.[15] Eğer üzerine faiz eklenmiş bu meblağ da zamanında ödenemezse -ki tipik durum budur- bu kez faize de faiz işletilmek yoluyla borç ödenemez hale gelir ve köylü kendini bir borç sarmalının içinde bulur.
Bu borçlanma türünün de yarattığı sorunlarla beraber devamlılığını koruduğu ve Cumhuriyet Dönemi’nde de varlığını sürdürdüğü görülmektedir. 20. yüzyıl başında selem kavramı yerini yavaş yavaş alivre ya da avans’a bırakmıştır. İsmail Husrev Tökin, Anadolu’da tarımsal kapitalizmin en erken gelişmeye başlayan bölgelerinden olan Aydın’da köylü ile tüccar arasında gerçkekleşen borçluluk ilişkisini şöyle aktarır:
Aydın’da tüccar, mahsulün idrakinden evvel köylüye avans ta verir. Sureti zahirede bu ikraz muamelesi faize tâbi değildir. Hakikatte ise köylü bu muameleden mutazarrır olur. Çünkü, müstahsil mutlaka mahsulünü avans veren tüccara getirmiye mecburdur. Faizsiz kendisine para ikraz eden mutavassıtın bu iyiliğine (!) karşı fiat hususunda itimadı kadirşinaslık telâkki ettiğinden bu alış verişte paranın faizi yüzde yüz tediye edilmiş olur. Bundan başka mutavassıt her muameleyi kendisi yaptığı halde vize, simsariye, komisyon, hamaliye, ardiye ve saire gibi masrafları da fiattan tevkif ederek müstahsile yükler.[16]
Benzer şekilde, yukarıda değindiğimiz 1931 Birinci Ziraat Kongresi’ne zirai kredi biçimleri hakkında rapor sunan Ziraat Bankası Neşriyat Müdürü Fazıl Bey de 1930’larda selem (alivre) yoluyla borçlanmanın hâlâ mevcut olduğunu ve köylünün bu borçlanma ilişkisinden ne derece zararlı çıktığını detaylı bir biçimde aktarmaktadır:
Alivre satış mukabilinde yapılan ikrazlar ekseriya ziraî mahsuller alım ve satımı ile ve bazan ziraatle de uğraşan ziraatçi- tüccarlar tarafından yapılır. Çiftçi elde edeceği mahsulü, gayet dun bir fiatla ve yahut hasat mevsimindeki piyasa fiatından muayyen nisbette dun bir fiatla satmış olur; ve mukabilinde bir miktar para alır, bir miktar da mal almak suretile borçlanır. Bu muamelelerde, faiz meselesi, sureti umumiyede mevzuubahs olmaz; haizi ehemmiyet olan fiat farkıdır. Şunu da kaydedelim ki alivre satış mukabilinde avans, ekseriyetle, pamuk, fındık, tiftik yapağı, zeytin, üzüm, incir, afyon gibi ihracat mahsullerimiz üzerinde cereyan eder. Fiatlari çok mütemevviç olan mahsullerin alivre satışı mukabilinde yapılan ikrazlarda, yahut, yeni rekolte hakkında isabete karip tahminlerde bulunmak mümkün olmadığı zamanlarda, fiat kesilmez; piyasanın açılış fiatında muayyen nisbette dun bir fiat üzerinden muamele yapılması kararlaştırılır ki, bu takdirde aradaki fiat farkı yine %30-40 mertebesini bulur. Maahaza, bazan, bu piyasa fiatile kıymet takdir edilmek kaydile ve ayda % 5 gibi bir faiz mukabilinde bir avans itası da vakidir. Velhasıl, gerek alivre satışlarda gerekse ilk halde faiz miktarı asgari % 40-50 raddesine çıkar. Her iki halde de, ekseriyetle, senet alınır. Bu senetlerin, bedelleri tediye olunmasına rağmen, iade edilmemesi de vakidir.[17]
Fazıl Bey’in aktarımlarında dikkat çeken önemli bir husus, bu tür borçlanmaya konu olan ürünlerin özellikle sıralanmış olmasıdır. Sayılan ürünlerin tamamı, ihracata yönelik ticari tarım ürünleridir. Bu durum, söz konusu borçlanma ilişkilerinin neden özellikle tüccarlar ile köylüler arasında meydana geldiğini açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır.
Kırsal Borçluluk ve Üretim İlişkileri
Üreticilerin girdikleri borç ilişkileri vasıtasıyla mülklerini kaybetmelerine literatürde özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan büyük çiftliklerin oluşum süreçlerinin açıklanmasında dikkat çekilmiştir.[18] Örneğin McGowan’ın aktardığına göre 17. yüzyıl ortalarında Manastır’da özellikle vergi toplayıcıların ağır talepleri nedeniyle birçok köy kolektif olarak borçlanmak durumunda kalmıştır. Bunun yanı sıra kötü geçen hasat dönemleri de yine köylerin borçlanma sebepleri arasındadır. Köylülerin tasarruflarındaki toprakları kaybetmeleri, yalnızca mülke borcu karşılığında el konması ve alacaklıya geçmesi biçiminde değil; aynı zamanda borcunu ödemesi imkânsız hale gelenlerin topraklarını terk ederek köylerinden kaçmaları şeklinde de olabilmektedir.[19] 18. yüzyılda Selanik’te de durum farklı değildir. Burada da köylüler savaş hazırlıkları, savaş döneminde talep edilen yüksek vergiler ve bu vergileri ödemekte güçlük çekmeleri nedeniyle genellikle komşu çiftlik sahibi veya tefecilerden yüksek faizli borçlar almak durumunda kalmışlardır. Alınan bu borçların ödenmesi mümkün olmadığında da alacaklı olan âyan ve toprak ağaları borçlunun toprağına el koymakta yahut borcunu ödeyemeyecek durumdaki çiftçi köyünü terk ettiğinde yine onun toprağını ele geçirmekte[20]ve bu yolla çiftlik arazilerini genişletmektedir. Yukarıda anlatılan örneklere inceleme dönemimiz olan 19. yüzyılda da rastlamak mümkündür. Örneğin 1846 yılında Kayseriye bölgesinde yaşananlar bunun tipik örneğidir:
Kayseriye’nin mütehayyizanı ve ekser tüccarı onu on iki hesabı [%20 -UG] üzere ve bazan daha ziyade faizle akçe vermesini kâr ittihaz etmiş ve bu cihetle ahali-i fukaranın bazıları giriftar-ı düyûn olmuş ve hatta Barsama Karyesi ahalisinin Berzenclizâde Hacı Ömer Efendi’ye otuz beş bin guruş ve mahdumu Muharrem Ağa’ya üç bin beş yüz ve Hanefi Efendi’ye dört bin beş yüz guruş ve Kara Halil Ağa’ya altı bin iki yüz guruş karyecek müddet-i vâfireden beri deynleri olup devirli devirsiz faiz beher sene vermekteler iken merkumlar alacakları olan mebaliğ-i mezburu birkaç sene mukaddem beytü’l-ahali taksim ettirip herkesin deyni ne mikdar olduğu tebeyyün ettikten sonra bedellerinde bulunan emlak ve tarlalarını istihsal edilmesi için merkumlar üzerlerine ettirip ahali mallarında ariyyet gibi kalmış…[21]
Görüldüğü üzere ahalinin, bölge ileri gelenlerinden ve tüccarlarından aldıkları bu borçlar ödenemez hale gelince alacaklılar borçluların topraklarını kendi üzerlerine geçirmişler ve el koydukları tarlalarda mülksüzleştirdikleri köylüleri çalıştırmışlardır. Böylece borçlu köylüler bu yolla önceden kendi tasarruflarında olan topraklarda borçlarını ödemek için çalışan ortakçı/ücretli tarım işçisi konumuna düşmüşlerdir.
İncelediğimiz dönemin tarihsel koşulları göz önüne alındığında, kırsal borçluluk bağlamında bizi ilgilendiren iki büyük dönüşüm vardır. Bunlardan ilki, parasal ekonominin giderek genişlemesidir; ikincisi ise, bu genişleme ile bağlantılı olarak tarımda kapitalist ilişkilerin (pazar odaklı üretim) yaygınlaşmasıdır. Doğrudan üreticilerden talep edilen vergilerin aynî değil, nakdî olarak istenmesi, tefeciliğin Osmanlı coğrafyasında yaygınlaşmasına yol açan en önemli etmenlerden biri olmuştur.[22] Bunun sebebi, mültezim geldiği zaman elindeki ürünü pazarda nakde çevirememiş olan köylünün gereken meblağı ancak borçlanma yoluyla temin edebileceği gerçeğidir.[23] Bu şekilde, ellerinde küçük miktarlarda da olsa para-sermaye bulunduran tefeciler, hâlihazırda gelişmiş bir kredi sisteminin kurumsallaşmaktan uzak olduğu bölgelerde köylüler için neredeyse tek alternatif haline gelmektedir. Örneklerde de gösterdiğimiz gibi, tefeciler, mevcut para-sermayelerini köylüleri borç sarmalına sokup büyüterek bir yandan zenginleşmekte ve sosyal farklılaşmayı derinleştirmekte; diğer yandan bağımsız küçük üreticiliğin çözülmesine katkıda bulunmaktadır. 19. yüzyılda tefeci sermayesinin daha önceki dönem örneklerinden tarihsel olarak ayıran özellik de budur. Önceki dönemlerde tefecilik ve tüccar kredisi, sadece küçük üreticinin kendi payına düşen ve devletin el koyduğu artık üründen geri kalana el koymakla sınırlıydı. Ancak parasal ekonominin piyasa ekonomisi ile el ele geliştiği bu dönemde, tefecilik, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin temellerini sarsan bir işlev kazanmıştır.
Kırsal borçluluk ilişkilerinde borcu verenin amacı, her zaman çiftçinin toprağına yahut üretim araçlarına el koyup onu mülksüzleştirmek ve bu yolla kendi topraklarını genişletmek de değildir.[24] Tarihsel örnekler, büyük toprak sahipleri, tefeciler ve tüccarların, birçok durumda köylüyü ödenmesi mümkün olmayan borç sarmalına sokup uzun yıllar boyunca bu borcun karşılığında bir yandan faiz ödemeleri yoluyla artık ürüne süreklilik arz edecek biçimde el koyduğu,[25] diğer yandan üretim için gerekli emek-gücünü kendine bağladığı örneklerle doludur. Bu noktada, bağlı-emek (bonded labour) biçimlerinin piyasaya dönük, kârlılık amacı güden üretim alanlarında varlığı ve kullanılabilirliği hususunu, Tom Brass’ın kuramsal yaklaşımıyla ele almak yerinde olacaktır. Brass, iktisat teorisinde 18. yüzyıla kadar takip edilebilen[26] kapitalizm ile özgür olmayan emek (unfree labour) uyumluluğu/uyumsuzluğu tartışmasını 1990’larda tekrar gündeme getirmiştir. Ona göre kapitalist üretim biçiminin ancak emekçilerin kendi emek-güçlerini kendileri metalaştırabilirse gelişip var olabileceği ve kapitalist üretim koşulları altında özgür olmayan emek biçimlerine rastlanamayacağı tezi gerçeklikten uzaktır.[27] Tarihsel sürecin gelişimi içerisinde “[d]oğrusal bir özgür olmayan→özgür süreci yerine, bu iki ilişkisel form arasında bir diyalektik ilişki vardır.”[28] Bu yaklaşımın bizim çalışmamıza sağlayacağı katkı, özellikle piyasaya dönük üretim yapan büyük çiftliklerdeki toprak sahibi/yönetici ve tarım emekçisi arasındaki çatışmalı sınıfsal ilişki içerisinde, kırsal borçluluk yoluyla kurulan bağlı-emek biçimlerinin anlaşılmasını sağlamasıdır.[29]
Benzer ilişki biçimlerine özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda tarımın ticarileştiği dönemlerde rastlamak mümkündür. Özellikle bir ortakçılık türü olan olan murâba’a[30]sözleşmeleri, ortakçılar ile toprak sahiplerinin borçlanma yoluyla üretimde nasıl yer aldıklarını göstermesi açısından iyi bir örnektir.[31] Murâba’a, tanım olarak, aldığı borca karşılık tasarrufundaki toprağını alacaklısına devretmek zorunda kalan çiftçinin, yine aynı toprak üzerinde bir üretim dönemi boyunca ortakçı olarak çalışması anlamına gelmektedir.[32] Bahsettiğimiz dönemde köylü ile murâba’a anlaşmasına girenlerin ekseriyetle beyler yahut askeri sınıf mensupları olduğu görülmektedir. Bu durum da bizlere ticarileşen tarım koşulları altında ellerinde sermaye bulunan sınıf/tabakaların, bu sermayelerini topraktan elde edilecek gelire yatırdığı, bunu yaparken de gerek duydukları emek gücünü bir tür borç-bağı kurarak çiftçilerden sağladıklarını göstermektedir.[33]
Bu noktada, meseleyi daha da somutlaştırmak amacıyla kapitalist tarım üretimi koşulları altında özgür olmayan emeğin var olabileceğine neredeyse kusursuz bir örnek olan 19. yüzyıl ortası Tırhala çiftliklerine değinmek yerinde olacaktır.[34] Bu bölgede, temel olarak iki tip üretim birimi vardır: birincisi, bireysel çiftçilerin tarım ile uğraştığı küçük toprak sahipliği; ikincisi ise büyük toprak sahiplerinin ortakçılık ile işlettikleri büyük çiftliklerdir. Büyük çiftlikler ise kendi aralarında ikiye ayrılmaktadır: yerel güç sahibi ağa ve beylerin sahip olduğu çiftlikler ile Tırhala’da ikamet etmeyen, Emlâk-ı Hümayun sözleşmeleriyle paşalar tarafından işletilen çiftlikler. Tanzimat’ın en önemli figürü denilebilecek Mustafa Reşit Paşa, bu çiftlik sahiplerine örnek verilebilir.[35] İki çiftlik türünde de hâkim emek biçimi ortakçılıktır ve toprağı işleyen ortakçıların ne kendi toprakları ne de çiftlikte barınabilecekleri kendi evleri vardır. Tüm bu ihtiyaçlar, toprak sahipleri tarafından sağlanmaktadır. “[T]oprak sahipleri ayrıca, sabit sermaye olarak toprağı, otlak alanı, bağ ve bostan işlemek için birkaç parsel toprağı, işletme sermayesi olarak da tohumluk ve yakacak odunu sağlamaktadır.” Çift hayvanının alınması ve beslenmesi, gündelik işçilerin ücretlerinin ödenmesi, hane halkı ihtiyaçlarının karşılanması gibi işletme sermayesi kalemleri ise ortakçılara avans olarak verilmekte, daha sonra da ortakçılar bu avans ve buradan kaynaklanan faizi emekleriyle ödemektedir.[36] Yerel ağa ve beyler, çiftliklerinde üretim sürecinde yalnızca toprağı sağlayıp başka giderlere karışmadığında üretimin 1/3’ini, toprağında yanında tohumluk ve hasat zamanı emek giderlerini karşıladığında ise üretimin yarısını almaktadır. Paşaların çiftliklerindeyse toprak sahipleri tohumluğu ve hasat zamanı giderlerinin yarısını karşılamakta ve yine bunun karşılığında öşür ve gelecek yılın tohumluğu düşüldükten sonra kalan ürünün yarısını almaktadır.[37] Bu çiftliklerde, kırsal borçlanma ilişkilerinde merkezde yer alan çiftlik işletmecisi/yönetici olarak tanımlayabileceğimiz subaşılar kreditör olarak yer almaktadır. Çiftliğin sahibi paşalar, çiftliği yerinden yönetmediklerinden dolayı (absentee landlord), subaşılar bu çiftliklerde yönetici olarak bulunmaktadır. Toprak sahipleriyle belirli bir para karşılığı 2-3 yıllık anlaşmalar yaparak çiftliğin idaresini ve konumuz bağlamında da fiilen ortakçıların kreditörü olma yetkisini bu subaşılar üstlenmektedir.[38]
Bu noktada ortakçıların durumlarına kısaca değinmek gerekmektedir. Bahsettiğimiz bölgede, bir çiftlik satın alındığı zaman yalnızca içindeki ekilebilir arazilerle değil, ormanlar, ona bağlı meralar, evler, çiftler ama daha da önemlisi, o çiftlikte yaşayanlar da toprak sahibine geçmektedir.[39] Yani zaten kendileri herhangi bir mülke sahip olmayan çiftçiler, toprak sahibine bağlı olarak değil, toprağa bağlı biçimde yaşamaktadır. İşte böyle bir ortamda, anlaşma karşılığı çiftçilere kredi verme hakkını elinde tutan subaşılar, kötü geçen bir hasat döneminin sonunda %20 faizle -ki bu faizin yanına farklı kalemlerde ek giderleri de çiftçilere yüklenmektedir, çiftçilerin vergilerini, cizyelerini ödemekte, geçimlik için gerekli olan buğdayı da yine çiftçilere vermektedir. Böylece zaten topraklarını terk etme hakları olmayan çiftçiler, borçlarını ödeyemedikleri durumlarda bu borçlara mahsuben zorla subaşı namına angarya hizmetinde bulunmak durumunda kalmaktadır. İşte tüm bu öykünün içerisindeki en önemli nokta bahsini ettiğimiz çiftliklerde, çiftlik sahiplerinin idaredeki temel motivasyonlarının üretimi ve kârlılığı arttırmak olmasıdır.[40] Brass’ın yaklaşımından hareketle, kârlılık hedefleyen bir üretim alanında çiftlik sahibi, toprağa bağlı emeği dışlamak bir yana, özellikle sosyal ve ekonomik kriz dönemlerinde bu bağlılığı pekiştirici yöntemlere başvurarak emek girdisini garantiye almaya girişmiştir.[41] Subaşılık sistemi de, hâlihazırda toprağa bağlı durumda olan tarımsal emeğin bir de borç-bağı (debt-bondage) yoluyla angaryaya zorlanarak üretim sürecinde yer almasını sağlamıştır.
Sonuç
Görüldüğü üzere, kırsal borçluluk ilişkileri erken dönemlerden itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda sermaye birikiminin temel kaynaklarından birini oluşturmuştur.[42] Ancak buradan sözü edilen sermaye, 18. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıl boyunca devam eden kapitalist çiftlikleşme hareketiyle birlikte bir toplumsal ilişki biçimine dönüşmüştür. Erken dönemlerde sermayenin tefecilik yoluyla biriktirilmesi, üretim alanına etkisi sınırlı olan yerel zenginlerin oluşumuna yol açarken, özellikle kapitalizmin bu coğrafyadaki doğuşunda bu ilişkilerden elde edilen sermaye büyük ölçüde üretime yatırılmış ve üretim tarzının değişiminde önemli bir rol oynamıştır.
Kırsal borçluluk, yalnızca tüccarlar tarafından bir artık transfer yöntemi olarak kullanılmamıştır. Borcu verenlerin tarımsal üretim yapan büyük toprak sahipleri olduğu durumlarda, kırsal borçluluk, mülkiyet ilişkilerini dönüştürücü bir araç olarak etkin bir şekilde kullanılmıştır. Klasik olarak kabul edilebilecek yöntem, borca ihtiyaç duyan köylülerin zaten çok sınırlı olan kredi kaynakları göz önüne alındığında, yüksek faizlerle borçlandırılması ve bu borçların ödenemediği durumlarda toprağın elinden alınması şeklinde gerçekleşmektedir. Toprak sahipleri, hangi sosyal tabakaya mensup olurlarsa olsunlar, temsil ettikleri toplumsal sınıfın çıkarları doğrultusunda bu yöntemi tercih etmişlerdir. Köylüyü, sonuçları baştan öngörülebilen bu tür borçlanma ilişkilerine girmeye zorlayan başlıca nedenler ise Osmanlı coğrafyasındaki sermayenin son derece kısıtlı olması ve bu sınırlı sermayenin toprak sahipleri elinde merkezileşme eğilimidir. Ayrıca, mevcut toplumsal ilişkiler içerisinde sömürülen bir sınıf olarak köylülerin hakim sınıfın farklı tabakalarınca ittifak halinde baskı altında tutulması da etkili olmuştur. Örneğin, bazı durumlarda, köylülerin rızası olmadan kocabaşılar ve subaşılar gibi gruplar aracılığıyla köylü adına borçlanma senetlerinin düzenlenmesi bu baskı koşullarının bir örneğini teşkil etmektedir.
Mülksüzleşmenin yanı sıra onunla birlikte gelişen etkilerden biri de emek ilişkilerindeki dönüşüm üzerindeki büyük etkidir. Bu bağlamda, hem tüccarlar hem de toprak sahipleri tarım emekçileriyle olan ilişkilerinde borçluluğu etkin bir şekilde kullanmışlardır. Tüccarlar, piyasanın doğal bir aktörü olarak, ürünlerini satın aldıkları köylüleri borçlanma ilişkileri aracılığıyla kendilerine bağlamaya çalışmışlardır. Bu çoğu durumda, borç verdikleri köylülerin henüz ürünlerini satışa sunmadan, sadece kendilerine satabilecekleri koşulları yaratmaları yoluyla gerçekleşmiştir. Böyle durumlarda, tüccarlar toprak sahibi olmasalar dahi, belirli bir toprak üzerinde üretim yapan köylüleri kendilerine bağlayarak, bir anlamda üreticileri kendi hesaplarına kullanmaya çalışmışlardır. Borcu verenin toprak sahibi olduğu durumlarda ise emek ilişkilerindeki dönüşüm çok daha belirgin bir hal almıştır. Tarımsal üreticiler borç yolu ile mülksüzleştikten sonra toprak sahibi tarafından kovulmak yerine, el konulan toprak üzerinde üretim yapan “özgür” ya da “bağlı” emek haline getirilmiş ve önceden bağımsız olan üreticiler, bu süreçte ortakçı, kiracı ya da tarım işçisine dönüştürülmüşlerdir.
Tüm bu örnekler ışığında borç ilişkileri, yalnızca bireysel üreticiler ve alacaklılar arasında cereyan eden ekonomik bir değişim olmanın ötesinde, toplumsal tahakkümün temel araçlarından biri olarak karşımıza çıkar. Özellikle mültezimlerin ve yerel toprak sahiplerinin köylüleri borç batağına sürükleyerek onları bağımlı hale getirmeleri, kırsal alanlardaki sınıfsal çelişkileri pekiştiren bir dinamik olarak değerlendirilmelidir. Yine de, kırsal borçluluk ilişkilerini tarihsel bir perspektifle değerlendirdiğimizde, bu ilişkilerin 19. yüzyıldan itibaren artan ihracata yönelik ticari tarımın etkisiyle küresel piyasa dinamikleri tarafından da dönüştürüldüğünü hatırlamak faydalı olacaktır. Tarımın ticarileşmesi, küçük üreticilerin mülksüzleşme sürecini hızlandırmış, böylece toprak sahipleri, ticari aktörler ve üreticiler arasındaki sınıf farklılıkları daha da keskinleşmiştir. Bu durum, kapitalist üretimin gelişmesi için emeğin yalnızca serbestçe metalaşması gerektiği düşüncesinin yetersiz olduğunu açıkça ortaya koyar. Osmanlı kırsalındaki borç ilişkileri, bu bağlamda, “özgür” ve “özgür olmayan” emeğin kapitalist üretim süreçlerinde nasıl iç içe geçtiğini gösteren somut örneklerden biridir. Köylülerin borç yoluyla topraklarından edilmesi ve ardından aynı topraklarda işçi olarak çalışmaya devam etmeleri, emeğin denetimi ve toplumsal hiyerarşilerin yeniden üretimi açısından kritik bir rol oynar. Burada borcun, emeği kontrol altına almak ve sınıfsal yapıları derinleştirmek için bir araç olarak nasıl kullanıldığına dikkat çekmek gerekir.
Bugün de kırsal borçluluk, sınıfsal ilişkileri yeniden şekillendiren ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bir dinamik olarak varlığını sürdürmektedir. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi, günümüzde de özellikle Küresel Güney’de küçük üreticiler ve kırsal topluluklar, sınırlı kredi kaynaklarına erişim ve borç döngülerine hapsolmuş durumdadır. Modern finansal kurumlar, çoğunlukla IMF veya Dünya Bankası gibi küresel aktörlerin desteğiyle, toplulukları borç yapılarına mahkum etmekte ve onların ekonomik özerkliklerini kısıtlamaktadır. Osmanlı döneminde olduğu gibi günümüzde de devlet, bu borç ilişkilerinde merkezi bir rol oynamaktadır. Tanzimat reformları gibi Osmanlı devlet müdahaleleri, borç ve kredi sistemlerini düzenlemek amacıyla yapılsa da çoğu zaman güçlülerin güçlerini pekiştirmiştir. Benzer şekilde, modern devletler de borç krizlerine yönelik politikalar geliştirirken,halkın değil, finans kurumlarının ve sermayenin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu bağlamda borç, geçmişte olduğu gibi bugün de, toplumsal kaynaklar ve emek üzerinde eşitsiz güç ilişkilerini devam ettiren bir araç olarak kullanılmaktadır.
[1] Julien-François Gerber, “The role of rural indebtedness in the evolution of capitalism”, The Journal of Peasant Studies, 41(5) (2014), 729–47 (s. 730) <https://doi.org/10.1080/03066150.2014.921618>.
[2] Elbette istisnalar mevcuttur. Henüz erken denebilecek bir tarihte İsmail Hüsrev Tökin’in yazıları bu istisnaların en önemlileri olarak görülebilir. Tökin, 1932’de Kadro Dergisi’nde ve 2 yıl sonra yayımlanan kitabı Türkiye’de Köy İktisadiyatı’ında köylerdeki borçluluk ilişkilerini müstakil olarak ele almış ve bu ilişkileri sınıf çatışması bağlamında analiz etmiştir, bkz. İsmail Hüsrev Tökin, “Türkiye köy iktisadiyatında borçlanma şekilleri”, Kadro Mecmuası, sayı 3 (1932), 25-34; İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye Köy İktisadiyatı (İstanbul, İletişim Yayınları, 1990 [1934]), ss. 146-152.
[3] Suraiya Faroqhi, “Indebtedness in the Bursa area, 1730-1740”, Sociétés rurales ottomanes, Ottoman Rural Societies içinde, ed. Muhammed Afifi vd. (Cairo: Institut Français d’Archéologie Orientale, 2005), ss. 198–99.
[4] Tökin, Köy İktisadiyatı, s. 146; İsmail Hüsrev Tökin, Türkiyede Ziraî Kooperatif Hareketi (İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1932), ss. 23-28.
[5] Mehmet Akif Berber, “From Interest to Usury: The Transformation of Murabaha in the Late Ottoman Empire” (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Şehir Üniversitesi, 2014), 38–39.
[6] Umut Gündoğdu, “19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kırsal Borçluluk Bağlamında Emek ve Mülkiyet İlişkilerinin Dönüşümü” (Yayımlamamış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi, 2019), 31-35.
[7] BOA. İ. DH. 7/324, 19 Z 1255.
[8] Gündoğdu, “Kırsal Borçluluk”, ss. 22-23.
[9] Tökin, Köy İktisadiyatı, s. 146.
[10] Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, İhtisas Raporları 1931 Birinci Ziraat Kongresi (Ankara, 1931).
[11] Şevket Süreyya Aydemir, “Ziraî Vergilerimiz”, İhtisas Raporları 1931 Birinci Ziraat Kongresi içinde (Ankara: Ahmet İhsan Matbaası, 1931), s. 1927.
[12] Yusuf Saim Atasağun, Türkiye’de Ziraî Borçlanma ve Ziraî Kredi Politikası (İstanbul: Kenan Matbaası, 1943), ss. 73–74.
[13] Mehtap Özdeğer ve Emine Zeytinli, “Ottoman Credit System and Usurers in Agriculture in the Nineteenth Century: Practices of Usury Contracts (Selem)”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 21(5) (2018), 594-612, (s. 598); Andreas Lyberatos, “The Usury Cases of the Black Sea Region: State Legitimation and Bourgeois Rule of Law in 19th century Dobrudzha”, Études Balkaniques, XLIX.3–4 (2013), 59–94 (ss. 66–67); Tevfik Güran, 19. yüzyılda Osmanlı ekonomisi üzerine araştırmalar, 1. baskı. (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014), s. 162; Muhammed Ceylan, “Selem ve Murabaha Uygulamalarının Osmanlı Mülkiyet Hukuku Açısından Doğurduğu Sonuçların Tahlili”, XVII. Türk Tarih Kongresi, 15-17 Eylül 2014, Ankara (IV. Cilt-II. Kısım) içinde, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2018).
[14] BOA. A. MKT. MVL. 33/90, 17 Z 1266; BOA. MVL. 729/76, 6 N 1283.
[15] Güran, 19. Yüzyılda, s. 163.
[16] Tökin, Köy İktisadiyatı, ss. 148-49.
[17] Fazıl Bey, “Zirai Kredi”, İhtisas Raporları 1931 Birinci Ziraat Kongresi içinde (Ankara: Ahmet İhsan Matbaası, 1931), ss. 2451-52.
[18] Halil İnalcık, “Çiftliklerin Doğuşu: Devlet, Toprak Sahipleri ve Kiracılar”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Tarım içinde, çev. Zeynep Altok (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998), ss. 17–35 (s. 23); Güran, 19. Yüzyılda, s. 169; Bruce. McGowan, Economic life in Ottoman Europe : taxation, trade, and the struggle for land, 1600-1800 (Cambridge: Cambridge University Press, 1981), ss. 136–40; Faroqhi, “Indebtedness in the Bursa“, s. 198; Ömer Lütfi Barkan, “Edirne Askerî Kassamı’na Âit Tereke Defterleri (1545-1659)”, TTK Belgeler, 3(5–6) (1966), 1–479 (ss. 48–49); H. Veli Aydın, “18. Yüzyılda Selanik Kazasında Tefecilerle Köylüler Arasındaki Borç İlişkileri”, XVI. Türk Tarih Kongresi, 20-24 Eylül, Ankara, Kongreye Sunulan Bildiriler: Osmanlı Tarihi içinde, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2015), ss. 439–57.
[19] McGowan, Economic life, ss. 139–40.
[20] Aydın, “Selanik Kazasında“, ss. 443–44.
[21] BOA. C. ADL. 81/4895, 3 Ra 1262.
[22] Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, 8. baskı (İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2012), s. 107.
[23] Faroqhi, “Indebtedness in the Bursa“, ss. 197–98; Oğuz Oyan, Feodalizmden Kapitalizme, Osmanlı’dan Türkiye’ye (İstanbul: Yordam Kitap, 2016), ss. 295–96.
[24] Gerber, “The role of rural indebtedness“, s. 733.
[25] Lyberatos, “The Usury Cases of the Black Sea“, ss. 64–65.
[26] Tom Brass, “Capitalism, Primitive Accumulation And Unfree Labour”, Imperialism, Crisis and Class Struggle içinde, (Boston: Brill, 2010), 67–132 (ss. 68–69) <https://doi.org/10.1163/ej.9789004184145.i-320.22>.
[27] Tom Brass, Labour Regime Change in the Twenty-First Century (Boston: Brill, 2011), ss. 69–70 <https://doi.org/10.1163/ej.9789004202474.i-314>.
[28] Brass, Labour Regime Change, s. 1 (dipnot 2).
[29] Bahsettiğimiz yaklaşımı benimseyerek Türkiye’deki güncel özgür olmayan emek biçimlerini inceleyen bir çalışma için bkz. Sidar Çınar, Öteki Proletarya: De-Proletarizasyon ve Mevsimlik Tarım İşçileri (Ankara: NotaBene Yayınları, 2014). Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki biçimleri inceleyen başka bir çalışma için bkz. Genevieve LeBaron, “Reconceptualizing Debt Bondage: Debt as a Class-Based Form of Labor Discipline”, Critical Sociology, 40(5) (2014), 763–80 <https://doi.org/10.1177/0896920513512695>.
[30] Borçluluk türü olan murabaha ile karıştırılmamalıdır. Murâba’a hukuki bir ortakçılık sözleşmesi biçimidir.
[31] Özer Ergenç, “XVIII.Yüzyılda Osmanlı Anadolu’sunda Tarım Üretiminde Yeni Boyutlar: Muzâra’a ve Murâba’a Sözleşmeleri”, Kebikeç, 23 (2007), 129–39.
[32] Ergenç, “Muzâra’a ve Murâba’a Sözleşmeleri”, s. 135.
[33] a.g.y., s. 137.
[34] Alp Yücel Kaya, “On the Çiftlik Regulation in Tırhala in the Mid-Nineteenth Century: Economists, Pashas, Governors, Çiftlik-holders, Subaşıs, and Sharecroppers”, Ottoman Rural Societies and Economies, Halcyon Days in Crete VIIIth içinde, ed. Elias Kolovos (Rethymnon: Crete University Press, 2015), ss. 333–80.
[35] a.g.y., ss. 335–37.
[36] a.g.y., s. 338.
[37] a.g.y., ss. 342–44.
[38] E. Attila Aytekin, “XIX. Yüzyılda İki Batı Anadolu Kazasında Kırsal Borçluluk”, Kebikeç, 23 (2007), 141–56 (s. 152-153).
[39] Kaya, “On the Çiftlik Regulation”, ss. 344–45.
[40] a.g.y., ss. 334, 371–72.
[41] a.g.y., s. 377.
[42] Halil İnalcık, “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Journal of Economic History, 29(1) (1969), 97–140 (s. 139) <https://doi.org/10.1017/S0022050700097849>.