/

Hiper-politikadan tekrar post-politikaya

Anton Jäger’in yakın zamanda ortaya attığı “hiper-politika” kavramına bir eleştiri sunma amacı güden ve hiper-politikaya karşı “post-politika” kavramında ısrar eden Özgür Umut Baz'ın bu yazısı, kavrama dair birtakım tarihsel ve teorik mülahazalar yaparak kapsayıcı bir tanım ortaya koymaya çalışıyor ve Jäger’e yönelttiği eleştirilerle post-politikanın “sona ermek” bir yana, çok daha kalıcı bir durum olduğunu iddia ediyor.

Gezi Parkı direnişinden bir görüntü / Fotoğraf: Emin Özmen

“İktidarın her türlüsünü reddettiğini her yerde her zaman söyleyen bir okumuş tanıyorum … diyor ki sonu sıfır sıfır biten bir maçı özlüyormuş”[1]

“Radikal bir devrim, insanların yalnızca ‘eski düşlerini (özgürleştirici vs.)’ hatırlamasını gerektirmez; bilakis, yeni düşleme biçimleri icat etmelerini gerektirir” [2]

Giriş

Bir dönem siyasal kuramının en parlak kavramlarından biri olan, ancak takriben son on yıldır popülerliğini yitirmeye yüz tutmuş post-politika kavramı, atfedildiği siyasallığı ve toplumsallığı açıklıyor olduğu kadar açıklamakta yetersiz kaldığı iddialarıyla da dillendirilegelmiştir. Doğduğu 90’lar sonu ve 2000’ler konsensus [uzlaşı] demokrasisinin erozyona uğradığının düşünüldüğü her moment’te “sona ermesiyle”, hatta “zaten başından beri işlevsiz olmasıyla” yeniden gündeme gelen bu kavram, bilhassa 2010’lar popülizmlerinin yarattığı yeniden siyasallaşma dinamiklerine binaen birçokları tarafından geçerliliğini yitirmiş olmakla ele alınmıştır. Öyle ki, kavramın düşünsel öncülerinden biri olan Chantal Mouffe bile, birkaç sene önce yazdığı For a Left Populism [Sol Popülizm] adlı kitabında 2010’ların “popülist moment”inin yıllarca hüküm sürmüş post-politikaya son vereceğini önermiştir.[3] Keza 2010’larda dünyanın birçok yerinde meydana gelen muhtelif ayaklanmalar, protestolar ve direniş dalgaları da kavramın mahiyetini sorgulatmış, post-politikanın bir durum olarak “sona erip ermediği” tartışmalarını yaratmıştır.[4] Yakın zamanda post-politikanın sona erdiğini ilan eden kervana Jacobin‘in 44’üncü sayısına yazdığı “How the World Went From Post-Politics to Hyper-Politics”[5] [Dünya Nasıl Post-Politikadan Hiper-Politikaya Geçti] başlıklı yazısı ile Anton Jäger de katılmış bulunuyor,[6] ancak kendisi, aşina olduğumuz anlamıyla, eski biçimiyle siyaset’in de geri geldiğini düşünmüyor. Jäger, post-politikanın “hiper-politika” adını verdiği bir form tarafından yerinden edildiğini ileri sürüyor. Eski siyasi kanalların yok olmasına rağmen bir süredir yoğun bir siyasallaşma dinamiğine tanık olduğumuzu, artık neredeyse “her şeyin” siyasallaşmış olduğunu öne süren Jäger, bize bir kez daha post-politikanın sona erdiğini söylüyor. Bu yazı, post-politikanın “sona ermiş olduğu” ısrarına karşı bu kavramın “sona ermediği”, zaten bunun basitçe “sürekli başlayıp biten” bir hali ifade etmediği, ve bugün hala geçerliliğini koruyan bir kavram olduğu yönünde bir ısrar ortaya koyacaktır. Yazının ortaya koyacağı bu ısrar, öncelikle teorik, sonrasında da Türkiye toplumsallığının aktüelitesini kerteriz alan ampirik iddialarla tanıtlanacaktır. Bu bağlamda, bu yazı çerçevesinde kavramın kısa bir kronolojisinin[7] ardından kapsayıcı bir tanımı oluşturulmaya çalışılacak, Anton Jäger’in iddiaları ele alınarak bunların eleştirisi üzerinden oluşturulan tanım genişletilecektir. Buna müteakip, nihayetinde Batı toplumlarını anlamlandırmak için ortaya konmuş bu kavramın Türkiye için anlamlı olup olmadığı tartışılacak ve günümüz Türkiye post-politik öznesinin belirli hatları ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Bu noktada, henüz yazıya giriş yapmadan, bu yazının yazarının Anton Jäger’in temel argümanını haklı bulduğunu belirtmek gerekir: son on yıla damgasını vurmuş siyasallaşmaların var olduğu su götürmezdir. Ancak bu siyasallaşmaların, öncelikle tek bir dalga halinde tezahür etmediği, farklı kaynakları ve biçimleri olan birden fazla dalga olduğu; ikinci olarak topyekün bir siyasallaşmayı[8] içermedikleri, aynı zamanda paralel siyasetsizleşme dinamikleriyle de el ele ilerleyen kompleks ve çelişkili bir süreç teşkil ettikleri; üçüncü olarak ise post-politikayı sona erdirmek bir yana dursun, bizatihi post-politik birer fenomen oldukları öne sürülecek, bu bağlamda post-politikanın öznel bağlamında bir dönüşümün yaşanıp yaşanmadığı soruşturulacaktır.

Post-politika üzerine

Post-politika, ilk olarak 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında ortaya atılan ve, temelde, neoliberal Batı toplumlarının deneyimlediği bir tarihsel dönemeci açıklamayı amaçlayan bir kavramdır. Bu, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne müteakip “tarihin sona erdiği”, “ideolojilerin ortadan kalktığı”, “Batı demokrasisinin savaşı kazandığı”, Ranciere’in tabiriyle “demokrasinin halkın iktidarı olma iddiasını tamamen terk etmiş olduğu”[9] bir dönemeçtir. Birçoklarınca ilan edildiği üzere, iddia o ki, Batı demokrasisinin üstünlüğünün tarih karşısında kanıtlandığı ve hayatlarımızı artık gönül rahatlığıyla yaşayabileceğimiz bu dönem, siyasetin hayatımızdan çıktığı ve uzunca bir “oh” çekebileceğimiz bir dönemdir. Siyasete artık gerek kalmamıştır, zira hem artık seçenekler birbirinden farklı değildir ve siyasi kararların uzmanlar tarafından alınacağı bir durum ortaya çıkmıştır, hem de içerisinde bulunduğumuz durum kendi tahlilini de eleştirisini de barındırmaktadır. Bu dönemin eleştirel bir çıktısı olan post-politika literatürünün birbiriyle pek de tutarlı bir çehresinin olmadığı söylenebilir. Kiminin post-politika,[10] kiminin postdemokrasi,[11] kiminin ise de-demokratizasyon[12] olarak adlandırdığı muhtelif kavramlar, birbirleriyle iletişim içinde olsalar da bunların teorik olarak birbirlerini tamamıyla desteklediklerini söylemek zordur.[13] Nitekim kavram’ın üzerinde anlaşılmış bir tanımı da yoktur (kavramın doğası gereği tanımı üzerinde yapılacak bir uzlaşmaya direndiği bile söylenebilir). Teorik yazında ortak bir duruma, yani tarihin sonu’ndaki konsensus demokrasisine referansla farklı tespitler ve tanımlamalar yapılmıştır. Çeşitli tanımları, anlamları ve teşhislerı olsa da bu kavramsallaştırma(lar), ortaya çıktığı bağlamın bir ürünü olarak ve bir arada bu bağlamın halet-i ruhiyesini yansıtır bir biçimde okunduğu takdirde daha derli toplu bir tabloya ulaşılabilir. “Bunların [post-politika literatürünün] tamamı -mücadele ve agonistik çarpışmanın bir alanı olan- siyasal’ın, siyaset[14] tarafından kolonize edildiği bir duruma gönderme yapar; bu durum, temsili demokrasi, serbest piyasa iktisadı ve kozmopolit liberalizmin sorgulamaya kapalı çerçevesi içerisinde işleyen teknokratik mekanizmalar ve konsensüal [uzlaşı(m)sal] süreçleri ifade eder.”[15]

Kavramın ortaya çıkışındaki en önemli üç figürden biri olan Mouffe,[16] post-politikayı toplumun ve siyasal’ın bizatihi kurucu unsuru olan “antagonizmanın yok olması [disappear] durumu”[17] olarak tanımlar. Bu durum, antagonizmaların topyekün ortadan kalkması anlamına gelmez, nitekim Mouffe’a göre zaten böyle bir ihtimal söz konusu değildir; bu, ancak antagonizmaların dışlanması [exclusion], ya da bastırılması [repression] şeklinde gerçekleşir. 90’larda ortaya çıkan konsensus demokrasisi, siyasal’ın “tamamıyla yok edildiğini ve artık ‘insanlar’ arasında kapsayıcı bir uzlaşının mümkün olduğunu”[18] zannetmekte hatalıdır. Siyasal’ın ve antagonizmaların bastırıldığı bir durumda, der Mouffe, bunlar “geri dönmeye mecburdur”. Bu bağlamda bastırılmış olanın şiddet içerikli geri dönüşlerini “uysallaştırabilmek” adına, kısmen çelişkili bir hamleyle, somut demokratik mekanizmalar çerçevesinde inşa edilecek, antagonistik değil, agonistik bir yol önerir.[19] Ranciere de siyaset ve siyasal’ın ayrımı, konsensus demokrasisinin siyasal’la olan ilişkisi, siyasal’ın şiddetkar formlarda geri döndüğü gibi konularda Mouffe ile ortaklaşsa da bunun siyasal’ın bir “bastırılması” değil, tanınmaması [disavowal] olduğunu söyler.[20] Ona göre “konsensus, algılanabilir olanın belirli bir rejimidir.”[21] Konsensus, Ranciere için duyumsanabilir olan’ın dondurulması ve bunun dışında hiçbir unsurun kalmadığının varsayılmasından başka bir şey değildir. Bu, sürekli bir tanınma, belirme, verili olan’ın sınırlarına penetre etme dinamiği taşıyan demokrasi’nin “siyasi temellerinin olumsuzlanmasıdır: çünkü konsensus, belirli ilgiler, özlemler, değerler ve bir ‘kültür’e sahip, rahatlıkla tanınabilir grupları arzular.”[22] Demokrasinin, bizatihi duyumsanabilir olan’ın kurgusunun bozulması olarak tanımlanmasına binaen post-politika, konsensusun siyasal’ın imkânlarını ortadan kaldırdığı bir hal olarak tanımlanır. Zizek ise bunların ikisine de katılır gibi görünmekle birlikte konsensus demokrasisinin siyasal’ı yalnızca bastırdığı ya da tanımadığını değil, bunların ötesinde, siyasal’ı “çok daha etkili bir şekilde önlediğini [foreclosure][23] öne sürer.[24] Zizek’e göre burada siyasal’ın imkânlarının bile tahayyül edilebilmekten alıkonduğu bir durum söz konusudur. Bir başka deyişle, siyasal yalnızca bastırılmakla ya da tanınmamakla kalmaz, onun gelecekte “ortaya çıkma” ihtimallerinin de önü kesilir. Bu noktada şunu belirtmek gerekir, bu kavramsallaştırmalar, “orijinal bir siyaset” ve bunun “yok olması” şeklinde bir ayrım yapmaz.[25] Yapılan ayrım, siyasal’ın ontolojisine dair bir ayrımdır ve siyasal’ın kurucu unsurunun bastırılması ya da önlenmesi tanımlarını içermektedir. Bu anlamda, kavramın önündeki “post-” ön eki, orijinal bir siyasetin geride kaldığını ya da artık ulaşılamaz olduğunu değil, siyasal’ın kendisinin sistematik bir biçimde baskılanmaya “çalışıldığını” ifade eder.

Bu tartışmalar, kavramın içerisine doğduğu bağlamı kısmen de olsa anlamak adına önemlidir. Ne var ki, post-politikanın daha kapsamlı bir tanımına yalnızca bunlarla varmak zordur. Bir durum olarak tanımlandığı ölçüde post-politika’nın, her ne kadar “tarihin sonu” iddialarının domine ettiği bir bağlamda çıktığı için bu argümanlara karşı gelişmiş olsa da, “tarihin sonu”nun öteki dinamiklerine başvurmadan ayakları yere basan bir kavram olarak ortaya konması zor olacaktır. Bu noktada kavramın ufuklarının tartışılması, bu ufukların genişletilmesi ve başka ufuklarla kaynaştırılması, kavramın üzerindeki ısrarın da daha iyi anlaşılabilmesi adına önemli olacaktır. Kavramın oldukça kapsamlı tanımlarından birini ortaya koyan Ali Rıza Taşkale, post-politika’nın “toplumun giderek artan neoliberalleşmesi ve askerileştirilmesine yönelik eğilimleri barındıran … belirli bir formasyonu”[26] olduğunu söyler. Kavramı sıklıkla “neoliberal post-politika” şeklinde dillendirerek post-politikanın neoliberal hegemonyanın sürdürülmesinde nasıl işlevselleştiğini gösterir, aynı zamanda bu ikisinin ayrılmazlığına da vurgu yapar. Ancak paradoks içeren bir duruma da işaret ederek, “post-politika[nın], piyasayı kutsuyor olsa da aynı zamanda istisna halinin kaideye dönüştüğü bir süreçte çeşitli askeri/güvenlik komplekslerini mobilize etmekten de geri durma[dığını]”[27] da gösterir. Post-politika ile dört sosyal rejimi eşleştirerek (egemenlik, disiplin, kontrol, terörizm) bunların nasıl “post-politik neoliberalizmin eşliğinde ve içinde”[28] geliştiklerini ortaya koyar. Bülent Diken’e göre “post-politika, son kertede, radikal olay‘ları[29] tahayyül edemeyen bir topluma işaret eder. Bu, eskimiş bir tabirle, onun karşı devrimci boyutudur.”[30] Diken, aynı zamanda post-politika kavramının hem yönetimsellik [governmentality] hem de egemenlik [sovereignty] çerçevesinde ortaya koyulabileceğini öne sürer. Keza Chantal Mouffe da, kavram üzerine tartışmayı bıraktıktan çok sonra, 2016’da, post-politik durumu daha iyi kavrayabilmek için “küresel finans kapitalizmin gelişmesiyle bağlantılı yeni baskı [subordination] formlarına bakmak gerektiği”[31]ne işaret eder. Bu noktada, post-politikanın “siyasetin siyasetsizleştirilmesi” olarak tanımlanarak (yazının devam eden kısmında neden böyle bir vurgu yapıldığı daha açık bir şekilde görülebilecektir) neoliberalizm, gözetim, kontrol, militarizm, güvenlik, istisna hali gibi birtakım yapısal ayaklara oturtulduğu bir tanımı, çok daha açıklayıcı bir kavram sunacaktır. Post-politikayı hem bunların kurduğu konstelasyonun bir parçası olarak, hem de bunların sürdürülmesini yaratan bir koşul olarak ortaya koymak, kavramın hem nasıl bir sürecin neticesi, hem de nasıl mevcut hegemonyayı ayakta tutan bir veçhesi olduğunu göstermek adına yararlı olacaktır. Bu bağlamda post-politika hem bir sonuç [durum-condition], hem de bir sebep [koşul-condition] olarak neoliberalizmin “eşliğinde ve içinde” kavrandığı bir durum olarak ortaya konur. Post-politikanın “özne etrafında” gelişen bu gibi süreçlerin yanı sıra “özne tarafından” deneyimlenen bir veçhesi de vardır. Sonuçta “post-politikaya işaret eden biri, aynı zamanda bir duygulanım siyasal ekonomisine işaret etmektedir.”[32] Ancak bu öznel veçhesi, post-politikayı yalnız başına tanımlamak adına yeterli değildir. Post-politikanın bittiğini öne süren düşünürler, çoğunlukla bunu öznel siyasallaşma dinamiklerinden ibaret kabul ederek bu dinamiklerin değiştiği her noktada post-politikanın da sona erebileceğini varsayar. Ancak post-politikanın, yukarıda sayılanlar arasından başlıca neoliberalizm ile raptedilmeden, bunun özellikle “özne etrafındaki” veçhesi sağlam biçimde inşa edilmeden anlamlı bir kavram olması güçtür. Kavramın ardındaki yapısal ayakların birbiriyle nasıl kompleks bir ilişki içinde olduklarını ortaya koyduğumuzda post-politika “biten ya da başlayan” bir şey olmaktan çok, neoliberal hegemonyanın bir parçası olarak tanımlanır. Bu anlamda, neoliberalizmden bahsettiğimiz müddetçe post-politikadan da bahsedebileceğimiz denklemini çıkarmak hiç de yanlış olmaz. Dolayısıyla, aşağıda da gösterileceği üzere, kavram yalnızca öznel veçhelerinden ibaret kabul edildiğinde, Jäger’in düştüğü gibi somut hatalara düşmek işten bile olmayacaktır.

Hiper-politika?

Anton Jäger, mevzubahis yazısında içerisinde bulunduğumuz bağlamı “tarihin sonu” hayallerinin kol gezdiği 90’larla ve 2000’lerle mukayese ediyor, ve bu ikisi arasında önemli bir fark olduğunu ortaya koyuyor. Bir yandan post-politik durumun ortaya çıktığı bağlam ile bugün arasında kurumsal siyasal mekanizmalar bazında dişe dokunur bir fark olmadığını ileri sürerken; diğer yandan, adını koymadığı öznel bağlamda, geçmişte birer depolitizasyon dinamiği olarak meydana gelen “ilgisizlik ve geri çekilme” gibi öznel siyasallaşma modalitelerinin bugün söz konusu olmadığını söylüyor. Sözgelimi, bu noktada sendikalar ya da siyasi partiler gibi birtakım kolektif kurumsallıkların bugün de 90’larda olduğundan pek farklı bir halde olmadığını, hatta hala aynı krizden geçtiklerini, siyasal mobilizasyonun bugün de esnek, yatay ve güçsüz kurumsallık girişimleriyle gerçekleştirilmeye çalışıldığını, haklı bir şekilde, ortaya koyan Jäger, bu süreklilik tablosunun öznel siyasallaşma modaliteleri konusunda geçerli olmadığını düşünüyor. Ona göre, 90’lardan beri post-politik bağlam içerisinde geçerli olan siyaset, “eski kurumsallıklarını yitirmiş” bir siyaset olsa da, bugün Black Lives Matter ya da çevrimiçi medyada örgütlenen çeşitli siyasallıklar kamusal hayata hiç olmadığı kadar sirayet etmekte. “Siyaset”in, adını koymadığı öznel bağlamda, hiçbir yerde-likten her yerde-liğe yayılmış olduğunu, böyle bir tabloyu 90’larla mukayese ettiğimizde kendini siyaset dışında konumlandıran, caiz tabirle “etliye sütlüye karışmayan” bir öznenin artık geçerli olmadığını savunan Jäger, geçmişte “siyasetle ilgilenmenin marjinal görüldüğü bir bağlamdan artık siyaset-dışı olmanın imkânsızlaştığı bir bağlama geçtiğimizi” öne sürüyor.[33] Günümüz toplumsallığının aktüelitesini kısıtlı bir biçimde, hatta klişeleşmiş genellemelerle ele alan Jäger, mevcut siyasallaşma dinamiğinin hayatın her alanına sızacak kadar yaygınlaştığını, öyle ki artık insanların eş dostla siyaset kavgalarına tutuşmadan sohbet bile edemediğini söylüyor. 2007-2008 krizi döneminde, yaşanan hiçbir şeyin o dönem “politik” bir fenomen olarak tanımlanmadığı, kemer sıkma politikalarının bile bir rasyonel ekonomik idare olarak tarif edildiği ve bunun birçokları tarafından sorgusuz sualsiz kabul edildiği bir bağlamın söz konusu olduğunu düşünen Jäger, bugün tutkuların [passion] siyasal bağlamda işe koşulduğu, bunlar etrafında bir siyasallaşma enflasyonunun yaşandığı bir döneme geçtiğimizi iddia ediyor.[34]

Jäger, ortaya koyduğu kavramsallaştırmaların tarihsel bir krokisini çıkarırken 2010’ların başlarında dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan kemer sıkma karşıtı hareketlerin “konsensus devrini bitirdiğini” iddia ediyor. Bunun arkasındaki düşünceyi anlamak zor değil, zira Batı’da uzun bir sessizliğin ve krizin ardından ilk kez meydana gelen ve neoliberal mantığın ta kendisini hedef tahtasına koyan hareketlerin neoliberal konsensusa bir anlamda darbe vurduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bunların hakikaten neoliberal konsensus devrini “bitirdiği” iddiası, bu yazının yazarı tarafından yanlış bulunmaktadır. Bu tartışmaların ardından kısmen 2010’lar popülist siyasallaşmasına değinen Jäger, bu tarihselleştirmede büyük bir sıçrama yaparak COVID-19 bağlamına geliyor ve tam olarak nereden başlattığı belirli olmayan mevcut siyasallaşmanın “post-politikadan hiper-politikaya bir geçiş” olduğunu, yani “siyasetin tekrar toplumsal alana giriş yaptığını” öne sürüyor. Tutarlı bir tanımını yapmasa da yazının sonlarında hiper-politika’nın “post-politika sona erdiğinde ortaya çıkan bir şey” olduğunu öğreniyoruz. Hiper-politika, diyor Jäger, “yakıtı bitmiş bir arabanın gazını köklemek gibi bir şey”. Ardından da bunun “sınıf çatışmasının yerini kimliklerin ve etiğin aldığı” bir durum olduğunu iddia ediyor.[35] Tam da bu noktada Jäger’e şu soruyu yöneltmek gerekiyor: tanımladığı şey post-politikanın ta kendisi değil de nedir?

Jäger’in doğru birtakım teşhislerle yaptığı tahlildeki hata, en başında post-politika kavramının kendisine dair teorik bir çerçevenin eksikliğinden kaynaklanıyor. Ne post-politikayı ne de hiper-politikayı asgari ölçüde anlamlı kılacak bir şekilde tanımlayan Jäger, ikili bir dinamikle tanımladığı post-politikanın [“eski” siyasal kurumların yitirilmesi ve öznel depolitizasyon] tekil bir dinamikle [öznel repolitizasyon] sonlandığını öne sürüyor. Bu noktada öncelikle repolitizasyon dinamiklerinin yekpare olmadığını, birbirlerinden farklı nitelikler taşıyabildiğini ortaya koymak gerekir. Sözgelimi, 2011’de Batı’da ortaya çıkan repolitizasyon dinamiğinin bugünün merkez konsensusu etrafında gelişen repolitizasyon dinamiğiyle pek benzer yanı yoktur. Dean’in, her ne kadar ziyadesiyle sorunlu olsalar da bir çeşit “komünizm ufku taşıdıklarını” iddia ettiği 2011 hareketlerinin repolitizasyonunu[36] Biden etrafında şekillenen repolitizasyondan ayırmak gerekir.[37] Zira bunlardan ilki, yukarıda da bahsedildiği üzere, neoliberal konsensusu hedef alırken ikincisi neredeyse neoliberal konsensusu “geri çağırmakta”, sanki dört başı mamur bir teknokratik idarenin yeniden tesis edilmesini arzular gibi görünmektedir. Ancak Jäger, bu dinamiklerin her ikisini de aynı repolitizasyon dinamiği olarak ele alıyor ve ortak bir sürecin parçası olarak değerlendirerek bu iki örnekte yaşanan repolitizasyonun yaygınlıkları ve kapsamları konusunda bir ayrım yapmıyor. Bu bağlamda Jäger, Jacobin’e verdiği söyleşide hiper-politika’nın tanımına dair çok önemli bir ibareyi, tabiri caizse, “ağzından kaçırıyor”. Jäger, söyleşinin bir noktasında, hiper-politikadan “hiper-polarizasyon” diye söz ediyor ve bunun aslında “aynı kavramın liberalcesi” olduğunu söylüyor.[38] Kavrama dair en temel sorun da işte tam burada yatmaktadır. Yukarıda bahsedildiği üzere Jäger, post-politikanın sonunun geldiğini oldukça gelişigüzel bir şekilde tanımladığı tekil bir öznel siyasallaşma dinamiğiyle ilan etmektedir. Ancak ortaya konduğu üzere, post-politika yalnızca öznel bağlamda gerçekleşen bir siyasallaşma ya da depolitizasyon dinamiğinden ibaret değildir. “Post-politik neoliberalizm, cebir ve dışlanmanın bir bileşkesidir; kendini toplumdaki tüm radikalizmlerin ve radikal enerjinin bastırılmasına adar. Bu enerjilerin şeytanlaştırılması ve kurban edilmesi post-politik neoliberalizmin çok sayıda aygıtından yalnızca bir tanesidir”.[39] Yalnızca öznel bir siyasal depolitizasyon modalitesi olarak tahayyül edildiğinde post-politikanın her siyasallaşma dinamiğinde “bitmekle” itham edilmesi doğaldır. Bu, günümüzde en küçük bir devlet müdahalesinin görüldüğü yerde neoliberalizmin sona erdiğini ilan etmekle aynı ölçüde tutarsız bir savdır. Ancak post-politika kavramı, basitçe öznel bir vehçede yaşanan siyasetsizleşme şeklinde değil, “siyasetin kendisinin siyasetsizleşmesi” olarak tanımlanıp; Taşkale’nin aydınlatıcı biçimde ortaya koyduğu[40] üzere neoliberalizm, gözetim, kontrol, militarizm, kesintisiz istisna hali gibi yapısal ayaklarıyla ilişkilendirilerek, hatta bunların hem bir neticesi [durum-condition] olarak hem de bunların bekasını sürdürecek toplumsal koşulları yaratan bir sebep [koşul-condition] olarak ele alındığı ölçüde anlamlı hale gelir. Bülent Diken’den bir kez daha aktarmak gerekirse “post-politika, radikal olay‘ları tahayyül edemeyen bir topluma işaret eder.”[41]

Jäger, post-politikanın bir durum olarak öznel siyasallaşma dinamiklerinden ibaret olduğu yanılgısına düşmüştür. Bu yanılgının müsebbibi, Jäger’in teorik eksikliği ve tarihsel tutarsızlığından başka bir şey değildir. Benzer bir yanılgıyı, post-politikanın sonunun birçok ilanında da görmek mümkündür. Bunlar, sıklıkla, post-politikayı öznel dinamiklerinden ibaret ele alırlar ve bu dinamiklerdeki değişimleri post-politikanın kendisiyle karıştırırlar. Oysa post-politika, bir durum olarak tanımlandığında, öznel siyasallaşma modalitelerinin bu durumun tali, hatta arızi bir niteliği olduğunu görmek mümkündür. Nitekim Diken’in belirttiği üzere, içerisinde yaşadığımız post-politik toplum’un, “sistem eleştirisinin (eleştirisinin eleştirisinin…) sistemin kendi bileşenlerinden biri haline geldiği bir toplum”[42] olduğunu kabul edersek öznel siyasallaşma dinamiklerinin post-politikaya bir istisna oluşturmadığı görülebilir. Bunlar arızidir, zira bu durum‘un öznel siyasallaşma modalitelerini aşan yapısal ayakları mevcuttur. Zaten post-politik bağlamın siyasal’ın bastırılması ve geri dönüşü üzerinden ikili bir hareketle tanımlanması anlamında dini fundamentalizm, ırkçı şiddet gibi formlara bürünmüş geri dönüşler bizatihi öznel siyasallaşma dinamikleri değil midir? Diken’in belirttiği üzere, “post-politika kendiyle birlikte paradoksal bir şiddeti de getirir; ihtilafı, radikalizmi ve olumsuzluğu nötralize etmeye ant içmiş bir toplumun şiddeti”.[43] Bu, kavramın zaten kendi içinde öznel siyasallaşma dinamikleriyle birlikte tanımlandığını gösterir. Bu noktada bu yazının yazarı, post-politikanın somut bir durum olarak geçerliliğini koruyup korumadığını tartışırken öznel siyasallaşma dinamiklerini kerteriz almanın anlamlı olmadığını düşünür. Zira post-politika, basitçe öznel siyasallaşma dinamiklerinin “yokluğu” değildir. Aksine, kavramın ikili hareketi bize kendi içinde tam da bu gibi öznel politizasyon ve repolitizasyon dinamiklerini zaten barındırdığını gösterir. Finalizasyona, donukluğa ve sabitliğe direnen anti-foundationalist [anti-temelci] bir literatürün ürünü olarak post-politika, bu ikili hareketin sürekli bir titreşiminin yarattığı durum[44] olarak düşünüldüğünde, içerisindeki öznel siyasallaşma modalitelerinin dönemsel değişimler, dönüşümler geçireceğini; kimi zaman öznel repolitizasyon, kimi zaman ise öznel depolitizasyon dinamikleri sergileyeceğini görmek oldukça kolaydır. Sonuç olarak, öznel siyasallaşma dinamikleri, post-politikanın ne başlangıcının ne de sonunun işareti olabilir. Yakın dönemde ortaya çıkan yeni öznel siyasallaşma biçimleri, post-politik bağlamın sona erdiğini değil, yalnızca öznel siyasallaşma modalitelerinde bir değişimin yaşandığını göstermektedir.

İronik biçimde, Bülent Diken 2009’da yazdığı, ve Jäger’in okumamış olduğunu anladığımız, bir makalesinde “hiper-politika” kavramını (Jäger’den farklı bir anlamda kullansa da) post-politikanın bizatihi doğasını açıklamak için kullanmıştır:

Sonuçta bizimkisi, radikal siyasal değişimi tahayyül edemeyen bir post-politik toplumdur; siyasetin kurucu, aşkın boyutundan -‘siyasal’dan- arındırıldığı ve tekdüze bir oyuna, bir çeşit hiper-politikaya dönüştüğü, oyunun kurallarını değiştirmenin imkânının olmadığı tek boyutlu bir toplum.[45]

Jäger’in yukarıda ortaya koyulan yanılsaması, yalnız başına kabul edilebilir sınırlar içerisinde görülebilecek olsa bile hiper-politika diye tanımladığı şeyin bizzat post-politika olması, tüm bu curcunanın en komik yanıdır. “Yakıtı biten bir arabanın gazını köklemek” tabirinin benzerleri bugüne kadar defaatle post-politikayı tanımlamak için kullanılmıştır. Hiper-politika olarak adlandırdığı ve post-politikanın yerini aldığını iddia ettiği kavramı “sınıf çatışmasının yerini kimliklerin almasıyla” tanımlaması da bu koca pastanın üzerine kondurulmuş kirazdan başka bir şey değildir.[46]

Jet lag

Bu noktada kavramın, her ne kadar kapsayıcı bir tanıma ulaşılarak Batı toplumlarına ait bir zamansallıktan çıkarıldığı düşünülse de, Türkiye’ye “ithal edilirken” yapılması gereken belirli dolayımları dikkate almamak büyük bir hata olacaktır, zira kavramın Batı’dan olduğu gibi ithal edilmesi, ancak bir jet lag ile sonuçlanacaktır. Bu noktada 11 Eylül’e endeksli saatleri 12 Eylül’e almak, kavramın açıklayıcılığını savunurken mevcut aktüeliteden hareket ederek kavramı yeniden kurmak, onu mot-a-mot çevirmekten daha anlamlı olacaktır.[47] Öncelikle kavramın Türkiye için açıklayıcı olup olmadığının üzerinde durmak gerekir. İlk olarak, Türkiye’deki post-politik durum Batı’dakiyle aynı zamansal lineeriteye oturtulmayacak olsa da, yalnızca neoliberalizmin küreselliğini[48] kabul ettiğimiz bir bağlamda bile post-politik bir durumu Batı ile paylaşmakta olduğumuz söylenebilir. Zira “post-politika, siyasetin piyasa temelli değerlendirme teknikleri tarafından kolonize edilmesi”nden başka bir şey değildir.[49] Kavramı, bir kez daha, radikal bir dönüşümün tüm imkânlarının bastırıldığı ve bunun tahayyül bile edilebilmesinin önüne geçildiği bir durum olarak ortaya koyduğumuzda, Türkiye’yi, bilhassa da buradaki siyasallaşma modalitelerini düşünürken yararlı olacağına şüphe yoktur. Nitekim bu yazının yazarına göre, bugün karşılaşmakta olduğumuz özne, tam da böyle bir öznedir: siyasallaşmış ancak radikal bir değişimi tahayyül edemeyen bir post-politik özne. İkinci olarak kavram Türkiye bağlamında Batı kronolojisi çerçevesinde değerlendirilmeyecektir. Kendine has bir kronoloji oluşturulmasından da ziyade amaçlanan, kavramı basitçe bu kronolojik tanımından çıkarıp daha kapsayıcı hale getirmektir. Ancak öznel siyasallaşma dinamikleri ele alınırken tespit edilecek ilk siyasallaşma dalgası, Gezi ile 2013’te başlayan dalga; ikinci ve mevcut siyasallaşma dalgası ise 2015’in ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş şekil almaya başlayan[50] ve merkez etrafında gelişen bir siyasallaşma dalgası olacaktır. Bu iki dalganın modaliteleri birbirinden farklı olarak tanımlanmaktadır. İlki, esnek örgütlülük (ya da örgütsüzlük), kurumsal siyasi mekanizmalara ve neoliberalizme duyulan güvensizliği içeren bir siyasallaşma dalgasıyken (ilerleyen kısımda daha “eski” siyasallaşmaları da kucakladığı öne sürülecektir) ikincisi neredeyse hiçbir örgütlülüğü barındırmayan, kurumsal siyasi mekanizmalar etrafında gelişen ve adeta “güzelliği bozulmuş” neoliberalizmi geri çağıran bir siyasallaşma dalgasıdır. Üçüncü olarak, böyle bir yaklaşımda aktüelite, kavramı önceleyen bir yerden ele alınacaktır. Bu yazı, kavramı ne pahasına olursa olsun araçsallaştırma çabası gütmemektedir; aksine, kavramdaki ısrar, aktüeliteden hareketle ortaya çıkmış bir ısrardır. Bu bağlamda aşağıda 2015’in ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan post-politik öznel siyasallaşmanın Türkiye bağlamındaki belirli hatları tartışılacaktır. Amaç, kapsamının genişletilmesi adına öznel dinamiklerden ileri taşınmış post-politika kavramını yeniden öznel dinamiklere indirgeyerek tartışmak değildir. Yapılacak tartışmanın amacı, Jäger’in de işaret etmiş olduğu yeni siyasallaşmanın belirli niteliklerini incelemektir. Bu bağlamda post-politik özne, tam da tanımlanan yapısal mekanizmaların içerisinde hareket eden bir yerde konumlandırılacak; post-politik durum içerisinde farklı siyasallaşma dinamikleri gösterdiği ölçüde mevcut dönemin post-politik siyasallaşma modaliteleri tartışılacaktır.

Günümüz Türkiye’sinin post-politik öznesi

Bugün Türkiye’ye (buradaki ibarelerin bir kısmının, simetrik olmasa da, Batı için de geçerli olduğu söylenebilir) baktığımızda, karşılaştığımız post-politik öznenin belirli nitelikleri konusunda Anton Jäger’in hakkını teslim etmek gerekir. Artık, 90’lar ve 2000’lerle andığımız blasé, kayıtsız, umursamaz özne söz konusu değildir. 2010’lar ve 2020’lerde çeşitli siyasallaşma dalgaları geçirmiş post-politik özne, artık siyasallaşmış bir öznedir. Ancak bugünün öznesi, Gezi ile yaşanan siyasallaşmanın bir ürünü de değildir, aksine, yakın dönemde, caiz tabirle, “tuhafça” siyasallaşmış bir öznedir. Gezi ile siyasallaşan özne, her ne kadar alternatif siyasallaşma biçimlerinin bir kısmını sergiliyor olsa da (esnek örgütlenmeler vs.), kendini “eski” kabul edilen birtakım kimlikler, kurumsallaşmalar ve modalitelerle de özdeşleştirirken (devrimcilik, solculuk vs.), bugünün post-politik öznesi çok daha farklı bir hat üzerinde siyasallaşır. Bu yeni siyasallaşma dalgası, merkezde kurulan yeni bir siyasi konsensusun etrafında şekillenmektedir. Ana akım siyasi kategoriler etrafında şekillenen bu siyasallaşmaya eşlik eden siyasetsizleşme dinamikleri de elbette mevcuttur. Bu noktada Türkiye aktüelitesine ve bunun siyasallaşma dinamiklerine dair yapılacak tahlillerin bir nebze dağınık olacağını söylemek gerekir. Bu, siyasallaşma modalitelerinin hem “tuhaflığına” hem de çelişkilerine binaen ortaya çıkan bir zorluktan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple aşağıdaki tahliller, finalize olmuş bir karakter sergilemez; daha çok bu öznenin ana hatlarını çizme çabası olarak okunmalıdır.[51]

Bir zamanlar birçoklarının kendine yakıştırdığı “apolitik” sözcüğü, Gezi ile başlayan süreçte hızlı bir şekilde tedavülden kalktı. Gezi’nin henüz birkaç sene öncesinde apolitik olmanın “trendy” olduğu bir bağlam söz konusuyken, ve ortada bilhassa gençlerin “apolitik” olduğuna dair yaygın bir söylenti dolaşmaktayken, Gezi’nin ardından apolitik kimliği de söylencesi de meydanı terk etti. Bugün geldiğimiz noktada Gezi siyasallaşma dinamiğinin namevcudiyetine[52] rağmen, apolitik olmanın yeniden revaçta olduğu bir duruma dönmüş olmadığımızı görüyoruz. Bu noktada, artık kendini apolitik olarak değil, Gezi’nin ardından yükselen siyasallaşmayla da değil, “muhalif” olarak tanımlayan bir özneyle karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir. Elbette muhalif sözcüğü geçtiğimiz beş-altı yılda icat edilmiş bir sözcük değildir, ancak kullanım biçimini göz önünde bulundurduğumuzda içerisinde bulunduğumuz dönemde özel bir nitelik kazandığını söylemek de bir o kadar mümkündür. İlk anlamıyla bir pozisyon olmaktan çok bir boş gösterene dönmüş muhalif sözcüğü, iktidara (hatta daha dar anlamıyla, iktidar partisine) dair oldukça çeşitli bir karşıtlıklar dizisini içermektedir. Bu karşıtlıklar, tutarlı olmak bir yana dursun, birbirlerine de karşıt pozisyonlar da teşkil ediyor olmalarına rağmen muhalif sözcüğünün perdesi arkasında bir arada barınabilmekte, kimi zaman aralarında çelişkiler doğsa da sözcüğün mahiyetinden şüphe duyulmadığı ölçüde kendilerini burada anlamlandırmaya devam etmektedirler. Tüm bu çelişkili karşıtlıklarıyla birlikte ebedi bir ikincilliğe sıkışmış olan muhalif “kimliği”, bu ikincillikten kendine çeşitli mağduriyetler yaratmasına karşın aynı zamanda paradoksal biçimde kendini geleceğin iktidarına da tayin etmiş bir karakter taşımaktadır. Böyle bir kavrayışın yakın zamanda kültürel alanda Tarkan’ın “Geççek” şarkısıyla da tescillendiği bir bağlamda muhalif özne, kendini iktidara karşı olan fakat aynı zamanda onun müstakbel sahibi olduğunu da ilan etmiş, bir şeylerin kendi kendine geçeceğine ve kendisinin zamanının geleceğine kani olmuş bir özne olarak kurmaktadır.

Bu muhalif özne, geçmişin apolitik öznesine taban tabana zıttır. Geçmişin apolitik öznesi, cahillikle, bilgisizlikle ya da deneyimsizlikle yaftalanırken bugünün muhalif öznesi, tam anlamıyla “haiz” bir öznedir. Apolitik öznenin barındırdığı kayıtsızlık, umursamazlık, bıkkınlık niteliklerini katiyetle taşımamakta; aksine, kendini belirli bir angajman (farklı tanımlarla muhalif olmak ya da belirli partilerle seçim zamanı oy vermek üzerinden kurulan bir ilişki olarak angajman) içerisinde konumlandırıp hevesli, coşkulu ve istekli bir karakter sergilemektedir. Haizdir, zira apolitik öznenin bilmediklerini, farkında olmadıklarını ve ilgi göstermediklerini çok iyi bilir. Artık karşımızda asgari ücretle kaç yumurta alınabildiğini hesaplayabilen, son anket sonuçlarının yüzdelerini küsuratına kadar ezbere bilen, bir sigara paketine ödediği paranın yüzde kaçının vergi[53] olduğunu gösterebilen bir özne vardır. Bu özne, “etliye sütlüye bulaşmayan”, “olaylara karışmayan”, “hep elli liralık mazot alan” apolitik özneye karşın “olan bitenin farkında olan”, çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu birçok veçhede tespit edebilen ve buna dair ne yapılması gerektiğini de çok iyi bilen bir öznedir. Ancak bunu bildiği kadar, buna dair herhangi bir eylem ortaya koymamak konusunda da kararlı görünmektedir. Mor ve Ötesi’nin yakın zamanda piyasaya sürülen “Sirenler” adlı albümü, haiz öznenin neredeyse bir manifestosu niteliğindedir. Albüm içerisindeki şarkılardaki “hep sen istedin/hep ben dinledim/artık benim de zamanım var” çıkışına karşın iktidara vereceği “cevabın, sonsuz sessizliği” olduğunu söyleyen, ve fakat “yalnızlığıyla da gururlu olan” bu haiz özne, bilmekle yetinen, cevap vermeye kalkıştığında da sessizlikten başka bir hal sergilemeyen, eylemsizliğiyle var olan bir öznedir. Bu eylemsizliğin zaman zaman öznenin sınırlarını aştığını, eyleyenleri eylemekten alıkoyma girişimlerine dönüştüğünü görmek de pekala mümkündür.[54]

Anton Jäger’in yukarıda örneklenen siyasallaşma dinamiğinin tespiti konusunda hakkı teslim edilmeli. Ancak bunun öznel depolitizasyon dinamikleriyle de el ele giden bir süreç olduğunu da ortaya koymak gerekmektedir. Post-politik durumun öznel bağlamdaki siyasetsizleşme çıktılarından biri, belki de en önemlisi, “içe göçme”[55] olarak tanımlayabileceğimiz bir haldir. “Ekonomik rekabet ve bilişimsel uyarıcıların dijital yoğunlaşması, kalıcı bir çarpılma halinin sebep olduğu patolojik bir duruma yol açar: Bu patolojik durum panik sendromu ya da dikkat bozukluğu şeklinde tezahür etmektedir.”[56] İmkân dahilindeki bir patlamanın somut kanallarının kapanmış olması, hatta bunun ötesinde imkân’ın kendisinin tahayyül bazında yok olduğu bir bağlamda post-politik özne, içeri doğru patlamaktan başka bir çare bulamamaktadır. Bu sebeple kendisini mütemadiyen depresyon, yorgunluk, tükenmişlik, bitkinlik ve sıkışmışlık içerisinde bulur.[57] Bu durumda post-politik özne, birer netice olarak olarak hem bedensel hem de ruhsal bir çöküşe sahne olmaktadır. Bu öznenin içe göçme’sine verilebilecek en iyi örneklerden biri, günbegün yaygınlaşan antidepresan salgınıdır.[58] Post-politik bağlamın sunduğu çıkışsızlık, neoliberalizmin başarı ve performans idealleriyle birleştiği ölçüde öznenin içe doğru göçmesine binaen soluğu antidepresan rafının önünde alması işten bile değildir. “Toplumumuzun hasta olduğuna”, “iyileşmesi gerektiğine”, “güzelliğini yitirdiğine” dair tahliller, yakın dönem Türkiye dizilerinde artan sıklıkla karşımıza çıkan psikolog imajerisi ile birlikte okunduğunda bu içe göçmenin hem bireysel hem de toplumsal veçhede ne ölçüde yaygınlaştığını gözler önüne sermektedir. Buradaki nostaljik melankoli, günümüz Türkiye post-politik öznesinin önemli niteliklerinden biridir. Ancak bu bağlamda daha da önemli olan, politik (ya da post-politik) bir durumun psikolojikleştirilmesi faktörüdür. Bu psikolojikleştirme, günümüz post-politik bağlamının en önemli siyasetsizleştirme dinamiklerinden biridir. Bu dinamik, radikal bir dönüşüm imkânının yokluğunun özne ölçeğindeki çıktılarını, öznenin kendisine atfedilen bir psikolojik “sorun”a, bir çeşit “bozukluğa” ya da “anormalliğe” taşıyarak siyaset-dışılaştırma eğilimi gütmektedir. Bu “bozukluğun” tedavisi de yine siyaset-dışı kanallarda, antidepresanlarda, kimyasal uyarıcılarda ya da meditasyon gibi “iç denge”yi düzenleyeceğine inanılan birtakım pratiklerde aranır. “Yoga” adlı meditasyon metodunun yaygınlaşması, bu içe göçmenin en önemli göstergelerinden bir diğeridir. Mevzubahis meditasyon metodunun ABD’de özellikle 80’lerin sonunda kamusal görünürlük kazanması tesadüf değildir. Neoliberal hız, başarı, yüksek performans ve mobilite ideallerinin post-politik durumla kaynaşarak öznel bağlamda yarattığı erozyon, yine post-politik bağlamın sunduğu “tedavi” olarak yoga’da aranmaktadır. Neoliberal emek rejiminin dayattığı esnekliğin sebep olduğu “ağrılar”, öznenin bedenini de esnekleştirerek giderilmeye çalışılır. Türkiye’de her köşe başında biten yoga stüdyoları ve meditasyon merkezleri, bugünün post-politik öznesinin hal-i pürmelalini gözler önüne sermektedir. Bilhassa yakın dönem protestolarını ağırlayan mekânlardan biri olan yoga matı’nın bugünün öznesinin kurucu mekânsallıklarından biri olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Sonuç yerine

Yazıda ortaya koyulduğu üzere, post-politika her ne kadar belirli bir dönemin “ruhunu yansıtan”, dönemin kendi dinamiklerine tepki olarak ortaya çıkmış bir literatürse de, kavramın doğru yapısal veçhelerde genişletilmesiyle daha genel bir kavrayışa varılması, bugünün toplumlarını anlamlandırmak için işe koşulması mümkündür. Kavramı ele alırken ortaya çıkan sorunların büyük bir bölümü, bunun yalnızca öznel siyasallaşma dinamiklerinden ibaret ele alınmasında yatar. Tartışıldığı üzere, Anton Jäger’in düştüğü hata da tam olarak budur. Jäger’in kaçırdığı nokta, bu siyasallaşmaların ta kendisinin post-politik bir durum içerisinde post-politik olduğudur. Jäger bir siyasallaşmanın olduğu konusunda haklıdır; karşımızdaki, artık 2000’lerde gördüğümüz “apolitik” özne değildir. Ancak günümüzde mevcut olan siyasallaşma, post-politikanın sonunu getirmekle bir ilgisi olmayan, bunu ancak yeniden gözler önüne seren bir siyasallaşmadır. Bu bağlamda günümüz Türkiye post-politik öznesinin ana hatları çıkarılmaya çalışılırken vurgulanan en önemli nokta, muhtemelen eyleme ya da eylemsizliğe dair noktadır. Bugünün merkez etrafındaki siyasallaşmasında yokluğuyla görünür olan en önemli unsurlardan biri eylemdir. Gündelik anlamda siyasetin hayatının her boyutunu işgal etmiş olmasına karşın; evde, okulda, işyerinde, kimi zaman da bir sokak köşesindeki mikrofonun önünde görülebilen siyasallaşmanın tahayyül düzleminde eylemeye dair herhangi bir ufku olmadığı açıktır. Bu tutkulu bir siyasallaşmadır, ancak sınırlarının her geçen gün daha kalın çizgilerle çekildiği bu siyasallaşma aynı zamanda tutku’nun öteki yüzünü de yansıtır: sıklıkla tutku anlamında kullanılan passion sözcüğü, aynı zamanda ızdırap’ı da ifade etmektedir. Nitekim “pasif” sözcüğünün de temelinde aynı passion yatar. Tutkular, eylemsizlikle bir arada gelir ve bu ölçüde post-politik özne için bir ızdıraba dönüşür. Yıllar boyu siyasette passion‘ların yeniden işlevselleştirilmesine dair yapılan çağrılar sanki bugün yankı bulmuş gibidir. Passion gelmiştir, ancak action [eylem/eyleme] uzak bir yerlerde kalmıştır. Bugün, post-politik bağlamda hakiki bir değişimi amaçlayan siyasetin post-politikanın bahsedilen yapısal ayaklarını hedef alması, ve action‘ı geri çağırması gerekir. Hakiki bir siyaset, bakmaktan değil dokunmaktan geçer.[59]


[1] Ahmet Güntan, Olanlık., (İstanbul, Edebi Şeyler, 2012), 64.

[2] Slavoj Zizek, Slavoj Zizek Presents Mao on Practice and Contradiction, (New York, Verso, 2007), 24.

[3] Chantal Mouffe, For a Left Populism, (Birleşik Krallık, Verso, 2018).

[4] Jodi Dean, “After Post-Politics: Occupation and the Return of Communism”, The Post-Political and Its Discontents: Spaces of Depoliticization, Spectres of Radical Politics içinde, ed. Japhy Wilson ve Erik Swyngedouw (Birleşik Krallık, Edinburgh University Press, 2015). 261-278.

[5] Anton Jäger, “How the World Went From Post-Politics to Hyper-Politics”, Jacobin, 44 (Kış, 2022).

[6] Aslında yazının kısa bir versiyonu, ilk olarak Ocak 2022’de aynı başlıkla Tribune’da yayımlandı (https://tribunemag.co.uk/2022/01/from-post-politics-to-hyper-politics), ardından daha da kısaltılmış bir versiyonuyla Jacobin’in çevrimiçi sitesinde yer aldı. Bundan bir müddet sonra uzun haliyle Jacobin’in dergisinde yayımlandı. Textum Dergi tarafından çevrilmiş olan Tribune versiyonu için: https://textumdergi.net/post-politikadan-hiper-politikaya/.

[7] Bu yazı kavramın doğası üzerine uzun teorik bir tartışmayı içermemektedir. Kavram üzerine yapılacak teorik tartışma, daha çok Jäger’in “hiper-politika” kavramı üzerinden yürütülecektir.

[8] Yazı boyunca siyasallaşma, politizasyon ve repolitizasyon üçlüsü; siyasetsizleşme ve depolitizasyon ikilisi eş anlamlı şekilde kullanılacaktır.

[9] Jacques Ranciere, Disagreement: Politics and Philosophy, (ABD, University of Minnesota Press, 1999), 96.

[10] Chantal Mouffe, On the Political, (ABD ve Kanada, Routledge, 2005); Slavoj Zizek, The Ticklish Subject: The Absent Centre of Political Ontology, (Birleşik Krallık, Verso, 1999)

[11] Jacques Ranciere, Disagreement: Politics and Philosophy; Colin Crouch, Post-Democracy, (Birleşik Krallık, Polity Press, 2004).

[12] Wendy Brown, “American Nightmare: Neoliberalism, Neoconservatism, and De-Democratization”, Political Theory 34, no. 6 (Aralık 2006): 690–714.

[13] Post-politika kavramı bu yazıda, aralarında ayrım yapacak kadar ciddi bir fark olduğu düşünülmediği için, postdemokrasi ve de-demokratikleşme gibi kavramları içerecek, bunlarla değiştirilebilir şekilde kullanılacaktır.

[14] Aslında her birinin temelinde siyasal ve siyaset kavramları arasında önemli bir ayrımının yapıldığı bu literatürü tartışırken, mevcut yazı’nın gerekleri dolayısıyla, bu ayrıma değinilmeyecektir. Bu yazının yazarının post-politika’nın politika’sı ile kastettiği şey, mevzubahis literatürdeki “siyasal”dır. Ancak metni çetrefilli hale getirmemek adına politika ya da siyaset tabirleri tercih edilecektir.

[15] Japhy Wilson & Erik Swyngedouw, “Introduction: Seeds of Dystopia: Post-Politics and the Return of the Political”, The Post-Political and Its Discontents: Spaces of Depoliticization, Spectres of Radical Politics içinde, ed. Japhy Wilson ve Erik Swyngedouw (Birleşik Krallık, Edinburgh University Press, 2015), 1-21.

[16] Kavram, Mouffe’un yazınında farklı veçhelerde tanımlanır, aynı zamanda Mouffe’un farklı dönemlerinde de farklı anlamlara bürünür. Örneğin Mouffe, post-politikayı sağ ve sol arasında hakiki bir ayrımın kalmaması olarak da tanımlar, ancak bunun “siyasal”dan çok “siyaset”le ilgili olduğu görülebilir.

[17] Chantal Mouffe, On the Political, 7.

[18] Chantal Mouffe, “Introduction: Schmitt’s Challenge”, The Challenge of Carl Schmitt içinde, ed. Chantal Mouffe, (Birleşik Krallık, Verso, 1999), 1-6.

[19] Mouffe, her ne kadar antagonizmaların kurucu karakterini ve asla ortadan kaldırılamayacağını teşhis etse de bunların “kontrol altına alınması” gerektiği konusunda da oldukça kararlıdır. Bu bağlamda, Mouffe’un antagonizmaların teşhisinden agonizma’ya geçişi oldukça hızlıdır. Konsensusun rasyonel karakterini eleştirmesine karşın bu geçiş hamlesinin ta kendisinin rasyonel bir hamle olduğunu görmemekte de oldukça ısrarcıdır.

[20] Japhy Wilson & Erik Swyngedouw, “Introduction: Seeds of Dystopia: Post-Politics and the Return of the Political”, 13.

[21] Jacques Ranciere, Disagreement: Politics and Philosophy, 102.

[22] Davide Panagia & Jacques Ranciere, “Dissenting Words: A Conversation With Jacques Ranciere”, Diacritics 30, no. 2 (Yaz 2000), 125.

[23] İtalik, bu yazının yazarına aittir.

[24] Slavoj Zizek, The Ticklish Subject: The Absent Centre of Political Ontology, 198.

[25] Burada aynı literatürün bir parçası olan Colin Crouch’u tenzih edebiliriz, zira yapmış olduğu parabolik kavramsallaştırmada “pre” ve “post” üzerinden tanımlanan ilerleme/gerileme ilişkisinde, kendisinin refah devleti, eşitlikçi yeniden dağıtım politikaları vs. gibi hususlardaki vurgularında “doğru siyasete” dair bir yakınsama mevcuttur. bkz. 20-21.

[26] Ali Rıza Taşkale, Post-Politics in Context, (New York, Routlege, 2016), 7.

[27] Ali Rıza Taşkale, Post-Politics in Context, 42.

[28] A.g.e. 137.

[29] İtalik bu yazının yazarına aittir, event kavramını vurgulamak adına kullanılmıştır.

[30] Bülent Diken, “Religious Antinomies of Post-Politics”, The Post-Political and Its Discontents: Spaces of Depoliticization, Spectres of Radical Politics içinde, ed. Japhy Wilson ve Erik Swyngedouw (Birleşik Krallık, Edinburgh University Press, 2015), 128.

[31] Íñigo Errejón and Chantal Mouffe, Podemos: In the Name of the People, (Londra, Lawrence and Wishart, 2016), 99.

[32] Ali Rıza Taşkale, Post-Politics in Context, 11.

[33] Jen Pan’ın Jacobin Youtube kanalında Jäger ile yaptığı, ve kavramın farklı bir veçhede bir nebze daha açıldığı söyleşi için: https://www.youtube.com/watch?v=A7h9KvuBHLY.

[34] Anton Jäger, “How the World Went From Post-Politics to Hyper-Politics”.

[35] A.g.e.

[36] Jodi Dean, “After Post-Politics: Occupation and the Return of Communism”.

[37] Biden ve Trump arasında gerçekleşen 2020 ABD seçimlerine katılım oranlarını bu siyasallaşmaya örnek olarak gösteren kişi Jäger’dir.

[38] bkz. https://www.youtube.com/watch?v=A7h9KvuBHLY.

[39] Ali Rıza Taşkale, Post-Politics in Context, 131.

[40] A.g.e.

[41] Bülent Diken, “Religious Antinomies of Post-Politics”, 128.

[42] Bülent Diken, “Religious Antinomies of Post-Politics”, 129.

[43] Bülent Diken, “Radical Critique as the Paradox of Post-Political Society”, Third Text 23, is. 5 (Eylül 2009), 583.

[44] İngilizcedeki condition sözcüğünün Türkçede “durum” olarak geçmesi talihsizdir. Zira tam da bu bağlamda mevzubahis titreşim, post-politik durumu donuklaştırmadan kavrama çabasına hizmet etmektedir. Bu titreşim ile birlikte okunduğunda, post-politika bir durum olsa da bir dur-um değildir. Aksine, bir dur-mayım’dır. Aynı zamanda yine “durum” sözcüğünün İngilizcedeki condition’ın “hem durum hem de sebep” anlamlarını karşılamaması, meseleyi Türkçe tartışmayı daha da çetrefilli hale getirir.

[45] Bülent Diken, “Radical Critique as the Paradox of Post-Political Society”, 579.

[46] Bu noktayı uzunca ele alıp ciddi bir biçimde tartışmaya değer bulmuyorum.

[47] Yazının ana odağı olmadığı için bunu da uzunca tartışmak mümkün olmayacaktır, ancak belirli dolayımlardan söz ederek yazarın niyetinin anlaşılması amaçlanmaktadır.

[48] Elbette bağlam dolayımları mevcuttur.

[49] Ali Rıza Taşkale, Post-Politics in Context, 30.

[50] Burada bu ikinci dalganın kendi kendine oluştuğu kastedilmez, aksine, uzun erimli ve sistematik bir eforun sonucu olduğu düşünülür.

[51] İtiraf edilmelidir ki yazının bu kısmında ortaya koyulacak tahliller, çok önemli bir bağlamı, bu öznenin sınıfsal dinamiklerini atlar. Aslında burada iddia edilenlerin doğrudan belirli bir sınıfla ilişkilendirilmese de Necmi Erdoğan’ın 2015 sonrası yazılarındaki orta sınıf tahilllerinden yoğun bir biçimde beslenmesine binaen orta sınıfı kastediyor olduğu söylenebilir. Burada, Erdoğan’ın kendi tahlillerinde ortaya koyduğu yoksul tiksintisi, sinisizm gibi nitelikler dillendirilmemiştir. Bunların mevcut post-politik öznenin önemli dinamikleri olduğu düşünülse ve bu öznenin diskurunda çok önemli yer ettikleri de kabul edilse de, bu öznelik yalnızca orta sınıfın sahip olduğunun düşünüldüğü bir öznelik biçimi değildir. Sınıfsal birtakım kesenlerinin olduğu su götürmez olsa da tek bir sınıfa atfedilmesi, bugünkü yaygınlığının anlaşılmasını zorlaştıracaktır.

Necmi Erdoğan’ın 2015 sonrası yazılarından birkaçı için bkz:
“Türkiye Bir Toplum Mu?” https://www.birgun.net/haber/turkiye-bir-toplum-mu-92688.
“Kayıp Halk” https://www.birgun.net/haber/kayip-halk-317297.

“Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar” https://www.birgun.net/haber/gunumuz-fasizmi-uzerine-bazi-notlar-331564.
“Günümüz Yoksulluğu Üstüne Notlar-1” https://www.birgun.net/haber/gunumuz-yoksullugu-ustune-notlar-1-yoksullara-bakis-ve-devrimci-secenek-372982.

[52] Yazar, bu siyasallaşma dinamiğinin kendi kendine yok olduğunu iddia etmemektedir. Aksine bu dinamik, topyekün bir baskı ve şiddetle ortadan kaldırılmıştır.

[53] Yakın zamanda sosyal medyada çeşitli ifadeleriyle gündeme gelen, Twitter’ın “2005’li liberaller” olarak adlandırdığı bir genç liberal kuşak ortaya çıkmıştır. Kiminin daha muhafazakâr, kiminin ise daha seküler bir çerçeveye sahip olduğu bu 2005’li liberaller, her ne kadar sayı olarak sınırlı olsalar da örgütlenme konusunda bugüne dek epey hızlı hareket etmiş bir gruptur. Kimi bilindik liberal partilerde, kimi yeni nesil liberal muhafazakâr partilerde, kimi ise bağımsız birtakım organizasyonlarda hareket eden “2005’li liberaller”, sosyal medyada sıklıkla alay edilmeleriyle görünür olmalarına karşın daha ciddi bir ilgiyi hak etmektedirler. Von Mises ve Hayek referanslarıyla vergilerin tamamen kaldırılmasını talep eden, hatta daha çarpıcı biçimde bireysel silahlanmanın bir hak olduğunu öne süren ve ABD’de 2 BLM protestocusunu katleden sağcı faşist Kyle Rittenhouse serbest bırakıldığında ABD adaletine teşekkür mektubu yazan bu güruh, günümüz siyasallaşmasının en ilginç örneklerinden birini teşkil eder.

[54] Örneğin, ne zaman bir protesto olduğu lafını duysa sokakta olmanın “iktidar partisinin işine yarayacağını” söyleyen, “zaten bir sonraki seçimde ‘gidecekleri’ için her tür radikalleşmeden kaçınmamız gerektiğini” öğütleyen, Tuncay Özilhan’ın villasının önünde eylem yapan işçilere “kimsenin evinin önünde toplanmanın hoş olmadığı” çağrılarını yapan özne akla getirilebilir. Bu noktada bu öznenin, özel mülke tecavüz bahanesiyle işçiler için gözaltına alınma çağrıları yapan versiyonlarını görmenin de mümkün olduğunu akılda tutmak mühimdir.

[55] Necmi Erdoğan, bu kavramı “Kayıp Halk” başlıklı yazısında mevcut dönemde alt sınıfların deneyimlediği bir durum olarak ele almıştır. Bu yazının yazarına göre bu “içe göçme hali”, içerisinde bulunduğu çıkışsızlığa binaen post-politik öznenin kendisine de atfedilebilir. Erdoğan’ın yazısı için bkz. https://www.birgun.net/haber/kayip-halk-317297

[56] Franco Berardi & Michael Goddard, “Schizo-Economy”, SubStance 36, no. 1, is. 112, (2007), 78.

[57] Bu bahiste Byung-Chul Han’ın, Textum Dergi’nin çevirdiği, “Yorgunluk Virüsü” başlıklı yazısı önemli ipuçları sunar. Bkz. https://textumdergi.net/pandemi-yorgunluk-virusu/.

[58] “Türkiye Antidepresan Bağımlısı Oldu”, 28.01.2020. https://www.birgun.net/haber/turkiye-antidepresan-bagimlisi-oldu-285674.
“Antidepresan Kullanımı 55 Milyon Kutuya Yükseldi”, 25.02.2021. https://www.birgun.net/haber/antidepresan-kullanimi-55-milyon-kutuya-yukseldi-335394.

[59] Necmi Erdoğan, “Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar”, https://www.birgun.net/haber/gunumuz-fasizmi-uzerine-bazi-notlar-331564