İsyanın zamanı

Furio Jesi’nin 1960’ların sonlarında kaleme aldığı ve kendisi hayattayken yayımlanmayan “Spartaküs” başlıklı eserinden bir bölüm olan bu yazı, Jesi’nin 1968’de gittiği Paris’te ve daha sonra İtalya’da parçası olduğu toplumsal hareketlere olan sadakatinin izlerini taşır. İsyanın “tarihsel zamanı askıya aldığını”, devrimin ise “bütünüyle ve iradi bir biçimde tarihsel zamanın içine gömüldüğünü” öne sürerek isyan ile devrim arasındaki ayrım üzerine düşünen Jesi, yirminci yüzyılın belki de en önemli “yenilgiye uğramış” devrimlerinden biri olan Spartakist ayaklanmanın doğuşunu ve gelişimini inceleyerek ortaya koyar bu ayrımı. 1968’in elli beşinci, Gezi'nin onuncu yıl dönümünde Jesi’nin bu metni, çeşitli şekillerde yenilmiş, başarısız olmuş yahut devam eden isyanlar üzerine düşünmek için önemini hâlâ koruyan bir çerçeve sunuyor.

Düsseldorf’ta barikat kuran Spartakistler.

Kapitalizmin ahlaki yönden mahkûm edilmesine Marksist öğreti, tunçtan iktisadi yasaların kapitalizmin kendi çürümesini ve çöküşünü belli bir vadede tayin etmekle yazgılı olduğu kesinliğini eklemiştir. Kimileri, çok da şaşılmayacak bir biçimde, seçilmiş insanlar imgesini dünya proletaryasına, İbrahim ile Tanrı arasındaki ahdi de iktisadi yasaların kaderciliğine nakletmek suretiyle Marx’ın, kendi Yahudi kökenlerine sadık kaldığını öne sürmüşlerdir. Şayet İsa Mesih, krallığının “bu dünyaya ait olmadığını” açık bir biçimde ilan etmiş olmasaydı, benzer bir karşılaştırmayı Hıristiyanlığın eskatolojik bakış açısıyla yapmak da pekâlâ mümkün olabilirdi. Oysa bu dünyaya ait olan, Vadedilmiş Topraklar’dır; ancak onu fethedilebilir ve hâlihazırda fethedilmiş bir Filistin’le özdeşleştirmek de hiç şüphesiz küfür sayılır. Kaldı ki Marksizm tarafından vaaz edilen kaçınılmaz daha iyi gelecek ile Yahudi peygamberlerin sözünü ettiği “hatırlanan” gelecek arasındaki paralellik olsa olsa kısmî bir paralelliktir. Vadedilmiş Topraklar, diğer insanlarla mücadele edilerek fethedilemez; zira bu şekilde ancak zaten kaderde yazılı olan aidiyeti tasdik etmiş olursunuz. Oysa Marksizmin öngördüğü refah ve adalet çağına, ancak ve ancak, iktisadi yasaların kaçınılmaz sonuçlarına sömürülenlerin sömürenlere karşı mücadelesi eşlik ederse erişilebilir. Marx, iktisadi ve toplumsal metamorfozun bu ikinci yönünün kaçınılmazlığına da ikna olmuş gibidir. Bir yanda alabildiğine büyüyen sefalet, baskı ve sömürü ile diğer yanda “sayıca giderek artan ve kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması tarafından disipline edilen, birleşen, örgütlenen bir sınıf” olan işçi sınıfının artan direnişi arasında bir kader birliği olmalıdır ona göre.[1] Sosyalizm tüm unsurlarıyla öncüllerini kapitalizmde bulmalı, kapitalizme içkin çelişkilerin kademeli ve kaçınılmaz bir şekilde yoğunlaşmasına koşut bir biçimde kendini ortaya koymalıdır. Böylelikle yaşanan gerilemeler ve sömürülen sınıfın apaçık yenilgileri, son derece sarsıcı ama değiştirilemez ve durdurulamaz bir sürecin yönünü hiçbir şekilde değiştiremeyecektir. Ayrıca, işçi sınıfı örgütlerinin stratejisi, kapitalizmin iç diyalektiği tarafından belirlenen durumlara tekabül eden değişken güçler dengesinin titiz bir değerlendirmesine dayanmalıdır ki mümkün olduğunda iktidarı ele geçirme fırsatını kaçırmasınlar. Ufukta böyle bir ihtimal görünmediğinde ise örgütsel güçlerini ve yapılarını kesin bir yenilgiye sevk etmekten kaçınmalıdır.

Yani söz konusu olan, bir yandan sosyoekonomik koşulların ve bu koşullar içindeki güçler dengesinin çözümlenmesine dayanan isabetli bir dönem değerlendirmesi, diğer yandan ise sömürülen sınıfı geliştirip örgütlemeye yönelik sürekli bir çabadır — ki bu sayede çatışma ânı gelip çattığında kendisini hazırlıksız bulmasın.

Bu siyasi yönelim ve buna tekabül eden tarih felsefesi, söz konusu isyan olunca ciddi bir engelle karşılaşır. İsyan sözcüğünü devrimden farklı bir ayaklanma hareketini tanımlamak için kasten kullanıyorum. İsyan ile devrim arasındaki fark, amaçlarında aranmamalıdır; her ikisinin de amacı aynı, yani iktidarı ele geçirmek olabilir. Ancak isyanı devrimden esas ayıran şey, daha ziyade, farklı bir zaman deneyimidir. Her iki sözcüğün de bildik anlamlarından hareketle isyanı stratejik bir ufka yerleştirilebilen ancak kendi içinde uzun vadeli bir stratejiyi ima etmeyen anlık bir ayaklanmacı infilak, devrimi ise orta ve uzun vadede nihai hedeflere doğru koordine edilmiş ve yönlendirilmiş stratejik bir başkaldırı hareketleri kümesi olarak tanımlayacak olursak, isyanın tarihsel zamanı askıya aldığını söyleyebiliriz. İsyan beklenmedik bir şekilde, yapılan her şeyin, sonuçlarından ve tarihi oluşturan geçici ya da daimî bileşikle olan ilişkilerinden bağımsız biçimde, kendi başına bir değere sahip olduğu bir zamanı tesis eder. Bunun aksine devrim, bütünüyle ve iradi biçimde tarihsel zamanın içine gömülmüştür.

Spartakist ayaklanmanın doğuşunu ve gelişimini incelemek, bu ayrımın sağlamasını yapmamıza ve isyana özgü olduğunu düşündüğümüz özel zaman deneyiminin daha kesin bir açıklamasını sunmamıza imkân verecektir.

1919’un ocak ayının ilk 15 günü boyunca Berlin’de zaman deneyimi değişmişti. Savaş, dört yıl boyunca hayatın olağan ritmini askıya almıştı. Her geçen saat, kişinin kendisinin yahut düşmanının bir sonraki hamlesini bekleyiş saatine dönüşmüştü. Bunların hepsi de daha büyük bir bekleyişin, zafer bekleyişinin anlarıydı. Ocak 1919’un ilk günlerinde, önceki dört yıl boyunca olgunlaşan bu bekleyiş, olup biten her şeyin -aşırı bir hızla- adeta ebediyen yaşandığı alışılmadık bir zamanın aniden ve olağanüstü kısa bir süre içinde ortaya çıkıvermesiyle sona ermiş gibi görünüyordu. Artık taktik ve strateji çerçevesinde yaşamak ve hareket etmek söz konusu değildi; bu çerçevede ara hedefler nihai hedeften son derece uzak olabilir ve yine de onu önceleyebilirdi: mesafe ne kadar fazlaysa bekleyiş de o kadar endişeli olur. “Şimdi ya da asla!” Kişi bir kez ve kesin olarak harekete geçmek zorundaydı ve eylemin meyvesi eylemin içeriğiydi. Kararlı her seçim, geri dönülmez her eylem, zamanla uyum içinde olmak anlamına geliyordu; her tereddüt, zamanın dışında olmak demekti. Her şey olup bittiğindeyse gerçek kahramanlardan bazıları sahneyi sonsuza dek terk etmişti.

31 Aralık 1918’de Spartakusbund kendi ulusal kongresini topladı.[2] O âna dek Spartakistler, Friedrich Ebert ve Philipp Scheidemann’ın Sosyal Demokrat hükümetinde yer alan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’den ayrılmamışlardı. Bağımsız sosyalist[3] liderlerin Sosyal Demokratlarla uzlaşmaları karşısında karşıtlık çıkarmaya çalışan Spartakistler, 1918 kışı boyunca birkaç kez Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’nin kongresinin toplanmasını talep ettiler; bu sayede, mevcut durumda hükümette yer alan liderlerle açık bir polemik içinde olan partinin tüm sol kanadını kendi pozisyonlarına çekmeyi başarabileceklerdi. Parti liderliğinin kongreyi durdurmayı denemesi de bundandı ve başardı da. Spartakistler’in artık, Luxemburg’un daha önce Duisburg’daki Kampf’ta yayımlanan makalelerinde savunduğu gibi, kendi program ve eylem özerkliklerini koruyarak partinin hatırı sayılır örgütsel yapısından yararlanmak ve partinin garantörü olduğu kitlelerle ilişkiyi sürdürmek için Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye katılma taktiğini uygulamalarının koşulları kalmamıştı. O andan itibaren Bağımsız Sosyal Demokrat Parti içinde kalmak Spartakistler için Sosyal Demokrat hükümete katılımı dolaylı olarak onaylamak, ama parti örgütünü sınıf mücadelesi uğruna kullanmayı başaramamak anlamına geliyordu. Gelinen noktada Almanya’da artık bir sınıf partisi yoktu ancak bir sınıf partisinin fiili varlığı da mücadelenin devamı için vazgeçilmez görünüyordu: bu yeni parti muhtemelen Spartakistlerin yanı sıra, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye katılmayı her zaman reddetmiş olan sözde Sol radikalleri ve partinin sol kanadının bir bölümünü de bir araya getirecekti. İşte bu nedenlerle, 31 Aralık 1918’deki Spartakusbund kongresinin ilk önergesi, Alman Komünist Partisi’nin kurulması olmuştu. Aynı gün toplanan Sol radikaller de bu partiye katılmaya karar verdiler.

O andan itibaren resmen Alman Komünist Partisi’nin kongresine dönüşen Spartakusbund kongresi, Ulusal Meclis seçimlerine katılıp katılmama sorunuyla karşı karşıyaydı. Luxemburg başta olmak üzere Spartakusbund önderliği, “bu kaleye saldırmak ve onu devirmek için” seçimlere katılmaktan ve Ulusal Meclis’te yer almaktan yanaydı: “Saygın meclisin tüm hilelerini ve üçkağıtlarını kıyasıya ve yüksek sesle kınamak, onun karşı devrimci çalışmalarını kitlelere her adımda teşhir etmek, kitleleri kendi kararını vermeye, müdahil olmaya çağırmak: sosyalistlerin Ulusal Meclis’e katılımının görevi işte budur.”[4] Önderliğin tutumuna rağmen, kongre delegeleri seçimlere katılmama yönünde oy kullandılar. Luxemburg’un 31 Aralık’taki uyarısı boşuna değildi: “Sosyalist bir devrim gerçekleştirmek için kapitalist hükümeti devirmenin ve onun yerine bir başkasını koymanın yeterli olduğunu düşünerek devrimin ilk aşaması olan 9 Kasım yanılsamasını beslememeli ve tekrarlamamalıyız.”[5]Delegelerin çoğunluğu, yeni partinin ilk görevinin, Sosyal Demokrat Parti başta olmak üzere devrimin önündeki engelleri derhal ortadan kaldırmak olduğuna ikna olmuştu. Bu engeller, tek atışta ortadan kaldırılması gereken çok sayıda kelle anlamına geliyordu. Bir yığın kelle söz konusuydu tabii: Sosyal Demokratlar, kapitalistler, ordu. Ama ortadan kaldırılacak kelleler, ele geçirilecek iktidar sembolleri hep olur; başka bir deyişle, savaş, doğrudan ve ani çatışma. Nihai zafer sadece gücün sınanmasına bağlıysa ve yeterince güçlü olduğunuza inanıyorsanız, savaşmakta da tereddüt etmemelisiniz. Delegelerin tümünde güçlü olduklarına dair bir inanç vardı. Taşranın neredeyse yok denecek kadar az olan devrimci duyarlılığına ilişkin Luxemburg’un kaygılarını basitçe göz ardı ettikleri için değil, iktidar sembollerinin  -özellikle de Berlin’in- ele geçirilmesinin kaçınılmaz biçimde topyekûn zafer anlamına geleceğinden emin oldukları için.

Devrimci güçler Berlin’de hatırı sayılır düzeydeydi. Ne var ki 27 Aralık’ta, daha Spartakusbund kongresi sona bile ermeden, Sosyal Demokrat hükümetin emriyle başkentin etrafına asker yığılmaya başlandı. Alman Sosyal Demokrat Parti lideri Friedrich Ebert ve Gustav Noske, 4 Ocak’ta, 17. ve 31. piyade tümenlerindeki atlı avcılardan, eyalet avcı birliklerinden[6] ve Hülsen gönüllü birliklerinden oluşan sözde Lüttwitz Birliği’ni şehrin kapılarında teftiş etti. Aynı günün şafağında İçişleri Bakanı, Sosyal Demokrat Politisch-Parlamentarische Nachrichten gazetesinin 1 Ocak’tan itibaren aleyhinde bir iftira kampanyası başlatarak kamu kaynaklarını iç savaş hazırlığı için kullanmakla suçladığı bağımsız sosyalist polis şefi Emil Eichhorn’un yetkilerini elinden aldı. Polis valisi olarak Eichhorn, İçişleri Bakanı’na değil Berlin Yürütme Konseyi’ne hesap veriyordu. Görevden azlini reddederek İşçi ve Asker Konseyleri Merkez Konseyi’nin kararlarına uymaya hazır olduğunu duyurdu. Sağ sosyalistler Merkez Konsey’de çoğunluğa sahip olmalarına rağmen hükümet bunu reddetti. Bunun üzerine Bağımsız Sosyal Demokrat Parti[7] 5 Ocak’ta Eichhorn lehine bir gösteri düzenlenmesi çağrısında bulundu; bu gösteriye Komünist Parti de katıldı. Polis valiliğinin önünde toplanan yüz binlerce gösterici Eichhorn’a görevinde kalması çağrısında bulunarak kendisini savunmaya hazır olduklarını ilan etti. Bu sırada Bağımsız Sosyal Demokrat Parti liderliği, devrimci delegeler ve Komünist Parti’nin iki üyesi Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck bir toplantı düzenledi. Toplantı neticesinde alınan karar yalnızca Eichhorn’u savunmakla yetinilemeyeceği, aynı zamanda Ebert-Scheidemann Sosyal Demokrat hükümetini de devirmek gerektiği şeklindeydi. Bu amaçla Karl Liebknecht, Paul Scholze ve Georg Ledebour’un başkanlığını yaptığı bir devrimci komite oluşturuldu.

Spartakusbund kongresine katılan delegelerin çoğunluğunun, seçimlere dâhil olmayı reddederek önlerine koydukları isyan seçeneği, bir haftadan kısa bir süre içinde gerçeğe dönüştü. Bunu yukarıda özetlenen nedenlerden dolayı devrim değil isyan olarak adlandırıyoruz. Devrim sözcüğü, tarihsel zaman içinde siyasal, toplumsal, iktisadi bir durumu değiştirmek istediklerinin bilincinde olan ve tarihsel zaman içinde neden-sonuç ilişkilerini sürekli göz önünde bulundurarak kendi taktik ve stratejik planlarını geliştirenlerin, mümkün olan en uzak perspektif içinde gerçekleştirdikleri kısa ve uzun vadeli eylemler bütününü ifade eder. 31 Aralık 1918’de Luxemburg şöyle diyordu:

Bugüne kadar size 9 Kasım Devrimi’nin her şeyden önce politik bir devrim olduğunu, oysa bunun yanı sıra ve esas olarak iktisadi bir devrim olması gerektiğini göstermeye çalıştım. […] [T]arih, bizim devrimimizi burjuva devrimleri gibi kolay bir mesele haline getirmeyecektir; bu devrimlerde merkezdeki resmî iktidarı devirmek ve makam sahibi bir düzine kadar kişiyi yerinden etmek kâfidir. Bizler ise aşağıdan çalışmak zorundayız; bu da toplumsal düzenin esasını ve tabanını hedefleyen devrimimizin kitlesel karakterine karşılık gelir. […] Orada, tabanda, şahsi işverenin ücretli köleleriyle karşı karşıya geldiği yerde; tabanda, siyasal sınıf egemenliğinin tüm yürütme organlarının bu egemenliğin nesnesi olan kitlelerle karşı karşıya geldiği yerde; işte tam da orada, adım adım, iktidar araçlarını yöneticilerden alıp kendi ellerimize geçirmeliyiz.[8]

Aslında her isyan tarihsel zamanın askıya alınması olarak tanımlanabilir. İsyanlara katılanların büyük bir kısmı, sonuçlarını ne bilebilecekleri ne de tahmin edebilecekleri bir eyleme kendilerini adamayı seçerler. Çatışma ânında sadece küçük bir azınlık çatışmanın varsayımsal da olsa kesin bir neden-sonuç birlikteliği olarak içinde yer aldığı tüm stratejik tasarımın (ortada böyle bir tasarım varsa) bilincindedir. İsyandaki çatışma, stratejiyi harekete geçiren ideolojinin sembolik bileşenlerini damıtır ve sadece bunlar savaşanlar tarafından gerçekten algılanır. Çatışma ânının düşmanı gerçek bir düşman haline gelir; tüfek, sopa ya da bisiklet zinciri gerçek bir silah olur; ânın zaferi  -kısmen ya da tamamen- gerçek özgürlüğün savunulması, sınıfın savunulması, sınıfın hegemonyası için kendi başına adil ve iyi bir eylem oluverir.

Her isyan bir savaştır, ama kişinin katılmayı bilinçli olarak seçtiği bir savaş. İsyan ânı, kişinin kendini birdenbire idrak etmesini ve bir topluluğun parçası olarak nesneleştirmesini sağlar. Herkesin her gün tek başına dâhil olduğu iyi ile kötü, ölüm ile dirim, başarı ile başarısızlık arasındaki savaş tüm topluluğun savaşıyla özdeşleşir — artık herkesin silahı aynıdır; herkes aynı engellerle, aynı düşmanla karşı karşıyadır. Herkes aynı sembollerin zuhur edişine tanıklık eder — herkesin şahsi sembollerinin hâkim olduğu kişisel alanı, herkesin kendi sembolojisi ve mitolojisinde sahip olduğu tarihsel zaman sığınağı genişleyerek bundan böyle tüm topluluğun ortak sembolik alanı, o topluluğun tarihsel zamandan emniyette olduğu sığınak haline gelir.

Her isyan, tarihsel zamanda ve tarihsel mekânda kesin sınırlarla kuşatılmıştır. İsyandan öncesinde ve sonrasında, içinde kesintisiz ferdî savaşların verildiği, her yaşamın sahipsiz toprağı ve süresi uzanır. Sürekli devrim kavramı, tarihsel zaman içindeki kesintisiz bir isyan sürecinden ziyade, isyanın sembolik mekânına ve zamanına kolektif bir sığınak bulmak için tarihsel zamanı her an askıya almayı başarma iradesini ortaya koyar. Çatışmadan bir an öncesine kadar ya da en azından isyanın başladığı planlı eylemden önce, isyana kalkışacak kişi evinde ya da belki de saklandığı yerde, çoğu zaman da akrabalarıyla birlikte yaşıyordur; ve her ne kadar bu mesken ve bu muhit geçici, güvencesiz, yaklaşan isyan tarafından koşullandırılmış olsa da, isyan başlayana değin, isyanın ufukta görünmediği günlerdekiyle aynı olmaya devam eden az ya da çok tecrit edilmiş bir ferdî savaşın alanıdır — iyi ile kötü, ölüm ile dirim, başarı ile başarısızlık arasındaki ferdî savaşın. İsyan öncesi uyku (isyanın şafakta başladığını varsayarsak!) Condé prensininki kadar dingin olabilir belki ama çatışma ânındaki tuhaf huzurdan da yoksundur. Her halükârda, kendini bir birey olarak hissetmekten vazgeçmeden uykuya dalan birey için ateşkes vaktidir bu.

Bir kenti sevebilirsiniz, evlerini ve sokaklarını en derin veya en unutulmaz hatıralarınızda canlandırabilirsiniz; ama yalnız isyan ânında kenti gerçekten kendi kentiniz olarak duyumsarsınız — isyan ânında kent kendi kentinizdir, çünkü ben’e aittir ama aynı zamanda ‘öteki’lere de aittir; kendi kentinizdir, çünkü sizin seçtiğiniz ama topluluğun da seçtiği bir savaş alanıdır; kendi kentinizdir, çünkü tarihsel zamanın askıya alındığı ve bizatihi her eylemin kendi dolaysız sonuçlarıyla kıymet kazandığı kuşatılmış bir mekândır. İnsan bir kenti, sokaklarında bir çocuk gibi oynayarak ya da bir kızla dolaşarak olduğundan çok daha fazla, kaçarak ya da ileri atılarak, saldırarak ve saldırıya uğrayarak sahiplenir. İsyan ânında kişi artık o kentte yalnız değildir.

Ama isyan geride kaldığında, sonucundan bağımsız olarak, herkes eskisinden daha iyi, daha kötü ya da eskisiyle aynı olan bir toplumda birer fert olmaya geri döner. Çatışma sona erdiğinde -hapsedilmiş, saklanmış ya da evde güven içinde- gündelik ferdî mücadeleler yeniden başlar. Tarihsel zaman, isyanınkinden bile farklı olabilecek koşullarla ve nedenlerle daha fazla askıya alınmazsa, her olay ve her eylem bir kez daha farz edilen yahut kesin sonuçları temelinde değerlendirilir.

Alman Komünist Partisi’nin kuruluşu, Spartakist isyanın patlak vermesinden sadece birkaç gün önce gerçekleşmişti. Parti kongresinin ilk önergesinde, isyanın başarısızlığında tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacak olan en ciddi ideolojik ve stratejik çelişkiyi -şüphesiz bugünden bakıldığında- fark etmek mümkündür. Kongre delegeleri 23’e karşı 62 oyla partinin Ulusal Meclis seçimlerine katılmasını reddetmişlerdi. Rosa Luxemburg, yanlış olduğunu düşündüğü ve şiddetle karşı çıktığı bu tercihi, ilk adımlarını atan bir örgütün neredeyse bariz ve affedilebilir hatası olarak görmek istedi: “Bir bebeğin çığlık atması doğaldır.” Leo Jogiches ise kongrenin açıklamasından ötürü oldukça sarsılmıştı ve muhtemelen bundan partinin kuruluşunun henüz erken olduğu sonucunu çıkarmıştı.

Oysa bugün görünen o ki, partinin kuruluşu erken olmaktan ziyade temelsizdi. Yeni doğan Alman Komünist Partisi bir parti değildi — ya da şöyle demeliyiz, henüz bir parti değildi. Biçimsel görünüşü bir yana, tam da henüz bir parti değil de az ya da çok sınıf bilincine ve mücadele isteğine sahip bir grup insan olduğu için düşmanları tarafından araçsallaştırılması ve isyana sürüklenmesi pek az engelle karşılaşmıştı. Önceden tasarlanmış bazı koşullar gerilimi patlama noktasına getirdiğinde artık ortada parti değil, bir isyan bayrağı vardı.

Spartakist isyanın başarısızlığına (hatta bu isyanın baş göstermesine) ciddi bir siyasi örgütlenme ve liderlik krizi damgasını vurdu. İsyana ön ayak olmak bir hataydı ancak aynı ölçüde vahim bir zayıflık da partinin yenilginin boyutlarını sınırlama konusundaki acizliğinde kendini gösteriyordu.

İsyan ile devrim arasında yaptığımız ayrıma, parti ile isyan arasındaki temel çelişkinin kavranmasını da ekleyebiliriz burada. Alman Komünist Partisi yetkin ve sahici devrimci liderlerden yoksun değildi. Parti liderliğindeki neredeyse herkes, meclisi içeriden çökertmek ve kitleleri daha mahir ve daha etkili bir siyasi olgunluğa sevk edecek bir kürsü olarak kullanmak için Ulusal Meclis seçimlerine katılmanın gerekliliği konusunda Luxemburg ile hemfikirdi. Peki, bu liderlerin hatası, mücadele çizgilerini demokratik duyarlılıklara feda etmeleri miydi? Yalnızca kendilerinin etkili olacağını düşündükleri bu programı kendi başlarına onaylamak yerine oylamaya sunmuş olmaları mıydı suçları?

Partiyle isyan arasındaki bu çelişki, partinin son 50 yıldır sınıf mücadelesi alanında karşı karşıya kaldığı son derece ciddi krizin koşullarını da açığa vuruyor. Bunun nedeni, kesinlikle, isyancıların mücadele iradesinin saf ve basit bir ifadesinin partinin siyasi önderliğinin yerine geçmesinin gerçekçi bir öneri olması değildir. Daha ziyade, sömürülen sınıflara seslenen partilerin, birçok durumda bu sınıfların devrimci gelişimini destekleyemedikleri gibi aksi takdirde devrime değil isyana dönüşecek olan mücadele potansiyelini de gelişim sürecine yönlendirememiş olmalarıdır.

1919’da Alman Komünist Partisi’nin, sınıfın herhangi bir gelişimini destekleyecek zamanı yoktu; parti kurulduktan birkaç gün sonra isyan çoktan patlak vermişti bile. Esas üzerine düşünmemiz gereken şey, bu partinin bir parti olmanın yolunu neden bulamadığı (ve böylece bir parti olamadığı), sadece isyan halindeki bir sınıfın gruplaşması olduğudur.

Bir siyasi partinin, üyelerinin bir kısmı ya da en azından kendi ideolojisine benzer bir ideolojiye sahip olanlar tarafından arzulanan olası bir isyana düşmanca yaklaşması alışılmadık bir durum değildir. Kolektif bir gerçeklik olarak bir parti (ya da belki de daha spesifik olmak gerekirse, bir sınıf partisi) kendisini isyanın açığa çıkardığı kolektif gerçeklikle rekabet halinde bulabilir.

Sınıf partileri ve sendikalar nesnel birer gerçeklik oldukları ölçüde kolektif gerçekliklerdir de. Başka bir deyişle, bu gerçeklikler sınıf içinde ve sınıf ile dışarısı arasında var olan ilişkiler kümesinin yapılarını nesnel olarak oluşturdukları ölçüde kolektiftirler. Bu kapsamlı karakterleri nedeniyle, sınıf partileri ve sendikalar yaklaşan isyana düşman olabilirler. Bir isyanda aynı anda nesnel, kolektif, kapsamlı, dışlayıcı olan bir gerçeklik kendini dışa vurur. Partiler ve sendikalar isyan tarafından isyanın ‘öncesi’ ve ‘sonrasına’ geri itilirler. Ya kendi değerlerine ilişkin özbilinçlerini geçici olarak askıya almayı kabul ederler ya da kendilerini isyanla açık bir rekabet içinde bulurlar. İsyanda artık partiler ve sendikalar yoktur, sadece rakip gruplar vardır. Parti ve sendikaların örgütsel yapıları isyanı hazırlayanlar tarafından kullanılabilir. Ancak isyan bir kez başladığında, partinin ve sendikanın değil yalnızca isyanın içsel değeri olan değerlerin uygulamalı doğrulamasının güvencesi olan basit birer araca dönüşürler. Partilerin ve sendikaların ideolojileri isyancılarınkiyle aynı olabilir, fakat isyan ânında isyancılar bu ideolojilerin yalnızca sembolik bileşenlerini algılar. Partiler ve sendikalar bu şekilde hareket ettikleri müddetçe bu gerçekleşmez. Parti ya da sendika yaşamında ideolojinin sembolik bileşenlerinin bir ağırlığı yok değildir ama hiçbir zaman tek ideolojik unsur haline de gelmezler — sınıf partisi ve sınıf sendikası tarihsel zaman ve mekâna gömülü yapılardır; isyan ise tarihsel zaman ve mekânın askıya alınmasıdır. Burada kaçış değil, askıya alma diyoruz zira kaçış genellikle tarihin ıstırabı karşısında güçsüzlüğün kader olarak dayattığı bir tercih olarak anlaşılırken, isyan, yani tarihsel zaman ve mekânın askıya alınması kesin bir stratejik tercihe karşılık gelebilir. O halde söylemek istediğimiz şey, isyanın da kaçış olabileceği ama sadece kaçış olamayacağıdır.

Sınıf partisinin ya da sendikasının varlığına katılım, sınıf bilincinin kendini dışsallaştırdığına inanılan kesintisiz bir dizi eylemin seçimiyle belirlenir. İsyana katılım ise dışarıdan stratejik bir bağlama yerleştirilmiş olarak görülebilen ancak içeriden kesinlikle özerk, yalıtılmış, kendi içinde geçerli, dolaysız sonuçlarından bağımsız olarak görünen, kendi içine kapalı bir eylemin seçimiyle belirlenir.

Bir sınıf partisinin ya da sendikasının üyeleri, stratejik bir olanak olarak bir isyanın gerekliliğine karar verebilirler, ancak partinin ya da sendikanın varlığını da geçici olarak askıya almaya karar verdikleri anlamına gelir bu. Böylesi bir karar, isyanın öngörülebilir sonuçları tarafından dışarıdan, stratejik bir bağlamda  -kendi içine kapalı bir eylem olarak değil, öngörülebilir ve belirlenmiş etkilerin nedeni olarak- değerlendirilerek güdülenebilir. Ancak bu, isyanı iç gerçekliği için değil dış gerçekliği için seçmek anlamına geldiğinden, böyle bir seçim bir azınlık tarafından yapıldığı ölçüde potansiyel isyancıları araçsallaştırır. İsyanın stratejik seçimini yapmayan ama kendisini isyan mahallinde bulan her kim olursa olsun  -ki bu mahal söz konusu seçimi etkin bir şekilde yapanlar tarafından hazırlanır-  araçsallaştırılır. İsyandaki eylemleri, isyan kendileri için stratejik bir seçim olan kişiler tarafından sermayeye dönüştürülür ve kullanılır. Lider kadrosu isyana karar vermiş bir partiye ya da sendikaya üye olan isyancı bile araçsallaştırılır; bir partiye ya da sendikaya üye olmak, partinin ya da sendikanın liderliği tarafından, hatta bu liderler arasında sadece birkaçı tarafından yapılan stratejik isyan seçimine katılmak anlamına gelmez. Bir yanda parti ya da sendika, diğer yanda isyan özünde özerk iki gerçekliktir. Benzer biçimde, bir partinin ya da sendikanın bazı üyelerinin (partinin ya da sendikanın bir kısmının, yani lider kadrolarının değil) isyanı seçmesinin partiyi ya da sendikayı ilgilendirmediği söylenebilir. Ancak, böyle bir iddia çok gerçekçi olmayacaktır, çünkü böyle bir seçim parti ya da sendikayı isyan kararından sorumlu kılmadan gerçekleşebilirken, her durumda  -tarihsel sonuçlar açısından- parti ya da sendikanın rıza göstermeyen, sorumlu olmayan örgütsel yapılarını da isyana dahil edecektir. Bir sınıf partisi ya da sendikası bir isyana dahil olamaz çünkü ölçekleri, kolektif gerçeklikleri, değerleri isyanın değerleri olamaz. Ancak bu teorik bir argümandır sahiden de. Sözünü ettiğimiz anlamda müdahil olmasalar bile, sınıf partisi ya da sendikası, eğer gerçekleşirse, kaçınılmaz olarak isyanın sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktır. Dahası, isyan vesilesiyle, en sorumlu üyeleri, her seçimin partinin veya sendikanın gelecekteki varlığı ve sınıf mücadelesi için belirleyici sonuçları olduğu son derece ciddi sorunlar ve çelişkilerle karşı karşıya kalırlar. Ve isyan anında, partinin ya da sendikanın başındakilerin, istemedikleri isyanı enerjik bir şekilde eleştirirken, onu desteklemeyi seçmeleri gerektiği ortaya çıkabilir.

Spartakist isyan başarısız oldu. İsyancılar, iktidar aygıtları şöyle dursun, onun sembollerini bile ele geçirmeyi başaramadılar. Sona ermesinin akabinde, isyanın, saldırdığı iktidara yaradığı ortaya çıktı büyük ölçüde. Yalnızca 10 gün boyunca süren çatışmalarda Berlin proletaryası çok sayıda eylemcisini ve liderliğinin neredeyse tamamını kaybettiği için değil, yalnızca sınıfın örgütsel yapıları ortadan kalktığı için de değil; aynı zamanda, dört yıllık savaş boyunca kendilerinin askıya aldığı normal zamanı yeniden tesis etmek isteyen iktidar sahipleri için vazgeçilmez olan tarihsel zamanın askıya alınması ve serbest bırakılması gerçekleştiği için oldu bu.

Haddinden uzun bir bekleyiş, kasılmalara yol açma riski taşır; sonuçları zaman yönünden çok uzak olan bir eylem, yıkımların ortaya çıkabileceği o uzun ve dramatik bekleyişe yol açma riskiyle karşı karşıyadır. Bu gibi durumlarda, gücü elinde bulunduranların, haddinden uzun bir bekleyişin yarattığı heyecanın istenen anda ve istenen biçimlerde açığa çıkmasını sağlamaları isabetli bir stratejidir. Aksi takdirde biriken gerilim isyanla değil, devrimle sonuçlanabilir. Başka bir deyişle, şayet bir serbest bırakma bilinçli olarak ateşlenmezse, bekleyişin gerilimi örgütlü devrimci enerjiye dönüşebilir. Böyle bir durumda, doğrudan çatışma muhtemelen çok daha sonra gerçekleşecektir; ancak bu çok daha tehlikeli olacaktır, zira öncesinde devrimci güçlerin sağlamlaştığı uzamış bir doğum yaşanacak ve bu süreç sadece iktidar sembolleri için değil, kapitalist devletin gerçek ekonomik ve sosyal yapıları için de tehdit oluşturacaktır.

İşte bu nedenlerden ötürü Spartakist isyan, tam da karşısına dikildiği güçlerin işine yaradı. Bu güç için normal zamanın yeniden tesis edilmesi hayati önem taşıyordu, bu da ancak isyan ve serbest bırakma yoluyla mümkündü.

Normal zaman sadece burjuva bir kavram değildir, zamanın burjuva manipülasyonunun bir sonucudur. Burjuva toplumuna huzur içinde bir yaşam sürmeyi temin eder. Ama aynı zamanda koşullar elverdiğinde kasıtlı olarak askıya alınabilir: acımasız manevralarını tertiplemek için savaşın efendileri normal zamanın askıya alınmasına her zaman ihtiyaç duyarlar. Seferberlik planları, normal zamanın askıya alınarak savaşın siyasi ve ekonomik gerekliliklerinin zorunlu kıldığı yeni bir zaman deneyiminin olabildiğince çabuk  -birkaç gün içinde- ortaya çıkmasını sağlar. İnsanlar savaş devam ettiği sürece farklı bir zamanda yaşayacaklardır. Diğer bir deyişle, farklı bir zaman deneyimi yaşamaya mecbur bırakılacaklardır. Askerler için saatler nöbet vardiyaları, kesin olarak öngörülen yürüyüş sırası, siper ve tahkimat inşası, saldırılar, belirli hedeflerin imhası temelinde ölçülür. Düzenli olarak ortaya çıkan seyyar sahra mutfağı (özellikle söz konusu dönemden, yani Birinci Dünya Savaşı’ndan bahsediyoruz) değişen ritimlerin önemli bir teyididir. Askerî organizasyon ve cephedeki durum tarafından koşullandırılan yiyecek tedariki, günün ritmini temelden değiştirir. “Çiftçi yorgun argın kulübesine döndüğünde” ya da işçiler siren sesiyle yemekhaneye doluştuğunda değil, dumanı üzerinde veya soğuk şekilde sahra mutfağı bereketiyle ortaya çıktığında yemek yenir. Üstelik kişi, fakir ya da zengin olduğu tahmin edilebilecek ev yapımı yiyecekleri değil, koşulların ve dolayısıyla zamanın hazırlanmasına izin verdiği yiyecekleri yer. Burada zaman faktörü çok daha acımasız bir şekilde belirleyicidir: şayet fazla ölüm olmuşsa, sahra mutfağında yenecek yemeğin miktarı da aynı ölçüde artacak demektir.

Savaş sırasında olağan zaman yürürlükte değildir. Askerler açısından aydınlık ve karanlık arasındaki değişimin sadece askerî operasyonlar için bir anlamı vardır; gece hareket edersiniz, gündüz durursunuz… Bu Birinci Dünya Savaşı’dır ve evlerinde kalan siviller bu kısıtlamalardan İkinci Dünya Savaşı’ndaki şehir sakinleri kadar etkilenmezler; hava saldırıları henüz emekleme aşamasındadır. Ancak, birinci savaş sırasında, şehirlerde ve kırsalda yaşayanlar, siviller bile farklı bir zaman yaşarlar. Birçok burjuvanın evinde, askerlerin hareketlerini renkli bayraklar ya da iğnelerle işaretledikleri bir harita vardır. Hepsi bilir ki, savaş esnasında ne yaparsanız yapın, yaptıklarınız savaşın kerterizinden hesaba katılır yalnızca. Fabrikalarda savaş için çalışılır, evde savaşın ritmine göre yaşanır. Çoğu koca, baba ya da kardeş cephededir. Gelecek için önemli olan her gerçek karar savaş sonrasına ertelenir. Evlerde zaman, Genelkurmay’da olduğu gibi ölçülür. Ve zaman algısının en önemli kipliklerinden biri olan bekleme, Genelkurmay’ın tüm dikkatini verdiği, beklenecek şeylerin zorla inşa edilmesiyle derinden değişir.

Ancak savaş sona erdiğinde, bu dört yıllık bekleyiş bir çıkış yolu bulmalıdır. Dört yıl boyunca bir şeyler beklendi. Bu ‘bir şeyin’ zafer olmadığı ortaya çıktı. Şimdi bu bekleyişe son vermek ve zaman deneyimini değiştirmek gerekiyor. “Barış zamanı, kutsal gece.” Ne yazık ki, vazgeçilmez kutsal gece Kasım 1919 devrimi tarafından yeterince icra edilmemiştir. Berlin’deki Reichstag’dan Cumhuriyeti ilan eden Scheidemann, çok mütevazı bir müjdenin çok mütevazı bir müjdecisiydi. Ne müjdeci ne de müjde zaman deneyimini gerçekten değiştirmeye yeter. Daha fazlası gereklidir – zaman deneyimindeki her gerçek değişim, insan kurbanlar talep eden bir ritüeldir. Hirodes masumları katleden uğursuz bir cellat olarak kaydolmuştur geleceğe. Ancak burada basitçe zalim bir fedakârlıkla karşı karşıya değiliz artık – burada, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, zaman deneyimi ancak kararlı bir zalim fedakârlıkla değişebilir. Her seçim, her eylem, zamanla uyum içinde olmak anlamına geliyordu. Her şey sona erdiğinde, gerçek kahramanlardan bazıları sahneyi sonsuza dek terk etmişti.

Eichhorn’u destekleyen gösterinin sonunda, işçi grupları Sosyal Demokrat Vorwärts gazetesinin ve başkentin tüm önemli gazetelerinin merkezlerini ve matbaalarını işgal etti. Ertesi sabah, 6 Ocak’ta, işçiler banknot basan devlet matbaasını da işgal ettiler. Güvenilir tanık raporları, gazeteleri ve matbaaları işgal etme kararının Berlin Kommandatur’dan ajan provokatörler tarafından kolaylaştırıldığını kanıtlamaktadır.

Aynı gün, devrimci komite isyancılara bazı silahlar dağıttı ve Savaş Bakanlığı’nı işgal etmeye kalktı. İşçi grupları, tren istasyonlarını tamamen kendi istekleriyle işgal etti. Sokaklarda savaş neredeyse durmaksızın devam ederken, devrimci komite toplantılarda uzun saatler harcıyordu — yıpratıcı tartışmaların ardından, komite üyeleri hasımlarıyla müzakere etmenin gerekli olduğu sonucuna vardı. Eşzamanlı olarak Düsseldorf ve Bremen’de işçi ve asker konseyleri iktidarı ele geçirdi, Rheinland’da karşı-devrimci birlikler göğüs göğse çarpışarak yenilgiye uğratıldı. Berlin’de ise binlerce işçi sınıfı savaşçısı, mücadelenin yürütülüş biçimi göz önüne alındığında uzun süre elde tutulması mümkün olmayan stratejik mevzileri savunmak için kendilerini feda ettiler (Berlin, her açıdan sınıf mücadelesinin sert çekirdeğini temsil ediyordu). Karşı-devrimci birlikler 8 Ocak’ı 9 Ocak’a bağlayan gece Wilhelmstrasse’deki Rote Fahne’nin yazı işlerine makineli tüfeklerle ateş açarak bir saldırı girişiminde bulundular; ancak bu saldırı (yersiz) bir tuzak korkusuyla ertelendi. Ayın 9’unda ofisler terk edildi. 10 Ocak akşamı, Sosyal Demokrat hükümet ile Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’nin isyanı seçen kısmı arasında görüşmeler sürerken, Berlin Kommandatur’u hızlı bir saldırıyla, aralarında Georg Ledebour’un ve Ernst Meyer’in de bulunduğu bir dizi Bağımsız sosyalist ve komünist lideri tutuklamayı başardı. Ledebour aslında müzakerelerdeki delegelerden biriydi. 11 Ocak günü şafak vaktinde bu müzakereler tıpkı başladıkları gibi beyhude bir şekilde sonlandı. Aynı saatlerde Vorwärts’ın işçiler tarafından işgal edilen ofisleri ağır bombardımana tutuldu. Askerlerin ilk saldırısını püskürttülerse de iki saat daha süren top ateşinin ardından hayatta kalan 300 kişi kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etmek zorunda kaldı. Askerler Komünist Parti’nin Friedrichstrasse’deki merkezini darmaduman etti; Leo Jogiches ile Hugo Eberlein’i tutukladı. O akşam, Liebknecht’in de katılımıyla, Luxemburg’un Rote Fahne’nin yazı işlerinden ayrıldıktan sonra sığındığı Halle Kapısı’na yakın apartman dairesinde bir toplantı yapıldı. Bu bölge artık çatışmaların merkezinde olduğu için Liebknecht ve Luxemburg, karşı devrimci birliklerin henüz zorla girmeye cesaret edemediği Neukölln’deki işçi sınıfı mahallesinde bir ailenin yanında kalmak üzere oradan hemen ayrıldılar. Bu arada, Vorwärts’ı işgal eden işçilerin teslim olmasından önce ele geçirilen tüm parlamenterler (biri hariç) öldürülmüştü. 13 Ocak’ta, Liebknecht’in ve Luxemburg’un Neukölln’deki nispeten güvenli evlerini terk ederek Wilmersdorf’taki arkadaşlarının yanında kalmalarına yol açan -büyük olasılıkla yanlış- bir haber geldi. Frankfurt’a sığınmayı şiddetle reddetmişlerdi; bu konuda her kesimden ricalar alıyorlardı. Wilmersdorf’ta Liebknecht ve Luxemburg, “yaşananların bilançosunu çıkarmak, olayları ve sonuçlarını tarihin büyük ölçütleri ışığında değerlendirmek” maksadıyla bazı makaleler kaleme aldılar. 15 Ocak akşamı saat 9’da Liebknecht, Luxemburg ve Pieck saklandıkları yerde tutuklanarak Eden Otel’e götürüldüler. Birkaç saat sonra Liebknecht’in cansız bedeni -kimliği belirsiz bir kişinin cesedi olarak- acil servise götürüldü; Luxemburg’un cesedi ise Liechtenstein köprüsünden Landwehr kanalına atıldı, ancak beş ay sonra yeniden ortaya çıktı. İsyan, tarihsel zamanı askıya almaya devam ediyordu: 1919 baharı boyunca Berlin’in işçi sınıfı mahallelerinde Luxemburg’un aslında öldürülmediği, askerlerden kaçtığı ve günü geldiğinde yeniden savaşçıların başına geçerek onları zafere taşıyacağı efsanesi dilden dile dolaştı.


[1] Karl Marx, Capital, Volume 1 (çev. Samuel Moore and Edward Aveling) (Chicago: Charles H. Kerr, 1906), s. 836-7.

[2] Olayların yeniden inşası için temel kaynaklarımız, ayrıntılı bir bibliyografyası Scritti politici’de (Lelio Basso ed.) (Roma: Editori Riuniti, 1967) bulunabilecek olan Rosa Luxemburg’un yazıları ve Paul Frölich (Londra: Victor Gollancz, 1940) ve John Peter Netti’nin (Oxford: Oxford University Press, 1966, 2 cilt) iki temel biyografisidir. Ayrıca bakınız Eric Waldman, The Spartacist Uprising of 1919 and the Crisis of the German Socialist Movement – A Study of the Relation of Political Theory and Party Practice (Milwaukee, WI: Marquette University Press, 1965).

[3] Bağımsız sosyalistler derken Jesi, orijinal metinde hatalı bir şekilde Bağımsız Sosyalist Parti olarak geçen Bağımsız Sosyal Demokrat Parti (USPD) üyeleri için kullanılan yaygın adlandırmayı kastetmektedir. [İng. çevirmenin notu.]

[4] Rosa Luxemburg, ‘The Elections to the National Assembly’ (Aralık 1918) Selected Political Writings içinde (çev. Robert Looker ed., W. D. Graf) (New York: Random House, 1972), s. 288-9.

[5] Rosa Luxemburg, ‘Our Program and the Political Situation’ (31 Aralık 1918) Selected Political Writings içinde (çev. Dick Howard) (New York: Monthly Review Press, 1972), s. 403.

[6] Freiwilligen Landesjägerkorps.

[7] Bağımsız Sosyal Demokrat Parti, Sosyal Demokratların kabul edilemez talepleri (askerî komutanın İmparatorluk Ordusu generallerine geri verilmesi, Polonya ve Rusya’ya karşı savaşın yeniden başlatılması) karşısında 1918 sonunda fiilen hükümetten ayrılmak zorunda kalmıştı.

[8] Rosa Luxemburg, The Rosa Luxemburg Reader (der. Peter Hudis and Kevin Anderson) (New York: Monthly Review Press, 2004), s. 373.


*Furio Jesi’nin Spartakus: The Symbology of Revolt (İng. çev. Alberto Toscano) başlıklı kitabında yer alan “The Suspension of Historical Time” [Tarihsel Zamanın Askıya Alınması] adlı bu bölümü Halil Can İnce çevirdi.