//

Dijital işçiye mektup

Dijital emek, bedenlerimizi yorgun ve tükenmiş hissettiriyor, zihnimizi karıştırıyor ve duygusal olarak bizi yıpratıyor. “Dijital emekçilere” seslendiği bu mektubunda Wark, dijital emeğin bedensel ve duygulanımsal maliyetlerine dikkat çekerken kafelerin armut koltuklarında “kendini gerçekleştiren”, dünyayı geze geze çalışan dijital işçi imajının ardındaki uykusuz saatleri, göz torbalarını ve özgürlük kılığına bürünmüş güvencesiz ve esnek yaşamları da ortaya koyuyor.

Sevgili dijital çalışan dostum,

Umarım her şey senin için yolunda gidiyordur. Aman, başlarım böyle işe. En iyisi baştan alayım. 

Selamlar! 

Birbirimizi tanımıyoruz ama öyle görünüyor ki aynı işi yapıyoruz. Hiç kendini bir ekrana boş boş bakarken ve durmaksızın sağa sola tıklarken bulduğun olur mu? Benim de! Bazen tıpkı benim gibi ekranına bakıp oraya buraya tıklayan başka insanlarla konuştuğum bile olur. 

Dikkat kesildiğimiz uygulamalar ve programlar muhtemelen birbirinden çok farklıdır; ayrıca tık’larınla hangi hünerlerini sergilediğini bilmem de pek mümkün değil. Gelgelelim, yeterince izini sürsek, kuvvetle muhtemel aynı dijital altyapıya bağlı benzer bilgisayarlara sahip olduğumuz ortaya çıkacaktır. Kim bilir, belki biz burada konuştuğumuz sırada bile “ürünlerimiz” dünyanın herhangi bir yerinde, aynı sunucularda, nanometrik aralıklarla yan yana duruyordur. 

Bir partide tanışmış olsaydık belki de anlaşamayacaktık. Belki kendimizi sunma tarzlarımız, zevklerimiz, ilgi alanlarımız farklıdır. Sen benim yaptığım dijital işin işe yaramaz olduğunu düşünebilirsin, ben de senin yaptığının kötü olduğunu düşünebilirim. Ya da tam tersi. Kültürel, siyasal ya da eğitsel geçmişlerimiz açısından oldukça farklı türde insanlar olabiliriz. Bu da ortak paydada buluşmamızı zorlaştırır. 

Muhtemelen sen de benim gibi ikimizin de pek anlam veremediği dijital işlerle uğraşan diğer çalışanlarla etkileşim halinde olmak zorundasın. Örneğin, doktora gittiğinde muhtemelen o da senden ziyade ekrana bakacaktır. Muhasebecin ya da başka birçok profesyonel insan için de aynı şey geçerli. Bir barda içki sipariş ettiğinde garson siparişini dokunmatik bir ekrana girecektir. Tüm bu işlerde gerçekten değişen tek şey bir şey varsa o da tıklamanın çok az bir beceri gerektirdiği, dolayısıyla yerinizin bir başkası tarafından kolayca doldurulabileceğidir. 

Bununla birlikte, pek çok konuda benimle aynı kaygıları paylaştığını tahmin ediyorum: Güvenceli bir iş bulup bulamayacağın ya da böyle bir iş bulsan bile ne kadar süreyle onu elinde tutacağın konusunda; yaptığın işin modasının geçmesi ve yerini daha güncel bir versiyonunun alması konusunda; meslektaşlarınla sosyal dinamiğe uyum sağlayıp sağlayamayacağın ve bunun ne kadar çaba gerektirdiği konusunda; patronunun aptal olup olmayacağı ve onlar aptal olduğu sürece senin de aşağı çekileceğin konusunda; yaptığınız herhangi bir şeyin ve hatta tüm iş kolunuzun uzun vadede gerçekten bir anlamı veya değeri olup olmayacağı konusunda; ödenecek faturalar olmasaydı, mevcut zamanınla yapabileceğin çok daha ilgi çekici şeyler olduğu konusunda…

İster bir yayın hizmeti ister sosyal medya isterse de bir oyun nedeniyle olsun, benim gibi senin de boş zamanının büyük bir kısmı muhtemelen ekranlar tarafından yönlendiriliyor. Dijital boş zaman, dijital emeğin ikiz kardeşi gibidir. Öyle ki dijital emeğinizi ve dijital boş zamanınızı aynı bilgisayarda, aynı ekranda, hatta belki de aynı odada harcıyor olabilirsiniz. Bazen oyunları işime çok benzettiğim zamanlar oluyor. Tek bir farkla: oyunlarda işleri berbat ettiğimde baştan başlayabiliyorum. 

Ekrandan uzaklaşmak için ne yaparsın? Ondan uzaklaşmak gerçekten de iyidir. Ekranda geçirdiğin süreyi telafi etmeye yarayan, dünyayla temas halinde olma hissini karşılayan epey hizmet var. Mesela ben, spor salonuna gitmeyi ve metal yığınlarını yukarı aşağı itmeyi seviyorum. Vücudumdaki kasları kullanmak bana iyi hissettiriyor. Gelgelelim, dürüst olmak gerekirse, kulaklıklarımı takıp podcast veya tekno çalma listelerini dinlediğim bu türden aktiviteler de dijital bir eğlence.

Covid’den önceki son birkaç yılda rave kültürüne geri dönmüştüm. Bu ilk başlarda benim yaşımda olan biri için saçma gelse de daha sonraları dans pistinde bunu kimsenin umursamadığını fark ettikten ve birkaç saat boyunca ritimleri vücuduma vurduktan sonra gerçekten orada olduğumu hissedebiliyordum. Ama sonra DJ’e baktığımda gördüğüm şey artık pikaplar değil, sayısal girdiler ve cihazların birbirine karıştırılmış haliydi. Bu da boş zamanlarımın yine dijitalleştiğini ve bir başkasının dijital emeği haline geldiğini gösteriyordu. 

Bazen gerçekten her şeyden uzaklaşmak istediğim zamanlarda partnerimle birlikte pılımızı pırtımızı toplar, New Yorkluların deyimiyle “şehirden uzağa” gideriz. Orada hem dijital işlerden hem de dijital boş zamanlardan gerçekten uzaklaşabiliyoruz. Daha doğrusu biz öyle hayal ediyoruz, ama sonra Instagram’a pastoral fotoğraflar koyarken buluyoruz kendimizi. Gideceğimiz günü seçmek için hava durumu uygulamasına, rotayı bulmak için de harita uygulamasına her hâlükârda ihtiyacımız var. Dijital olan, karşıtına yönelik arzularımızın içine sızmış gibi görünüyor.

Bir de dijital iş-olmayan dediğim bir şey var. Bunu, karşılığında para almadığım için iş olarak adlandıramıyorum; bizzat zevk almak için seçtiğim bir etkinlik olmadığından dolayı da tam olarak boş zaman diyemiyorum. Örneğin, el çantamda cep telefonumla dolaşırken çeşitli şirketlere hareketlerim sayesinde veriler oluşturuyorum. Bu veriler, kısa vadede şirketlerin bana ne gibi şeyler satacaklarını tespit etmeleri için, uzun vadede ise insanların yaptığı her şeyi modellemek için çeşitli algoritmalara aktarılıyor ki böylelikle makineler bunların bir kısmını insanların yerine yapabilsin. 

Öyle görünüyor ki, dijital olan iş ile analog olan iş arasında keskin bir şekilde ikiye bölünmüş bir dünyada yaşıyoruz. Bu bölünmenin uç bir versiyonunu başına benim yaşadığım türden şeyler gelmiş arkadaşlarım arasında, yani trans kadınlar arasında görüyorum. Enformasyon bilimi ve bununla ilgili diğer alanlarda başarılı kariyerler elde eden trans kadınların sayısında hızlı bir yükseliş var. Bu kadınlar, çoğu trans kadının hayal bile edemeyeceği bir düzende para ve güvence sahibi olmalarıyla trans topluluğunda dikkat çekiyor. 

Öte yandan, seks işçiliği yapan pek çok trans kadın da tanıyorum. Kız kardeşlerin bulabildiği tek iş genellikle bu. Bir öncekinin tam tersi bir istikamet olarak da düşünebilirsin bunu: geçimini dokunmanın analog hazzı üzerinden, hatta yalnızca iyi bir birliktelik, duygusal boşalma ve müşterinin fantezilerini tatmin etme üzerinden geçimini sağlamak. Onların müşterilerinin birçoğunun da bütün gün ekranlarına baktığını ve telefonla konuştuğunu seks işçisi arkadaşlarımdan duyuyorum.

Dijital emeğin ruhsal ve bedensel bir maliyeti var. Dijital emek, bedenlerimizi bok çuvalı gibi hissetmemize yol açıyor; kafamızı bulandırıyor ve zonklatıyor. Duygusal çöplüğe çeviriyor bizi. Bu da en azından kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlıyormuş gibi yapan koca bir endüstri yaratıyor: spaya git ve masaj yaptır, psikoterapistine git ve içini dök, ya da bir seks işçisi tut. Dijital emekten elde edilen verimlilik, duyu ve dokunuşun analog dünyasını yeniden kurmak için her zamankinden daha tafsilatlı ödünler vermemizi gerektiriyor gibi görünüyor. 

Ve yine burada dijital olan sinsi bir biçimde analog olana sızıyor. Örneğin, eskortluk yapan trans kadınlar müşteri bulmak için dijital bir varlığa ihtiyaç duyuyor. Müşterileriyle fiziksel bir ortamda buluşmayanlarsa yalnızca reklam yapmak ve performans sergilemek için değil, aynı zamanda finansal işlemler yapmak için de bir platforma ihtiyaç duyuyor. Emekleri birçok yerde yasal olmadığından geçim kaynakları hizmet sağlayıcılarına bağlı. Birçoğumuzun deneyimlediği şeyi onlar da keskin bir biçimde deneyimliyor: onların dijital emeklerinin ve boş zamanlarının, ve ayrıca bir düzeyde dijital aracılığa bağlı olan analog uğraşlarının arkasında da tüm bu faaliyetleri barındıran, takip eden ve ondan rant elde eden büyük platformlar var. 

Mesele sadece sizin ya da benim dijital emeğimin, bilgi ekonomisinin arayüzlerine, sunucularına ve bağlantı vektörlerine sahip olan dev şirketler tarafından paraya dönüştürülmesi değil. Aynı şirketlerden bazıları bilgilerimize sahip olmakla daha da ilgili görünüyor. Sadece ücretli emeğimize, ücretsiz emeğimize ve boş zamanlarımızda ürettiğimiz verilere değil, aynı zamanda çevremizdeki canlı ve cansız her şeyden koparıp çıkarılan verilere de sahipler. 

Günümüzde iktidarın işleyiş şekli, verilerin kontrolü yoluyla dünyanın kontrolü gibi görünüyor. Hem hükümetler hem de şirketler bu yönde ilerliyor. Bir ürünün fiilen üretilmesi veya bir hizmetin sunulması hem fiili hem de potansiyel faaliyetler hakkındaki bilgilerin kontrol edilmesine kıyasla daha az değerli bir faaliyet gibi görünüyor. Bu açıdan günümüzün hükmetme biçimi, yalnızca gerektiği kadar az sayıda fiili şeye sahip olmak ama görünürdeki her faaliyetten maksimum miktarda veri elde ederek bu sayede gelecekteki tüm olasılıkları öngörmek ve onlara sahip olmaktır.  

Yönetici bir sınıfın, kendilerine ait olmayan bir şeyi gasp edip kendi mülkleri haline getirerek ortaya çıkması ilk kez başımıza gelmiyor. Sömürgeciliğin ve kapitalizmin tarihi budur: toprağı ve kaynakları gasp et; emeği gasp et ve karşılığında bu emeğin kendisini sürdürmeye dahi yetecek bir karşılık vermeden zorla çalıştır; sonra da başka insanların topraklarını ellerinden alarak onları işçi haline getir. Yaşadığımız sürecin marifeti ise artık hepimizin bilgisini ele geçirmeyi ve bunu kendi mülkleri haline getirmeyi de içermesi. 

Bilginin çalınması, mülkiyetinin bizim üzerimizde ve bize karşı kullanılmasına yol açar. Bu, dijital çalışanlar da dâhil olmak üzere her türlü çalışan için kötü bir durum. İşimiz üzerindeki özerkliğimiz, gözlemlenebilir ve ölçülebilir eylemlere indirgenerek sınırlandırılıyor. Buna proleterleşme de denilebilir. Endüstriyel örgütlenmenin zanaat işçilerine yaptığını, enformasyonel örgütlenme bize yapıyor. Sahip olduğumuz beceriler bileşen hareketlerine indirgeniyor. Ölçülebilir olanlarsa makinelere havale ediliyor. 

Bu durum pek çok analog işçi için bizim için olduğundan daha da kötü. Burada seks işçisi arkadaşlarımdan ziyade kamyon ve araba kullanan, depolarda siparişleri hazırlayan, montaj hatlarında ürünleri bir araya getiren ya da mağazalarda insanlara hizmet eden işçileri düşünüyorum. Bunların hepsi daha yakından izlenebilir ve ölçülebilir. Örneğin, bir depo işçisinin yaşamındaki birkaç saniyelik bir duraklama, bir “hareketsizlik raporu” oluşturabilir.

Dijital bir çalışan olarak işinizin analog çalışanların işlerini daha da kötüleştirmek olması çok mümkündür. Ya da sizin işiniz, insanlara işleri daha da kötüleştirmenin analog çalışanlar için bir “yenilik” olduğunu hissettirmek olabilir. Belki de işiniz, kaybettiklerimiz için bir teselli ya da bir telafi sunmaktır. Bazen yazdığım kitapların bunu başardığını düşünüyorum. Bir şeyi yapan dijital bir iş var, bir de o şeyin yapılışını açıklayan, meşrulaştıran ve hatta eleştiren dijital iş var. Ne olursa olsun, yaptığımız iş konusunda her zaman fazla seçeneğimiz olmuyor. Tıpkı analog işçiler gibi biz de işimizin başındayız, çünkü üretim araçlarına sahip değiliz.

Ancak analog işçilerden farklı olarak bizim işimiz, tanımlanmış bir emek süreci içinde bir eylemi tekrar tekrar gerçekleştirmekle ilgili olmayabilir. Bazen işimiz bu emek sürecinin kendisini tasarlamaktır. Ya da onu ortadan kaldırmak, ortadan kalkmasının iyi bir şeymiş gibi görünmesini ve hissedilmesini sağlamaktır. Elbette asıl sorun şu ki, kendi işlerimiz de doğası gereği tasarlanabilir veya rutin hale getirilebilir. Dolayısıyla proleterleşme sürecinin hem öznesi hem de nesnesi olarak köşeye sıkıştırılmış durumdayız. 

Dijital çalışanlar olarak vermemiz gereken karar, çıkarlarımızın nerede yattığıdır. Hükümetlerin ve şirketlerin görevi bizi analog çalışanlar kadar gereksiz ve yeri doldurulabilir hale getirmektir. Pazarlık gücümüz yalnızca yeteneklerimizin benzersizliği kadar iyi. Emek süreçlerinin modüler, tekrarlanabilir, ölçülebilir görevlere dönüştürülmesi, ruhlarımızdan bahsetmek bir yana, işyerlerimizi de yiyip bitiriyor. Bu da demek oluyor ki örgütlenmenin zamanı geldi. 

Bunun için birkaç adım var. Birincisi, ortak ilgi alanlarımız olduğunu kabul etmek. Dijital emek genellikle bireysel bir kariyer meselesi olarak sunuluyor. Kendimizi benzersiz bir yolda olduğumuzu düşünmek üzere eğitiliyoruz. Yakın akranlarımızı rakip olarak görüyoruz. Bazı açılardan buna mecburuz da. Birbirimizle karşı karşıya getiriliyoruz ve bu karşı karşıya getirilme giderek artan bir şekilde şu ya da bu türden “ölçütlere” tabi oluyor. İlk adım, yaptığımız işte bize en yakın olanlarla ortak ilgi alanları bulmaya çalışmaktır. 

İkinci adım, bu ortaklığı tüm dijital çalışanları kapsayacak şekilde daha geniş bir ölçekte düşünmektir. Böylece başkalarını içgüdüsel olarak rakip görmeye daha az eğilimli olabiliriz. Sorun, başkalarının daha az önemli, anlaşılmaz ya da bizim yaptığımıza benzemeyen şeyler yaptığını düşünmekten kaynaklanıyor. Bundan vazgeçmemiz gerekir. Ne de olsa hepimiz ekranlara bakmıyor muyuz? Eğitim ve deneyimlerimizi ‘tıklamak’ için kullanmıyor muyuz? Hepimiz aynı tür şeyler hakkında endişelenmiyor muyuz? 

Dijital çalışanlar arasında ortak bir sınıfsal çıkar olduğunu düşünebilir miyiz? Yirmi yıl önce bizi bir ‘hacker sınıfı’ olarak düşünmeyi önermiştim. Bu çok iyi bir terim değildi çünkü insanlar sadece bilgisayar çalışanlarını kastettiğimi düşünme eğilimindeydi. Günümüz medyası hacker kelimesini suça indirgemiş durumda. Bu yüzden bu kelime işe yaramıyor. En iyisi kendimize dijital çalışanlar diyelim. Çok farklı şeyler yapıyor ve ortak bir kültürü paylaşmıyor olabiliriz ancak hepimizin yaptığı iş, analog emek gücü kadar dijital emek gücüne de dayanan bir ekonomi politik içinde ölçülebilir ve birbirinin yerine kullanılabilir hale geliyor. 

Dayanışmanın bir sonraki evresi kendimizi sadece işçi olarak düşünmektir. Ne olursa olsun, kişinin iş olarak yapmak zorunda olduğu şeylere eleştirel bir gözle bakmak faydalı bir uygulamadır. Yetmişli yıllarda İtalyan feministler, kadınların karşılıksız emeğine dikkat çeken bir slogan olarak ‘ev işleri için ücret’ önerdiler: fabrikada meta üretmeyen ama işçiyi üreten, onu ertesi güne hazırlayan iş. 

Sanatçı Laurel Ptak, ‘ev işleri için ücret’ literatüründen ilhamla onu hasbelkader bir sosyal hareket yapacak bir sanat projesine dönüştürdü: ‘Facebook için ücret.’ Bu, benim burada dijital emek-olmayan olarak adlandırdığım şeyin bir eleştirisi: onlara verdiğimiz tüm bilgileri depolayan ve sonrasında bunları bize karşı iş stratejilerine dönüştüren dev şirketler için bedavaya yaptığımız tüm o şeyler.

Dolayısıyla belki de emek dediğimiz mefhum günümüzde çok daha geniş bir kategoriye karşılık geliyor. İşçi hareketi ucuz edebiyatından gelen işçi imajı (büyük çeneli, eli çekiçli bir adam resmi) artık işe yaramıyor; özellikle de bizi gerçek işçinin fabrika işçisi beyaz bir adam olduğu yönünde modası geçmiş bir imaja hapsetme eğiliminde olduğu için.

Dijital çalışanlar olarak adlandırdığım bizler ile analog çalışanlar olarak adlandırdığım bizler arasında hâlâ idrak etmesi zor farklar olabilir. Bu çok üstünkörü bir ayrımdır ve hiçbir iş asla sadece biri ya da diğerinden ibaret değildir. Buradaki fark, tıklamayı içeren ve içermeyen işler arasından doğar. Bir ekranda seçim yapma işi, dünya üzerindeki bir nesnenin yerini değiştirmek için kişinin bedenini bir dizi değişken hareketle itmesini içeren işten farklıdır.

Bu, biraz daha eski terimler olan kol emeği ve zihin emeği, hatta vasıflı ve vasıfsız emek terimlerine benziyor. Ancak dijital ve analog emek hakkında düşünmenin farklı olasılıkları olabileceğini düşünüyorum. Dijital işin, her zaman için yapılacak en iyi iş olduğu söylenemez. Örneğin, aralarında bu işi daha kontrollü ve kısıtlı dijital emeğe tercih eden oldukça başarılı seks işçileri tanıyorum. Her şeyden öte, bir başkasının yaptığı işi manuel ya da vasıfsız olarak adlandırmak da biraz yargılayıcı görünüyor. 

O halde dijital ve analog emeği düşünelim: bunların ikisi de emektir ancak yapılan iş meta üretimine dâhil edildiğinden biraz farklıdır. Aradaki farklardan biri, analog işlerin çoğunda çalışma günü sona erdiğinde işin de sona ermesidir. Pek çok dijital işte ise işin ne zaman bittiği o kadar net değildir. Hiç uzun bir iş listesi ile işten ayrıldınız ve akşamın geri kalanında bu listenin beyninizde dönüp durduğunu gördünüz mü?

Öte yandan, hepimiz işteki tüm zamanımızın ‘üretken’ olmadığını kabul etmek zorundayız. Bazı zamanlar sadece masamda oturup Twitter arkadaşlarımla takılıyorum. Her zaman iyi kalitede iş çıkarmak zor. Hele ki baştan ölçülebilir bir iş değilse, daha da zor. Meta ekonomileri doğrudan ölçülemeyen şeylerde pek iyi değildir. İşte bu yüzden bugünün yönetici sınıfı, ne kadar keyfi olursa olsun, ölçümlere karşı bir düşkünlük içinde. 

Kaliteli bir şey bulduğumuzda, ekranlarımızdaki bilgileri yapılandırdığımızda, bu kolayca kopyalanabiliyor. Dijital emeğin çıktısını kopyalamak çok ama çok ucuz. Bir şeyi bir kez yapıp sonsuza kadar kopyalamanın şimdiye kadar icat edilmiş en ucuz yolu bu. Dijital işçilik yapmak, bu çıkmazın içinde olmak demektir. Bir yandan, yeni şeyler ortaya koyan bir meta üretimine gereksinim duyarız. Enformasyondan daha kolay hareket ettirilebilecek ve yer değiştirilebilecek bir şey yoktur. Öte yandan, kopyalanması çok kolay olduğundan meta üretimi için gereklidir. Bir örnek verecek olursak bu durum makineler tarafından defalarca kopyalanabilir ve dijital ya da analog çok sayıda işçiye duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaya yol açabilir. Makineler, tek bir örneği defalarca çoğaltılabilir, bu da dijital veya analog birçok işçiye olan ihtiyacı ortadan kaldırır.

Şunu çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki, dijital çalışanlar genellikle analog çalışanların hayatını zorlaştırmak için çalışıyorlar. Çıkarlarımız her zaman örtüşmüyor. Dijital çalışanlar aynı zamanda birbirleri için de hayatı zorlaştırıyor. Dolayısıyla ya hem başkaları hem de birbirimiz için işleri daha da zorlaştırmaya devam edeceğiz ya da tüm çalışanlarla dayanışma içinde olacağız. Yapmamız gereken gerçek seçim bu.

Dayanışma elbette kolay değil. Aynı anda hem farklılıklarımıza dikkat etmek hem de onları bir kenara bırakmayı gerektirir. Farklılıklara dikkat etmemiz gerektiğinden bahsediyorum çünkü toplumsal dünyada göz ardı edilemeyecek pek çok yol vardır ki bunların hemen hemen hepsi, tıpkı diğer tüm bölünmeler gibi, emekten geçer. Kadınların, beyaz olmayanların, queer ve transların, engellilerin çalışma hayatı, hepsinin kendine özgü gerilimleri vardır. Bunların hepsi halının altına süpürülebilirmiş gibi davranmak bize bir çıkış yolu sunmaz.  

Öte yandan kirayı ödemek, yiyecek almak ve benzeri şeyler için emek zamanımızı satmak zorunda olduğumuz bir gerçeklikte, farklılıklarımıza odaklanmak yerine dayanışmanın yollarını bulmak çok daha önemlidir. Her ne kadar ortak noktamız farklılıklarımıza kıyasla somut ve aşikâr olmasa da çok gerçek. Hepimizin nasıl aynı gemide olduğunu görmek için biraz atılım yapmak gerekiyor.

Yine de en iyisi, dayanışmanın olanaklarını en marjinal işçilerin bakış açısından hayal etmektir. Sadece emeklerinin sömürülmesiyle değil, aynı zamanda beyaz olmadıkları, erkek olmadıkları, “cis” olmadıkları için baskı ve ayrımcılıkla da uğraşmak zorunda kalan işçilerin bakış açıları daha bireysel değil, daha evrenseldir. 

Pandemi ile birlikte dijital çalışanlar olarak yaşadığımız pek çok sorun daha da büyüdü ve şehirlerimizde olagelen dijital emeğin analog emeğe ne kadar muhtaç olduğunu gösterdi. Karantina, emek ve boş zaman arasındaki sınırın muğlaklığı, ev ve işyeri arasındaki ayrımın eksikliği sorununu daha da derinleştirdi. Hangimizin aynı zamanda çocuklar ya da yaşlılar için bakım işi ya da ev işi yapmak zorunda olduğu sorunundan bahsetmiyorum bile.  

Bu konudaki farkındalığımız her ne kadar az olsa da istatistikler çiftçiler, gıda üreticileri, kuryeler gibi genellikle en analog işleri yapan ve üretimin devamlılığında kilit role sahip işçilere ne kadar bağımlı olduğumuzu ortaya koydu. Bu işçilerin birçoğu beyaz olmayan insanlardır ve birçok vakada daha yüksek oranlarda Koronavirüs nedeniyle ölmüşlerdir. 

Hepimiz bir aşı istiyoruz. Bunu başarmak hem dijital hem de analog çalışanlara bağlı. Aşıyı yapacak olanlar tıbbi araştırmalarda çalışan dijital işçilerdir; ilaç fabrikalarında ve tedarik zincirlerinde onu üretecek olan ise analog işçilerdir. Ancak biliyoruz ki bunu yapanlar hiçbir zaman ona sahip olmayacaklar. Bununla ilgili bilgiler bir şirketin malı olacak. Ve hepimiz biliyoruz ki, eğer işe yararsa, dağıtımı en çok ihtiyacı olan temel çalışanlara değil, kuyruğa girme gücüne sahip olanlara doğru kayacaktır.

Yine de bu düşünce ve duygularda yalnız olmadığımı umuyorum, sevgili dijital çalışan dostum. Umarım sen de bu duygu ve düşüncelerden bazılarını benimle paylaşıyorsundur. Elbette her konuda hemfikir olup olmamak önemli değil. Bana öyle geliyor ki aynı fikirde olmadığımız zamanlar daha ilginç, sence de öyle değil mi? O halde, ne yapacağız? Keşke bunun cevabını bilseydim. Sanırım politika yapmak ve bu minvalde çözüm önerileri sunmak bana göre değil ama belki senin ilgi alanına giriyordur. Belki de bir durumu değerlendirip etkili bir yol haritası çıkarma yeteneğine sahip insanlar tanıyorsundur. Onlarla konuşalım. Ya da bu kapasiteleri kendimizde bulalım. Çünkü kazanmamız gereken bir dünya var.

Saygılarımla—yo, böyle olmaz. 

Dayanışmayla,
McKenzie Wark


* James Muldoon ve Will Stronge editörlüğünde yayımlanan  “Platforming Equality: Policy Challenges for the Digital Economy” başlıklı derlemenin içerisinde yer alan McKenzie Wark’ın bu yazısı Dilara Öztekin tarafından Türkçeye çevrildi. Metnin tercümesine müsaade ettiği için yazarına teşekkür ederiz.