/

Korona günlerinde sağlık çalışanları

Salgınla mücadelede sağlık merkezlerinin, hastanelerin içerisindeki emek süreci ortaya bir Covid proletaryası çıkarmaktadır. Yani en karmaşığından en basitine burada yürütülen bütün işler ayrıştırılamaz bir değer yaratmaktadır.

"Alkış değil adalet, boş vaat değil emeğimizin karşılığını istiyoruz." Kaynak: Devrimci Sağlık İş

Yazar: Osman Çokaman – Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası Örgütlenme Uzmanı

Salgın, neredeyse tüm kesimleri, birçok konu üzerinde yeniden düşünmeye mecbur bırakırken, bazı gerçekleri de tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Toplumsal yeniden üretim ve bakım emeğinin konumu. Tüm yaşamın etrafında döndüğü sanılan sektörlerin ve işyerlerinin ışıkları sönmüşken, bütün yaşamın idame ettirilmesi neredeyse sağlık ve tedarik zinciri işçilerinin emeğine bağlı durumda.

Peki bu kadar kritik bir konumda olan işçi sınıfının bu kesimlerinin “ahval”i ne halde?

#EvdeKal çağrısı hiçbir zaman gerçek anlamda bir fiziksel izolasyonla virüsün bulaşma riskini azaltmaya dair bir önlem olmadı. Fabrikaların birçoğu çalışmaya devam etti hatta sokağa çıkma yasaklarında bile. Sağlık emeği en ağır şartlarda Covid cephesine sürüldü. Lojistik ve tedarik zinciri işçileri özellikle evden çalıştırılanların emeğinin yeniden üretimi için çalıştırılmaya devam etti. Bu emek döngüsü aslında kendi kişisel önlemlerini çoktan almış burjuvazinin kârını maksimize edebilmeyi garanti altına alma planıdır.

Medya, deniz kenarında spor yaparak #EvdeKal’anların görüntüleriyle renklendirildi, hafta sonu sabah işe gidiş saatinin hemen akabinde yapılan yayınlarla boş sokaklar gösterildi ve sağlık bakanı kahraman ilan edilerek algı inşası tamamlandı.

Ama bu tam bir “hayaller ve gerçekler” durumudur. Burjuvazinin hayalleri ve işçi sınıfının gerçekleri olarak. Hayaller #EvdeKal’mak, evinde ekmek yapmak, sanal müze gezmek, spor yapmak ve bu önlemlerle salgının geçmesini beklemektir. Gerçekler fabrikalarda, şantiyelerde, hastanelerde, marketlerde çalışmaya devam edenlere bulaşan virüsün can aldığıdır. Hayaller evden çalışmayı bir ayrıcalık gibi sunmaktır. Gerçekler evde iş yükünün artması, evde kamerayla izlenme, mesai saati kavramının ortadan kalkması, iş yeri “masrafları”nın çalışanın üstüne maliyet kalemi olarak bindirilmesidir.

Ancak özellikle sağlık emekçilerinin yaşadığı sorunlar, çalışma biçimleri oluşturulmak istenen algıya rağmen üstü örtülemeyen bir gerçeklik olarak toplum açısından görünürlük kazandı.

Alkışlanan kahramanlar mı Covid Proletaryası mı?

Öncelikle sağlık emeğinin üzerinde durmak gerekiyor. Sağlık emeği denildiğinde çoğu durumda hangi kesim akla geliyor? Sürecin içerisinde fedakârca mücadele eden emek ve meslek örgütlerinin bile “Başta hekimler olmak üzere…” ifadeleriyle başlayan metinlerini gördükçe sağlık emeğinin parçalanmış ve ayrıştırılmış bir biçimle algılandığı görülüyor. Oysa sağlık hizmeti bütünlüklü bir sürecin sonucudur ve sağlık emeğinin bütün kesimleri bu süreç içerisinde kritik rol oynamaktadır. Örneğin, bir ameliyatı yapacak olan hekim ancak temizlik personelinin sterilize ettiği bir ameliyathaneyi kullanabilir.

Dolayısıyla salgınla mücadelede sağlık merkezlerinin, hastanelerin içerisindeki emek süreci ortaya bir Covid proletaryası çıkarmaktadır. Yani en karmaşığından en basitine burada yürütülen bütün işler ayrıştırılamaz bir değer yaratmaktadır.

Sağlık emeğinin bu kritik konumu sağlıkçıların gerçekten takdir edilmesi gereken fedakârca çabalarını tüm toplumun gözü önüne serdi. Oluşan duyarlılık sağlıkçılara yönelik sosyal medyadan, ana haber bültenlerinden teşekkür etmeye ve balkonlardan, camlardan alkışlamaya evrildi. Bu duyarlılık aynı zamanda sağlıkçıların sorunlarının da konuşulmaya ve görünür olmasına yol açmaya başladığı noktada bir kereliğe mahsus Cumhurbaşkanı’nın da alkışa eşlik etmesi ve Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan açıklama sonucu sağlıkçılara “Ek ödeme” yapılacağının duyurulmasıyla önü kesilmeye çalışıldı.

Devlet bir yönetme taktiği olarak, ayrıştırarak “takdir” etti

Bakanlık tarafından da sık sık “takdir” edilen sağlık emekçileri sürecin ilk başlarında uzun süre kişisel koruyucu donanım (KKD) olmadan çalışmaya zorlandı. Toplamda hastanelerde salgın sürecinin nasıl yönetileceğine dair bir koordinasyon sağlayamayan Bakanlık, sınırlı sayıda maskeyi ulaştırdıktan sonra bunların nasıl ve hangi usulle dağıtılacağına dair bir düzenleme yapmadı. Bu sefer hastane içerisine yansıyan karmaşıklık herkese eşit bir şekilde KKD ulaşmasının önüne geçti.

Hekimleri öne çıkartan, hemşirelerin emeğini de görece kıymetli sayan haber kanalları, yayınlarında hastanelerde işçi statüsünde çalışanları neredeyse hiç göstermeyerek sağlık emekçileri arasında, hastanelerde olması gereken uyumlu çalışma biçimiyle tezat oluşturan bir önem hiyerarşisinin yaratılmasına katkı sundu.

“Ek ödeme” müjdesinin ardından yayınlanan genelgeyle ortaya hastanelerde işçi statüsünde çalışanların bu haktan yararlanamayacağı ortaya çıktı. Sağlık emeğinin bir kesiminin değersizleştirilmesi ve sağlık emekçilerinin birlikte hareket potansiyelini zayıflatmaya yönelik bir hamle olarak okunması gereken bu uygulama, aslında “Başarılı” Sağlık Bakanlığı’nın ve iktidarın sağlık emeğiyle kurduğu ilişkinin de özeti oldu.

Sağlık emekçilerinin devreden sorunları nelerdi?

Salgın sürecinin, sağlık emeği üzerinde kendisine has etkileri var ve bu süreç sağlık emeğinin üzerinde kalıcı etkiler de bırakacaktır. Ancak hali hazırda sağlık emekçileri geçmişten devreden birçok sorunla boğuşuyor.

Hastanelerde çalışanların iş tanımı farklı sözleşme biçimleriyle yapılmakta. Özellikle 4D sözleşmeli işçiler 696 Sayılı KHK’yla taşerondan kadroya geçirildiler ama kadrolu olmalarına rağmen taşeron çalışma biçimlerinin en kötü şartlarını gündelik çalışma rutini içerisinde görmeye devam ediyorlar. Müdür baskısı, iş tanımı dışında işlere zorlanma gibi durumlarla karşı karşıya kalmanın yanı sıra en ciddi sıkıntılardan biri sağlık emekçisi olmalarına rağmen 17 no’lu sağlık ve sosyal hizmetler iş kolunda gözükmemektir. Taşerondan kadroya geçenlerin çoğu 20 no’lu genel işler iş kolunda gözükürken daha sonradan işe girenlerin 17 no’lu iş kolunda gözükmesi tek bir sendikal örgütlenmenin önüne geçerek işçiyi bölmekte ve örgütsüzleştirmektedir.

657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na bağlı çalışan sağlık emekçilerinin ise sorun başlıkları farklıdır. 3600 ek gösterge hakkından bütün sağlık emekçilerinin yararlanması ve fiili hizmet süresi zammı gibi taleplerle sık sık eylemler yapan memur statüsündeki sağlık emekçileri bu doğrultuda en etkili mücadeleyi yürüten Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’na (SES) yönelik baskılarla örgütsüzleştirilmektedir. Özellikle KHK ile işten çıkarılma, sürgün gibi tehditler sendikayı itibarsızlaştırmak için kullanılmakta ve devlet güdümlü sendikalara üye olmaya yönelik basınç oluşturmaktadır.

Bir başka sorun başlığı ise, eş durumu ya da sağlık nedeniyle tayin gibi haklarından yoksun çalışan 4B sözleşmeli sağlık emekçileri sık sık sosyal medya yoluyla sorunlarını duyurmakta ve çözüm beklemektedirler.

Hekimlerin sorunlarının başında ise hiç şüphesiz sağlıkta şiddet gelmektedir. Eğer salgın koşulları başlamamış olsaydı sağlık örgütlerinin ortaklaşa 15 Mart’ta düzenleyeceği “Beyaz Miting”in en önemli konusu sağlıkta şiddeti önleyecek gerekli ve etkili yasal düzenlemelerin yapılması talebi olacaktı.

Salgın sürecinin sorunları içerisinde sağlık emeği

Sağlık emekçileri ve aslında kamu hastaneleri dahil piyasalaştırılmış sağlık sistemi birikmiş birçok sorunuyla birlikte salgın sürecinin içerisine sürüklendi. Bu birikmiş sorunların içerisinde en önemlileri daha önce de altını çizdiğimiz maske, eldiven, önlük, gözlük gibi kişisel koruyucu donanımın eksikliği, dağıtımındaki organizasyonsuzluk ve koordinasyonsuzluktur. Bunun sonucu olarak sağlık emekçileri virüs karşısında azami riskle karşı karşıyadır. Bu sürecin başından itibaren sağlık emekçilerinin geneline ciddi anlamda bir eğitim verilmemiştir. Kronik rahatsızlığı olan sağlık emekçilerinden bazıları Covid-19 hastalarıyla temas edecek biçimde çalışmaya zorlanmıştır. Birçok hastanede nöbet sistemi salgın sürecinin gereklerine göre düzenlenmemiş ya da sağlık emekçileri arasında bu noktada da ayrımcılık yaparak düzenlenmiştir. Tüm halka yönelik yapılması gereken yaygın test uygulaması sağlık emekçileri arasında bile semptomları gösterenler dışında yer yer yapılmıştır. Ek ödemeler işçi statüsündeki sağlık emekçilerine yatırılmamış, üniversite hastanelerinde döner sermayeden yapılması gereken ödemeler adil olmayan biçimlerde yapılmıştır.

Salgın sürecinin ortaya çıkardığı sorunların doğal sonucu ise sağlık emekçileri arasındaki ayrımın derinleştirilmesi olmuştur. Yine de pek çok yerde sağlık emekçileri bu sorunlar karşısında ortak hareket etme eğilimi göstermiştir.

Sağlık alanında örgütlülük

Sağlık emeği yasalar ve mevzuatla bölünmüş durumdadır. Dolayısıyla farklı meslek grupları gibi farklı örgütlenme düzeylerine sahiptirler. Hekimler arasında etkili bir odak olan Türk Tabipler Birliği (TTB), 6023 sayılı kendi adıyla bir kanuna tabi olarak hekimlerin üye olduğu bir kuruluştur. Son dönemde meslek odalarına, barolara üyelik ve seçim usulleriyle ilgili tartışmadan salgın sürecinde kendine özgü koşullar nedeniyle muaf kalan TTB sık sık iktidarın hedefi haline gelmektedir.

657’ye tabi çalışan sağlık emekçilerinin üye olabildikleri sendikalardan özellikle üçü ön plandadır. İktidara yakın Memur-Sen’e bağlı Sağlık-Sen en çok üyeye sahip sendikadır. Türkiye Kamu Sen’e bağlı Türk Sağlık Sen ve KESK’e bağlı SES de en çok üyeye sahip ilk üç sendika arasındadır. KHK ihraçlarıyla üye sayısı düşen ve kriminalize edilen SES, sağlık emekçilerinin sorunları kamuoyunda tartışıldığında en görünür adres olmayı sürdürmektedir.

Sağlık emekçileri arasında sendikal örgütlülüğün en karışık olduğu nokta 4587 sayılı kanuna bağlı çalışan işçilerin durumudur. Taşerondan kadroya geçiş sürecinde etkili olan ve taşeronların örgütlenme hakkının var olduğunu muvazaa davalarıyla kanıtlayan DİSK’e bağlı Devrimci Sağlık-İş’in (Dev-Sağlık-İş) yürüttüğü mücadeleler sonucu 20.000 üyeye ulaşması aynı zamanda geçmişte bir taşeron işçi hareketi yaratmıştı. Bu gelişmeler karşısında hastanelerde çalışan taşeron işçilerin iş kolunu genel işler iş koluna geçiren devlet bir anlamda Devrimci Sağlık-İş’i devreden çıkarma operasyonu işletmişti. Bunun sonrasında DİSK’e bağlılığını koruyan işçiler arasında, DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasına üyelikler başlamış ancak Genel-İş ve Dev-Sağlık-İş arasındaki tarz farklılıkları nedeniyle işçiler sendikadan uzaklaşmış ve örgütsüz bir görüntü ortaya çıkmıştır. Türk-İş’e bağlı Belediye-İş sendikası özel bir durum olmadıkça hastanelerde çalışanların örgütlenmesine yönelik bir ilgi göstermemiş, ancak Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş sendikası hastane koridorlarında “Hükümetin sendikasıyız” diyerek ve birtakım vaatlerde bulunarak üyelikler yapmıştır.

Sağlık emeğinin bir arada örgütlenmesi

2020 yılının 10. ayında çerçeve sözleşmenin süresinin dolacak olması ve yeni bir toplu sözleşme sürecinin başlayacak olması, iş kolunun 17 no’lu iş koluna sabitleneceği söylentisi sağlık iş kolu sendikalarının gözünü bu alana çevirse de salgın gerçek anlamda araya girmiş durumda. Birçok hastanede salgın sürecinin sorunları etrafında çözüm arayan işçiler Hak-İş veya Türk-İş’e bağlı sendikaları aradıklarında uzmanlar tarafından geri çevrilmektedir. Salgın sürecinde bir şey yapılamayacağını ifade eden “Sendikacı”lar, işçilerin hastaneye gelip durumumuzu görün davetlerini de çoğu defa geri çevirmektedir. Bu durum DİSK’e bağlı Genel-İş sendikası için de çoğu zaman geçerlidir.

Salgın sürecinin başından itibaren hastanelerde sağlık emekçileriyle bir arada olmaya özen gösteren Devrimci Sağlık-İş sendikası ise faaliyetlerini üyelik çalışmalarının yanında esas olarak hastanelerde sağlık emeğinin bir bütün olarak bir arada hareket edebileceği komitelerin örgütlenmesine odakladı. Bu doğrultuda ilk başlarda daha ufak girişimler olarak kalan hastane ziyaretleri özellikle ek ödeme adaletsizliğinden sonra işçilerin daha çok bir araya geldiği protesto niteliğinde alkış eylemleri, dilekçe toplayarak itiraz etme gibi biçimler almaya başladı.

Ek ödeme adaletsizliğine karşı eylemler

Özellikle Ankara’da polis, protesto hareketlerine yönelik önleyici müdahale girişimleriyle sürecin ilk başlarında ek ödemelerdeki adaletsizliğe itiraz eylemlerini gözaltı gibi biçimlerle engellemeye çalıştı. Yine de ortaya çıkan görüntüler sosyal medya kanalları ve özellikle FOX TV Ana Haber aracılığıyla yaygın olarak takip edildi. Hastanelerde işçi sohbetlerinde konuşulmaya başlayan bu durum ufak itirazlar ve hak taleplerine yönelik arayışlar ortaya çıkarmaya başladı.

Ek ödeme adaletsizliğinin ortaya çıkması ve sağlık emekçilerinden Covid-19 sebebiyle ölümlerin gerçekleşmesi sonucu irili ufaklı başlayan alkış eylemleri ülke genelinde yaygınlaşmaya başladı. 17 Nisan “Sağlıkta Şiddete Karşı Mücadele Günü” dolayısıyla hastane bahçelerinde yapılan saygı duruşu ve alkış eylemleri neredeyse tüm Türkiye’de gerçekleşti. 1 Mayıs yaklaşırken yine sorunlarını daha görünür şekilde anlatma imkanları bulan sağlık emekçileri 30 Nisan’da hastane bahçelerinde eylemler gerçekleştirdi. Bu eylemlerde hayatını kaybeden sağlık emekçilerinin fotoğrafları taşındı. Yine bu eylemlerden Ankara’da Hacettepe Hastanesi bahçesindeki eyleme polis müdahale etmek istese de eylem alkışlarla gerçekleştirildi. Mayıs ayı ortası itibarıyla ise örgütlenen alkışlı protestolar kitleselleşmeye ve kamuoyunda daha fazla görünür olmaya başladı.

Ek ödeme adaletsizliğine karşı yapılan eylemler, dilekçeli itirazlar sonucu üniversite hastanelerindeki adaletsiz ödeme biçimlerinden bazıları düzeltildi. Bunun yanında sağlık emeği kendi içerisinde adaletsizliği gidermek açısından hekimlerden işçi statüsünde çalışanlara doğru alınan ek ödemeleri kendi içinde bölüşme gibi dayanışma hareketleri geliştirdi.

Tüm bu süreç ve eylemler sağlık emekçisinin bir arada hareket etme eğilimlerinin güçlendiği, ortak eylem, hastane içerisinde ortak toplantılar ve ortak örgütlenme süreçleri geliştirmeye başladığı bir süreç oldu. Ek ödeme adaletsizliği içerisinde fazla ücret alanla düşük ücret alan ve hiç ödeme almayan arasında gelişen dayanışma hareketleri ise öfkeyi birbirlerine değil de esas sorumluya yöneltmesi açısından kritik. Elbette bu durum örgütlenme düzeyinin görece daha gelişkin olduğu yerler için geçerli. Örgütlenme düzeyi daha düşük yerlerde ise işçi statüsündekilerin memurlara ve hekimlere öfke duyduğu ve sorumluluğu onlara atfettiği gibi durumlar daha yaygın yaşanmakta.

Sağlık emeği nasıl bir stratejiyle ele alınabilir?

Önceden devreden sorunların ve tüm bu salgın sürecinin ortaya çıkardıkları sağlık emekçisinin bir araya gelmiş bir hareket olarak örgütlenme imkanlarını arttırıyor. Ancak yalnızca sendikal örgütlenme düzeyiyle değil toplamda bir halk sağlığı sorunu olarak sağlık emeğinin örgütlenmesi neden önem taşıyor?

Bugün toplumsal yeniden üretimin zorunlu alanlarında çalışma koşullarının iyileştirilmesi, emeğin örgütlü hale gelmesi bir bütün olarak toplumsal alanın halk sağlığı ilkeleri ve kamucu ilkelerle yeniden kurulmasında güçlü bir başlangıç olabilir. Çünkü bu alanlar bir yandan yaşamın devam ettirilmesinde zorunlu alanlarken bu alanlarda emeği değersizleştirmek tam da kapitalist kar mantığının doğal sonucu olarak ortaya çıkıyor. Örneğin hastanelerde sağlık emeğinin güvencesizleştirilmesi ve değersizleştirilmesi sağlık hakkının piyasalaştırılmasıyla doğrudan iç içe geçiyor. Dolayısıyla sağlık emeği gibi kategoriler bir yandan halk sağlığı gibi önemli bir noktada işlev üstlenirken diğer yanda piyasacılığın yıkıcı sonuçları arasındaki gerilimli ve çelişkili ilişkinin tam ortasında. Bu alanda emeğin mücadelesinin sonuçları hangi tarafı güçlendirecekse toplumsal yeniden üretim alanı onun etkisiyle şekillenecektir.

Yani sağlık emeğinin örgütlenmesine dayanan strateji basitçe sağlık emekçisinin ücret etrafında dönen gündelik sorunlarının çözümünden ibaret değildir. Toplamda bir halk sağlığı hareketi olarak da gelişecek bugünün işçi sınıfı hareketinin öncü müfrezeleri arasında yer almaktadır.