Üniversite bahsine kendi gerilimleri ve çelişkileri üzerinden bakmamız gerektiğini, bir tür hipotez olarak öne sürüyorum. Edu-factory tartışmalarına katkıda bulunanların halihazırda belirttikleri gibi, bu çelişkiler kabaca şöyle sınıflandırılabilir: Üniversite hem müştereklerin, bilginin serbest dolaşımının, hem de neoliberal yeniden yapılandırmanın alanıdır. Bu gerilim yalnızca farklı prensipler, yani bilgi arayışına karşılık yarın’ın işçilerinin yetiştirilmesi arasında bir gerilim değil; aynı zamanda farklı yaşam ve düşünce kipleri, yani farklı öznellik biçimleri üreten pratikler arasında bir gerilim olarak görüldüğünde daha anlamlı olacaktır.
Yaşam pratikleri ve öznellikler arasındaki bağlantı derken ne kast ettiğimi örneklemek adına isyankâr üniversite öğrencisi imgesi ve bu imgenin üniversite yaşamı pratikleriyle ilişkisini ele alarak başlayabiliriz. Eğer on yıllar boyunca üniversiteli figürü var olan her şeyin acımasız bir eleştirisini sunan toplumsal başkaldırı ile eş anlamlı olarak düşünüldüyse, bunun üniversitede öğretilen teorilerle değil, belirli bir pratik ve belirli bir yaşayış biçiminden ileri geldiğini söyleyebiliriz. Üniversite dediğimiz şey, öğrenciyi aile evinden, bilindik ve sabit aile düzeninden koparır; komünizm (bir arada yemek, uyumak ve yaşamak gibi pratikler) ile anarşizm (ex nihilo bir toplumsal düzen -iki oda arkadaşı arasında olsa bile- kurma zorunluluğu) arasında bir durum içinde bırakır. Bunun en temelinde iş gibi gerekliliklerden bağımsız, sosyal aktivitelere ve kulüplere ayrılabilecek bir zamanın varlığı yatar. Öğrenci yaşamının kendisinde, derslerden ve sınıftan bağımsız olarak, yeni deneyimler ve yeni yaşayış biçimleri yaratan bir radikallik vardır. Ya da en azından, bir zamanlar vardı (Burayı açacağız). Üniversite hayatının yarattığı bu ‘aradalık’ hâline, öğrenci yaşamının entelektüel müşterek’in özgül bir formu ortasında vuku buluyor olmasını da eklemek gerek. Bu entelektüel müşterek muhtelif biçimlere bürünebiliyor: Kütüphanelerdeki büyük çoğunluğu gözden kaçan kitap yığınlarından, “açık erişim”in daha çarpıcı ve gözle görülür biçimlerine ve üniversite hayatının en keyifli yanlarından biri olan hızlı internet erişimine kadar. Bu farklı pratikleri ve ortaklık biçimlerini birbirine bağlayan şey, hepsinde bilginin ortak ya da kolektif kullanımının ve mülkiyetinin herhangi bir bireysel kullanım ya da üretimin önkoşulu olmasıdır. Entelektüel üretimde bulunmak, makale yazmak ya da deney yapmak gibi işler için başkalarının kolektif ve paylaşıma açık üretimlerine ihtiyacınız vardır. (Bu vurguyu George Caffentzis’e borçluyum.) Bu anlamda, öğrenci yaşamı yalnızca ortaklığa ve herhangi bir çalışmanın temeli olan bilginin serbest ve kolektif değiş tokuşuna değil, aynı zamanda toplumsal deneyimselliğe ve dönüşüme de dayalı olan hakiki bir eğitimdir de.
Öğrenci yaşamının bu yönünün karşısına üniversitenin neoliberal yapılandırılması dikiliyor. Neoliberalizmin kendi politikası doğrultusunda; pratikler, yaşayış ve öznellik biçimlerine yönelik bir yeniden yapılandırma bu. Kamu üniversitelerinin kaynaklarının kesilmesinin ve eğitim ücretlerindeki artışın etkileri yalnızca eğitimin bir özel çıkar alanına dönüştürülmesinde değil, aynı zamanda onun nasıl yaşandığı ve deneyimlendiği üzerinde de bir dönüşüm olarak kendini gösteriyor. Kamu üniversitelerindeki öğrenciler kampüs içinde veya dışında bir işte çalışıyorlar ve genellikle evde yaşamak mecburiyetinde kalıyorlar. Böylece, üniversite öğrenciliğinin ne çocukluk ne de yetişkinlik denilebilecek çelişkili ve müphem öznellik biçimi, yani üniversitenin ‘aradalık’ momenti ortadan kayboluyor. Bugün üniversite yaşamı, çocukluk ile yetişkinliğin iki taraflı baskısı arasında sıkışıp kalmış durumda. Bu ikisi arasındaki uğrak ortadan kalktı; öğrenci şimdi hem ailesine hem de gelecekteki patronlarına aynı anda hesap veriyor.
Üniversitede karşımıza çıkan şey, işte bu ‘eşiktelik hâli’ ve kolektif öznellik üretimine karşı bir cevap olarak görmemiz gereken neoliberal öznellik üretimidir. Michel Foucault’nun neoliberalizm üzerine verdiği derslerde belirttiği gibi, neoliberal teori ve uygulamanın ana veçhelerinden biri insanların birer beşerî-sermaye olarak yeniden kurgulanmasıdır. Bu kurguda bireyi oluşturan her şey; zekâ, görünüş, eğitim, evlilik ya da yerleşim, gelecekteki elde edilecek muhtemel kazanımlar adına yapılan birer zaman ve enerji yatırımı olarak anlaşılmaktadır. Foucault’nun dediği gibi: “Homo economicus bir girişimci, bir şirket, kendi kendisinin şirketi.” (2015, s. 209)[1] Üniversite her ne kadar bilginin paylaşımı ve kolektif kullanımı etrafında gerçekleşen ve müşterekler zemininde mümkün hale gelen bir deneyim olsa da bir o kadar da beşerî-sermayeye yapılan bir yatırım olarak görülmektedir. Özellikle katılımcıları tarafından… Bütün dersler, ders dışı aktiviteler, topluluklar ya da herhangi bir etkinlik özgeçmişe eklenebilecek bir başka satır olarak görülüyor, beşerî-sermayeye yapılan bir yatırım haline geliyor. Hemen hemen bütün üniversite öğrencisi tarafından sıkça tekrarlanan soru “Bunun bana iş bulmamda nasıl bir faydası olacak?” sorusu. Üniversitenin bu şekilde anlamlandırılması yalnızca hâkim neoliberal ideolojinin bir ürünü değil, aynı zamanda yaygın ve bir o kadar da boğucu güvencesizlik hissiyatının ve üniversite kaynaklarında yapılan kesintilerden duyulan endişenin bilfiil ürettiği bir netice.
“Kültür Savaşı” savının taraftarları üniversiteyi kalpler ve zihinler üzerinde yürütülen bir mücadele olarak görmekte haklılar, fakat onu oturttukları bağlam yanlış. Bu mücadele ‘Smith’e karşı Marx’ ya da ‘Batı kanonuna karşı Ötekiler’ benzeri, içeriğe dair bir mücadele olmaktan çok, bilgi biçiminin kendisine dair bir mücadele. Bilgi, etkiler yaratması için dolaşıma girmesi gereken toplumsal bir müşterek mi; yoksa alınıp satılabilen, ancak özel mülk olarak değeri olan bir meta mı? Bilginin değerine ilişkin birbiriyle çelişen bu iki anlayış, üniversite pratiğine ve yapılanmasına içkin bir çatışmayı ifade ediyor. Aynı şekilde, bu iki anlayış üniversitenin fildişi kulesinin ötesine doğru genişleme, toplumsal organizasyona ilişkin iki farklı tahayyülü tetikleme potansiyeli taşıyor: biri meta üzerine kurulu, bilginin, kaynakların ve hakların özel mülkiyetini esas alan, diğeri ise müştereklerden ilham alan tahayyül.[2] Öyleyse, politik olarak önümüzde duran soru şu: Her şeyi mülkiyet ve yatırım nesnesine indirgeyen neoliberal projeye karşı müşterekleri nasıl geliştirebilir, ortaklığı nasıl özneleştirir ve bir yaşam biçimi haline getirebiliriz?
[1] Foucault, M. (2015). Biyopolitikanın Doğuşu: Collêge de France Dersleri (1978-1979). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları: İstanbul.
[2] Bu tartışma için: Nick Dyer-Witheford, “The Circulation of the Common” http://www.geocities.com/immateriallabor/withefordpaper2006.html.
*Bu metnin orjinali “The Edu-factory Collective” tarafından hazırlanan Toward a Global Autonomous University: Cognitive Labor, The Production of Knowledge, and Exodus from the Education Factory başlıklı kitap içerisinde bulunuyor. textum‘un Üniversite: Eğitim, Bilim, Mücadele dosyası için Emir Aydoğan tarafından Türkçeye çevrildi. Metnin tercümesine müsaade ettiği için Jason Read’e teşekkür ederiz.