/

Vincennes: Zayıf düşünceye karşı düşüncenin militan gücü

Vincennes’in felsefe bölümü, hocaları-öğrencileri ve müfredatı özelinde baktığımızda da bu deneyimin bir zamanlar ‘‘militan bir güce’’ sahip düşüncenin (siyasal düşüncenin/siyaset teorisinin/felsefesinin) o günden bugüne ‘‘zayıf düşünce’’ye nasıl teslim olduğunu göstermesi açısından da çarpıcı.

Genel Emek Konfederasyonu'nun bir grevine katılan Vincennes Üniversitesi öğrencilerinin korteji. Vincennes, L'université perdue (2016) adlı belgeselden alınmıştır.

1969 yılında, 68 isyanlarının hemen ertesinde, Paris’in Vincennes ormanlarında, adını ormandan alan bir üniversite kurulur: Centre Universitaire Experimental de Vincennes (Vincennes Deneysel Üniversite Merkezi). Michel Foucault’dan Jacques Lacan’a Gilles Deleuze’e Helene Cixous’dan François Chatelet’ye Jean François Lyotard’a Noam Chomsky’ye kadar birçok sıkı, ‘‘militan’’ düşünürün yolunun kesiştiği bir yer, hiyerarşi gözetilmeksizin işçi-öğrenci genç-yaşlı herkesin dersleri takip edebildiği bir merkez, 68 isyanlarının somut bir ürünü… Okul daha sonra, 1980’de, ileride cumhurbaşkanı da olacak olan dönemin Paris belediye başkanı Jacques Chirac ve eğitim bakanı Alice Saunier-Seite’nin işbirliğiyle yıkılarak Saint-Denis’ye taşınır. Şimdiyse adı Universite Paris VIII.

Neoliberal mantığın yüksek öğretim de dahil hayatın her alanına sızdığı günümüzde, Fransa’da gerçekleşmiş –adı değiştirilerek, mekânı taşınarak unutturulmaya çalışılan– böylesi bir deneyimin kapitalist toplumsallığın eğilimlerine karşı durma ve onun zıttı değerlerin kalesi olma çabasını hatırlamanın etik-politik bir anlamı olduğu aşikâr (aşikâr, çünkü anlatılan senin hikayendir).

Aslında burası bir okuldan ziyade bir ‘‘örgüt kampı’’, bir ‘‘endoktrinasyon’’ ve ‘‘ideoloji’’ merkeziymiş gibi görünüyor. Elbette burada endoktrinasyonu, ideolojiyi olumsuz bir anlamda, bir ‘‘yanlış bilinç’’ olarak kullanmıyorum. Zira zihnin bembeyaz, tertemiz, çatışmasız ve çelişkisiz bir yüzey değil de, aksine, sistemik klişelerle, düşünce kalıplarıyla, direnç noktalarıyla, birbiriyle çatışan kuvvetlerle dolu, fokur fokur kaynayan, yaşayan bir yüzey olduğunu düşünüyorsak, ‘‘beyin yıkama’’ bazen iyi bir şeydir; düşünceyi hâlihazırda ele geçirmiş olan klişeleri ve kalıpları, ‘‘tarafsız’’ ve ‘‘özgür düşünce’’ kisvesi altında düşünceyi sahip olduğu eleştirel güç-kudretten ayıran ve zayıflatan kapitalizmin kendiliğinden ideolojisini, ya da Marx’ın Ruge’ye mektubunda söylediği gibi etrafını saran o ‘‘mistik bilinci’’ dağıtmayı, ‘‘kendisi ile alakalı rüyalardan uyandırmayı’’, her durumda bir ‘‘fikirler savaşı alanı’’ olan zihnin kendisinin ayırdına varmasını, önüne gelen cevabı hazır sorulara cevap vermek yerine soruları sorunsallaştırmasını sağlar. Vincennes’in felsefe bölümü, hocaları-öğrencileri ve müfredatı özelinde baktığımızda da bu deneyimin bir zamanlar ‘‘militan bir güce’’ sahip düşüncenin (siyasal düşüncenin/siyaset teorisinin/felsefesinin) o günden bugüne ‘‘zayıf düşünce’’ye nasıl teslim olduğunu göstermesi açısından da çarpıcı.

***

Okul, 1968’in o hararetli günleri ertesinde geleneksel üniversite kurumuna yönelik eleştirilerin (elitist, anti-demokratik, bürokratik vs. işleyiş), yeni bir pedagoji, yeni bir akademi taleplerinin yükseldiği bir dönemde bu talepler etrafında şekillenir. Öte yandan, Paris’i ‘‘militan öğrenci yuvası’’ haline gelmiş üniversitelerden ve ‘‘Mayıs hareketinin kötü çocuklarından’’ temizleme işi de, cumhurbaşkanı Charles de Gaulle ve eğitim bakanı Edgar Faure’ün karşısına bir zorunluluk olarak çıkar. Ve neticede savaş sonrasının huzursuz gençlerini Paris’ten ve Paris’i de ‘‘olay’’lardan uzak tutmak adına Vincennes ormanlarının ortasında, Sorbonne dekanı Raymond Las Vergnas ve Helene Cixous önderliğinde yavaş yavaş bir üniversite, ‘‘deneysel bir merkez’’ belirmeye başlar.

Arka plandaki gelişmelere baktığımızda aslında günümüz Türkiye’sinde bir AKP projesi olarak karşımıza çıkan ‘‘her ile bir üniversite’’ mantığına benzer bir mantığın o dönem Fransa’sında da (farklı saiklerle de olsa) işlediğini görüyoruz. 1945 yılından sonra –anlaşıldığı kadarıyla– plansız bir şekilde artmaya başlayan öğrenci sayıları (1945’te 123 binden 1967’de 504 bine), hükümetin karşısına bir problem olarak çıkar. Öğrenci sayılarındaki bu kontrolsüz şişkinliğe karşılık hükümet ilk etapta çözümü öğretmen sayısını artırmakta bulur (1959-1967 arası sosyal bilimlerde profesör, asistan, okutman sayısı 974’den 3908’e çıkar); elbette bu artan öğretmen sayısına yeni açılan üniversiteler eşlik eder (1930’daki 24 üniversite 1968’de 40’a çıkar). Paris’in göbeğindeki (68’in kaleleri olan) ‘‘kendi duvarları arasına kapanmış’’ Nanterre, Sorbonne gibi üniversiteler de yeni departmanlar, yeni hocalar ve yeni öğrencilere kendini ayarlamak zorunda kalır.

1979 yılındaki bir genel grev sırasında Vincennes Üniversitesi öğrencileri
Fotoğraf: Jean-Louis Boissier

Hükümetin sanki bu saydığımız toplumsal talepleri kabul edercesine Vincennes deneyimine girişmesinin iki nedeni olduğu söylenebilir: birincisi, eleştirileri dinlediğini ve dikkate aldığını gösterip ikinci bir ‘‘68 isyanı’’nın oluşmasını önlemek; ikincisi de, düzeni tekrar tesis etmek adına, militan ve solcu öğrenci yuvası haline gelmiş Paris’in merkezindeki üniversitelerden bu öğrencileri dağıtmak. Hükümetin, yeni okullar açma politikasıyla hem öğrencileri uzağa göndererek hem de ‘‘işsiz’’ akademisyenleri kitlesel çapta istihdam ederek bir taşla iki kuş vurmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu okulların kurulmasına dair bir toplantıda ‘‘tarihte devrimlerin sadece devrimciler tarafından gerçekleştirildiği bir olay yoktur, daima reformistleri de yanlarına almak zorundalar, biz de bunun asla gerçekleşmemesini sağlayacağız’’ diyen Edgar Faure’ün söyleminde bunu açıkça görebiliyoruz.

İlk etapta 7500 kişilik bir yer olarak tasarlanan Vincennes Deneysel Üniversite Merkezi 1978-1979 döneminde 32000 kişiye kadar çıkar. Aslında açıldığı ilk dönemde de fazla öğrenci çekemez. Vincennes’in ilk etapta öğrenci bulmakta çektiği sıkıntının bir nedeni, o dönemde geleneksel Fransız sosyal bilim fakülteleri esasen hoca yetiştirmek üzerine uzmanlaşmışken Vincennes’in deneyselliğinin bu açıdan öğrencilere biraz soğuk gelmesi olabilir. Vincennes’in döneminin en radikal ve militan üniversitesi olmasının bir nedeni de temelde bu deneyselliğinde yatar: Akademiyi iş bulma kurumu olarak değil militan düşüncenin yuvası olarak gören öğrencilerin ve hocaların burada barınıyor olması (okulda elbette daha reformist öğrenci ve hocalar da vardır). Bu deneyselliğe paralel olarak Vincennes’in popülasyonuna dair en dikkat çeken özelliklerden bir tanesi lise diploması olmayan öğrenci sayısının fazlalığı ve öğrenci profilinin çeşitliliği. Vincennes esnek hafta sonu ve akşam dersleriyle okuldan atılmış, okuyamamış, çalışmaktan okumaya zaman bulamamış, hali hazırda yarı veya tam zamanlı çalışan vs. herkesin tercih ettiği bir yer haline gelir. Bunun yanında, en fazla yabancı öğrenci ve hocanın (birçoğu siyasi mülteci) barındığı üniversite de Vincennes’dir (1976’da yüzde 46).

Okulun ilk dikkat çeken yanlarından birisi hocaların işe alınış sürecidir. Fransız akademisinde o dönem üniversitede işe alınma süreci daha eski hocaların kararının belirleyici olduğu, gerontokratik bir prosedüre dayanıyordu. Ama bu, ilk kez kurulan bir okulda elbette mümkün değildir ve Sorbonne ile Nanterre hocalarından bu görev talep edilir. Bu talep ilk başta Sorbonne ve Nanterre’deki hocalar tarafından reddedilince Vincennes’in ilk hocalarını seçecek olan, Las Vergnas’ın ifadesiyle, ‘‘neredeyse törensel sayılan geleneksel akademik işleyişi by-pass eden’’, 24 kişilik bir Oryantasyon Komitesi’nin kurulmasına karar verilir. Bu komisyonun üyelerinin seçiminde iki kriterin belirleyici olduğu söylenebilir: ilki, hükümetin itimat ettiği isimler olmaları ve ikincisi de, ‘‘solcu’’, ‘‘komünist’’ hocaların seçilmesini kabul etmeleri.

Bu komisyonun şekillenmesinde Georges Canguilhem, Vladimir Jankelevitch, Jacques Derrida, ayrıca Helene Cixous, Pierre Dommergues gibi isimlerin büyük etkisi olduğunu görüyoruz. Bunun yanında, özellikle Cixous tarafından Lacan, Barthes, Deleuze gibi isimlerin de sürece katkı vermesi sağlanır; Cixous ayrıca Jean-Claude Passeron, Nicos Poulantzas, Michel Deguy ve Tzvetan Todorov gibi isimlerin sosyoloji ve edebiyat bölümlerinde ders vermesine de ön ayak olur. Jean-Luc Godard bile sinema bölümü için düşünülür ancak bakanlık tarafından kabul edilmeyerek bu bölüme Marie-Claire Ropars seçilir. Dommergues’in tabiriyle ‘‘geleneksel hocaların aksine eğitimlerinin sonuna gelmiş, parlak gençlerin, pedagojik ve düşünsel olarak yenilikçi, 68’de barikatta bulunmuş, Mayıs ruhuna sahip çıkan’’ genç hocaların seçilmesi şart koşulur. Elbette, geleneksel usulden oldukça farklı olan bu işleyiş hükümetten bazı isimlerin tepkisini çeker.

***

Felsefe bölümüne bakacak olursak, bölümün ilk başkanlık görevini Michel Foucault yürütür (Vincennes ile ilgilenmeden önce ise kafasında Georges Canguilhem ve Raymond Aron’un da desteğiyle Sorbonne’da bir yer kapmak vardır fakat bu gerçekleşmeyince yeni adres artık Vincennes’dir). Gelir gelmez de ‘‘Fransa’da felsefenin en iyilerini’’ etrafında toplamaya başlar. Önce Deleuze’e gider, sonra Michel Serres ile iletişime geçer, sonra da École’lü felsefecileri, Althusser ve Lacan’ın öğrencilerini toplamaya başlar. Bu süreçte Judith Miller, Alain Badiou, Jacques Ranciere bölüme dahil olurlar. Bu seçimlerde bu isimlerin politik duruşu elbette büyük rol oynar; Foucault bu saydığımız isimlerin bölüme kattığı Maocu etkiyi dengelemek adına Henri Weber gibi bir Troçkisti, Etienne Balibar gibi Komünist Parti üyesini de bölüme alır. Ve bu ‘‘militan ortam’’da bir tür moderatörlük görevi görmesi adına da François Chatelet’yi çağırır.

Bölümün müfredatına bakacak olursak ‘‘Revizyonizm-Solculuk’’, ‘‘İdeoloji Kavramının Oluşumu’’, ‘‘Marsizm-Leninizmin İkinci Aşamasının Teorisi: Stalincilik’’, ‘‘Hapishane Mücadelelerinin Tahlili’’ (Jacques Ranciere) ‘‘Kültürel Devrimler’’, ‘‘Marksizm-Leninizmin Üçüncü Aşaması: Maoculuk’’ (Judith Miller) ‘‘İdeolojik Savaş’’, ‘‘Hegel’de Çelişki’’, ‘‘Sınıf Savaşı İçinde Bilim’’, ‘‘Proleter Bilgi Teorisi’’ (Alain Badiou), ‘‘Marksist Felsefe ve Toplumsal Formasyonun Bilimi’’ (Etienne Balibar), ‘‘Fransa’da Aşırı Solun Yapısı’’ (Henri Weber) gibi dersler verilir. Öte yandan, özellikle Foucault ve Deleuze öncülüğünde, cinsellik, arzu, libido gibi kavramların odağa alındığı tartışmalar da yapılır: Deleuze ‘‘Mantık ve Arzu’’, ‘‘Spinoza’nın Mantığı’’, Foucault ‘‘Cinsellik Söylemi’’, Lyotard ‘‘Politik Ekonomi ve Libidinal Ekonomi’’, Jean Paul Magis ‘‘Erotizm ve Pornografi’’ gibi dersler verir.  Bir ayağı üniversite ‘‘dışında’’ yürütülen politik mücadelelere basan bu derslerin yanında daha ‘‘akademik’’ sayılabilecek dersler de vardır: Serres’in pozitivizm ve Yunan rasyonalitesi ile matematik arasındaki ilişkiyi incelediği dersleri, Chatelet’nin verdiği ‘‘Yunan Siyasal Düşüncesi’’, ‘‘Yunan Felsefesinde Özdeşlik ve Çelişki’’ ve ‘‘Felsefe Öğretiminin İdeolojik İşlevi’’ dersleri, Deleuze ve Foucault’nun verdiği –elbette daha deneysel sayılabilecek– felsefe tarihi dersleri…

Gilles Deleuze’ün 1975 yılında Vincennes’de verdiği bir felsefe dersinden © Getty / Hervé GLOAGUEN

Bazı açılardan bir felsefe bölümü müfredatı mı yoksa ‘‘Sovyet işçi eğitim müfredatı’’ mı olduğu belli olmayan bu ders programının bana kalırsa en çarpıcı tarafı bir felsefe bölümünün böylesine pratik, okul dışındaki politik mücadelelerle sıkı sıkıya ilişkili dersler açmış olması. Badiou’nün ifadesiyle bütün hocaları ‘‘aslında öğrenci hareketine Marksizm-Leninizmi aşılamanın yollarını arayan siyasi militanlar’’ olan böylesi bir felsefe bölümü, bize felsefeyi ‘‘dünyayla, olaylarla, politik bağlılıkla ilişkilenen bir disiplin’’, militan pratik ile ilişkili bir direniş mekanizması, bu pratiğin işine yarayacak teorik araçları sağlayan bir fabrika olarak düşünmemize imkân veriyor.

Ve elbette böylesi bir programın tepki çekmemesi de imkansızdır. Örneğin, eğitim bakanı Faure üniversitelere fazla özgürlük verdiği ve ‘‘vergileri solcuların hizmetine sunduğu’’ yönlü eleştiriler alır. Daha sonraki yıllarda eğitim bakanlığı görevini üstlenecek Olivier Guichard da hem okul ortamının liberal atmosferini hem de müfredatın bu Marksist-Leninist karakterini tasvip etmediğini açıkça belirtir ve felsefe bölümünün diplomasının geçerliliğini askıya alır. Vincennes felsefe bölümünün ‘‘fazla özelleştirilmiş’’, ‘‘fazla taraflı’’ olduğunu ve ‘‘ileride felsefe hocalığı yapacak insanları doğru dürüst bir felsefe tedrisatından geçirmediğini’’ söyleyen Guichard’a karşı Foucault, ‘‘felsefenin asla sadece felsefi kanonlar ve skolastik metinler üzerine bir yorumsama faaliyeti olamayacağını, mevcut dünya işleyişine dair bir düşünme faaliyeti olduğu ve dolayısıyla zorunlu olarak politik olduğu’’ yönlü bir cevap verir. Felsefenin işlevi ve özerkliği, akademinin neye hizmet edeceğine dair okul ve hükümet arasındaki bu tartışma farklı bir biçimde, müfredatın nasıl olacağına dair okulun kendi bileşenleri arasında da cereyan eder. Örneğin okul işleyişinin tartışıldığı bir toplantıda ‘‘kurucu metinler’’ ve epistemolojiye odaklı bir müfredatı savunan Balibar ile Chatelet ve bunu ‘‘fazla akademik, demode’’ bulan Foucault ile ‘‘siz bizim bilgiye inanmamızı istiyorsunuz ama bilgi politik gerçekliktir, öğrenci isyanlarıdır, teknik değil’’ diyen Ranciere iki karşı tutumu temsil ederler.

Bu tartışmalarda öğrenciler de okulun esas bileşenleri olarak aktiftir ve Guichard felsefe bölümün akreditasyonunu askıya aldığında büyük bir toplantı organize edilip bir bildiri yayımlanır: ‘‘Guichard ve burjuvazinin karşı çıktığı şey tam olarak budur: devrimcilerin üniversite ve liselerdeki yurttaşlık hakları. Bizim felsefe bölümünü savunarak karşısında durduğumuz şey de budur. Liselerde disiplin komisyonlarının politik baskılarına ve çürümüş eğitim sisteminin ideolojik baskısına karşı verilen mücadelenin aynısı veriyoruz’’. Maocu öğrencilerin yayımladığı bu bildiriye karşılık Maocuların ‘‘revizyonist’’ dediği Vincennes Komünist Parti Üyesi Felsefe Öğrencileri Çevresi isimli başka bir grup da klasik felsefeyi savunan ‘‘Beşerî Bilimleri ve Felsefeyi Savunalım’’ başlıklı bir bildiri yayımlar. Aynı grup başka bir bildiride de felsefe eğitiminin mesleki amaçlarını tartışır; öğrenciliğin esasen emek pazarına bir geçiş aşaması olduğunu ve dolayısıyla felsefe bölümünün bu ihtiyaca yönelik bir eğitim de vermesi gerektiğini savunurlar: ‘‘Bu koşullar altında mesleki bir eğitim de gerçek bir felsefe eğitimi kadar gereklidir. Vincennes felsefe bölümü geçen sene bu ihtiyacı görmezden gelmeyi seçti. (Bazı istisnalar dışında) böylesi bir eğitimin olmaması, sorumsuz bir liberallik bölümü uyumsuzluğa ve bilgi üzerindeki kontrolünü yitirmeye götürüyor’’.

Öğrenciler arasında da tartışmalar yaratan bu akreditasyon meselesinden kısa bir süre sonra Judith Miller bir röportajda Vincennes hocalarının öğrencilerin istekleri doğrultusunda bir eğitim verdiğini, ‘‘kapitalist toplumun bir parçası, bir devlet aygıtı’’ olan üniversiteyi aslında ‘‘yok etmeye, burjuva toplumun amaçları açısından işlemez kılmaya’’ çalıştıklarını söyler. Bu açıklamanın peşi sıra üniversitedeki işine son verilir. Ve bu da Vincennes’de gerilimi yükseltir, polis saldırılarına, işgallere yol açar.

1980’lere gelindiğindeyse okulun profili, okuldaki atmosfer dramatik bir şekilde değişmeye başlar. Okulun eğitim müfredatı da bundan nasibini alır; 1982’den sonra okulun tekrar lisans ve lisansüstü seviyelerde akredite olması için izinler alınmaya başlanır. Okulun bu ‘‘hizaya gelişi’’nin birkaç sebebi olduğu söylenebilir. Her yeni dönem öğrencilerin militanlıktan uzaklaşması, elbette bunun nedeni olarak da 1980 sonrası dünya genelinde sol düşüncenin gerilemiş ve neoliberal mantığın etkisini artırmış olması, ekonomik kriz ortamı, diğer yandan bu militan düşünceyi desteklediğini söyleyebileceğimiz hocaların emekliliği veya ölümü sayılabilir. Ulusal Değerlendirme Komitesi, o dönemki kırılmayı şu şekilde ifade ediyor: ‘‘Entelektüel ve düşünsel açıdan Paris VIII felsefe bölümü yeni bir ruh kazanmak veya diğer felsefe bölümleri gibi normal bir felsefe bölümü haline gelmek arasında bir yol ayrımında gözüküyor. Kültürümüz açısından bu ruhun halen nefes aldığı bir yerin olması ise önemlidir.’’

***

Vincennes’deki eğitim modelini hiyerarşik, ilerlemeci ve bürokratik olmayan bir model olarak tarif edebiliriz. Hiyerarşik, ilerlemeci ve bürokratik değil, çünkü derslere katılımda ne bir dönem ne bir bölüm ne de öğrenci olanlar ve olmayanlar ayrımı işliyor: Aynı dersi çok farklı yaştan, çok farklı dönemden, farklı bölümlerden ve esasen öğrencilik çağını geride bırakmış çok farklı meslekten insanlar takip edebiliyor. Okulun esas çabasının (68 sonrası kurulduğunu da hatırlarsak) tam da işçi-öğrenci bağını kuvvetlendirmek, bölümler arası akademik iş bölümünü olabildiğince aşmak olduğu da söylenebilir. Bu tarz bir felsefe eğitimi, Chatelet’in tabiriyle ‘‘felsefeyi günümüzde yaşama deneyimine’’ veya Deleuze’ün tabiriyle ‘‘felsefenin felsefi olmayan ile kurduğu olumlu bir ilişkilenmeye’’ tekabül ediyor.

Vincennes Üniversitesi içinde bir “örgüt masası”
Fotoğraf: Jean-Louis Boissier, 1980

Deleuze için, özgürce düşünemeyeceği gerekçesiyle üniversiteden gelen teklifi reddedip özel bir düşünür olmayı devlet profesörlüğüne tercih eden ve mercek camı üreterek yaşamını sürdüren, Etika’sını hem akademik bir mesai ayrılacak denli derinlikli hem de sıradan bir insanın okuyup gündelik yaşamına uygulayabileceği denli yüzeysel yazabilen, yaşadığı gibi düşünüp düşündüğü gibi yazmaya gayret eden bir felsefi tutumu simgeleyen Spinoza’nın ‘‘filozofların prensi’’ olması, Deleuze’ün de aynı şekilde herkesin katılımına açık kamusal sohbetlerle düşüncesini kamulaştırmaktan geri durmaması, bana kalırsa, karşımıza iki tür akademisyen profili çıkarıyor: Bir yanda, aslında devlet memuru olmasına rağmen entelektüel gibi davranma konformizmini terk etmeyen, kendine sunulan alanda konuşmayı seçen ‘‘devlet profesörleri’’, diğer yanda ise kendine sunulan alanı terk edip konuşması yasak alanları ihlal etme cesaretini gösterebilen, akademi denilen şeyi (bir devlet aygıtı olan) üniversitenin dışında (da) yaşatmaya çabalayan ‘‘özel düşünürler’’[1].

Bu ayrıma siyasal düşünce tarihinden (ya da, Ellen Meiksins Wood’un tercih ettiği şekilde, siyasal düşüncenin ‘‘toplumsal’’ tarihinden) baktığımızda, buradaki en temel soru, ‘‘insanların siyasal iktidarın yönetimine nasıl tabi kılınacağı’’ sorusu etrafında şöyle bir ayrım karşımıza çıkıyor: bir yanda Platon, Cicero, Nizamülmülk, Machiavelli, Hobbes vs. gibi siyasal iktidarın bu tabiiyet ilişkisini koruması ve egemenliğini sürdürmesinin yollarını arayan ‘‘devlet adamları’’, diğer yanda ise ‘‘heretik’’ düşünürler. Başka bir deyişle, bir yandan siyasal düşünceyi devletin hizmetinde geliştiren, yönetenlerin daha iyi yönetmesine yönelik, yönetenler için yazan düşünürler ve öte yanda bu yönetimin işleyişini, tabiiyet-egemenlik mekanizmalarını tahrip etmek üzere yönetilenler arasından, onlarla birlikte onlar için yazan düşünürler: Blanqui, Rousseau, Marx, Lenin, Rosa, Gramsci vs.

Bu açıdan, okulun ‘‘zayıf düşünce’’ye karşı teorinin ‘‘militan gücü’’nü taşıdığını söylemiştik[2]. Siyasal düşüncenin militan gücü derken, zayıf düşünceye teslim olduğunu söylerken ne kastediyoruz peki? Zayıf düşünce, Emrah Göker’in tabiriyle, ‘‘kişinin dünyasının dil ile sınırlandığı buyruğuna teslim olduktan sonra, aklı muğlaklaştıran, farklılığı (ne için olduğunu bilmese de) kutlayan ve kutsayan, herhangi bir şeyi kanıtlamanın imkansızlığına boyun eğen, kendini insan tecrübelerinin çeşitliliğini takdir etmekle görevlendiren, ütopyayı siyaseti, devrimi, felsefeyi tasfiye eden’’ bir üretim biçimidir. Bunun karşısında ise düşüncenin aktüelleşmesi, yapıp etme kudretinden ayrı düşmemesi, ete kemiğe bürünmesi anlamında düşüncenin militan gücünü kastediyorum. Ve günümüzde, bana kalırsa, siyasal düşüncenin krizi tam da kaybettiği bu konumda, üniversiteye sıkışarak yerleştiği bu sözde-tarafsızlıkta, ya da Marx’ın Ruge’ye mektubunda dediği gibi, ‘‘tüm varolan şeylerin acımasız eleştirisi’’ gücünü kaybetmesinde yatıyor. Ulus Baker’in günümüzde sosyal bilimlerin ‘‘kanaatler hakkında kanaat’’ üretmekle kendini sınırladığı yönlü eleştirisini de hatırlarsak, üniversite kurumunun ve oradaki emekçilerin karşısındaki en önemli sorun belki de düşüncenin akademiye sıkışarak (birkaç kişinin okuduğu, belli ortamlarda dönüp duran tezler, akademik ‘‘altın günü’’ hüviyetinde bilimsel toplantılar vs.) yaşamın aktüel güçleriyle arasındaki kaybettiği bu bağı tekrar güçlendirmek, düşüncenin yaşama ‘‘yabancılaşmasını’’ aşmak adına, Marx’ın bahsettiği o ‘‘acımasız eleştiriyi’’ en başta kendine yönelterek bir düşünce terörü estirmesi.

Kaynaklar

Dormoy-Rajramanan, C. (2019). Le département de philosophie de Vincennes de 1968 à 1972: Politisation et pratiques transgressive de l’enseignement dans l’après 68, erişim: https://halshs.archives-ouvertes.fr/halshs-02066091/document

Faucherre, R. (1992). Atypie-utopie: Vincennes, naissance d’une université, mai 1968-janvier 1969. (Master tezi, Université Paris VII, Paris), erişim: http://www.ipt.univ-paris8.fr/hist/Atypie-Utopie.htm

Linhart, V. (Yönetmen). (2016). Vincennes, l’université perdue (Film). Paris: Agat Films & Cie.

Soulié, C. (1998). ‘‘Histoire du départment de philosophie de Paris VIII. Le destin d’une institution d’avant garde’’, Histoire de l’éducation, 77, sf. 47-69.

Soulié, C. (2012). Un mythe à détruire? Origines et destin du Centre universitaire expérimental de Vincennes. Paris: Presses universitaires de Vincennes.

Soulieé, C. (2014). ‘‘Un essai de démocratisation universitaire en France: Histoire de l’université de Paris VIII Vincennes (1968-1980)’’, Revista Linhas, 15(29), sf. 13-41.


[1] Burada, KHK’lar ile birlikte üniversitelerde yaşanan tasfiyeleri tartıştığı yazısında Kıvanç Mısırlı’nın söylediği gibi ‘‘üniversitelerin bir iş yeri olduğu ve orada birtakım emekçilerin çalıştığı’’ gerçeğini göz ardı etmeden konuştuğumu, üniversiteyi içindeki politik mücadelelerden ayırıp tarihsizleştiren ve idealize eden bir konumdan konuşmadığımı belirtmeliyim.

[2] Vincennes’in bize hatırlattıklarını gerçekleştirme imkanını günümüz için düşünürken akla şu soru gelebilir: Siyasal iktidar bu deneyime, göz göre göre, nasıl imkân verdi de bu Fransa’da gerçekleşti? Ama işte sorun, soruyu tam da bu şekilde, siyasal iktidarın izin verip vermemesi üzerinden düşünmek. Örneğin, de Gaulle’ün bir zamanlar Cezayir işgaline çok sert karşı çıkan Sartre’ın diğerlerine göz dağı olması adına tutuklanmasını isteyenlere karşı söylediği ‘‘Sartre Fransa’dır’’ lafını hatırlarsak, bir yandan bizde neden de Gaulleler olmadığını, söz gelimi, akademisyenlerin bir barış bildirisine imza atmalarının bile nasıl karşılanıp nelere yol açtığını sorup düşünüyorsak öbür yandan ne ölçüde Sartrelarımız olduğunu da sorgulamak gerekiyor. Cezayir’de soykırım yapan bir adamın Sartre’a sırf ifade özgürlüğüne duyduğu saygı nedeniyle ses çıkarmadığını düşünen safdillerin aksine Sartre’ın gerçekten de Fransa olduğu için, ama İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme, sonrasında sömürgelerdeki Fransız emperyalizmine, kapitalizme karşı durabilen, direnen kocaman bir Fransa’yı temsil ettiği için, taraflı olduğu için dokunamadığını düşünmek gerekiyor.