Yoksulluk ya da Yoksullaşma?
Yoksulluğu saptamak adına yapılan araştırmalarda genellikle gelişmiş Kuzey ülkeleri için göreli yoksulluk yaklaşımı uygulanırken, Küresel Güney ülkelerinde mutlak yoksulluk yaklaşımı takip edilir.[1] Yoksulluk hesaplanırken genellikle uygulanan pratik yöntem ise gelişmiş Kuzey ülkeleri için gelir düzeyinin, Küresel Güney ülkeleri için ise gider kalemlerinin göz önüne alınmasıdır.[2] Bu farklılaşmanın hızlı bir bakışla bizlere söylediği ilk gerçeklik, yoksulluklarımızın bile aynı olmadığı ve dolayısıyla aynı yöntemlerle hesaplanamayacağıdır. Bu gerçekliğin popüler bir dil ile sürpriz olmayan yazılı ifadesi şudur: Örneğin Kanada’da yaşayan bir yoksul, Türkiye’de yaşayan bir yoksulla aynı koşullara sahip değildir. Bu gerçekliğin hızlı bir bakışla karşımıza çıkardığı ilk sorular ise şunlardır: Göreli ve mutlak yoksulluk tanımlarının oluşmasına neden olan farklılıklar nelerdir ve bu tanımlar ne gibi yoksulluk yaklaşımlarını beraberinde getirir? Yoksulluğun standart ölçümünde, sahip olunanlar ve ihtiyaç duyulanlar arasındaki farkın hesaplanması yöntemi takip edilir.[3] Temel ihtiyaçların karşılandığı ve sahip olunanların fazlalaştığı gelir düzeyinin ve/veya devletin refah harcamalarının yüksek olduğu bir ülkede, böylesi bir analiz ülke içerisinde hiç yoksulun olmadığı sonucuna ulaşabilir.[4] Ne var ki sınıflı bir toplumda her bir ülkenin kendi dinamikleri içerisinde sosyo-ekonomik düzeyleri farklı, farklı toplumsal segmentler oluşacaktır. Dolayısıyla sınıflı her toplumda en az alım gücüne sahip bir kesim muhakkak vardır. Bu kesim, temel ihtiyaçlarını karşılıyor olsa bile en yüksek alım gücüne sahip olan kesimden görece olarak daha yoksuldur.[5] Aynı popüler dili takip ederek ifade etmek gerekirse, refah düzeyi yüksek bir ülkede yaşayan Kanadalı yoksulun sahip olduğu koşullar, Türkiye’de yoksul olarak sayılmayan ve sosyo-ekonomik olarak daha iyi şartlara sahip bir toplumsal segmentin koşullarına denk düşebilir fakat Kanadalı yoksul, son kertede kendi ülkesinin koşullarında toplumunun geri kalanından daha yoksuldur.
Sahip olunanlar ve ihtiyaç duyulanlar arasındaki farkın yüksek; devletin refah harcamalarının düşük olduğu, üstelik temel ihtiyaçları karşılamak şöyle dursun açlığın toplumsal bir gerçekliğe dönüştüğü ülkelerde ise bu göreli yaklaşım elbette ki geçerliliğini kaybeder. Küresel Güney ülkelerinde genellikle mutlak yoksulluk yaklaşımı uygulanır.[6] Buradan hareketle hayatta kalabilmek için gerekli olan ortalama kalori ihtiyacına denk düşecek bir gıda sepetinin gideri[7] ile Uluslararası Çalışma Örgütü’nün değerlendirmelerine göre barınma, giyim, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlar kategorisindeki gider kalemlerini de içeren bir yoksulluk çizgisi belirlenir.[8] Ne var ki kendi içerisinde bir bütünlük gösteremeyip görece ve mutlak olarak farklılaşan yoksulluk kavramındaki muğlaklık, mutlak yoksulluk yaklaşımı içerisinde de çözülemez ve bir takım sorunları beraberinde getirir. En temelde, “asgari kalori gereksiniminin ve belirli bir miktar gelirin enerjiye dönüştürülmesinin, çevre koşulları ve ekonomik etkinlik alanlarına ve düzeylerine de bağlı olarak kişiden kişiye, hanehalkından hanehalkına ve hatta bir toplumdan diğer bir topluma değişiklik göstermesi beklenebilir.”[9] Üstüne üstlük belli bir çizginin altında kalan herkesin yoksul olarak değerlendirilmesi, bu çizgi altında kalan yoksulları homojenleştirir ve kendi aralarındaki yoksulluk dereceleri farklarını görünmez kılar.[10] Özetle, erişebildikleri refah koşulları açısından gelişmiş Kuzey ülkeleri veya Güney ülkelerinde yaşayan yoksullar arasında yoksul ve daha yoksul gibi bir ayrımının oluşmasının yanı sıra; belli bir Güney ülkesi sınırlarında mutlak yoksulluk yaklaşımı izlenerek saptanan yoksullar arasında dahi farklılaşmalar görülür. Yoksulluk çizgisinin hemen altında olan ve yoksulluk çizgisinin en altında olan arasında yoksul ve daha yoksul ayrımı kendini tekrar eder. Bu durumda bu yazının başındaki gerçeklik, aramızdaki eşitsizlikleri daha da fazla yüzümüze vuracak şekilde yeniden açığa çıkar: Yoksulluklarımız, aynı ülkenin sınırlarında yaşarken bile aynı değildir.
Hem tanımı konusunda pek çok muğlaklık içeren, hem tanımlansa dahi kriterlerinin belirlenmesi açısından pek çok güçlükle karşılaşılan, hem de kriterleri belirlense dahi bu kriterler açısından yoksul sayılan insanların kendi arasında homojenleşmeye neden olup yanıltıcı analizlerle sonuçlanan ve dolayısıyla herhangi bir ortaklaşma bulmakta zorlandığımız bir kavram olan yoksulluk üzerinden bir tartışma yürütmek oldukça güçtür. Daha yalın ifadesiyle yoksulluk gerek bağlamı gerek de içeriği açısından bizler için bir ortak kesen değildir. Öte yandan yoksullukla yakından ilişkili olan yoksullaşma kavramı ise her birimizin hayatlarında farklı biçimlerde deneyimlediği ve bizleri birbirine bağlayan bir ortaklık örmektedir. GlobeScan’in Haziran 2020 tarihli, 27 ülkeyi kapsayan ve katılımcılar ile yüz yüze gerçekleştirilen görüşmeleri temel aldıkları araştırmasında pandemi kriziyle birlikte katılımcıların %57’sinin yoksullaştığını saptamıştır.[11] OECD üyesi olmayan ülkelerde bu oran %69 iken OECD üyesi ülkelerde %45’tir. Almanya, Fransa gibi ülkelerde bu oran %28’e kadar düşer. Başka bir deyişle refah düzeyi gelişmiş bir ülkede de görece düşük olan bir ülkede de insanlar, krizin etkisiyle yoksullaşmayı deneyimlemektedir; fakat yoksul ülkelerin insanları daha fazla yoksullaşmaktadır.
Düşük gelirli katılımcıların %60’ı; orta gelirli olanların %57’si ve yüksek gelirli olanların da %56’sı hane gelirlerinin pandemi krizinden etkilendiğini belirtmiştir. Dolayısıyla bir ülke içerisindeki farklı gelir gruplarının benzer oranlarla yoksullaşma eğilimleri gösterdikleri not düşülebilir. Yoksulluğu değil ama yoksullaşmayı ortak kesen yapan deneyim, tam da bu noktada saklıdır. Örneğin kriz öncesinde gündelik öğünlerine rahatlıkla et ve et ürünleri dahil edebilen orta segment bir hanenin, krizle birlikte bundan mahrum kalışı da kendisini yoksullaşma olarak gösterir; krizin etkisiyle alacağı ekmeğin hesabını yapmak zorunda kalan alt gelir grubundan bir hane de yoksullaşmayı deneyimler. Eskiden erişebildiği ürünlere krizin etkileriyle erişememek, yüksek gelire sahip bir beyaz yaka plaza çalışanı için de düşük gelire sahip bir mavi yaka inşaat işçisi için de geçerlidir ve bu nedenle yoksullaşma deneyimi, tüm toplumu birbirine bağlayan bir zincire dönüşür. Yoksulluk olarak tanımlanan gerçeklik tekil hanehalklarının yaşamlarında yer etmiyor olsa bile, yoksullaşmamıza neden olan etmenler her birimiz için tanıdık ve ortaktır. Dolayısıyla bu etmenler üzerine bir düşünce pratiği ortaya koymak, yoksulluk kavramının neden olduğu tartışma sınırlarının muğlaklığını ortadan kaldırır. Bunun da ötesinde yoksullaşma ortak bir deneyim olduğu ölçüde yoksullaşma pratiği üzerinden ücretli emeği ile geçinen sınıfları birbirine bağlayan bir toplumsallıkla yüzleşmek ve bunun siyasi mücadelesini vermek mümkün hale gelir. Son olarak Federici’nin yapmış olduğu politik bir müdahaleyi vurgulamak yerinde olabilir. Federici’ye göre ‘yoksul’ olarak tanımlanan insanlardan söz etmemiz mümkün değildir; aksine yoksul olarak tanımlananlar, “yoksullaştırılmış insanlar ve nüfuslar”a denk düşmektedir. “Bu durum, küçük bir ayrıntı gibi görünebilir fakat ‘yoksul’ kavramının teşvik ettiği yoksullaşmanın normalleşmesi ve doğallaşmasını önlemek için gereklidir”.[12]
Yazının girişi boyunca, yoksulluk yerine yoksullaşma kavramı üzerinden bir tartışma yürütmenin analitik bir çerçeve kurmak açısından daha işlevsel olacağı üzerine bir akıl yürütme takip edilmiştir. Üstelik yoksullaşma kavramı üzerine çalışmanın politik bir anlamı olduğu da düşünülmüştür. Dolayısıyla bu yazının ana konusu yoksulluk değil; yoksullaşma tartışmasıdır. GlobeScan’in saptadığı verilerin ışığında, mutlak yoksullukla yüzleşen ülkeler açısından yoksullaşma deneyimleri daha görünür ve yıkıcı olduğundan, göreli yoksulluk tanımını takip eden ülkeler bu yazının konusu değildir. Halihazırda yoksulluğun yaşamın sürdürülebilirliğini etkilediği mutlak yoksulluk analizine tabi ülkeler arasında ise karşılaştırmalı bir analiz kurabilmek için Türkiye ve Arjantin örnekleri seçilmiştir. Bu iki ülkenin seçilmesinin nedenine verilebilecek en hızlı cevap, bahsi geçen verilerde bulunabilir. Hane gelirinin krizden etkilenme oranları Türkiye’de %63, Brezilya’da %65, Arjantin’de %69’dur. Katılımcı olan 20 ülkeden Küresel Güney kategorisinde sayılanlar arasında, bu üç ülkenin istatistikleri birbirine en yakın olanlardır. Arjantin’i farklı kılan, finansallaşma dinamikleridir. Dolayısıyla bir karşıtlık analizi kurabilmek adına Türkiye-Arjantin ikiliğine başvurulmuştur. Bu yazının bir sonraki kısmı olan yöntem bölümünde, bu farklılaşma daha açık bir biçimde ifade edilecektir. İlgili yöntem bölümünde bu iki ülkenin seçilmesine neden olan ana etmeni ortaya koymanın yanı sıra; yoksullaşmayı tetikleyen etmenlerin belirlenme kriterlerine ve bu yazının genel kurgusuna da değinilecektir.
Yöntem ve İçerik
Pandemi süreci yoksullaşmaya yol açan etmenlerin yoğunlaştığı ve görünürlük kazandığı özgün bir kriz anı olduğundan, bu etmenleri saptayabilmek için bu süreç temel alınmıştır. Türkiye’de medya tekelini oluşturan Turkuaz/ Kalyon Grubu, Ciner Grubu ya da Demirören Grubu’na ait olmayan ve kendisini muhalif olarak tanımlayan haber organlarından Halk TV ve Arjantin’de medya tekeli olan Clarin Grubu’na ait olmayan ve kendisini muhalif olarak tanımlayan haber organlarından C5N temel alınarak, pandemi sürecinde öne çıkan haberler üzerinde içerik analizi yöntemine başvurulmuştur.[13] Seçilen kanalların ulusal medya organları olmaları ve ziyaretçi sayılarının niceliksel çokluğu diğer değişkenler olarak belirlenmiştir.[14] Pandeminin başlangıcı olan Mart 2020’den itibaren bir senelik süreç baza alınarak yoksulluğa dair en sık değinilen konuların refah kaybına neden olan fiyat artışı, ya da bu yazının ilerleyen kısmında kullanılacak olan makro-iktisadi ifadesiyle enflasyon, ve işsizlik olduğu; Türkiye’de ayrıca finansal borçlanma ile ilişkili haberlerin öne çıktığı saptanmıştır. Buradan hareketle bu yazı, Arjantin ve Türkiye’de yoksullaşmaya neden olan enflasyon, işsizlik ve finansal borçlanma üzerine bir tartışma yürütmeyi amaçlamaktadır.
Yazının bir sonraki bölümünde enflasyon ve işsizlik üzerine odaklanılacak ve bu bölüm iki temel uğrakta tartışılacaktır. Öncelikle 1970’lerin ikinci yarısında yaşanan petrol krizinin ardından iktisat politikalarının takip ettiği hat haline gelmiş ve günümüzde de geçerliliğini sürdüren neo-klasik gelenek içerisinde, enflasyon ve işsizliğin nasıl açıklandığını ortaya çıkarmak, yoksullaşmanın etmenlerine yönelik sergilenen yaklaşımı anlamak açısından oldukça önemlidir. Bu geleneğin teorik arka planlarının ardından, Arjantin ve Türkiye’de ortaya çıkan enflasyon ve işsizlik üzerine yaptığı değerlendirmeler ve sunduğu çözümlere yer verilecektir. Neo-klasik gelenek içerisinde, ekonomi politikasının temeli enflasyon ile şekillendiğinden ve işsizlik karşıtı bir makro-iktisadi politika yanıltıcı kabul edildiğinden ana odak, enflasyon üzerine olacaktır. İkinci temel uğrakta, Saad-Filho’nun enflasyon analizinden yola çıkarak Marksist gelenek içerisinden enflasyona dair açıklamalara değinilecektir. Bu bölümün temel iddiası, enflasyonun Küresel Güney ülkelerinin küresel piyasalarla eklemlenme biçiminden doğan, adeta genetik olan bir dinamik olduğudur. Bir sonraki bölümde, borç kavramına dair teorik bir tartışma yürütülecek ve ardından Arjantin ile Türkiye’de karşımıza çıkan temel farklılık olarak hanehalkının finansal borçlanmasına işaret edilecektir. Türkiye için 2000’ler ile başlayan finansal içerilme süreçleri, Arjantin’de gözlemlenmemektedir. Bu durumun arkasında yatan temel nedenin ise iki ülkenin 2000’ler sonrası iktidar kompozisyonlarındaki farklılaşma olduğu ileri sürülecektir. Dolayısıyla ikinci bölümün temel iddiası, Arjantin’de hanehalkları yaşanan pandemi krizinin de şiddetlendirdiği refah kaybından ötürü adeta “sıfır noktasına” yaklaşırken; Türkiye’de hanehalkları refah kaybının yanı sıra borcun varlığından doğan “eksiye düşmek” durumu ile karşı karşıyadır. Arjantin ve Türkiye üzerinden bir karşılaştırma inşa etmenin arkasında yatan temel motivasyon da bu farklılaşmadır. Her ne kadar yoksulluk, uluslararası piyasaların Küresel Güney ülkelerinin aleyhine işleyen ve kolonici olarak adlandırabileceğimiz yapısından dolayı bu ülkeler için kemikleşmiş, kanıksanmış -yani ‘mutlak’laşmış- ve çözümü kompleks ilişkiler ağını gerektiren bir dinamik olsa bile; finansal borcun varlığından ötürü hanehalklarını sıfır noktasının da altına itmek, politik bir tercihtir ve dolayısıyla çözümü de politiktir. Türkiye ve Arjantin örneklerinin ışığında tam da bu politik tercihler açığa çıkmaktadır.
Yoksullaşmanın Ortak Keseni
Yoksulluğun muğlak sınırlarından, yoksullaşmaya sebep olan etmenlere yöneldiğimizde analiz sınırları da mutlak değerleri ile ölçülebilir hale gelir. Bu durumun altında yatan temel sebep, yoksullaşma nedeni olarak karşımıza çıkan etmenleri neoklasik iktisadın önümüze koyduğu ölçüm birimlerinin sınırlarında tanımlıyor, daha da ötesinde bu sınırlarda algılıyor olmamızdır. Örneğin bu geleneğin klasik çalışmaları, enflasyonun nedenini paranın miktar teorisinin bizlere sunduğu dört değişkenli oldukça sade bir denklemle açıklar. Bu denklemdeki temel önerme şudur: Paranın dolaşım hızı büyük ölçüde sabit kaldığından ve Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’daki değişimler oldukça yavaş gerçekleştiğinden, piyasada dolaşımda olan para miktarı ve fiyat artışı arasında bir doğru orantı mevcuttur. Neoklasik çalışmaların kurucu figürlerinden Friedman, “her zaman ve her yerde parasal bir olgu” olduğunu vurgular.[15] Kendisinin bu varsayımı, paranın dolaşım hızının sabitliğine yönelik yapılan eleştirilerden beslenmesinden gelir.[16] Piyasada bulunan para miktarı ile nominal gelirler arasında bir doğru orantı olduğunu varsayar. Ona göre, nominal gelirdeki herhangi bir değişim, ilk olarak piyasadaki çıktı miktarını etkiler. Dolayısıyla ulaştığı noktada “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur” çünkü “para miktarındaki artışın, çıktı miktarındaki artıştan daha yüksek olduğu durumlardan türer”.[17]
Aslında Friedman’ın işsizliğe dair yaptığı analiz de benzeri bir sonuca varır: İşsizlik, her zaman ve her yerde var olacaktır çünkü geçmiş çalışmalarda enflasyon ve işsizlik arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için yapılan analizleri incelediğinde,[18] enflasyon oranı %0 bile olsa bâki kalan bir işsizlik oranı ortaya çıktığını varsayar. Yani, toplumdaki bütün bir emek gücünün aynı anda iş sahibi olabilmesi mümkün değildir çünkü verili enflasyon oranının işsizlik üzerinde artırıcı veya azaltıcı etkiye sahip olmadığı bir nokta daima vardır.[19] Her koşulda var olacak işsizliği “doğal[20] işsizlik oranı” olarak tanımlar. Bu aynı zamanda politik bir tartışmadır çünkü Friedman için kurmuş olduğu hipotez, hükümetlerin tam istihdamı sağlamak gibi bir motivasyonla işsizlik oranlarını düşürme çabaları sonucunda beklenmedik enflasyon yükselmesi durumuyla karşı karşıya kalınır.[21] Halbuki işsizlik oranları doğal karşılanabilecekken, enflasyonun bizatihi kendisi bir hastalıktır.[22] Daha yalın ifade etmek gerekirse, işsizlikle mücadele ve tam istihdamı sağlamaya yönelik makro iktisadi müdahaleler kurgulanmaya çalışılsa bile, Friedman açısından bu anlamsızdır çünkü kurmuş olduğu hipotez, ekonominin kendi dengesi içerisinde ulaşılabilecek tam istihdama, zaten halihazırda erişilmiş olduğunu varsayar.[23]
Peki kurulan bu varsayımlar ışığında yoksullaşmanın temel nedeni olarak karşımıza çıkan enflasyon ve işsizliğe karşı nasıl bir yaklaşım sergilenir? Görüldüğü üzere halihazırda işsizlik oranlarının piyasanın kendi dengesi içerisinde olması gereken rakamlara denk düştüğü varsayımı mevcuttur. Böyle bir varsayımı takiben, işsizlik oranları etrafında şekillenen herhangi bir politika hatalı olarak tanımlanır. Friedman’ın oldukça açık bir biçimde ifade etmiş olduğu bir çıkarımı mevcuttur: “Para politikasını yürütmekle görevli olan kurum, nominal miktarları kontrol edebilir. […] Nominal miktar üzerindeki kontrolünü [ise] gerçek miktarları sabitlemek için kullanamaz”.[24] Bu durumda herhangi bir politika geliştirebilmek için “para, kullanılabilecek tek araçtır” fakat onun tekilliği bir sorun arz etmez çünkü aynı zamanda “olağanüstü bir biçimde verimli olan bir araçtır”.[25] Friedman’nın enflasyon analizinde altı çizildiği gibi “her büyük enflasyon, para miktarındaki genişlemeden doğar”.[26] O halde Friedman’ın yöntemini çizdiği neo-klasik iktisat açısından çözüm gün gibi ortadadır: Kullanabilecek tek yöntem para politikasıdır ve enflasyonla mücadele etmek için piyasada dolaşımda olan para miktarını düşürmek gerekir. Bu önerme aynı zamanda enflasyonun nedenini de açıklar: Para politikalarından sorumlu olan merkez bankası, özellikle de siyasetçilerin toplumu kandırmak için kullanılmasıyla piyasada var olan para miktarında artışa sebep olmuş, ortaya enflasyon sorunu çıkmıştır ve bu sorun kurumların operasyonel bağımsızlığının sağlanması ile giderilebilir.[27] Diğer yandan, para politikalarının enflasyon hedefi belirlemedeki verimliliğini etkileyeceğinden, mali politikaların ağırlığı uzaklaştırılmalıdır.[28]
Bu teorik ön kabullerin hüküm sürdüğü 1970’lerin ikinci yarısı ve sonrası dünyasında, yaşanan hiperenflasyon geçmişiyle Arjantin ve yaşanan yüksek enflasyon geçmişiyle Türkiye, neo-klasik yaklaşımın enflasyon için öne sürdüğü çözüm önerilerinin pratik uygulamasının en açık gözlenebileceği vakalardandır.[29] Arjantin için 1990’lara kadar olan süreç yüksek ve hiperenflasyon kıskancında geçmiş; Türkiye için ise bu enflasyon dalgası görece daha geç başlamış ve 1990’lar boyunca etkili olmuştur.[30] Arjantin’de görülen en yüksek değer 1989 senesinde %3079,5 olarak saptanmış, ardından 2001 krizine kadar geçen süreçte düzenli olarak azalma eğilimi göstermiştir. Enflasyona karşı izlenen politikada en radikal dönüşümün yaşandığı yıllar 1990 ve 1993 arasıdır. 1990’da %2314 olan enflasyon, 1991 yılında %84’e, 1992 senesinde %17,5’e ve ardından 1993 senesinde %7,4’e düşmüştür. En ‘başarılı’ periyodun 1995-2000 yılları arasında yaşandığı söylenebilir. Bu süreçte en yüksek enflasyon 1995 senesinde %1,6 olarak kaydedilmiş ve en düşük değer ise 1999 yılında eksi %1,1 olarak saptanmıştır. Türkiye’de ise ne Arjantin kadar yüksek ne de onun kadar düşük bir değer kaydedilmiştir. %125,5 oranıyla 1994 senesinde kaydedilen enflasyon, dönemin en yüksek verisidir. Arjantin’de görülen gibi on seneyi kapsayan düzenli bir azalma eğilimi Türkiye’de hiçbir zaman deneyimlenmemiştir. En radikal dönüşümün yaşandığı süreç, 2001’de %68,5 olan enflasyonun 2002 yılında %29,7’ye düşürülmesi ile başlayan ve 2005’de %7,72’ye düşünceye kadar devam eden, beş senelik bir azalma eğiliminin olduğu süreçtir.[31] O halde Arjantin için 1990’ların ilk yarısının ve Türkiye için 2000’lerin ilk yarısının, öne sürülen çözüm önerilerinin hızlı bir özetini sunmak için ideal zemini oluşturacağı söylenebilir.
Aslında 1990’lı yıllarda elde edilen veriler ışığında Arjantin, neo-klasik kuramın da kendine meşruiyet zemini yarattığı bir vakaya dönüşmüştü.[32] 1998 yılında IMF direktörü Michel Camdessus, Arjantin’in para politikasında iyileşmeye gidip sorunların çözülebileceğine dair bir örnek teşkil ettiğini vurguluyordu. Arjantin’in dünyaya anlatacak bir hikayesi vardı ve “bu hikaye mali disiplin, yapısal değişiklikler ve titizlikle sürülen para politikasının önemi” üzerineydi.[33] 1991 tarihli Konvertibilite Planı ve ilişkili olarak çıkarılan 23.928 No.lu Konvertibilite Kanunu bu hikayenin iki ana eksenini oluşturmaktadır. Dönemin Ekonomi Bakanı Domingo Cavallo’nun sözleriyle ülkede para politikası fazlasıyla kötüye kullanılmıştır ve bu sebeple ilgili plan kapsamında parasal bir sistem yaratmak ve enflasyon sorununa çözüm getirmek amaçlanmaktadır. Plan, beş temel prensip üzerine inşa edilmiştir ve bunlar parasal reform, mali reform, özelleştirme ve serbestleşme takip edilerek uygulanacak devlet reformu, emeklilik sisteminde özel sektör faaliyetlerine de izin veren bir reform ve son olarak ticarette serbestleşmeyi kapsayan bir ticari reformdur.[34] Konvertibilite Kanunu ile hükümetin, para politikaları üzerindeki karar yetkileri tamamen uzaklaştırılmıştır.[35] Aynı zamanda bağımsız Merkez Bankası yetkililerinin desteği/ izni olmaksızın para basılması engellenmiş ve bu süreç, hükümetlerin finansman ihtiyacı için dış kaynaklara -yani dış borçlanmaya- yönlendirilmesi ile sonuçlanmıştır.[36] Türkiye için 2000’ler ile başlayan süreç, Arjantin hikayesini bir kez daha tekrar eder. Kemal Derviş’in Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olduğu 3 Mayıs 2001 tarihli IMF Niyet Mektubu’nda enflasyonun bir sonraki yıl için %20’nin altına düşürme hedefi dile getirilir. Aynı niyet mektubunda merkez bankasının kurumsal yapısının güçlendirilmesi ve bağımsızlık kazanması için yasa değişikliğine gidildiği söylenmiş, nitekim 4651 No.lu Kanun ile merkez bankası bağımsızlığı yasal güvence altına alınmıştır. Arjantin’de uygulanan reformlar, neoliberal ajandanın reçetesi olduğundan Türkiye için de 1980’ler ile başlayarak aynı bağlam geçerlidir.[37]
2000’li yıllarda Arjantin’de enflasyon sorununun tekrar baş göstermesiyle, IMF’nin aynı refleksi yeniden ürettiğine şahit oluruz. 2001 Krizinin ardından yapılan en önemli uyarılardan biri, Arjantin vakasının gösterdiği üzere hükümetlerin orta-dönemli mali sürdürülebilirlikleri tehlikeye atmasının, yani mali teşviklerin herhangi bir şekilde savunulamayacağıdır.[38] 2011 ve 2019 arasında, 2017 senesi hariç daima yükselme eğilimi gösteren enflasyon, IMF’ye gönderilen niyet mektuplarında yine yerini almıştır. Ekim 2018 tarihli Niyet Mektubunda, enflasyonu tek haneli rakamlara düşmesini sağlayacak olan Merkez Bankası’nın politika stratejisini yeniden tasarlama ve kurumsal yapısını güçlendirme sözü verilmiştir. Para politikasını yeniden düzenlemek ve mali uyum sürecini bu bağlamda hızlandırmak ülkenin attığı adımlar olarak işaret edilir. Nitekim aynı süreçte dönemin Arjantin Merkez Bankası Başkanı, ülkenin enflasyon ve para politikasında başarısız olmasının sebebini merkez bankasının bağımsız olamayışı olarak işaret ediyor;[39] basında da Merkez Bankasının tarihi boyunca asla bağımsız olamadığına ve bu yüzden krizleri frenleyecek karşı politika geliştiremediğine değiniliyordu.[40] Türkiye bağlamında 2017 ile birlikte yeniden çift haneli enflasyon rakamlarının baş göstermesi, aynı hikayeyi tekrar edecektir. IMF kurulu 2017 yılı istişaresinde Türkiye’nin mali politikasının genişlediği ve hükümet harcamalarının arttığı yönünde uyarılar içerir.[41] 2018 yılı için yapılan istişarede makro politikaların enflasyonu düşürecek yönde tasarlanması gerektiği vurgulanır; mali harcamaların bir önceki yılın da üzerine çıktığı üzerine not düşülür.[42] 2018 yılında %20,3’e ulaşan enflasyon, 2019 yılında %11,84’e düşürülmüştür ancak 2019 yılında mali disiplinin giderek zayıfladığı yönünde kaygılar mevcuttur: 2020 yılı için tarafsız bir mali tutum önerilir.[43] Aynı dönemde basında Merkez Bankası bağımsızlığına dair kaygılar Türkiye için de gündeme gelmiştir.[44]
İkinci yarısı pandemi etkisi ile geçen 2020 yılı verilerine baktığımızda ise Arjantin’de %36,1 ve Türkiye’de %14,6 oranlı enflasyonlar karşımıza çıkar. Burada not edilmesi gereken oldukça önemli bir nokta vardır: Arjantin’de 2019 yılında %53,8 olan enflasyon, pandemiye rağmen düşmüş; Türkiye’de ise 2019 yılında %11,84 olan enflasyon, bu süreçte artış göstermiştir. Daha da önemlisi, IMF ve Arjantin arasında geçen görüşmelerin ardından ülkede yaşanan enflasyon sorununun yalnızca para politikasına indirgenemeyeceği yönünde tarafların hemfikir olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle “enflasyonun çok yönlü bir olgu olduğu” kabul edilmiş; “katma değer getirecek ihracat ve üretim artışı sayesinde uluslararası rezervlerde artışın ve ekonominin dış şoklara daha rahat başa çıkabilmesini sağlamanın önemi” konusunda fikir birliği oluşmuştur.[45] Bu yaklaşım, ülkenin 10 Aralık 2019’dan beri Ekonomi Bakanı olan Martín Guzmán’ın sürdürdüğü ekonomi programının bir yansımasıdır. Enflasyon yalnızca para politikası ile açıklanamayacak çok nedenli bir olgudur ve ihracat temelli döviz gelirinin artırılmasının önemi vurgulanır.[46] IMF’nin Türkiye yaklaşımına baktığımızda ise pandeminin açığa çıkardığı insani gereksinimleri gidermek için mali politikaya başvurulabileceği yönünde parantez açılır; fakat enflasyon politikasında geçmiş refleksler tekrar sergilenir: Enflasyon hedeflerinin sağlanabilmesi için daha sıkı bir para politikası uygulanmalıdır. Riskleri düşürmek için, mali yapısal reformlar önerilir.[47]
Gelinen noktada hâkim olan neo-klasik yaklaşım enflasyon konusunda Türkiye için benzer refleksleri sürdürüp benzer çözüm önerilerini yeniden üretirken, Arjantin için mevcut tutumda değişikliğe gidilmiştir. Sürdürülen siyasi müzakereler sonrasında enflasyonun, çok nedenli bir olgu olduğu yönünde bir yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Eleştirel bir bakışla ortaya çıkan yeni tutumla biçimsel olarak ortak kesen olabilecek tek bir nokta vardır: Enflasyon, çok yönlü bir olgudur ve para politikasına indirgenemez. Açıkçası eleştirel kuram açısından IMF dokümanlarında kastedilenden de karmaşık bir “çok yönlülük” olduğunu vurgulamak gerekir çünkü yoksullaşmaya yol açan etmenler arasında en görünür olan enflasyonun nedenleri aranırken, sorulması gereken oldukça temel bir soru vardır: Eğer enflasyon fiyatlardaki artış olarak tanımlanıyorsa, fiyatlar nasıl belirlenir? Marksist kuram içerisinde fiyat, değerin para formundaki halidir. Değer üretiminin ardında ise bütün bir toplumsal üretim ve yeniden üretim ilişkileri uzanmaktadır.[48] Dolayısıyla evet, fiyatları belirleyen bütün bir toplumsallık olduğundan fiyatlardaki artış, ima edilenin de ötesinde çok yönlü bir olgudur: Hem değer kuramını hem de onunla ilişkili olarak para kuramını göz önünde tutmak gerekir. Bu yaklaşım paranın miktar teorisinde dört değişken arasındaki ilişkiye sıkışıp kalmış; hem kendisini sürekli tekrar ettiği hem de her tekrarda merkez bankası bağımsızlığı öne sürülerek bir kısır döngüye hapsedildiği ölçüde açıklayıcı gücü olmayan bir enflasyon yaklaşımının ötesine geçer ve onu, kendi toplumsallığı içerisinde açıklar. Ancak hala geçerliliğini koruyan bir soru mevcuttur: Niçin Arjantin ve Türkiye yoksullaşmaya neden olan enflasyon ile rakamların gösterdiği yıkıcılıkta ve sıklıkta karşı karşıya kalmaktadır?
Bu ülkelerin sıklıkla enflasyon sorunu ile karşılaşmasının ardında yatan üç temel etmene işaret edilebilir: Dağıtıma dair çatışmalar, ilave para enflasyonu ve para biriminin konvertibilitesinin zayıflaması.[49] Ürünlerin fiyatlarının bütün bir toplumsallıkla belirlendiğinin en açık göstergelerinden biri, dağıtıma dair çatışmalarda açığa çıkar. Bir ürünün fiyatının belirlenmesi, toplumsal mücadele süreçlerine daima tabidir. Türkiye’de ekmek fiyatlarının belirlenmesi üzerine ortaya çıkan ve Arjantin’de de et fiyatlarında benzer bir bağlamda kendini gösteren gerçeklik, tam da bu mücadelelere örnek gösterilebilir. Eğer toplumsal gruplardan herhangi biri, belli bir ürün üzerindeki kazanımını arttırmaya çalışır ve diğer grup da buna tepki olarak kendi gücünü ortaya koyarsa, fiyat artışı söz konusu olur. Yani toplumsal artı-değerden kimin hangi ölçüde pay alacağı üzerine ortaya çıkan çelişkiler, kendisini çatışma enflasyonu olarak gösterir. İkinci etmen olan ilave para enflasyonu, üretim ve dolaşım, yani para ve kredi sistemi, arasındaki ilişkiden türer. Eğer piyasadaki üretim miktarı, piyasadaki likidite artışını karşılayacak düzeyde değilse bir ürünün fiyatı ve değeri arasındaki ilişki bozulur ve enflasyon ortaya çıkar. Reel üretimin yeterli düzeyde olmayışına dair hem Türkiye’de[50] hem de Arjantin’de[51] birikmiş bir külliyat halihazırda mevcuttur. Piyasada dolaşımda olan para miktarının artmasına ilişkin olarak ise, iki çeşit paranın varlığından bahsetmek gerekir: Piyasada legal hakları merkez bankalarına ait olan kağıt biçimindeki para ve ticari bankaların dağıtmakta olduğu kredi biçimindeki para. İlave para, finans sistemi içerisinde halihazırda “düzenli ve gerekli olarak” üretilir.[52] Ortaya çıkan ilave para iki farklı senaryoda ilave para enflasyonuna neden olacaktır. Öncelikle atıl kapasitesi bulunmayan üstelik ithalatın da söz konusu olmadığı bir sektöre enjekte edilen ilave para, fazla talep enflasyona dönüşecektir. İkinci olarak farklı sektörler arasındaki atıl kapasiteler arasında fark yüksek ise bu hem yüksek enflasyon hem de işsizliğe neden olacaktır.[53] Özetle reel üretimde yansıması olmayan herhangi bir ilave para, piyasada karşımıza enflasyon olarak çıkacaktır. Son olarak yerel para biriminin rezerv varlıklarına -yani altın veya dolara- dönüştürülebilirliği zayıfladığında, ya devlet tarafından doğrudan ya da devlet teşviki ile özel bankalar tarafından ilave para yaratımı ortaya çıkar. Böyle bir bağlamda ilave paranın işlevi, hem büyüme verileri üzerindeki baskıyı hafifletmek, hem para akışının devamlılığını sağlamak, hem de krizin etkilerini azaltmaktır. Başka bir deyişle ekonomik büyümeyi devam ettirme amacı ile tüketim ve yeni yatırımların finansmanını sağlamak gereklidir ve bu amacı gerçekleştirmek için merkez bankası teşviki yoluyla çoğunlukla özel sektörde ilave para yaratılır. İlave paranın ortaya çıkması, halihazırdaki toplam talebi etkileyerek değer ve fiyat arasındaki ilişkiyi bozacağından enflasyon yaratma potansiyeli[54] daima mevcuttur. Belki daha da önemli olan, gelişmekte olan ülkeler açısından yerel paranın, finansal akımlarda meydana gelen yavaşlama ve tersine dönüşlere fazlasıyla bağımlı oluşudur.[55] Böyle bir ortamda Türkiye, Arjantin’den farklı olarak kredi büyümesini teşvik etmeye devam etmektedir. “Kredi büyümesi hanehalklarının ve reel sektör firmalarının borçlanması anlamına gelmektedir. Bu borçlar yatırım ve tüketimi besleyerek ülke ekonomisinin büyümesine katkı sunabilmektedir. Ancak bu borçlar üretken olmayan yatırımlar ve ithalat merkezli tüketime yönlendirildiği zaman, ekonomide sorunların birikmesine sebep olmaktadır. Örneğin, yüksek kredi büyümesi cari hesapların, hanehalkı ve firma bilançolarının bozulması anlamına gelebilmektedir.”[56]
Buraya kadar yürütülen tartışmanın ışığında üç temel not düşülebilir. Öncelikle Arjantin’de popüler sınıfların güçlü baskısı ve temel besin zincirlerinde etkinliklerini sürdüren monopollerin karşı-baskısı her daim göz önünde bulundurulması gereken bir etmendir. Bu durum fiyatlar üzerinde çatışma enflasyonu olarak yansıyacak bir dinamizm yaratmaktadır.[57] Günümüz pandemi krizi ortamında dahi hareketliliğini kaybetmemiş bir emekçi mücadelenin varlığı özellikle dikkat çekicidir. İkinci olarak kapitalizme içkin daima yaratılmakta olan ilave para, reel üretim ile eşleşmediğinde enflasyonist baskı yaratır. Reel üretimin az gelişmişliğinin nedenleri üzerine -özellikle sanayileşmeye yönelik üretim modelinin benimsendiği 1975 öncesi dönemde- her iki ülke için de tartışmalar mevcuttur. Üçüncü olarak yerel para biriminin konvertibilitesinin sarsıldığı durumlarda, ilave para yaratımına yönelim artar. Yaratılan ilave para, yine enflasyonist baskı olarak kendisini gösterir. Her iki ülke için de yerel para biriminin kırılganlığı, bu ülkelerin küresel finansal hareketliliğe fazlasıyla bağımlı bir karakter göstermesinden doğar. Bir yandan reel üretimin merkez kapitalist ülkeler kadar gelişmiş olmaması diğer yandan yerel para biriminin bu ülkelerle eşdeğerlik göstermemesi, Arjantin ve Türkiye de dahil olmak üzere Küresel Güney ülkelerinde ekonomik politikalarından ya da iddia edilen üzere merkez bankası bağımsızlıklarından öte bir enflasyon sorununun kronik olarak kendisini tekrar ettiğini ve edeceğini söyler. Türkiye bu süreçte küresel piyasalarda krediye bağlı ekonomik büyümeye elverişli olmamasına rağmen kredi büyümesini teşvik etmeye devam etmektedir. Bunun bir çıktısı olarak hanehalkı borçlanması yükselmektedir ve bu durum bizleri, Arjantin ve Türkiye kıyaslamasında farklılaşan bir yoksullaşma biçimi olarak borcun varlığına sürükler.
Yoksullaşmanın Farklılaşan Nedeni
Grafikte görüldüğü üzere iki ülke arasındaki esas kırılma, 2003 yılı itibariyle başlamıştır. Elbette ki bu tarih, tesadüfi değildir. 2001 krizinin yarattığı ekonomik çöküşün ardından gelen yoksullukla mücadele takvimi, Dünya Bankası önderliğinde az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanacak finansal içerilme stratejisi etrafında şekillenmiştir.[61] Temel iddia yoksulların, belli bir refaha erişmelerini sağlayacak yatırımları sermaye eksikliğinden ötürü gerçekleştiremedikleri olmuştur. Özellikle mikro-kredilere erişimin, yeni iş imkanlarının yaratacağı öngörülmüştür. Aynı zamanda krediler, birikim hesapları gibi bütün finansal araçların, tüketim üzerinde de olumlu katkıları olacağı savunulmuştur. Yoksul ülkelerin makro ekonomileri açısından ise finansal sistemin genişlemesinin ve iyi işleyen bir finansal marketin önemi yıllardır vurgulana gelmekteydi. Türkiye’de AKP iktidarının yürürlüğe koyduğu finansal içerilme ajandası Dünya Bankası öncülüğünde çizilen şema ile uyum içerisinde ilerlemiştir. Özellikle 2000’li yılların elverişli küresel ortamında, krediye dayalı bir ekonomik büyüme stratejisi takip edilmiştir ve hanehalkları borç kanallarına yönlendirilmiştir.[62] Arjantin’de 2003 yılı itibariyle Kirchner’ler dönemi başlamış ve 2015 yılının Aralık ayına kadar devam etmiştir. Bu süreçte krediye bağlı bir ekonomik büyüme değil; üretken sermayeye dayanan bir strateji benimsenmiştir.[63] Dolayısıyla alt sınıfların finansal enstrümanlara erişimi çok sınırlı kalmış, tabana yayılmış, popüler sınıflar arasında sık rastlanan bir hanehalkı borçlanması meydana gelmemiştir. Finansal enstrümanların tabana yayılmamış olması, IMF tarafından hala ülkenin temel sorunu olarak işaret edilmektedir.[64] 2015 yılında iktidara gelen Macri hükümeti, bir önceki dönemlerin tam zıttı bir pozisyonda, finans sermayesi ile olan ilişkiyi önceleyen ve finansal genişlemeye dayalı büyüme ajandası güden bir politikayı temsil etmiştir.[65] IMF ajandası ile uyum içinde çalışma sözü vermiş, iktidarı süresince kredilerde %13 oranında bir yükselme yaşanmış ve 2019 seçim kampanyası için “30 Yılda 1 Milyon Ev Kredisi” vaadinde bulunmuştur.[66] Özetle Macri iktidarı, hanehalklarının borç araçlarına özellikle de ev kredilerine erişebilmelerine yönelik politikalar izleyeceğini taahhüt etmiştir.[67] 2019 yılının Aralık ayında popüler sınıfların temsilcisi olarak iktidara gelen Albero Fernández hükümeti ise Kirchner dönemleriyle aynı politik hattı takip etmektedir.[68] Ev kredilerine erişim, tabana yayılmış finansal enstrümanların esas tartışma eksenini oluşturur. Halihazırda parlamentoya sunulmuş olan iki yasa tasarısında ana odak, inşaat sektörünün yaratabileceği ek iş kanalları ve kredi borcu olanlarının evlerine el koyulmamasını sağlamaya yöneliktir.[69] Hem Türkiye’de AKP iktidarının stratejisi hem de Arjantin’de farklı iktidarların izledikleri farklı stratejiler göz önüne alındığında, kredilere popüler erişimin iktidarın büyüme stratejisiyle yakından ilişkili olduğu açıktır. Hanehalklarının hangi biçimde ve ne kadar borçlanacağı ile borçlu duruma düşen hanehalklarının üzerindeki yaptırımlar ise, “burjuva toplumunun kolektif ifadesi” olan devletin rolü ve politik tercihleri dolayımıyla belirlenir.[70]2019 verilerine göre hanehalklarının bankacılık sistemi içi borçlarının GSYH’ya oranı yukarıdaki grafikte görülebilir.[58] 2020 yılının raporuna göre Mart ayı itibariyle borcun GSYH’a oranı Türkiye için %15,1’e yükselmiş.[59] Mevcut tablonun kritikliği, oranlardan uzaklaşıp rakamlar ile yansıtıldığında daha da görünür olacaktır. 2020 yılı için Türkiye’de toplam hanehalkı finansal borçluluğu 883,2 Milyar TL’dir. Hanehalklarının borçluluğu 2019 ile 2020 yılı arasında, %41,9 büyüme göstermiştir ve en çok büyüme gösteren kalem, bireysel kredi kartı borçlarıdır.[60] Arjantin’de ise 2020 yılı üçüncü çeyreği için borcun GSYH’a oranı %5,2’ye gerilemiştir. 2020 yılı için 1,168 Milyar Arjantin Pesosu olan hanehalkı finansal borcu, bir önceki yıla kıyasla %1,6 düşüş göstermiştir. Düşüşün en belirgin olduğu kalem, eksi %5,8 oranı ile teminatlı kredilerdir ve ardından eksi %2 oranı ile bireysel kredi kartları gelir.
Arjantin’de 2019-2020 yılları arasında finansal borçluluk azalma eğilimi göstermiş olsa bile, aynı dönemde banka dışı borçlanma oranı yükselmiştir.[71] Başka bir deyişle hanehalkları bu süreçte bankalardan değil ama birbirlerinden borç almaya devam etmişlerdir. Borcun varlığının insanlık için paranın varlığı kadar eski olduğu göz önüne alınırsa, Arjantin’de ortaya çıkan eğilimin şaşırtıcı olmaktan çok uzak olduğunu söylemek mümkündür.[72] O halde Türkiye’de ortaya çıkan finansal borçlanma, yalnızca bir miktar ve yaygınlık sorunu mudur? Bu soruyu yanıtlamak için Caffentzis’in izinden giderek dört farklı borç ilişkisi tanımlayabiliriz.[73] İlk ilişki biçimi iki sermayedar arasında ortaya çıkar. Kapitalistin kapitaliste borç verdiği, bu ilişkinin de ya bankalar aracılığıyla kurumsal bir form kazandığı ya da bireysel olarak finans kapitale sahip olan ile başka bir kapitalist arasında şekillenen borç durumudur. Burada borcu alan kapitalistin amacı daha çok para kazanmaktır. Yani kâr amacı güderek borçlanma yoluna gidilmiştir. Bu borç ilişkisi, kapitalizm tarihinin başlangıcından beri var olmanın yanı sıra ilkel birikime ve kapitalist sınıf oluşumu da içkindir. İkinci borç ilişkisi biçimi olarak kapitalistlerin emekçi sınıflara vermiş olduğu kredi biçimindeki borç karşımıza çıkar. İlk olarak 1945 sonrası dünyasında ortaya çıkmıştır. Öncesinde, piyasa ilişkileri içerisinde maaşıyla geçinen insanın borç yükümlülüğünü yerine getirebilecek kadar güvenilir bulunmadığı bir gerçeklik mevcuttur. 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında yaygınlık kazanmıştır. Dolayısıyla oldukça yeni bir olgudur. Kapitalist-kapitalist arasında doğan borçtan farklı olarak kâr amacı gütmez, aksine bir “kullanım değeri borcu”dur. Yani borcun amacı, ihtiyaçlarını ve arzularını gidermeye yönelik meta satın alımı gerçekleştirmektir. Üçüncü borç biçimi, kapitalist üretim tarzında halihazırda var olan güç ilişkilerine içkindir. İşçi, önce çalışıp günlük, haftalık, aylık gibi biçimlerde maaşını kazanır. Yani işçinin çalışma eylemi, işinin karşılığı olarak değer görülen maaştan önce gelir. Ayrıca emeklilik ikramiyeleri ve maaşları da hesaba katılmalıdır. Yine işçi, bu ikramiyeleri ve maaşları çalışma hayatı boyunca kazanmasına rağmen çalışma eyleminin para karşılığı, eylemin kendisinden sonra gelir. Caffentzis’e göre bu ilişki biçimi, kapitalistin işçiye borçlanmasıdır.[74] Dördüncü ilişki biçimi işçiler arasında ortaya çıkar. Emekçi sınıfların birbirlerinden aldıkları borçlar aracılığı ile şekillenir. Burada arkadaşlardan, aile üyelerinden kısaca sosyal çevreden alınan borçlar düşünülmelidir. Kişiler arasında döngüsel bir sırayla birbirine borç verme -Türkiye’de açığa çıktığı biçimiyle örneğin altın günleri- ya da veresiye yazdırma da karşımıza çıkan diğer gündelik mekanizmalardandır. Arjantin popüler sınıfları arasında bunlara benzer gündelik mekanizmalarla kurulan borç ilişkisi yaygınlık gösterir.[75] Başka bir deyişle, kredi kartı kullanmak yerine mahalle manavına borç yazdırmak ya da banka kredisine başvurmak yerine aile yakınlarından borç istemek gündelik hayatın olağan akışında kendini tekrar eden pratiklerdir.
Bu gibi pratikler kapitalizm öncesinde de varlık gösteren, gündelik hayata içkin olan ve popüler sınıfların hayatında bir dayanışma ve ortaklık bağı üreten, toplumsal olarak üretilen artı değerin paylaşımına dair bir mekanizma olarak kendini gösteren pratiklerdir. Dolayısıyla kapitalistin -bankanın- emeğiyle geçinen birine borç vermesi ile emeğiyle geçinen birinin diğer bir emekçiye borç vermesi arasında ortaya çıkan gerilim, birbirinden farklı toplumsallıkları beraberinde getirir. İlk durumda öznenin, sermaye mantığı ile yeniden kurgulanması ve dönüşümü, bu mantığın gündelik hayata ve sosyal ilişkilere her geçen gün daha da sirayet etmesi söz konusu iken; ikinci durumda özneler arasındaki gündelik ilişki devam eder.[76] Kapitalizmin özgünlüğü, ekonomik olanla en geniş anlamıyla toplumsal hayatı birbirinden farklı alanlar olarak kurgulamasından gelir.[77] İlk durumda, herhangi bir değiş-tokuşun ya da ihtiyacın/arzunun karşılanmasının tamamen ekonomik alana itilmesi ve buna paralel olarak, toplumsallığından yalıtılmış rasyonel ekonomik öznelerin pazar içerisindeki faaliyetleri olarak kurgulanması söz konusuyken; ikinci durumda, bahsi geçen faaliyetler hala toplumsal öznelerin toplumsal ilişkilerine tabi faaliyetleridir. İlk durumda ekonomik alan, gündelik toplumsal pratikleri de metalaşma süreçlerine dahil ederek genişler. Gündelik ilişki biçimleri, ekonomik birer kategori olarak kendi rasyonelinde ve insanlar arasındaki sosyal ilişkilerden bağımsız olarak düşünülür.[78] Herhangi bir iktisadi faaliyet, artık toplumsallığını yitirmiş; bağımsız ekonomik özneler tarafından çıkar maksimizasyonu hesaplanarak gerçekleştirilen eylemlere dönüşmüştür. Ortaya çıkan gerçeklik, neoliberal toplumun ta kendisidir: Neoliberalizm, gündelik pratiklere sirayet eder ve onları kendi ekonomist mantığının sınırlarında dönüştürür.[79]
Bu sınırlar içerisinde, borcun neden olduğu dört farklı yabancılaşma biçimi karşımıza çıkar.[80] İlk olarak, borçlanılarak ihtiyacı ya da arzuyu gidermeye yönelik satın alınmış nesne/meta ve onu satın alan özne/borçlu arasında bir yabancılaşma meydana gelir. Kısaca söylemek gerekirse metanın kullanım değeri aracılığıyla herhangi bir ihtiyaç ya da arzu giderimi, aynı zamanda borcun ödenmemesi durumunda bu kullanım değerinin sürdürülemeyeceği gerçekliği ile çarpışır. Bu durum metanın kullanım değerine dair bir güvensizliği de açığa çıkarır. Borcun ödenmemesi durumunda, borçlu olunan kişi/ kurum metaya el koyabilir. Bu durumda ihtiyaç ya da arzuyu gidermeye yönelik edinilen metalarla çevrilmiş bir hayat, aynı zamanda metanın kişinin kendisine ait olmadığı; tam aksine borçlu olan kişinin her an el koyabileceği gerçekliğiyle de çevrilidir. Bu ikili gerçekliğin çatışması, borçlunun gündelik yaşamının temel çelişkisi haline gelir. Özetle borç ile edinilmiş herhangi bir meta, borç kontratı son buluncaya kadar asla kişiye ait değildir ve bu durum, borç ile edinilen metaya karşı bir yabancılaşma doğurur. Borç, aynı zamanda gelecek üzerine oynanan bir kumar anlamına gelir.[81] İhtiyaç veya arzunun giderilmesi için kullanılan borç, aynı zamanda gelecekte yapılacak olan işe dair bir takayyüttür. Borcun ödenmesi, borca denk olan paranın gelecekte kazanılmasına bağlıdır. Borcun varlığı, geleceğin belirsizliği, belirsiz bir gelecekte borcu ödemek için çalışma zorunluluğu birbiriyle eklemlenir ve bu gerilim, ikinci yabancılaşma biçimi olan borçlu öznenin kendi varlığına yabancılaşması ile sonuçlanır. Üçüncü olarak borçlu, diğer borçlu öznelerden yabancılaşır. Bu yabancılaşmanın arkasında, utanç yer alır. Kapitalizmin ekonomik alanında borçlu duruma düşmek, gerekli rasyonel tercihleri yapamamak ve başarısız olmak anlamına gelir. Borçlu kişi para idaresini bilmeyen, gelirini kazancını arttıracak şekilde kullanmak yerine boşa harcamış ve kişisel ekonomi yönetimini yapamadığı için güvenilmez olan kişidir.[82] Dolayısıyla borçlu, borçlu olmanın başarısız olmak ile eşleştiği bir gerçeklikte diğer borçlu öznelere dair benzeri bir toplumsal öfkeyi yansıtır. Ötesinde, kendisini borçlu özne olarak tanımlamaktan kaçınır. Son olarak borcun varlığı, borçlu öznenin sınıf mücadelesine yabancılaşmasına neden olur. Üretim ilişkisi içerisinde sömürü doğrudan gerçekleşir. Yani işçi, patronunun kârlılığı için üretim yaptığını bilir. Borç ise toplumsal bağlamından tamamen soyutlanıp kişiselleştiğinde bir banka ile borçlunun imzalamış olduğu kontrata sıkışıp kalmıştır. Borcu verenin kim olduğu oldukça silikleşmiştir ve borç kontratı da oldukça bireyseldir. Krediyi veren ve borçlanan kişi arasındaki kontrat, “adil” görünür fakat kârlılık, halihazırda piyasa kurallarınca belirlenmiştir ve krediyi verenin kredinin geri ödemesi esnasında elde ettiği faizden başlayarak bir dizi kârı mevcuttur. Üstelik herhangi bir işçi, diğer işçilerle her şeyden önce aynı mekânda çalışmanın yarattığı ortaklıkla birbirine bağlıdır. Fakat her bir borçlu ile bir ötekini birbirine bağlayacak somut bir ortaklıktan söz etmek güçtür. Bunun sebebi mekânın ortak bağlayıcılığını yitirmesinin yanı sıra, üçüncü yabancılaşma biçimi olarak işaret edilen utanç örüntüsüdür. Özetle sömürü devam eder ancak borçlu özne, krediyi veren kurum ve diğer borçlular arasında oluşan gerilim, maaşlı işçi olmanın tetiklediği sınıf mücadelesi koşullarından yoksundur.
Görüldüğü üzere Türkiye’de ortaya çıkan finansal borçlanma, yalnızca bir miktar ve yaygınlık sorunu değildir. Aksine bütün bir toplumsallığın ve gündelik ilişki biçimlerinin, sermaye mantığı ile kapitalist toplum sınırlarında yeniden şekillenmesidir. Arjantin, rakamların ışığında Türkiye’den daha yoksul bir ülke olarak değerlendirilir.[83] Peki, başa dönüp yeniden sorarsak, yoksulluk nasıl tanımlanır? Sanırım bu soruya verebileceğim en kısa yanıt, Bonefeld’ten[84] ilham alarak, bir burjuva toplumunda ancak burjuva toplumun yoksulluk kavramını tanımlayabileceğimiz olur. Gelecek tartışmalara bir not düşmek adına işaret edilmesi gereken önemli bir nokta, ihtiyaç olarak değerlendirilen ve uğrunda borçlanılan metaların aslında ‘sosyal’ ihtiyaçlar olduğudur.[85] Yani eksikliğini duyumsadığımız ihtiyaçlar, kapitalist toplumun sınırlarında çizilir ve takiben bu eksikliğin kendisi, kapitalist toplum koşullarında yoksulluk olarak adlandırılır. Mutlak veya göreli gibi sıfatlarla bir yoksulluk tanımı yapmak, rakamların dünyasına sıkışıp kalmak anlamına gelir. Halbuki örneğin bu metinde enflasyon üzerine yapılan tartışmanın işaret ettiği yalın bir gerçeklik vardır: Rakamların dünyası, kapitalist marketin kurallarını açığa çıkarır. Gösterildiği üzere enflasyon, kapitalist bir piyasada ortaya çıkan sınıfsal çelişkinin doğurduğu dağıtıma dair çatışmalar nedeniyle daima mevcut bir gerilim olacaktır fakat rakamlar, bu çelişkileri açığa çıkarmaktan oldukça uzaktır. Üstelik daima var olacak olan ilave para nedeniyle enflasyon kaçınılmaz bir son olacaktır ve ortaya çıkacak ilave para, ülkelerin iç dinamiklerinin de ötesinde küresel piyasalarla eklemlenme biçimleriyle de ilişkilidir. Ortaya çıkan yoksulluğu gidermek için deva olarak sunulan finansal borçlanmanın kendisi de bizatihi yoksullaşma nedeni olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla gündeliğimizde meta ile kurduğumuz ilişkiyi, bu ilişkinin kapitalist toplumun sosyal ihtiyaçlarının sınırlarında yeniden şekillenişini ve takiben ortaya çıkan yoksulluk kavramının bizatihi kendisini tartışmaya açmadan, rakamların yaratmış olduğu çelişkili durumun üstesinden gelebilmek mümkün değildir.
EK
[1] Paul, M. ve Sharma, P. (2019, 4 Şubat) Inflation Rate and Poverty: Does Poor become Poorer with Inflation?, SSRN Electronic Journal, s. 3
[2] Garroway, C. ve Laiglesia, J. R. (2012, Eylül). On the Relevance of Relative Poverty for Developing Countries, OECD Development Centre (Working Paper No. 314), s. 13-4
[3] Foster, J. E. (1998). Absolute versus Relative Poverty. American Economic Review, 88:2, s.335
[4] Tsakloglou, P. (1990). Aspects of Poverty in Greece. Review of Income and Welath Series, 36: 4, s.396
[5] Andriopulou, E. Karakitsios, A. ve Tsakloglou, P. (2018). Inequality and Poverty in Greece: Changes in Times of Crisis. D. Katsikas (Ed.) Socioeconomic Fragmentation and Exlusion in Greece under the Crisis içerisinde, s.27
[6] Her ne kadar bu yazının akışı açısından göreli yoksulluk tanımına önce değinilmiş olsa bile; tarihsel olarak göreli yoksulluk kavramı mutlak yoksulluk kavramından doğan sorunlar nedeniyle geliştirilmiştir. Ayrıntılı tartışma için bkz. Şenses, F. (2001: 2006). Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk- Kavramlar, Nedenler, Politikalar ve Temel Eğilimler, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, ss. 61-113
[7] İhtiyaç duyulan kalori üzerinden hesaplanan asgari ücret ve dolayısıyla yoksulluk çizgisinin temel bir eleştirisi için bkz. Özgür, B (2021). ‘İş Payı’, ‘Yaşam Payı’na Karşı: Kalorideki Sınıf Savaşı. Gezegen 24. Erişim adresi: https://gezegen24.com/is-payi-yasam-payina-karsi-kalorideki-sinif-savasi/
[8] Anker, R. (2005, Temmuz). A New Methodology for Estimating Internationally Comparable Poverty Lines and Living Wage Rates. ILO Policy Integration Department- Statistical Development and Analysis Group (Working Paper No. 72), s.7
[9] Şenses, F. (2001: 2006). Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk- Kavramlar, Nedenler, Politikalar ve Temel Eğilimler, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, s.80
[10] A.g.e., s. 87
[11] GLOBESCAN (2020, 10 Eylül). The Global Poll Documents the Pandemic’s Impact on Inequality. Erişim adresi: https://globescan.com/global-poll-pandemic-impact-inequality/
[12] Federici, S. (2016, 14 Haziran). From Commoning to Debt: Financialization, Micro-Credit and the Changing Architecture of Capital Accumulation, CADTM, Erişim Adresi: http://www.cadtm.org/From-Commoning-to-Debt
[13] Hem Türkiye hem de Arjantin için Media Ownership Monitor’ın yapmış olduğu araştırmalar temel alınarak medya üzerinde tekel gücüne sahip şirketlere erişilmiştir.
[14] Hem Halk TV ile ilgili senelik istatistik hem de C5N ile ilgili senelik istatistik için ulusal veriler temel alınmıştır.
[15] Friedman, M. (1970). The Counter-Revolution in Monetary Theory, Institute of Economic Affairs (IEA Occasional Paper, No. 33), s.11
[16] Paranın dolaşım hızına yönelik farklı analizler, elbette ki iktisat dünyasının kendi aralarındaki tartışmalarının meyvesidir. 1929-1933 Büyük Buhran’ından doğan tartışmalarda, Keynes bu denklemde aslında paranın dolaşım hızının sabit kabul edilemeyecek bir faktör olduğunu öne sürer. Ayrıca bkz. Keynes, J.M. (1931). The Pure Theory of Money: A Reply to Dr. Hayek. Economica, 34, ss. 387-397
[17] Friedman, M. (1970). The Counter-Revolution in Monetary Theory, Institute of Economic Affairs (IEA Occasional Paper, No. 33), s.11. M. Itoh ve C. Lapavitsas’ın Political Economy of Money and Finance adlı çalışmasının, Para ve Finansın Ekonomi Politiği başlığıyla Yordam Kitap’tan yayımlanan Tuncel Öncel çevirisinde, burada değinilen tartışma şu şekilde ifade edilmiştir ve bu çeviri, anlatımı zenginleştirebilir: “’Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur’ (Friedman, 1970); yani para arzı, üretim artışından daha hızlı büyüdüğünde ortaya enflasyon çıkar” (2012: 217). Friedman’ın kendi metninde ve Itoh ve Lapavitsas’ın (1999: 220) çalışmasında tercih edilen kelime output’tur. Bu noktada output kelimesinin, üretilen mal ve hizmet miktarını kapsayacağı düşünülerek ve ‘üretim’ çevirisinin mal üretimi ile sınırlı bir algı yaratabileceği kaygısıyla bu metinde çıktı kelimesi tercih edilmiştir.
[18] Klasik Phillips Eğrisi ve onu temel alan yaklaşımları eleştirilerinin ana odağına almıştır.
[19] Friedman, M. (1977). Nobel Lecture: Inflation and Unemployment. Journal of Political Economy, 85: 3, ss.464-5
[20] Kullanılan doğal vurgusu, işsizliği değil işsizlik oranını betimler. Ne klasik ne de uzantısı olan neo-klasik iktisatta, işsizlik doğal bir duruma karşılık gelmez. Doğal işsizlik oranı ise kendi rasyoneli ile iş sahibi olmamayı tercih etmiş insanlara denk düşer. Ayrıca bkz. Weeks, J. (1989). A Critique of Neoclassical Macroeconomics, Palgrave Macmillan, s.135; Friedman, M. (1968). The Role of Monetary Policy, The American Economic Review, 58:1, s. 9
[21] Friedman, M. (1968). The Role of Monetary Policy, The American Economic Review, 58:1, s. 10
[22] Free to Choose Network (2016, 21 Mart). Milton Friedman Speaks: Money and Inflation 1978 [Video]. Youtube. Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=B_nGEj8wIP0&ab_channel=FreeToChooseNetwork
[23] Weeks, J. (1989). A Critique of Neoclassical Macroeconomics, Palgrave Macmillan, s.197-9
[24] Friedman, M. (1968). The Role of Monetary Policy, The American Economic Review, 58:1, s.11
[25] A.g.e., s. 12
[26] A.g.e, s.12
[27] Goodhart, C. A. E. (2003). Der. The Institute of Economic Affairs, The Constitutional Position of the Central Bank, Money, Inflation and the Constitutional Position of the Central Bank içerisinde, Profile Books Ltd., Londra, s.93-5
[28] Scarlata, J. G. (2002). Inflation Targeting. Macroeconomic Management içerisinde, IMF. Erişim Adresi https://www.elibrary.imf.org/view/books/071/04393-9781589060944-en/ch07.xml, s. 173
[29] Ek bölümünde, her iki ülkenin ayrıntılı enflasyon geçmişine erişilebilir.
[30] Askeri darbenin gerçekleştiği 1980 senesi hariç tutulmuştur. 1980 yılının tüketici fiyatı endeksli enflasyon oranı %114,6’dır.
[31] İlgili veriler, tüketici fiyat indeksi baz alarak hesaplanmış olan enflasyon değerleri olup her iki ülkenin istatistik kurumlarının yayımladığı rakamlardır. Ayrıntılı analiz için ayrıca bkz. Kibritçioğlu, A. (2004). A Short Review fort he Long History of Turkish High Inflation, Macroeconomics 0404003, University Library of Munich, Erişim adresi: https://ideas.repec.org/p/wpa/wuwpma/0404003.html; Solanet, M.A. (2015). Historia y Causas de la Inflacion en La Argentina, Academia Nacional de Ciencias Morales y Políticas, Erişim Adresi: https://www.ancmyp.org.ar/user/files/Solanet.D.15.pdf;
[32] Cavallo, D. F. Ve Mondino, G. (1995). ¿El Milagro Argentino? De la Hiperinflación al Crecimiento Sostenido. Dünya Bankası Gelişmekte Olan Ülkeler Yıllık Konferansı.; Mussa, M. (1998, 28 Aralık). The IMF: Doctor, Savior or Wastrel?, IMF, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2015/09/28/04/54/vc122898a
[33] IMF (1998, 1 Ekim). Press Briefing by IMF Managing Director Michel Camdessus. Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2015/09/28/04/54/tr981001
[34] Rodríguez, C. A. (1995). Ensayo sobre el Plan de Convertibilidad, CEMA- Documentos de trabajo No. 105, Centro de Estudios Macroeconómicos, s.6
[35] Gerchunoff, P., ve Torre, J. C. (1996). La Política de Liberalización Económica en la Administración de Menem. Desarrollo Económico, 36: 143, ss. 745-6
[36] Fair, H. (2008). El Rol del Plan de Convertibilidad en la Articulación de los Grandes Grupos Empresariales: Un Estudio de Caso del Primer Gobierno de Menem. Administración Pública y Gestión Estatal, 8:10, s.121
[37] Ayrıca bkz. Baysan, T. ve Blitzer, C. (1990). Turkey’s trade Liberalization in the 1980s and Prospects for its Sustainability, Political Economy of Turkey: Debt, Adjustment and Sustainability içerisinde, T. Arıcanlı ve D. Rodik (Eds.), Palgrave Macmillan, s. 10
[38] Larsen, F. (2002, 17 Haziran). The Role of Fiscal Policy in Crisis Situations: Response to Point de vue de Joseph E. Stiglitz, “L’actualité de Keynes,”, IMF, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2015/09/28/04/54/vc061702
[39] Sturzenegger, F. (2019). Macri’s Macro: The Meandering Road to Stability and Growth, Brooking Papers on Economic Activity, BPEA Conference Drafts, 5-6 Ekim 2019, s.40
[40] Ayrica bkz. Krause, M. (2018, 28 Haziran). La Calidad Institucional y la İndependencia del Banco Central, Columnistas, Erişim Adresi: https://www.cronista.com/columnistas/La-calidad-institucional-y-la-independencia-del-Banco-Central-20180628-0008.html
[41] IMF (2017, 3 Şubat). IMF Executive Board Concludes 2017 Article IV Consultation with Turkey, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2017/02/03/pr1734-IMF-Executive-Board-Concludes-2017-Article-IV-Consultation-with-Turkey
[42] IMF (2018, 30 Nisan). IMF Executive Board Concludes 2018 Article IV Consultation with Turkey, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2018/04/30/pr18152-turkey-imf-executive-board-concludes-2018-article-iv-consultation
[43] IMF (2019, 27 Aralık). IMF Executive Board Concludes 2019 Article IV Consultation with Turkey, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2019/12/27/pr19491-turkey-imf-executive-board-concludes-2019-article-iv-consultation
[44] Ayrıca Bkz. Koyuncu, H. (2020, 7 Kasım). Merkez Bankaları Bağımsız mı Olmalı, Kurumun Görevleri Ne?. Euronews, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2020/11/07/merkez-bankalari-neden-bagimsiz-olmali; Demiralp, S. (2019, 10 Temmuz). Merkez Bankası Bağımsızlığı Neden Önemli?, BBC News, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-48939611
[45] IMF (2021, 25 Mart). IMF Mission Team Statement on Argentina. Erişim adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2021/03/25/pr2186-argentina-imf-mission-team-statement-on-argentina
[46] La Nacion (2021, 15 Mart). Martín Guzmán mano a mano con Carlos Pagni en Odisea Argentina – Entrevista completa, Youtube. Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=oYp6TTGsqhU&t=166s&ab_channel=LANACION
[47] IMF (2021, 25 Ocak). Turkey: Stuff Concluding Statement of the 2021 Article IV Mission, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/News/Articles/2021/01/25/mcs012521-turkey-staff-concluding-statement-of-the-2021-article-iv-mission
[48] Harvey, D. (2018, 1 Mart). Marx’s Refusal of the Labour Theory of Value, Erişim Adresi: http://davidharvey.org/2018/03/marxs-refusal-of-the-labour-theory-of-value-by-david-harvey/
[49] Saad- Filho, A. ve Mollo M. de L.R. (2002). Inflation and Stabilization in Brazil: A Political Economy Analysis. Review of Radical Political Economics, 34, s. 110.
[50] Örneğin bkz. Ercan, F., Karakaş, D. Ve Tanyılmaz, K. (2008). Türkiye’de Sermaye Birikimi, Sanayileşme Politikaları ve Sektörel Değişimler, Ed. Gülen Elmas Arslan, Çeşitli Yönleriyle Cumhuriyetin 85.Yılında Türkiye Ekonomisi, Ankara, Gazi Üniversitesi Hasan Ali Yücel Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, ss.213-254
[51] Örneğin bkz. Hopenhayn, B. (1965). Estancamiento e Inestabilidad: El Caso Argentino en la Etapa de Sustitución Forzosa de Importaciones. El Trimestre Económico, 32:125, ss.126-139
[52] Saad- Filho, A. (2000). Inflation theory: A critical literature review and a new research agenda, Value, Capitalist Dynamics and Money, s.349
[53] A.g.e., s.349
[54] Özellikle arz ve ithalat politikası, piyasaya sürülen ilave para ile tutarlı bir biçimde kurgulanırsa enflasyon oluşmayabilir. Bu sebeple “potansiyel” kelimesi tercih edilmiştir.
[55] Boratav, K. (2019). Sermaye Hareketleri ve Türkiye’nin Beş Krizi. Çalışma ve Toplum, 60.
[56] Cömert, H. ve Türel, O. (2016). Finansal Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Para Politikalarının Evrimi, 1980-2014, ERC Working Papers in Economics, No. 16/13, s.27
[57] Giacobone, G. ve Selva, R. A. (2011). Inflación + Desorrollo: La Inflación Argentina: Un Enfoque Estructural. Entrelíneas de la Política Económica, 31, ss. 24-32
[58] IMF (2019). Global Debt Database, Erişim adresi: https://www.imf.org/external/datamapper/HH_LS@GDD/GBR/USA/IND/BGD/CHN/PAK/IDN/RUS
[59] TCMB (2020, Kasım). Finansal Istikrar Raporu, No. 31, s.23
[60] A.g.e., s.25
[61] World Bank (2001). World Development Report 2000/2001: Attacking Poverty. World Development Report, No. 22684, New York: Oxford University Press. ss.74-6
[62] Akçay, Ü. (2017). Finansallaşma, Merkez Bankası Politikaları ve Borcun “Özelleştirilmesi”, Der. P. Bedirhanoğlu, Ö. Çelik ve H. Mıhçı, Finansallaşma Kıskacında Türkiye’de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek içerisinde, ss.67-71
[63] Kulfas, M. (2019). Los Tres Kirchnerismos: Una Historia de la Economía Argentina 2003-2015, Signo Veintiuno Editores, ss. 181-213
[64] IMF (2016). Argentina: Financial System Stability Assessment (IMF Country Report 16/64). International Monetary Fund.
[65] Cassini, L., Zanotti, G. G. ve Schorr, M. (2021). Más Negocio Financiero, Menos Producción: La experiencia Neoliberal del Gobierno de Cambiemos. Der. M. Schorr, El Viejo y El Nuevo Poder Económico en la Argentina içerisinde, ss. 199-236
[66] Rebossio, A. (2019, 4 Aralık). Macri: “[Vamos a poner en marcha] un millón de créditos [hipotecarios] a 30 años”. Chequeado, Erişim adresi: https://chequeado.com/ultimas-noticias/macri-vamos-a-poner-en-marcha-un-millon-de-creditos-hipotecarios-a-30-anos-2019/
[67] Barragan, F. (2019, 16 Kasım). Deudores ahogados por los créditos UVA de Macri. Pagina 12, Erişim adresi: https://www.pagina12.com.ar/231262-deudores-ahogados-por-los-creditos-uva-de-macri ;
[68] 2007 Aralık ve 2015 Aralık sürecinde iki dönem devlet başkanlığı yapan Cristina Kirchner, halihazırda başkan yardımcısıdır.
[69] Argentina.Gob (2020, 21 Ekim). Guzmán anunció el envío al Congreso de dos proyectos para impulsar la Construcción y promover el crédito hipotecario. Erişim Adresi: https://www.argentina.gob.ar/noticias/guzman-anuncio-el-envio-al-congreso-de-dos-proyectos-para-impulsar-la-construccion-y ; La Nacion Propiedades (2021, 3 Mayıs). Créditos UVA: dos proyectos de ley buscan evitar que los deudores pierdan sus casas, Erişim adresi: https://www.lanacion.com.ar/propiedades/casas-y-departamentos/creditos-uva-manana-el-senado-analizara-los-proyectos-de-renegociacion-de-deuda-nid03052021/
[70] Bonefeld, W. (2021). On the State as Political Form of Society, Science & Society, 85:2, p.179
[71] BCRA (2020, Aralık). Informe de Estabilidad Financiera, s. 18; Centro de Economia Regional y Experimental (2020, Haziran). La deuda familiar “no bancaria” creció 16,1% en junio y el 44,9% de las familias teme quedarse sin trabajo o ingresos.
[72] Graeber, D. (2011). Debt: The First 5,000 Years, Melville House Publishing, New York.
[73] Caffentzis, C. G. (2016). Everyday Life in The Shadow of The Debt Economy. Der. Ernst Schraub ve Charlotte Højholt, Psychology and The Conduct of Everyday Life içerisinde, ss. 180-4
[74] Caffentzis, G. (2013). Debt and/or Wages: Organizing Challanges, Tidal: Occupy Theory, Occupy Strategy, No.4, ss. 6-7
[75] Wilkis, A. (2013). Las sospechas del dinero. Moral y economía en el mundo popular, Buenos Aires, Paidos.
[76] Kapitalist bir toplumsallıkta borcun varlığı, özne üzerinde bir dayanışma örneğine dönüşmenin çok ötesinde bir baskı mekanizması olarak da kendini gösterebilir. Ancak buradaki gerilim, borç ve özne arasındaki ilişkinin kendisini bir dayanışma mekanizması olarak mı yoksa bir baskı mekanizması olarak mı ortaya çıkaracağı değildir. Hem dayanışma hem baskı durumunda oluşan ilişki, sermayenin doğrudan tahakkümü altına girmemiştir; sermayenin dolayımsal tahakkümü ayrıca tartışılmalıdır. Ayrıca bkz. Lazzarato, M. (2012). The Making of Indebted Man: An Essay on the Neoliberal Condition, MIT Press.
[77] Wood, E.W. (1995). Democracy Against Capitalism: Renewing Historical Materialism, Cambridge University Press, s.19
[78] Bonefeld, W. (2003). Human Progress and Development, Revista Theomai, No. 8, Universidad Nacional de Quilmes.
[79] Ayrıca bkz. Clarke, S. (2005). The Neoliberal Theory of Society, Neoliberalism: A Critical Reader, 50, Erişim adresi: http://homepages.warwick.ac.uk/~syrbe/pubs/Neoliberalism.pdf
[80] Caffentzis, C. G. (2016). Everyday Life in The Shadow of The Debt Economy. Der. Ernst Schraub ve Charlotte Højholt, Psychology and The Conduct of Everyday Life içerisinde, ss. 184-7
[81] Bonefeld, W. (2020). Capital par Excellence: On Money as an Obscure Thing, Estudios De Filosofía, No. 62, s.36
[82] Lazzarato, M. (2012). The Making of Indebted Man: An Essay on the Neoliberal Condition, MIT Press, s.88
[83] World Bank, Global Poverty Working Group, Poverty headcount ratio, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.LMIC.GP?locations=AR-TR
[84] Bonefeld, W. (2003). Human Progress and Development, Revista Theomai, No. 8, Universidad Nacional de Quilmes.
[85] Lefebvre, H. (1947: 1991). Critique of Everyday Life, Vol I, Verso Books, s.9