Bir 2020 değerlendirmesi: Doğal sınırlar ve sol arayışlar

Doğal afetler, yangınlar, savaşlar, pandemi ve elbette mücadele... Yüzyılımızın beşte birini geride bıraktığımız 2020, müstakil bir takvim yılından çok daha fazlasıydı. Onur Acaroğlu'ndan, salgının bile dizginleyemediği; Avrupa'dan Asya'ya, Afrika'dan Amerika'ya yayılan, dünyanın dört bir yanını kasıp kavuran isyanlara küresel bir bakış...

Kaliforniya yangınlarından bu fotoğrafta, bir huzurevi tabelası virüse karşı hijyen önlemlerini sıralıyor. © Noah Berger/AP

Döne döne büyüyen anaforda
Şahin duyamıyor şahincisini;
Her şey yıkılıyor, bel vermiş ortadirek;
Kargaşalık salınmış yeryüzüne,
Yükseliyor kana bulanmış sular, ve her yerde
Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;
İyiler her türlü inançtan yoksun,
Oysa yoğun bir tutkuyla esrik kötüler.

W.B. Yeats, İkinci Geliş.[1]

Yüzyılımızın beşte birini geride bıraktığımız 2020 senesi, hafızalarımızda başlı başına bir ‘olay’ olarak yer ederek ardımızda kaldı. İrlandalı şair W.B. Yeats’in, Cevat Çapan’ın dilimize kazandırdığı dizelerine nazire yaparcasına ürkütücü gelişmelerle açılan yıla, ivmesinden ödün vermeden birbirini izleyen olaylar eşliğinde veda ettik. Yeats, 1919 yılının dehşetengiz atmosferini tasvir ederken, sert sapaklarla dizili bir dönemin eşiğinden dünya sanatsal mirasına eşsiz bir eser kazandırıyordu. Tanık olduğu ânı içgüdüsel bir sezgiyle kavrayan muhafazakâr şaire göre, müesses nizamın ‘ortadireğinin’ kırılmasıyla insanlık uçsuz bucaksız bir karanlığa savrulmuştu. Bu duruma cevaben Yeats, ömrünün son yıllarında Avrupa’da boy vermeye başlayan otoriter sağcı rejimlere sempati beslemeye başlamıştı. Her ne kadar nitelikli bir sanatçıdan beklenenin aksine statükoya tutunarak kendi gözlerini bağlamayı tercih etmiş olsa da, Yeats’in ortadireğe dair gözlemi keskin hatlar kazanmış günümüz koşullarında geçerliliğini koruyor. Öte yandan yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz üzere önümüzdeki döneme bir bakış, ‘ortadireğin’ kırılganlığı konusuna ilişkin daha derin tartışmaları gerektiriyor.

Eşitsizlik, güvencesizlik ve geleceksizlik toplumsal yaşantımızın kalıcı birer gerçekliği hâline gelerek siyasi alanda sert çatışmalara yol açarken, geçtiğimiz aylara damgasını vuran yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgını da süregelen kapitalist krizler silsilesini şiddetlendirdi: On yıllardır iğdiş edilen kamusal sağlık düzenlerinin, dünya halklarının altında ezildiği çöküşlerini yalnızca gözlemlemekle kalmadık, birinci elden de deneyimledik. 2016 yılı nasıl Brexit ve Donald Trump’ın başkanlığı gibi çarpıcı gelişmelerle özdeşleştiyse, 2020 de bu kasvetli gidişata yeni halkalar ekleyen bir gösteren olarak toplumsal belleğimizde olduğu kadar kelime haznelerimizde de yerini alacak. Bununla beraber salgının dizginleyemediği, dünyanın dört bir yanını kasıp kavuran isyanlardan yola çıkarak, ‘2020 olayı’nın da müstakil bir takvim senesinden ibaret olmadığını, öncüllerinden aktardığı ve kesintiye uğrattığı süreçlerle daha geniş bir dönemin bakiyesini taşıdığını görebiliriz. Hâl böyleyken, ‘bizim yaptıklarımıza,’ diğer bir deyişle, her yönden çatırdayan neoliberal düzene karşı muazzam bir coğrafi ve stratejik çeşitliliğe yayılan toplumsal isyan ve direniş dalgalarına yoğunlaşmak da kuşkusuz daha kıymetli hâle geliyor.

Aşınan doğal sınırlar

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2019 yılında paylaştığı bu grafiğe göre, pandemiye hazırlık seviyesinin en yüksek olduğu öngörülen iki ülke ABD ve Birleşik Krallık’tı.

Tamamladığımız yılın ilk günlerine baktığımızda, küresel güç dengelerindeki kaymalardan oluşan bir tablo ile karşılaşıyoruz. 3 Ocak tarihinde ABD’nin İranlı general Kasım Süleymani suikastı ve iki ülke arasında bunu takip eden restleşmeler, diken üstünde geçecek bir yılın habercisiydiler. Azerbaycan-Ermenistan savaşı da jeopolitik dengeleri sınayan başka bir gelişmeydi. Bunların yanı sıra kahredici bir iç savaş deneyimi yaşamış olan Etiyopya’da, yılın son çeyreğinde Tigray azınlığının yaşadığı bölgenin yönetimi ile merkezi yönetim arasındaki anlaşmazlıklar silahlı çatışmalara dönüştü.[2] Bu tarihsel-coğrafi fay hatlarının üzerinde, dünyanın farklı uçlarındaki doğal felaketler bize kendi çatışmalarımızdan daha heybetli ve kadim bir çelişkiyi, doğayı karşımıza almanın sonuçlarını gösteriyordu. Gezegenimizin doğal sınırları orman yangınlarıyla zorlandı: Yüz milyonlarca hayvanın canına ve milyonlarca hektar orman alanına mal olan Avustralya yangınlarını; doğa ve insaniyete dair her şeye düşmanlığını her adımıyla yeniden kanıtlayan Brezilya hükümetinin körüklediği Amazon yangınları ve bunları ise ABD’nin batısında kontrol altına alınamayan diğer yangınlar takip etti. Afrika Boynuzu ve Orta Doğu’da iklim dengesizliklerinden kaynaklanan çekirge istilaları, dünya nüfusunun yüzde onunun gıda güvencesini tehdit eden boyutlara ulaştı. Bu felaketlerin yanı sıra Endonezya’nın başkenti Jakarta yıla onlarca insanın yaşamına mal olup on binlerce insanı yerinden eden seller ile girerken, Bangladeş’in de yüz ölçümünün çeyreğinin sular altında kalması, iklimdeki değişimlerin sorumlularından çok halkları zor duruma sokan adaletsizliğinin keskin bir dışa vurumuydu.

Pandemi

Son yıllarda antroposen ya da insan çağı addedilen bir jeolojik çağda yaşadığımızın asıl göstergesi ise koronavirüs salgını oldu. Dünyayı iskân eden türlerden birinin, kendi eylemleriyle tüm organik yaşamın kaderini tayin edebildiğini ve günümüze dek ne yazık ki bu gücüyle diğer canlılarla beraber kendi geleceğine de gölge düşürdüğünü gösteren salgın, Çin’in Wuhan kentinden dünyaya yayıldıktan birkaç ay sonra Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi kategorisine alındı. Böylelikle sosyolog John Bellamy Foster’ın ‘metabolik yarık’ olarak açımladığı, kökleri sınıflı toplumlar tarihinin şafağına kadar uzanan toplum/doğa ayrışmasının yol açtığı yıkıcı ahenksizlik, ileri kapitalizm ile pandemilerin müdavim olduğu yeni bir görünüm aldı.[3]

Yıl boyunca gündemden düşmeyen pandeminin dalgaları, sağlık ve eğitim alanlarında kamu kaynaklarının talanıyla perçinlenen eşitsizliklerle beraber yetersizlikleri de sergileyerek milyonlara varan önlenebilir can kaybına yol açıyorlar. Ancak, bir önceki seneye damgasını vuran ve iklim aktivisti Greta Thunberg’den ilham alan Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion, XR) gibi çevreci saiklerle birleşen grupların, bu meselenin yaşamsallığının katmerlendiği 2020’de kayda değer bir çalışma yürüttükleri söylenemez. Bunu pandemiden ziyade bu hareketin partisizlik ve yataylık takıntısından dolayı, kent merkezlerinde cereyan eden sansasyonel eylemlerinin ardından kalıcı bir yapılaşmaya gidememiş olmasıyla açıklamak mümkün. Burada yakın zamanda kaybettiğimiz değerli siyasal iktisatçı Leo Panitch’in, tutarlı ve sabırlı bir yürüyüşün başarıya ulaşmadaki vazgeçilmez öneminin altını çizdiği sözlerine kulak vermek yerinde olacaktır:

Kanımca verebileceğim en önemli tavsiye uzun erime baş koymak. Zamanımızın eğilimi iklim tehlikesinin derinliğinden dolayı ‘yalnızca beş ila on yılımız var’ demek. Bu çeşit bir söylem, insanların durumun aciliyetinin farkına varmalarını sağlamak için tasarlanmıştı. Ancak politik strateji olarak bizi bir açmaza sokuyor. İklim durumu ne kadar yakıcı olsa da bu çerçevede düşünemeyiz. On, on beş ya da yirmi yıl ölçeğinde düşünebilmeliyiz. Yapılması gereken temel sınıfsal ve örgütsel yeniden inşa süreçleri var. Bunlar zaman alan işler.[4]

Hiç azımsanamayacak bir eylemliliğin hâkim olduğu geçtiğimiz yılda doğal sınırlara vurgunun yerini farklı mücadeleler almış bulunuyor. Ancak, birkaç sene içinde Kuzey kutbundaki buzulların tamamının çözülmüş olabileceğini düşününce, bu meselenin uzun vadede çetrefilli veçhelerle geri döneceğini kestirmek ve farkındalık yaratmanın değerini kavramak zor olmayacaktır.

Yerkürede sol arayışlar

Son yıllara dönük panoramik bir fotoğraf çektiğimizde solun ana akım siyaset arenasında etkin ve sabit bir güç olarak yer alma çabasının oldukça farklı sonuçlara gebe olabildiğini görüyoruz. Yunanistan’da Avrupa Birliği’nin dayattığı kemer sıkma ve borçlanma politikalarıyla mücadele etme sözüyle iktidara gelip seçmenlerini hüsrana uğratan ikinci bir PASOK deneyimi diyebileceğimiz SYRIZA faciası, solun iktidara yükseliş ve düşüşünü adeta bir ‘tragedya’ tarzında sahnelemişti. Aynı yıllarda İngiltere’de, Blair döneminin gölgesinde solun büyük bir kısmının sırt çevirdiği İşçi Partisi’nde, kariyerini partinin sol çeperinde geçiren Jeremy Corbyn’in, taraftarlarının da beklemediği sürpriz bir sonuçla başkanlığa seçilmesi ilerleyen yıllarda alevlenecek parti içi tartışmaların işaret fişeğiydi. Bu noktadan itibaren İşçi Partisi çoğunluğu emekçi sınıfının saflarına adım atmakta olan yüz binlerce genç üyesi ile Avrupa’nın en kitlesel partilerinden biri olacak, ne var ki stratejik hatalar yaparak 2019 seçiminde hezimete uğrayacaktı. Toplumsal hareketlerin dikey örgütlenme ve iktidara oynama gibi eğilimlerden kaçındığı 2010’ların ilk yarısı, yerini bu tür gelişmelerle partinin önemini koruyup yeniden tartışılageldiğı bir ikinci yarıya bırakmışken, 2020’lere yaralarını saran solun savunmadan harekete geçtiği bir bağlamda girmiş bulunuyoruz.

Avrupa: Eski kıtada yeni faşizm

Çevreci hareketin etkin olduğu İngiltere’de 2019 yılı sosyalist ve anti-emperyalist Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin ağır yenilgisiyle sona ermiş, yeni yıla başbakan Boris Johnson’ın himayesinde girilmişti. Hükümetin sosyal darwinizme varan ‘sürü bağışıklığı’ deneyi, tutarsızlıklar ve skandallarla geçen kriz yönetimi, hâlihazırda yüksek desteğe sahip olmayan Johnson’ın da salgından payını almasıyla elde avuçtaki tüm sempatisini yitirmesine neden oldu. Virüsün Avrupa’yı derinden sarstığı bahar aylarında en ön cephede mücadele edenlerin çalışma koşulları kemer sıkmanın vahim sonuçlarını ortaya koyarken, İngiltere ve Belçika’da sağlık çalışanları başbakanlarını sırt çevirerek protesto ettiler.

Geçen yıl Britanya’da dikkat çeken bir gelişme de üniversitelerde yaşandı. Burada hükümet, 2010 yılında yükseköğretimin ücretini üç kat yükseltip bu sektöre ayrılan bütçeyi kısmıştı. Böylelikle üniversiteler gelirlerinin önemli bir kısmını, yerleşkelerinde kalan öğrencilerden topladığı kiralardan elde etmeye yönelmiş ve bu miktar giderek artmıştı. Salgın nedeniyle karantina önlemleri alınırken ülke çapında kampuslarda yurt binalarının bir kısmı kapanıyor, yüz yüze öğretim olanakları azalıyordu. Bunun üzerine birçok öğrenci, boş kalacak yurt odalarının kiralarını karşılamak yükümlülüğüyle karşılaşınca tabiri yerindeyse ‘bıçak kemiğe dayandı’. Salgının ilk aylarında mesajlaşma gruplarıyla örgütlenen öğrencilerin başlattığı, büyüyerek devam eden ve belli kazanımlar edinmeye başlayan ‘kira grevi’, farklı türde bir eylem ve stratejik araç olarak gelişmeye devam ediyor.

ABD’de George Floyd isimli siyah yurttaşın sahte bir banknot kullandığı iddiasıyla gözaltına alınırken beyaz bir polis tarafından güpegündüz katledilmesi tüm dünyada travmatik bir etki yaratmış, olay mahali ABD’de ise on yıllardır eşi benzerine rastlanmamış bir öfke seli ve protesto zincirini tetiklemişti. İngiltere’de de yargı ve baskı aygıtlarının yapısal ırkçılığına karşı biriken hiddet kitlelerin sokağa dökülmesine ve nihayetinde Black Lives Matter (BLM – Siyah Hayatlar Değerlidir) sloganının burada güç kazanmasına vesile oldu.[5] Yaz ayları boyunca beklenmedik bir şekilde kölecilik ve sömürgecilik ile ilişkilendirilen heykellerin dünyanın çeşitli yerlerinde yıkılması yeni bir tartışma başlığı oluşturdu. Söz gelimi, Bristol’da köle ticaretiyle zenginleşen bir tüccarın heykelinin yerinden sökülerek alkışlar eşliğinde liman sularına bırakılmasının ardından görüldüğü gibi gündemi artık toplumsal hareketler belirliyordu.[6]

Kölecilikle ilintili şahsiyetleri yücelten heykellerin protestocuların gazabına uğradığı bir diğer nokta olan Fransa’da, Floyd’un ölümüyle başlayan eylemler 2016’da gözaltında katledilen Adama Traoré için yeniden yükselen adalet çağrısına kıvılcım oldu. Uzun süredir devam eden, son derece heterojen bir politik dizgeye sahip olan sarı yelekliler (gilet jaunes) hareketine bu mücadelelerin eklenmesiyle, düzene ‘ortadirek’ olma iddiasıyla seçildikten sonra kabiliyetsizliği ve cibiliyetsizliğiyle nam salan cumhurbaşkanı Macron’un kalkanında bir gedik daha açıldı.

Sarı yeleklilerin fazla kök salamadığı İtalya’da ise gündemde salgına karşı alınan önlemler vardı. Salgının ilk aylarından itibaren ağır bedeller ödeyen İtalya’da, özellikle de yoksulluk ve yolsuzluğun yüksek oranda görüldüğü güneyde karantina karşıtı eylemler baş gösterdi. Yerel yönetimlerin sokağa çıkma yasağına karşı yapılan bu eylemler ilk bakışta Almanya ve ABD’de gördüğümüz sağ-popülist, komplo teorisyenliğine teşne grupların bayraktarlığındaki maske, sosyal mesafe, halk sağlığı ve bilim düşmanlığından oluşanlara benzetilebilir. Tüm önlemlerin kaldırılıp virüsün halkı serbestçe kırıma uğratması pahasına bir an önce işe dönüp olağan şartlarda sömürülme arzusuyla hareket eden bu sakil eylemlerin aksine, İtalya’da en belirgin talep yönetimlerin yasaklar ilan etmekle kalmayıp, özellikle küçük esnaf ve işçilerin geçimlerini dert etmeden evde kalmalarını sağlayan koşulları tesis etmesiydi. Altyapı yetersizliğinden muzdarip Sicilya’da yönetimin Küba’dan yeniden doktor ve tıbbi yardım istemesinden anlaşılacağı üzere, burada süregelen ekonomik buhran yerel yönetimlerin elini kolunu bağlıyor. Böylece yönetimden yardım almadan kira ve borç gibi yakıcı sorunlarla yüzleşen halk, ülkenin siyasal ve iktisadi yaşamının yadsınamaz bir bileşeni olan mafya karşısında korunaksız kalıyor. Bunun gibi nedenlerle koşulların zorlaştığı dönemlerde tarihsel ardıllarından hatırlayacağımız gibi aşırı sağ kendisine zemin bulabiliyor.

Pavlos Fyssas’ın annesi Magda Fyssas, adaletin sağlanması için verdiği uzun mücadeleler sonrasında mahkemeden çıkan kararı kutluyor. Louisa Gouliamaki/AFP

Sözünü açtığımız aşırı sağ ve neofaşizmin yükselişinin sahnelerinden Yunanistan’da, neo-Nazi örgüt Altın Şafak’ın kapatılmasına ve liderlerinin hapis yolunu tutmalarına tanık olduk. Killah P adıyla bilinen sol görüşlü şarkıcı Pavlos Fyssas 2013’te partinin bir üyesi tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürülmüş, katilin partiye bağlılık beyanlarına karşın yönetici kademe bu korkak saldırıdaki sorumluluğunu inkâr etmişti. Bu olayın ardından soruşturma açan mahkeme, sol partiler, sendikalar, anti-faşist ve ırkçılık karşıtı sivil toplum örgütlerinin yakından takip ettiği yedi senelik sürecin sonunda partinin bir ‘organize suç örgütü’ olduğuna hükmetti.[7] SYRIZA’nın iktidardan düştüğü ve Altın Şafak söylemlerini kullanmaya başlayan Yeni Demokrasi’nin zaferle ayrıldığı son seçimin ardından kriz sarmalından bir süre çıkamayacağı anlaşılan Yunanistan’da, halkın direnci ülkemize ilham veriyor.

Eski Sovyetler Birliği: Seçimsizlik cenderesinde mücadele

Reel sosyalizmin çözülüşünden bu yana adeta bir Beyaz Ordu hıncıyla geri dönen milliyetçi-muhafazakâr bağnazlıkların toplumun gözeneklerine sirayet ettiği eski Sovyetler Birliği coğrafyasına döndüğümüzde, vahşi kapitalizmin ‘insan yüzlü’ liberal ve otoriter sürümleri arasındaki seçimsizliği görüyoruz. Sovyetler Birliği’ne edilen vedadan beri yaşam koşullarında dramatik düşüşler yaşayan geniş halk kesimlerinin ayaklanmalarını da bu seçimsizliğin doğal bir sonucu olarak okuyabiliriz. Daha çok şantaj olarak nitelenebilecek bu çıkmazda toplumsal muhalefet, Polonya, Belarus ve Kırgızistan örneklerinde gördüğümüz üzere uluslararası jeopolitik çekişmelerin yerel dinamiklere yansıdığı emperyalist karanlıkta yolunu arıyor.

Geçen yaz yapılan Polonya cumhurbaşkanlığı seçiminde Andrzej Duda, rakibi Rafal Trzaskowski’yi ikinci turda oyların yüzde 51.2’sini alarak mağlup etti. Seçim, AB’nin anti-demokratik yargı reformu ve kadın haklarına saldırılarını kaygıyla izlediği Duda ile AB yanlısı bir siyaset bilimci ve Varşova belediye başkanı Trzaskowski arasında kıran kırana bir rekabete sahne oldu. Polonya’da olanlar, katılımın yükselip kutuplaşmanın yoğunlaştığı, seçeneklerin ise sorunlu liberal statükonun safdil bekçileri ile halkın değişim özlemini görüp onu kendi içinde eriten popülist sağın arasına sıkıştığı günümüzün ikilemine ışık tutuyor. Duda hükümeti özellikle kadın düşmanlığı konusunda Erdoğan hükümeti ile boy ölçüşebilecek bir sicile sahip. Bununla birlikte feminist hareket de yüz binlerce katılımcıdan oluşan protestolarıyla hükümete kilit yasalar konusunda geri adım attırabiliyor.

Katolik kilisesinin nüfuza sahip olduğu toplumlarda sık rastlandığı gibi Polonya’da da mesele kürtaj hakkı. 1955’ten itibaren talep üzerine kürtaj yasal güvence altına alınmışken, sosyalist rejimin yıkılmasının ardından Avrupa’nın en tutucu yasaları yürürlüğe girdi. Günümüzde ensest, tecavüz, annenin sağlığına tehdit veya fetüste anormallikler gözlenmesi durumları dışında bebek aldırmak yasak. Duda rejimi bir adım daha ileri giderek yasal kürtajların yüzde 98’inin nedeni olan fetüsteki anormallikleri de yasak kapsamına almayı ve bu prosedürü fiilen neredeyse imkânsız hâle getirmeyi hedefliyor. Feminist ve LGBT hareketleri kararlılıklarından ödün vermese de, muhalefetin öykünme eğiliminde olduğu Batı Avrupalı rejimler ve onlara atfedilen özgürlükçü ve ilerici değerlerle sınırlı bir ufku var. Bu eğilim, AB’nin tüm üye ülkelerinde sosyal adaletsizligi körükleyip sağın yükselişine ortam hazırlayan politikalara imza attığını göz önünde bulundurunca, sahiden farklı, yeni bir gelecek tahayyülüne köstek oluyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde diğer cumhuriyetlerle birlikte bağımsızlığını elde eden Belarus, bu senenin bir başka önemli çatışma alanı olarak değerlendirilebilir. 1994 yılında cumhurbaşkanı seçilen Aleksandr Lukaşenko, komşu ülkelerdeki akranlarının aksine kamu kaynaklarının yağmalanması ve Batı’ya ucuz işgücü ile pazar sağlama amaçlı toplumsal yıkım programlarını reddetmişti. Belarus’ta sanayi, ulaşım, konut ve kamusal hizmetler alanlarında devlet mülkiyetinin öne çıktığı, devlet sembollerinde de Sovyet imgelerinin kullanılmaya devam edildiği bir düzen kurulurken diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki ağır resesyonlar burada yaşanmıyordu. Aynı zamanda rejim, yüzünü Batı yerine Rusya’ya çevirdi ve cumhurbaşkanının şahsının etrafında otoriter bir hâle büründü. Burada elbette Lukaşenko’nun işçi iktidarının koşullarını yeniden hazırlamak gibi bir gayesi olduğunu söylemek saçma olacaktır. Zira kendisinin keskin siyasi duyulara sahip pragmatik bir figür olduğu, sosyalizmin adının halk nezdindeki itibarından nemalanarak hareket ettiği söylenebilir. Aynı nedenle kendisinin solun da dillendirdiği gibi muhalefete fırsat vermeden dümeni sağa kırarak neoliberal dönüşüme gitmesi olasılıklar dâhilinde. Bu nevi şahsına münhasır ülkede diğer eski Sovyet cumhuriyetlerindeki gibi içinden ne çıkacağı meçhul bir ‘renkli devrimin’ şimdiye dek yaşanmaması bu etkenlerle bir nebze açıklanabilir.

Belarus’un Grodno şehrinde greve çıkan devlet fabrikası işçileri. © Viktor Drachev/TASS

Yirmi altı yıldır mevkisini koruyan Lukaşenko’nun hileli olduğu iddia edilen son seçimde altıncı kez cumhurbaşkanı seçilmesi, geniş katılımlı eylemlere yol açtı. Muhalif aday Svyatlana Tikhanouskaya, oyların yüzde 80’iyle Lukaşenko’yu galip ilan eden resmi sonuçları tanımayacağını açıkladı. Böylece alevlenen protestolar kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesi ile karşılaşırken, Lukaşenko bizzat otomatik silah ve çelik yelek kuşanarak muhalefete gözdağı vermeyi ihmal etmedi. Belarus rejiminin kullandığı semboller, keza mecliste Lukaşenko’yu koşulsuz destekleyen düzen içi bir ‘komünist’ parti ve çeşitli kapsamlı kamusal programlar, Lukaşenko’nun sosyalizme meylettiği algısını oluşturmamalı. Liberal muhalifler de zaten bu gerçek dışı anlatıdan yararlanıyor. Oysa ki emekçi ve köylü halkın siyasi süreçlerden tecrit edildiği, komşu Rusya’daki kadar gösterişli olmasa da oligarşik bir kapitalist sınıfın olduğu Belarus’ta Rusya Birleşik Komünist Partisi’nin de yaptığı tanımlamayla ‘devlet kapitalizmi’nin hüküm sürdüğünü söylemek daha yerinde olacaktır. Farklı özneleri bir araya getiren, zaman zaman milliyetçi, Rus karşıtı imgeler ve söylemlere başvuran muhalefetin bir kısmının bu nispeten korunaklı düzenden koparak küresel neoliberal sisteme entegre olmayı amaçladığını söylemek de hatalı olmayacaktır. Yine de, ulusal sanayinin korunmasını talep eden bağımsız işçi oluşumlarının da alanda olduğunu unutmamalıyız. Kaldı ki Belarus muhalefetinin de en azından şimdilik Ukrayna’nın Maidan protestolarında gördüğümüz türden bir aşırı sağ kurmaylığında olmadığını da eklemek gerekir.

Eski Sovyet coğrafyasının öte yakasına baktığımızda Kırgızistan’da da gösterilerin patlak verdiğini görüyoruz. Daha önceden 2005 ve 2010 yıllarında gerçekleşen ‘Lale’ ve ‘Gül’ ‘devrim’lerinin ardından son ayaklanmaların fitilini ateşleyen yine seçimler oldu. Kısıtlayıcı bir atmosferde gerçekleşen 4 Ekim seçiminin ardından kitleler, önemli devlet binalarını işgal ederek kalıplaşan usulsüzlüklere göz yummayacaklarını vurguladılar. Bunun üzerine seçim sonuçları iptal edildi ve tekrar kararı alındı.[8] Günün sonunda kazananın her zaman oligarşi ve nomenklatura -diğer bir deyişle, bürokratik rant kadroları- olduğunu ifade eden Bişkek Marksist Çevresi adlı grup, düzenli ayaklanmalarla devrilen hükümetlerin kamu kaynaklarını suistimal ettiğini, oy satın aldığını ve seçmen kaydırarak mükerrer oy kullandırdığını söylemlerine yerleştirerek iktidar sahiplerinin gayri meşru yöntemlerini teşhir ediyor. Bütün bunların yanı sıra, Kırgız halkının canını yakan salgınla bağlantılı ekonomik sorunlar ve Rusya’dan geri dönen on binlerce göçmen işçinin getirdiği itki, geniş kitlelerin dönüşüm ihtirasını tazelemiş gibi görünüyor.

Göçebeliğin bir yaşam tarzı olarak süregeldiği, feodal unsurların boy gösterdiği ve işçi sınıfının çeşitli istihdam türleri hatlarında birbirinden ayrıştığı karmaşık Kırgız toplumunda, hoşnutsuzluk hâli geniş kesimlerce paylaşılsa dahi ezilen sınıflar ve tabakalar kendi öz-örgütlenmelerinden yoksunlar. Bu esnada bir iktidar boşluğunun oluşmasıyla irili ufaklı mafya ve aşiret bağlantılı, yağma ve talan amaçlı bir araya gelen grupların oluştuğu, bunlara karşı özellikle devlet otoritesinin zayıf olduğu kırsal bölgelerde evleri ve iş yerlerini koruyan halk milislerinin ortaya çıktığı da dolaşıma giren söylentiler arasında. Aynı zamanda son protestolar görece az şiddetli geçse de ülke etnik çizgilerde yaşanan çatışmalara yabancı değil.

Sonuç olarak Kırgızistan’ın faydalandıkları bozuk düzene tam da bu nedenle yapısal ve köklü çözümler sunamayan merkez sağ ve sol hükümetleri örneklediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu birbirinden ayırt etmesi güç hükümetlerin, sokaklara dökülerek kendilerini iktidara taşıyan halkı mütemadiyen yarı yolda bıraktıklarını görüyoruz. Siyasi ve iktisadi krizlerle örülü bu döngü, ülkenin iç çelişkilerini günübirlik hesaplar ile sümen altı ede(meye)n güncel siyasete emperyalist çekişmelerden doğan belirlenimlerin eklemlenmesi ile içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Kırgızistan bu yönüyle eriyen ABD egemenliğinin karşısında Rusya ve Çin’in artan nüfuzuyla tanımlanan günümüz küresel konjonktürüne de küçük çaplı bir pencere sunuyor.

Hong Kong: Emperyalizmin gölgesinde muhalefet

Reel sosyalizmden söz ederken Sovyetler Birliği’nden oldukça farklı bir yönde serpilen Çin’de duraklayarak Hong Kong’da (HK) devam eden gösterilere bakmak yerinde olacaktır.[9] 1997 yılında Birleşik Krallık’ın egemenliği Çin Halk Cumhuriyeti’ne (ÇHC) devrederek çekildiği HK’da, bölgenin elli yıl daha -2047’ye kadar- özerkliğini koruması konusunda anlaşmaya varılmıştı. 2019 yılında HK’daki suçluların anakara Çin’e iade edilmesini öngören yasa tasarısına karşı çıkan protestocular, bunun HK’un özerkliğini anlamsızlaştıracağını öne sürüyorlardı. Aynı yılda yapılan yüksek katılımlı seçimlerde ‘demokrasi yanlısı’ addedilen Pekin karşıtlarının mutlak çoğunluğu elde etmesiyle protestolar durulmuştu.

2020’nin Mayıs ayında Çin Ulusal Halk Kongresi’nde söz konusu yasa onaylanınca gösteriler yeniden başladı. Özerkliğin yanı sıra bir diğer yakıcı mesele liberal kalemlerin adeta serbest piyasanın peri masalı olarak resmettiği bu idari bölgenin artık refah ve iş olanakları üretememesi. Çin’de yaşayan gazeteci Kamuran Kızlak, HK’da genç işsizliğinin yükseldiği gibi işler arasında yatay hareketliliğin yaygın olduğunu, birçok gencin çareyi anakara Çin’e gitmekte bulduğunu aktarıyor. Ayrıca Kızlak’a göre HK toplumunda kendini ‘Batılı’ ve ‘gelişkin’ görüp ÇHC halkı ve işçilerine yönelik küçümseyici bir tutum sergileme eğilimi var. Bu durum iki taraftaki emekçilerin yönetimlerinin işçi düşmanlığına karşı omuz omuza mücadelede bir araya gelmesini engelliyor. Bu durumun bir diğer sonucu da protestocuların ilham ve destek için Batı’ya bel bağlaması. Üstelik emperyalizmin HK’a ÇHC yönetimini zora sokmak için bir koz olarak göz diktiği gerçeğini hesaba katmadan da edemeyiz. ÇHC karşıtı hareketin tüm bileşenlerinin savunduğu ‘demokrasi’ talebi, bu harekete güç veren bir özellik olmaktan çıkarak bir boş gösteren olma riski taşıyor. Bunun da ötesinde, böylesi ‘Batıcı’ bir hareketin ‘renkli devrim’ ve ‘etnik bahar’larda sıkça karşılaşıldığı gibi çeşitli halk karşıtı politikalar için bir Truva atı işlevi görme ihtimalini göz ardı etmek naifçe olacaktır. Elbette yalnızca dış güçlerin bir hareketi kendine yontmak istemesi onu doğrudan töhmet altında bırakmamalı. Ancak, dışarıdan gelen müdahaleden medet ummanın ilk başta hareketin meşru dayanaklarını çürüterek yozlaştıracağını açıkça ifade etmek gerekir.

Güneydoğu Asya: Çatırdayan anti-komünist rejimler

Uzak Asya’dan devam etmek gerekirse, Soğuk Savaş hattının batı cephesinde kalan ve toplumsal ve siyasal yaşamın büyük ölçüde bu savrulmanın gölgesinde tayin edildiği Endonezya ve Tayland, kayda değer sarsıntılara ev sahipliği yaptı. Tarih 1960’ları gösterirken Sovyetler Birliği ve ÇHC haricinde dünyanın en büyük komünist partisi Endonezya’daydı. İlerleyen senelerde emperyalist güçlerin kırmızı çizgi olarak önem verdiği ülkede oluşturulan kaos ortamı bahane edilecek, yönetime el koyan ordu öncülüğünde çok kısa bir süre zarfında yüz binlerce savunmasız insanın katledildiği amansız ve kan dondurucu bir kıyım gerçekleşecekti. Tarif edilemez acılar ve son bulmaz bir vahşet üzerine inşa edilen ve otuz yıl süren halk düşmanı Suharto diktatörlüğü, solu ülkenin siyasal atlasından topyekün silmek adına kendi ülkemizden iyi tanıdığımız bir senaryoyla siyasal İslamı halkın üzerine sürdü. Bu kana bulanmış dönemin savaş suçluları halen popüler kültürde birer kahraman olarak işlenirken, kurbanlarının yakınları kendi hikâyelerini anlatmaktan alıkonuluyor.[10]

Bütün bu yaraların sarılmasının uzun süreceği Endonezya’da geçtiğimiz yıl hükümetin hazırladığı ‘torba yasaya’ karşı sendikalar ve öğrenciler silkelenerek meydanları zaptettiler. Dışarıdan yatırım çekmek için işçi haklarını gaspeden düzenlemelere direnen emekçilerin sesi, evlilik dışı cinsel ilişki ve cumhurbaşkanına hakareti yasaklayan tasarıya karşı düzenlenen eylemlerin sesiyle örtüşerek daha da gürleşti. Endonezya’dan yükselen bir başka ses de uzun yıllardır Jakarta yönetimine karşı kendi kaderini tayin etme mücadelesi veren Batı Papua’dan yükseliyor. Bölgede halkın barışçıl eylemleri ve referandum talepleri polisin ırkçı söylemleri ve şiddetli saldırılarıyla bastırılırken, sürgünde yaşayan Batı Papua’lı lider Benny Wenda, yirmi yıl önce Doğu Timor’da elli bin kişinin ölümüyle sonuçlanan devlet terörü ile paralellik kurarak, halkının soykırım tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor.

Siyasal yaşamın ordu ve monarşi tarafından tasarlanmaya çalışıldığı Tayland’a döndüğümüzde ise cumhuriyetçiliğin ve solun sesinin gün geçtikçe daha kitlesel ifadeler bulduğunu görüyoruz. Protestolar, başbakan Prayut Çan-oça önderliğindeki hükümetin peşini 2014 yılında darbeyle iktidara geldiğinden beri bırakmadı. Son yılda salgın nedeniyle kesintiye uğrayan hareketlilik, geçen aylarda yeniden hız kazandı. Birçok yerde olduğu gibi Tayland’daki toplumsal muhalefetin temelini oluşturan öğrenci hareketi kararlılığı ile de dikkat çekiyor. Yakın zamana kadar yaygın talebi monarşinin siyasi yetkilerinin kısıtlanması olan anti-demokratik hükümete karşı protestoların, giderek güç kazanan cumhuriyetçi kanadın krallığın tamamen kaldırılmasına yönelik girişimleri ile desteklendiğini söyleyebiliriz. Konuyla ilgili bilgisine danıştığım Chiang Mai Üniversitesi Siyaset Bilimi Fakültesi öğretim üyesi Dr. Ployjai Pintobtang, ilk olarak izlenen siyasi program konusunda genel bir belirsizlik ve kafa karışıklığı olduğunu söylüyor. Pintobtang’a göre cumhuriyetçi-sol ve reformist-liberal çizgide kristalize olan iki baskın eğilim var ve solun söylemleri gittikçe daha fazla benimseniyor. Demokratik reformların her iki eğilimin de gündeminde olduğunu ifade eden Pintobtang, sola yönelimin aynı zamanda yapısal eşitsizlik, sosyal adalet ve yönetimin yerelleştirilmesi gibi konuları daha görünür hâle getirdiğini aktarıyor.

Yeni Zelanda’dan Hindistan’a: İktidarda ve meydanda kazanımlar

Gözlerimizi Güneydoğu Asya’dan Okyanusya’ya çevirdiğimizde, Yeni Zelanda’dan ferahlatıcı bir haber geldiğini görüyoruz. Burada başbakan Jacinda Ardern virüsü kontrol altına alabilen Asya ülkelerinin örneklerini takip ederek salgına en baştan sıkı önlemlerle cevap vermişti. 2019 yılında Christchurch kentindeki camide meydana gelen katliamın ardından silahlanmayı kontrol altına almak için attığı adımlar ve ırkçılığa karşı sergiledigi net duruş, Ardern’in halk içinde daha çok rağbet görmesini sağlamıştı. Eylül ayında seçime Ardern önderliğinde giren İşçi Partisi, en yakın rakibe attığı yirmi iki puan farkla tek başına iktidara geldi. Bu sonuç, sağın geleneksel tabanını oluşturan kesimlerden de alınan desteği gösteriyor. Elde edilen büyük fırsatın nasıl kullanılacağını ise zaman gösterecek.

Asya’ya geri dönerek kıtayı geniş adımlarla arşınlarken yüksek ihtimalle insanlık tarihinin en geniş katılımlı grevine sahne olan Hindistan’ı göz ardı etmek vahim bir hata olacaktır. Dünyanın ikinci en büyük nüfusuna sahip bu ülkesinde tarım, en yaygın geçim kaynağı olarak tüm üretimin önemli bir kesimini üstleniyor. Bu sektör aynı zamanda feodal düzeyde sömürü, topraksızlık, güvencesizlik ve yoksulluk gibi sorunlarla anılıyor. Büyük şirketlerin insafına bırakılan üreticiler arasında kronik bir sorun hâline gelen intiharın önde gelen sebebi bu durumun yarattığı borçluluk. Modi hükümetinin parlamentoda uygun bir tartışma süreci olmadan geçirdiği yeni tarım yasaları, geçimini topraktan sağlayan insanları çokuluslu şirketler ve tekellerin karşısında daha korunaksız bırakıyor. Yasalara göre devletin asgari fiyat belirleme, istiflemeyi engelleme, aracı şirketlerin yetkilerini kısıtlama gibi denetleme uygulamaları kaldırılacak ve böylece üreticilerin geçimleri daha büyük sorunlarla karşı karşıya gelecek.

Bu gelişmelerin gölgesinde 2020’nin son aylarında ülkenin kuzeyinden on binlerce çiftçi başkent Yeni Delhi’ye giden ana arterleri kapattı. Çiftçiler polisin ağır müdahalesine göğüs gererek yerlerinden ayrılmıyor ve hükümeti yasaları geri çekmeye çağırıyor. Altı aylık erzakla talepleri karşılanana dek eylemlerini sürdürmeye hazır olduklarını söyleyen çiftçiler, bunun tam anlamıyla bir ölüm kalım meselesi olduğunun bilinciyle hareket ediyorlar. Kamp kurulan bölgenin reviri, mutfağı, kütüphanesi ve hatta yerel bir gazetesi var. 26 Kasım’da örgütlenen genel grev de çiftçilerin taleplerini sahiplenerek devletin sermaye yanlısı politikalarını hedef aldı. Kamu ve özel sektörlerden hemen her iş kolunun katılımı ile gerçekleşen grevde 250 milyon emekçi iş bıraktı. Hayatı ve toplumu emekleriyle her gün yeniden üretenlerin dayanışması, yıllardır yönetimde rehavete kapılan başbakan Modi’nin façasını çizmeye devam ediyor.[11]

Hindistanlı çiftçiler Modi hükümetinin tarım yasalarını püskürtmekte kararlı. © Reuters

Hindistan’la ilgili not düşmemiz gereken bir başka gelişme de 1950’li yıllardan beri komünistlerin yönetimde olduğu Kerala’da yapılan son seçimler. Hindistan’ın güneyindeki otuz beş milyon nüfuslu eyaletin yönetimi, salgını kontrol altına alma konusunda dünyanın dikkatini çeken başarılara imza attı. Aralık ayında yapılan seçimlerde sağcı ve sosyal demokrat rakiplerini yenerek iktidarını pekiştiren Sol Demokratik Cephe, Modi hükümetine baş ağrısı veren bir başka odağı teşkil ediyor. Farklı sol partileri bir araya getiren Kerala yönetimine seçilenlerin büyük kısmını eyaletin çeşitli bölgelerinden genç kadınlar oluşturuyor.

Yakındoğu’dan Afrika’ya: Rant ve şiddete dayalı rejimler iflas ediyor

Kat ettiğimiz yolu geriye doğru takip ederek Doğu Akdeniz’e uzanalım. Uzun yıllardır mezhep savaşları ve buhranlarla baş eden Lübnan’da geçen yaz gerçekleşen feci patlama, bir kez daha siyasal sistemin çürümüşlüğünü gözler önüne serdi. Beyrut limanında yıllar önce el konulan yaklaşık üç bin ton amonyum nitrata bağlı patlama nedeniyle iki yüzün üzerinde can kaybı ve binlerce yaralanma yaşanırken, çeyrek milyon insan da evsiz kaldı. Mezhebe göre mevkiler ve bakanlıkların bölüşüldüğü düzenleme, iç savaşa bir son vermiş olsa da toplumlar arasındaki çizgileri kalınlaştırmış ve yolsuzluklara kapı aralamıştı. Bu nedenle en temel ihtiyaçların karşılanması ve toplumsal yeniden üretim için gerekli olan işlevler ve altyapının sağlanmasında ciddi sorunlar yaşanıyordu. Yolsuzluk ve mezhepçiliğin yarattığı yanıcı ortam, yerini 2019’da hükümetin mali krizle başa çıkmak için WhatsApp uygulamasından yapılan görüşmelerden vergi almak istemesiyle görkemli gösterilere bırakmıştı. Bu gösteriler -Türk Telekom özelleştirmesi vesilesiyle tanıdığımız bir aileden gelen- başbakan Saad el-Hariri’yi istifaya zorlamıştı.

Beyrut patlaması, hiçbir zaman sokaklardan tam olarak çekilmemiş olan bu eylemliliği yeniden harladı. Uzun süredir alt edilemeyen kronik işsizlik ve yoksulluğa bir de para biriminin baş aşağı düşüşü ve salgının etkisi eklenince, girift rant çevreleri ve mezhepçilikten felç olmuş siyasal sistemin halk nezdinde meşruiyeti kalmadı. Hâliyle de yaklaşık yedi milyon nüfuslu ülkede bir milyon insan gösterilere bir şekilde dâhil oldu.

Beyrut’un göbeğindeki şehitler anıtı, 1916’da İttihatçı Cemal Paşa’nın idam ettiği, farklı mezheplerden gelen bağımsızlık savaşçılarını abideleştiriyordu. O günden bu yana çok sıkıntılı dönemlerden geçen Lübnan’ın kanayan yarasının mezhepçilik olduğunu tespit edebiliriz. Son dönem yükselen isyanlar ise bu suni düşmanlıkları besleyen kapitalist birikim süreçlerini sekteye uğrattı. Direniş ve dayanışmayla insanlıkta birleşen halk, devletin amaçlayacağından epey farklı türde bir bütünlüğü aşağıdan örerek sömürücülerinin üzerine yürüyor.

Beyrut şehitler meydanında protestocular siyasal sistemi tüm renkleriyle reddediyor. © AFP

Yakın Doğu’dan Afrika’ya yönelirken gözümüze Nijerya takılıyor.[12] Ülkenin 2019’daki devlet başkanı seçimlerinde eski general ve darbe lideri Muhammadu Buhari ikinci zaferini elde etmişti. Güz aylarından itibaren polis şiddetine karşı düzenlenen protestolar ordu ve polis tarafından canlı mermilerle bastırıldı. Protestocular, özellikle polis bünyesindeki SARS (Özel Hırsızlık Önleme Ekibi) adlı özel birimin dağıtılması için mücadele ettiler. Bu birim, yargısız infaz, hak ihlalleri, gasp ve benzeri halkı can evinden vuran uygulamaları ile tanınıyordu. Geniş toplumsal mücadele ve onca kaybın ardından 11 Kasım’da isyan karşılık verdi ve birim feshedildi. Şimdi göstericiler cesaretin bulaşıcılığının can bulmuş hâli olarak güvenlik yasalarında yeni reformlar talep ediyor, sokakları terk etmiyorlar.

Amerikalar: Güney’den Kuzey’e canlanan başkaldırı

Son olarak, Afrika’dan rotamızı Batı’ya çevirerek Amerikalar’a varıyoruz. Güney Amerika yüzyılımıza ‘pembe dalga’ olarak da bilinen, 1998’de Hugo Chavez’in Venezuela cumhurbaşkanı seçilmesiyle başlayan sol yükselişle girmişti. Bu ivme son yıllarda sönümlenmeye başlarken insani ve adil bir toplum arayışı, kıtanın ‘bittiği’ noktalarda, Patagonya semalarında geçtiğimiz yıl yeniden sahneye çıktı.

‘Jakarta geliyor’. Sosyalist lider Salvador Allende’yi deviren 1973 darbesinden hemen önce  Şili’nin başkenti Santiago sokaklarında beliren bu yazılama, küresel anti-komünist örgütlenmenin Endonezya’da olduğu gibi sola yönelmeye cüret eden Şili halkına kan kusturma niyetini duyuruyordu. Darbeci general Augusto Pinochet aracılığıyla hayata geçirilen neoliberal sosyal deney ve darbe anayasasına karşı on yıllardır mücadele eden toplumsal muhalefet, o günlerden bu yana ciddi mesafe kat etti. 2019 güzünde ulaşıma yapılan zamlara karşı başlayan eylemler, daha fazla yaşam pahalılığı ve eşitsizlikten başka bir şey vaat etmeyen hükümeti zor durumda bırakmıştı. Son yıl devam eden eylemlerde öne çıkan bir başka özne de yaşam alanlarının talanına karşı varoluş mücadelesi veren, Patagonya’nın yerli halkı Mapuçelerdi.

Allende’nin seçilmesinden elli yıl sonra, Ekim ayındaki referandumda anayasanın değiştirilmesinin onaylanması ile çok önemli bir eşik aşıldı. Darbe anayasalarına ezilen sınıflar ve baskı altındaki tüm toplumsal kesimlerin dahil olduğu sahici bir hesaplaşma olmaksızın son verilemeyeceğini, halkın kurtuluşunun ancak halkın ellerinden çıkabileceğini gösteren Şili, kendisine dışarıdan dayatılan neoliberalizme meydan okuyarak dünya halklarına umut aşılıyor.

Bütün bunlarla beraber, güçlenen feminist hareketin direngenliği son yıllarda Güney Amerika’da filizlenen toplumsal kurtuluş mücadelelerine can suyu oldu demek yerinde olacaktır. Şili ve Arjantin’ın kürtaj kanunları, yakın zamana kadar kapitalist düzenin sacayağı Katolik Kilisesi’nin gölgesinde, katı hükümleriyle biliniyorlardı.[13] Özellikle Şili’de kürtaj, koşulları ne olursa olsun suç teşkil ediyordu. Yasaklara karşı direnişi tabandan ören feminist hareketin çabaları geçtiğimiz yıllarda sonuç vermeye başladı: Kürtaj 2017’de Şili’de suç olmaktan kısmen çıkarılırken, 2020’nin son günlerinde Arjantin’de yasallaştı.

Bakışımızı kuzeye çevirerek hareketli bir yıl geçiren Bolivya’ya geliyoruz. 2019’un Kasım ayında sosyalist devlet başkanı Evo Morales, ABD destekli bir darbe ile istifa etmeye zorlanmış; hakkında yakalama kararı çıkınca önce Meksika’ya, sonra Arjantin’e sığınmak durumunda kalmıştı. Darbe desteğiyle kendisini devlet başkanı ilan eden Jeanine Anez, yanında getirdiği büyük bir İncil ile ülkenin sol ve yerli halk hareketlerine aklı sıra gözdağı vermiş; beş yüz yıl önce başlayan sömürgeciliğe duyduğu özlemi açıkça faş etmişti. Köktenci ve ırkçı yönetimin başa getirilmesinin asıl maksadı ülkenin zenginliklerinden halkın yararlanmasını engellemekti. Unutmamalı ki, doğal zenginlikleriyle öne çıkan Bolivya dünyada bulunan lityum rezervlerinin de büyük kısmına sahip. Bataryalarda kullanılan bu maddeyle zenginleşme imkânı, elektrikli araba şirketi Tesla’nın sahibi Elon Musk gibi kapitalistlerin iştahını kabartıyor. Darbenin ardından sevincini saklamaya tenezzül etmeyen Musk’ın ‘kime istiyorsak ona darbe yaparız’ şeklindeki küstah beyanı, bu yönüyle sınıfının gerçek gayelerini yalın bir dille ifade eden ender bir dürüstlük ânı olarak tarihe geçti.

Seçimden sonra ülkesinde sevgiyle karşılanan Morales, Elon Musk’ın tweetlerini okuyor. © Youtube

Darbenin tam olarak bir yıl ardından düzenlenen seçimlerde ise Morales’in daha önce liderliğini yaptığı Sosyalizm Hareketi Partisi’nin (MAS) adayı Luis Arce, oyların yüzde 55’ini alarak emperyalistler ve işbirlikçilerinin hülyalarını yerle bir etti. Bolivya’nın yerlisi Aymara halkından gelen bir çiftçi olan Morales, uzun yıllar sendika liderliği yaptıktan sonra 2006’da devlet başkanı seçilmişti. Bu yıldan itibaren halkın yaşam koşullarında önemli gelişme kaydedilmiş ve yerli halklar örneğine başka yerlerde rastlanmayan yaşamsal haklara ve statüye sahip olmuştu. Kısa bir darbe kesintisinin ardından bu dönemlerde ekonomi bakanlığı yapmış olan Arce’nin seçimi, rüzgarın bir kez daha soldan esebileceğinin habercisi. Ancak, dış destekli muhalefetin düşebileceği seviyeler ve dünyaya musallat olan aşırı sağın halen bertaraf edilmemiş olması, bu noktadan itibaren toplumsal mücadelelerin yalnızca ısınacağına işaret ediyor.

Yolculuğumuzun son durağında, tüm dünyada toplumsal hareketleri yakından ilgilendiren gelişmelere ev sahipliği yapan ABD’ye geliyoruz. Yukarıda da sözünü ettiğimiz BLM eylemlerinin başkan Trump’ın ırkçı saldırılarıyla bilenerek güçlendiği ABD’de tüm gözler 3 Kasım seçimlerinin sonuçlarına çevrildi. Büyük bir farkla olmasa da seçimin tartışmasız galibi olan Demokrat aday Joe Biden, kendi partisinin içinde dramatik bir yarışın ardından sosyal demokrat Bernie Sanders’ı geçerek aday olmuş; programını Sanders’ın savunduğu halkçı politikalardan ziyade ‘Trump olmamak’ diye özetleyebileceğimiz bir ‘duruşla’ belirlemişti. Dolayısıyla seçim iki adaydan çok Trump’ın başkanlığının halkın takdirine sunulduğu bir referandum niteliğindeydi. İlk kez seçildiği 2016 yılında ülkesini ve dünyayı şoke eden Trump’a ikinci bir zaferi reddeden geniş seferberliğin şimdi nereye yöneleceği ise önümüzdeki dönemin başat sorularından biri olacak gibi gözüküyor.

Bazı çıkarımlar: Parti/hareket sorunu ve düzenin kırılganlığı üzerine

Yukarıdaki kapsamlı gezintiden anlayabildiğimiz gibi Yeats’in ‘döne döne büyüyen anaforunda’ dünya halkları, her coğrafyanın özgün koşullarında haysiyet, dayanışma ve eşitlik esaslarında yeni bir yaşam kurma mücadelesini sürdürüyorlar. Çalışma ve toplumsal yaşantımız üzerinde yetki sahibi olmak ve özgürce yaşamak için verilen evrensel kavga, yerel renkler ve dillerde can bularak birbirine alan açıyor. Bu mücadeleler, özellikle 2020 senesinde yeni bir nitelik kazandı: Nitekim, doğanın sınırlarının aşındırılmasıyla ortaya çıkan küresel bir salgının, milyonlarca insanı gerek yaşamlarından gerek de geçimlerinden koparması, emeğin ve halkların mücadelelerine de ister istemez yansıdı. Böylesi iç içe geçmiş, çok yönlü ve çok bilinmezli mücadelelerden örülü bir sürecin içinden geçtiğimizi düşündüğümüzde, toplumsal hareketlere küresel bir bakışın akılda canlandırdığı birtakım kuramsal-stratejik soruna değinmekte yarar var.

Çeşitli şekilleriyle parti aracı, 2010’ların başında kaybettiği itibar ve ilgiyi son dönemde yeniden kazandı. Meydanlarda aniden büyük kitleleri bir araya getiren, belli bir programa sahip olmadan ‘kendiliğinden’ yanıyla öne çıkan toplumsal hareketlerin son yıllarda ‘hareket-partisi’ şeklinde toparlandığını; hatta Yunanistan’da -sonuçlarını bir kenara bırakarak- iktidara yürüdüğünü gözlemledik. Aynı zamanda bu yıllarda vadesini doldurduğu sanılan merkez sol partilerde de bir canlanma yaşandığını söylemek hatalı olmayacaktır -ki örneklerini İngiltere ve ABD’de gördüğümüz söylenebilir.

2020 yılına dönüp baktığımızda açıkça görünen, bu canlanmanın son yirmi seneyi tanımlayan ‘parti reddiyesinin’ bir reddi olduğudur. Bu yılın bize gösterdiği, siyasi partilere dair değişen tutumların basitçe sarkacın bir uçtan diğerine savrulmasından kaynaklı olmadığı denebilir. Bugün gelinen noktada partinin yeniden kazandığı önemin, gelip geçici bir momentten ibaret olmadığını ve aksine gelecek on yılda daha da değerli hâle geleceğini de söyleyebiliriz. Aynı zamanda geçtiğimiz yıl boyunca demokratik reformizm kadar daha radikal eğilimlerin de gözlemlenebildiği heterojen toplumsal hareketler yeniden sahnedeydi ve öyle kalacağa da benziyorlar. Tüm sorunlarına rağmen bu tür aniden gelişen, yatay ve kendiliğinden hareketlerin Polonya ve Arjantin örneklerinde olduğu gibi zaman zaman yasa oluşturulma süreçlerine damga vurabildikleri bir gerçek.

Bu genel hatlarıyla eskizini çizdiğimiz parti-hareket ikileminin daha derinlikli tartışılmasının gerektiğini ortaya koyan sahanın ise Bolivya olduğu söylenebilir: Ülkenin siyasal krizi yıllardır iktidarda olan bir parti etrafında patlak vermiş olsa da, bu parti aynı zamanda halkın bağrından yeşeren toplumsal mücadelelerle organik bir bağa sahip. Bu nedenle her iki taraftaki gelişmeler bir diğerinin üzerinde doğrudan belirleyici bir rol oynadığı gibi, bir taraftaki zayıflama da öbüründeki yükselmeler ile telafi edilebiliyor. Bu yazıya sığdırılamayacak kapsamlı bir çözümleme yapmak yerine, burada bu ikilemi bir çalışma alanı olarak belirlemekle yetinelim.

Gerek sol hareketler gerek de partileri incelerken burada masaya yatırdığımız öznelliği daha bütünlüklü bir şekilde kavramak için nesnel koşulları da göz önünde bulundurmalıyız. Özellikle 2008 mali krizinden itibaren daha çok dillendirilen ve bir dönem sona ererken ötekinin açıldığını savlayan yaklaşımlara aşinayız. Ancak, ‘tarihin sonunun sonunda’ kalem oynatarak atılacak adımları tartışmadan önce, Yeats’in korktuğu gibi ‘ortadireğin’ gerçekten kırılıp kırılmadığı konusunda peşin yargılardan kaçınarak biraz duraksamak yararlı olacaktır. Zira Biden seçiminden de anlayabileceğimiz gibi düzen hâlâ kendisini eski ihtişamıyla olmasa da en asgari ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde yeniden üretebilir, nitel bir kopuşu durduramasa dahi erteleyebilir ve bu süre düşünüldüğünden daha uzun olabilir. Hindistan’dan Polonya’ya, ABD’den Hong Kong’a gözden geçirdiğimiz hareketlerin ortak yönü, ağırlıklı olarak gençlerden oluşmaları. Bu gençlere dair ilk göze çarpan ise bir önceki nesile kıyasla daha kötü koşullarda çalışma yaşamına katılıyor olmaları. Bu neslin sola yatkınlığının ileride de süreceği konusunda kesin bir hükümde bulunmak zor. Ancak, bu olgular dahi bize, kapitalizmin çözülüşünün geniş dönemlere yayılabileceğini, bu nedenle uzun vadede düşünerek ortadireğin kolaylıkla bel vermesini beklemenin yanıltıcı olabileceğini gösteriyorlar.

V.I. Lenin, ‘devrimci durumun’ koşullarını betimlerken -yaşam koşullarındaki düşüş ve doğal sınırların aşınması gibi- olumsuz nesnel koşulların kendi başlarına bir kopuş hazırlamadığını söyler, ezilen sınıfların eski toplumda yaşamaya isteksiz olmaları gerektiğini ekler. Bunların yanı sıra üçüncü bir koşul daha yerine gelmelidir: ‘Aynı zamanda üst sınıfların eskisi gibi yönetememeleri ve hükümet edememeleri de gereklidir’.[14] Bugünlerde birçok toplumsal hareket geçmişte kazanılmış hakları korumaya ve geliştirmeye gayret ederken neoliberalizm karşıtı kamucu politikalar gün geçtikçe daha çok beğeni topluyorlar. Öyle görünüyor ki toplumun çoğunluğunun neoliberalizme hiçbir zaman bahşetmediği etkin rıza, yerini doğrudan öfkeye bırakıyor. Ne var ki kapitalizmin ötesindeki kazanılacak dünya, bizim yenilgilerden doğrulurken göz diktiğimiz ufukta bir hüzmeden ibaret. Eskisi gibi yaşamanın mümkün olmayacağı bir döneme girerken, sosyal demokratik uzlaşıya dahi tahammülü kalmayan yönetici sınıfların konumlarını korumak ve devrimci bir çıkışın yolunu kesmek adına çaresizce en gerici etmenlere ve baskıya yöneldiğini görüyoruz.

Dönüp arkamızdaki manzarayı Lenin’le tahlil ederken, düzenin dayanaklarının çürüdüğünün tespitini yapmalı, aynı zamanda ayaklanan insanlığın önündeki engebeli ve dolambaçlı yolların ayırdında olmalıyız. Hindistan’daki 250 milyon emekçinin mücadeleleriyle bizlere hatırlattığı bu engebeli patikada asla yalnız ve çaresiz olmadığımız gerçeğidir. Bütün hak hırsızlıklarına ve çevresel talana, mevcut düşük moral ve kitlesel ideolojik savrulmuşluğa rağmen kaydetmek gerekir ki emeğin sermayeye karşı olan mücadelesinde son sözü yine emekçiler söyleyecektir. Bu yazının son sözünü ise çalkantılarıyla insanlık tarihinde şimdiden yer etmiş olan 2020’ye dair değerlendirmelerimizin, cesaret ve dayanışmanın kazandığı yeni bir yılı beslemesi dileğiyle noktalayalım.


[1] Çeviri: Cevat Çapan.

[2] Burada Filistin ve Yemen halklarının bölgede en hafif tabirle terör estiren İsrail ve Suudi Arabistan devletleriyle giriştikleri çetin mücadeleleri, özel olarak 2020 yılında gelişen olaylara yoğunlaşan bu yazının kapsamının dışında kaldıkları için bir dipnotta anmakla yetinelim.

[3] Radikal ekoloji kuramları çerçevesinde Foster’ın kavramının zihin açıcı bir savunusu için bkz. https://www.versobooks.com/blogs/3691-in-defence-of-metabolic-rift-theory

[4] Çeviri bana aittir.

[5] İngiliz milletvekili David Lammy’nin hazırladığı bu rapor, ırkçılık ve devlet şiddeti konusunda ABD kadar gündeme gelmeyen ülkesinin yargılama sistemi ve kolluk kuvvetlerindeki derin sorunlara ışık tutuyor.

[6] Irkçılıkla ilintili heykellerin yıkılmasını, tarihsel hesaplaşma çerçevesinde savunan bir yazı için bkz. https://roarmag.org/essays/toppling-statues-as-an-act-of-historical-redemption/

[7] Bu esnada örgütün ülkemizdeki muadillerinin vücut bulmuş hali Süleyman Soylu’nun, alışılageldik bir sağcı pervasızlığı ile Avrupa ve ötesinde tarihi bir emsal oluşturan kararı kendi hükümetinin antidemokratik uygulamalarına kılıf yapma çabasını da not düşmek gerekir.

[8] Bu yazının kaleme alındığı esnada milliyetçi ve Rusya yanlısı aday Sadır Caparov tekrarlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerini açık farkla kazanmış ve anayasayı değiştirme yetkisine kavuşmuştu.

[9] Bu yazıda Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) neliği konusuna girmemek, hakkını veremeyeceğimiz eksik bir tartışma yapmaktan daha yerinde olacaktır.

[10] Burada bu dönemi konu edinen The Act of Killing belgeselini de önermiş olalım.

[11] Bu yazının yazılırken başkentteki eylem kırk beşinci gününe giriyor, çiftçiler tüm taleplerin karşılanması konusunda ısrarlarını sürdürüyorlardı. Birkaç gün önce en yüksek mahkeme yasaları askıya aldı.

[12] Burada pandemiyle bağlantılı önemli bir noktaya parmak basmak gerekiyor. 2013-2016 yıllarında Batı Afrika’yı sarsan ebola salgını, hastalığın kırk yılı aşkın tarihinin en ölümcülüydü. Fakat bu dönem Batı merkezli medyanın haber döngüsünde kendisine yeterince yer bulamadı. Dolayısıyla koronavirüs salgınının Afrika halklarına eşi benzeri olmayan bir şok yaşattığını söylerken küresel Güney’in sistematik dışlanması olgusu da akılda tutulmalı.

[13] Yukarıdaki Polonya örneğinde olduğu gibi burada da büyük ‘K’ ile sözü edilen ‘Kilise’, tüm toplumsal ve politik tezahürleriyle bir bütün olarak ‘dinden’ ziyade devletle iltisaklı anti-kömünist ve muhafazakar kurumu imliyor.

[14] Lenin, V.I. 1975. Devrimci Proleteryanın 1 Mayıs Eylemi. Ankara: Çağrı Yayınevi, s. 33.