Giriş
Bu yazının temel gayesi, 1968 kuşağı olarak niteleyebileceğimiz 1965-1971[1] döneminde Türkiye’deki sol-sosyalist çevrelerin, dönemin en yakıcı meselesi olan yoksulluğa olan yaklaşımlarını ortaya koymaktır. Döneme dair yoksulluk tasavvurlarına geçmeden önce, çalışmanın ne şekilde gerçekleştirildiğinin anlatılması, okuyucu açısından takibi kolaylaştıracaktır. Öncelikle, bu çalışma için belirlenen 1965 ve 1971 yıllarının ne ifade ettiğini anlamamız gerekiyor. Kısaca bahsedecek olursak, 1965 yılındaki genel seçimler neticesinde, o dönemin tabiriyle “düşük” Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak siyaset sahnesine adım atan Adalet Partisi’nin, bir merkez sağ parti olarak tek başına iktidar olması ve bunun karşısında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) aynı seçimlerde meclise on beş milletvekili sokarak ilk defa sosyalist sola ait bir meclis temsilini sağlamayı başarması, 1965 yılının çalışma için başlangıç yılı olarak alınmasının sebebidir. Tahmin edileceği üzere 1971 senesi ile çalışmanın sınırlandırılmış olmasının sebebi, muhtıra ile kurulan 12 Mart rejiminin hem AP iktidarının sonunu getirmiş olması hem de yoksullukla boğuşan halkların temsilcisi olma iddiasındaki Türkiye soluna balyoz gibi inmiş olmasıdır. Böylece 1965-1971 arası dönem, emekçi yığınlar ve köylüler açısından yoksulluğun her açıdan derinleştiği ve sefalete dönüştüğü bir dönem olmuştur ve bu yüzden incelenmeyi hak etmektedir.
1961 anayasasının temel hak ve özgürlükler ile ilgili alanları emekçiler lehine de genişletmiş olması[2] 1960’lar boyunca solun örgütlemeyi başardığı emekçi halk kütlelerinin, Aziz Nesin’in tabiriyle “örgütselleşmesini” sağlamıştır. Nesin, o çağın insanını şu şekilde tarif eder:
Çağımızda insan nedir? Öyle görülüyor ki, […] bir türlü sahibi olmadığı endüstri çağının ezdiği ve yalnızlaştırdığı insan, varlığını koruyabilmek için kendine bir tek kurtuluş yolu bulabilmiş: örgütselleşmek… Çağımızın insanı, tek başına eksik kalmakta, kendi kendini bütünleyebilmek, var olabilmek için örgütler içinde korunabilmektedir.[3]
Bu dönemde, hem emekçi sınıfların mücadeleye katılma süreçleri daha önce olmadığı kadar artış göstermiş (bilhassa 1965 sonrasında oldukça artan bir şekilde grevlere, fabrika işgallerine ve köylerde toprak işgallerine rastlamaktayız)[4], bu hareketlilik birtakım alternatif ve kapitalizm dışı kalkınma modelleri, milli demokratik devrim modellemeleri -hatta 9 Mart bu alanda bir teşebbüs olarak da düşünülebilir- ortaya çıkarmış, hem de bütün bu teorik modellemeler ve mücadele pratikleri, önceki dönemlerden çok daha kalabalık bir “süreli yayınlar” ağı ile desteklenmiştir. Okumakta olduğunuz bu çalışma, aylık, iki haftalık düşünce dergisi, ulusal ve yerel ölçekli günlük siyasi gazete, parti seçim bülteni, broşürü, kitapçığı gibi bahsi geçen süreli yayınların yukarıda belirtilen zaman aralığında yayımlanmış olanların bazıları taranarak ve içlerindeki birtakım anlatılar niteliksel söylem analizine tabi tutularak ortaya koyulmuştur. İncelenen yayınların seçimi, zaman aralığına ek olarak ve esas olarak dönemin başlıca sol-sosyalist hareketlerine ait süreli yayınlar arasından yapılmıştır. Böylece, 1965-1971 döneminin başlıca üç sol-sosyalist hareketi olarak TİP, DİSK ve MDD çatısı altında toplayabileceğimiz -ancak bu çatıya girmeyenler de elbette olmakla birlikte sayıları az olduğu için şimdilik MDD bir şemsiye terim olarak kullanılacaktır- hareketlere ait yirmi süreli yayın[5], bu dönemin Türkiye sosyalist solunun yoksulluk algısı çerçevesinde incelenmiştir. Bu çerçevede yazı içerisinde ilk olarak dönemin yoksulluk temasına ve yoksulluğun temsil biçimlerine bakılacaktır. Böylece bir yandan da dönemin yoksulluk kompozisyonu ve meydana geliş süreçlerine de ışık tutulmuş olunacaktır. Sonrasında ise yukarıda bahsedilen üç sol-sosyalist uğrağın yoksulluğa yaklaşımları ve bu çerçevede dönemin siyasetine içkin söylem ve çağrıları, seçilen süreli yayınlar üzerinden tek tek incelenecektir.
“Açlık: Eller Aya Biz Yaya”[6]: Bir Gerçeklik Olarak 1960’larda Yoksulluk
1960’lar, Türkiye’de önemli pek çok meselenin kristalleştiği, kaçınılmaz ve geri döndürülemez biçimde değiştiği bir dönem olarak siyasal hayat tartışmaları içerisindeki yerini almıştır. 1961 anayasası ile başlayan kısmi özgürleşme süreci içerisinde, bir yandan emekçi yığınlar, örgütlenme hakkı, grev, gösteri ve yürüyüş hakkı gibi temel hak ve özgürlüklere kavuşurlarken, öte yandan Türkiye’nin kapitalist dünya-ekonomi[7] içerisine entegrasyon süreci, tarımda makineleşme ve ithal ikameci sanayileşme modelinin benimsenmesi şekillerinde tecessüm etmeye başlamıştır. Aslına bakılırsa, entegrasyon sürecine içkin bu iki veçhe, Türkiye’nin demografik yapısının değişmesine ve böylece örneğin yoksulluk kompozisyonunun da şekillenmesine sebep olmuştur. Bilhassa 1950’lerde başlayan tarımda makineleşme süreci ve zaman içerisinde buna eklenen nüfus artışı ve verimli toprakların erozyonla aşınması/beslenememesi problemleri, kırdan kente göçün hızlanması ve yeni, dinamik bir olgu olarak Türkiye siyasetinin çerçevesine girmesi sonucunu doğurmuştur.[8] Öyle ki 1960’ların ortasına gelindiğinde, kır-kent dağılımının bozulmuş olması, kentlerde gecekondulaşmanın, diğer bir deyişle gettolaşmanın artmasına[9], öte yandan kentli nüfusun iş olanaklarının kısıtlılığı çerçevesinde kent yoksulluğu olgusunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yaşar Kemal, henüz kırdan kente göçün muazzam bir hâl almadığı ancak bu durumun yaklaşmakta olduğu günlerde, bu meselenin ileride doğuracağı sorunları oldukça tutarlı bir biçimde öngörmüştür:
Her Anadolu kasabası, son yirmi yılda iki üç misli büyümüştür. Her büyük şehri büyük bir gecekondu kuşağı sarmıştır. Yüz binlerce insan, iş bulma kurumlarının kapılarını bekliyorlar. Türkiye’nin kapılarını bir açın bakalım içerde kaç kişi kalacak? Azıcık gelişmekte olan büyük şehirler şimdilik gecekondudakileri aç koymuyor. […] Ancak çok az zamanda şehirler köyünden kopup gelen işçiye ne iş ne de gecekondu verebilecek. Çok az zamanda Türkiye büyük belalarla karşı karşıya kalacak. Türkiye insanları büyük açlıklarla karşı karşıya kalacaklar. […] Bu düzende, köylüler şehirlere akın akın gelecekler. Almanya’ya gitmek için iş bulma kurumlarının kapılarını, sınır kapılarını dolduracaklar. Ölmüş toprak daha da ölecek. Bir lokma ekmek diye insanlar bağrışarak şişip ölecekler.[10]
Bu ikili demografik ayrım, yoksulluk kompozisyonunun farklılaşmasına sebep olurken, diğer yandan ister sağ olsun ister sol, siyasete içkin yoksulluk tasavvurlarının ve buna paralel söylemlerin de farklılaşmasına sebep olmuştur. Her ne kadar yazının giriş bölümünde belirtilen Türkiye Solu fraksiyonları ve bunlara içkin siyaset söylemleri ve hedef kitleleri farklı da olsa, bu yazı çerçevesinde incelenen süreli yayınlarda, 1960’ların ikinci yarısına ilişkin yoksulluk temsili olarak dört temel olgunun ön plana çıktığı görülmüştür. Bunlar, pahalılık, emek sömürüsü, işsizlik ve topraksızlık olgularıdır.
Bu olguların her birisi, tek başına bir anlam ifade etmekten daha fazlasına sahiptir. Bu açıdan, Hikmet Kıvılcımlı’nın 12 Mart 1971 günü İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin İzmir kongresinde yaptığı konuşma bize bir nebze fikir verecektir:
İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin kongresinde, hiçbirinize benim kalkıp, işsizlik ve pahalılığın ne olduğunu anlatmama yer yoktur. Bunu her işçi, her köylü, her esnaf, her aydın vatandaşımız, her gün, her saat iliklerine, kemiklerine kadar duyar, bilir. […] Biliyoruz, pahalılık, işsizliğin sonucudur. Günde 100 bin lira kazanan bir insan, kendi işinde; ekmeğin 1 lira olması yahut 100 lira olması arasında hiçbir fark görmeyebilir. Ama günde 20 lira, 10 lira kazanan bir işçi için, ekmeğin 80 kuruştan 90 kuruşa çıkması; evde bir dilim ekmeğin eksilmesi, bir çocuğun aç kalması demektir.[11]
Bu çerçevede, pahalılık denen olgunun temel iki duruma işaret etmek için kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunların ilki, bilhassa emeğini satarak para kazanan işçilerin ücretlerinin düşüklüğü meselesidir.[12] Ücret düşüklüğü, çoğu zaman hem yurt dışındaki işçilerin ücretleriyle kıyaslanarak hem de ülkedeki diğer yüksek gelirli vatandaşların hayat standartları ile karşılaştırılarak işlenmiştir. Bu noktada özellikle gelir dağılımı eşitsizliği meselesinin, yoksulluğun tasavvuru konusunda başvurulan önemli dayanak noktalarından birisi olduğunu söyleyebiliriz. Dönüşüm dergisinin 5. sayısında bir yazı kaleme alan Namık Behramoğlu, bu meseleyi şu rakamlarla ele almaktadır:
Türkiye’de gelir dağılımı çok eşitsizdir, özellikle tarım kesiminde çalışanların yüzde 90’ı tarım gelirinin yüzde 48’ini, geri kalan yüzde 10 da yüzde 52’sini almaktadır. Köylünün yarısından fazlası ilkel nitelikteki ziraat aletlerine dahi sahip olmadığından durmadan büyük şehirlere akın etmektedir. Köylerin yüzde 53’ü, belediyelerin yüzde 55’i içme suyundan yoksundur. Nüfusun yüzde 69’u elektrikten faydalanamamaktadır. 4000 kişiye bir doktor, hastanelerde bir hemşireye 111 yatak düşmektedir. Meslekten her ilkokul öğretmenine 60 öğrenci, her eğitici tarım teknisyenine 25-30 köy düşmektedir. Şehir meskenlerinin yüzde 30’u oturulmayacak durumdadır. Gecekondularda yaşayan insan sayısı 2 milyonu aşmaktadır. İşçiler 10 liraya 10 saat çalıştırılmaktadır.[13]
Bu bölüşüm üzerinden yapılan analizlerle birlikte özellikle emekçi ve emek sömürüsü yapan patron şeklindeki ayrım, bir yandan maaşların ve yaşam standartlarının karşılaştırılması yoluyla dile getirilirken, öte yandan da işçi ve köylü, emek sömürüsüne karşı fabrika grevleri ve toprak işgalleri vasıtasıyla mücadele etmeye çağrılmaktadır. Hüsamettin Güven, Sömürücüye Yumruk Gazetesi’nin 15. sayısında bu ayrıma dikkati çeker:
Yurdumuzda sınıfı, soyguncu, sömürücü, dalavereci kapitalist sistem yaratmıştır. Halk kitlelerinde milli gelir dağılımı (bölüşümü) sonucu olarak sınıf meydana gelmiştir. İşçi ve köylünün yarattığı milli gelirin (paranın) çoğunu, yarım milyon zengin cebe indirirse, bugünkü gibi işçi-köylü fakir kalır.[14]
Öte yandan, İşçi Birliği Gazetesi, 2. sayısında, grevdeki Skoda-Java ve Otopar işçileriyle gerçekleştirdiği röportajı yayımlar ve işçilerin bölüşümün eşitsizliğine dair şu sözlerine yer verir:
Serveti yaratan işçidir. İşçiler yılda en fazla yarım milyon lira karşılığında patrona yılda yirmi dört milyon lira kâr getiriyorlar. […] 250 işçinin yıllık geliri 2 milyon, patronun yıllık geliri 34 milyon liradır. Bu korkunç bir sömürüdür; işte kapitalizm budur. İşçinin yarattığı değerden işçi 20 lira alırken, patron 1900 lira kazanmaktadır.[15]
Bu çerçevede yapılan karşılaştırmalar, her zaman gerçek kişiler üzerinden anlatılmaz. Bazen de hikâye anlatarak sosyolojik bir analiz ortaya koyulurdu. Bunların önemli örneklerinden birisi Gün Zileli’nin İşçi-Köylü Gazetesi’nde uzun sayılar boyunca devam ettirdiği “Mehmet ile Tanju”[16] üst başlıklı hikâyesidir. Bu hikâyelerde Zileli, Kayalık köyünden Musa oğlu Mehmet ile ithalatçı Faruk Bey’in mahdumu Tanju’nun hayatlarını, doğumlarından başlayarak karşılaştırmalı olarak anlatmaktadır. Böylece bir yandan 1960’ların sonunda Türkiye’de köylünün ne koşullarda yaşadığını, yoksulluğunu, sefaletini, doğumun gerçekleştiği koşullardan başlayarak, eğitim, iş imkânı, evlilik gibi çerçevelerde anlatırken, öte yandan da zengin ile yoksul arasındaki hayat standardı uçurumunu başarılı bir biçimde resmetmektedir.
Pahalılık olgusunun ikinci içeriği, vergiler, temel tüketim ürünlerinin pahalılığı ve enflasyon üzerinden işlenmiştir. Bu noktada zaman zaman makro ve mikro iktisadi analizlerle karşılaşılsa da çoğunlukla halkın içinden pahalılık örnekleri ve halkın, gıda gibi, gaz yağı gibi temel ihtiyaç ürünlerini satın alamaması üzerinden bir yoksulluk ve yer yer sefalet temsili ile karşılaşmak mümkündür. Bu çerçevede örneğin TİP çevrelerine yakın Emekçi Gazetesi’nin 3. sayısında “Et, ekmek, şeker, yemiş halk için hala bir lükstür” başlıklı bir haber yapılmış ve “günde 40 gram eti, 20 gram yemişi, 26 gram şekeri bulamayanların da varlığı, emekçi halkın nasıl bir beslenme yetersizliği içinde kıvrandığını apaçık gösteriyor”[17] sözlerine yer verilerek halkın yoksulluk derecesi, ulaşılması zor temel ihtiyaç malzemeleri üzerinden tasvir edilmiştir. Aynı gazetenin bir önceki sayısında ise yine yoksul halk yığınlarının beslenme yetersizliklerine değinilmiş ve “Etin Yerini Tutan Yiyecekler”[18] başlıklı bir haber yapılmıştır.
Emek sömürüsü olgusu, hem toprak ağalarının topraksız köylülerin emeğini sömürmesi üzerinden, hem de işçi sınıfının emeğini sömüren patronlar üzerinden işlenerek, bu kalabalık kesimlerin sömürü sonucu yoksullaştırıldıklarına ve bu süreçlere karşı durulacak mücadele pratiklerine çağrı şekillerinde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 1960’larda artan proleterleşme süreciyle birlikte, bir yandan işçi sınıfının bilinçlenmesi için aydınlar ve sendikacılar tarafından pek çok gayretli çalışma yapılmışken, öte yandan siyasilerin ve siyasetlerin işçileri emek sömürüsüne karşı mücadele etmeye çağırmalarına sıklıkla rastlamak mümkündür. Her iki yolun da dönüp dolaşıp çıktığı nokta ise yine yoksulluk olgusu ve onun görünen temsilleridir. Bu süreçte bilhassa aydınların yaratıcı konuşmalar yaptıklarına şahit olmak pek olasıdır. İlhan Selçuk, Maden-İş Sendikası 18. Merkez Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, basit bir benzetme üzerinden bu sömürü ve yoksulluk süreçlerini anlatır:
Siz, aybaşında ücretlerinizi alırsınız, gidersiniz bakkala. Bakarsınız önceden 250 kuruş olan pirinç yedi liraya çıkmış. Allah Allah dersiniz, yahu nasıl oldu da iki yüz elli kuruşluk pirinç yedi liraya çıktı birdenbire. Onun da hesabı var arkadaşlarım, onun hesabı şudur: biliyorsunuz pirincin küçük hikayesi çeltik hikayesidir. Çeltik ekenler de onu kaldıranlar da emekçilerdir. Ama bu çeltik hikayesini elinde tutanlar da çeltik ağalarıdır. Çeltik alımı başlarken piyasada, bakkallarda fiyatlar düşer ve çeltik alıcısı gider üreticiye der ki: arkadaş bak, bakkallarda pirinç 250 kuruş. Ben senden 200 kuruşa alırım, elli kuruş da bana kalsın; bir de bunun fabrikada kırımı var. Ve çeltikler toplandıktan sonra bakarsınız ki piyasadaki stoklar birdenbire toplanmış. Bakkallarda da fiyatlar yedi liraya doğru fırlamış. İşte işçinin toplu sözleşme masasında kazandıkları böyle böyle havaya uçar.[19]
Özellikle topraksız köylülerin emeğinin toprak ağaları tarafından sömürülmesi ve/veya ailesini geçindiremeyecek kadar az toprağa sahip köylülerin yoksulluğu meselesi, bu çerçevedeki bir diğer olgu olan topraksızlıkla da iç içe işlenmiştir. Bu çerçevede, TİP’in 1965 seçimleri öncesinde dört sayı olarak çıkarttığı propaganda gazetesi olan Kurtuluş: Nasırlı Eller Meclise Gazetesinin ilk sayısında Çetin Altan, Mustafa Kemal’in “Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür” sözlerini hatırlatarak köylüyü, “yani kendinize oy verin”[20] diyerek TİP’e oy vermeye çağırırken, gazetenin Türkiye köylüsüne yaptığı çağrıda şu bilgiler yer almaktadır:
Devlet istatistik rakamlarına göre yüz vatandaşımızdan yetmiş üçü köylüdür. Köyde yaşayan üç milyon aileden beş yüz on bininin toprağı yoktur. Bunlar ağaların, beylerin topraklarında rençber, ırgat olarak çalışırlar ya da şehirlere göç edip kara işçilik ederler. Bunlardan başka iki milyon yüz yirmi iki bin ailenin de işlediği topraklar, insanca yaşamalarına yetmeyecek kadar azdır. Oysa bir avuç toprak ağasının elinde on binlerce dönüme varan memleket kadar geniş toprak bulunmaktadır.[21]
İşsizlik, özellikle 1960’ların sonundan itibaren yoksulluk resmi içerisindeki yerini alır. Yaşar Kemal’in yukarıda altını çizdiği gibi, gerçekten de 1968 sonrasında artık şehirler köyden gelenlere iş sağlamakta yetersiz kalan bir hâl almışlardır. Öte yandan artık Almanya da eskisi kadar işçi göçüne kapılarını açmadığından, topraksız kalan köylüler akın akın şehirleri doldurmuşlar, iş bulma kurumlarının önünde uzun kuyruklar oluşturmuşlardır. 1967 tarihli İşçi Postası Gazetesi, “Hepimizi Bekleyen Tehlike” şeklinde duyurduğu artan işsizliği şu şekilde özetlemektedir:
Türkiye’de işsizlik, her geçen gün biraz daha artarken, bilhassa yiyecek ve giyecek maddelerinin fiyatlarında da artış göze çarpmaktadır. Türkiye’de nüfus hızla arttığı halde (her yıl %3) yeterli kadar yatırım yapılmadığından çalışma yaşına gelenlerin büyük bir kısmı iş bulamamakta ve böylece hem gizli hem de açık işsizlik büyümektedir. Son istatistiklere göre tarım bölümünde, en üstün çalışma mevsiminde 2 milyon, en düşük çalışma mevsiminde 9 milyon insan gizli işsiz durumundadır.[22]
Bu dönemde işsizliğin yarattığı maddi sıkıntıların yanında, vatandaşlar üzerindeki psikolojik baskıyı anlatan haberlerden birisi de İşçi Birliği Gazetesi’ndeki “İşsiz Bir genç Kendini Yaktı” başlıklı haberdir. Aylardır iş bulamadığı için kendini benzin döküp yakan gencin annesine bıraktığı mektupta şunları söylediği belirtilmektedir:
Çok uğraştım, başvurmadığım yer bırakmadım ama nafile. Boğaz tokluğuna dahi razı olduğum yerlerden bile bana iş vermediler. Kader böyleymiş, beni affet.[23]
1960’ların ortalarından itibaren ortaya çıkan yoksulluk tasavvurlarının bu dört olgusu, yazının başında bahsi geçen Türkiye Soluna ait süreli yayınlarda üç farklı biçimde yer bulmuştur. Bunların ilki, yoksul temsilleri olarak halkın/işçinin/köylünün gazete ve/veya dergilere yolladıkları mektupların olduğu gibi yayımlanması şeklindedir. Bu temsil biçimine yoksulun kendisini konuşturmak da diyebiliriz. En yaygın olan temsil biçimlerinden birisi budur çünkü incelenen bu dönemde, hâlihazırda çok fazla yerel gazete mevcut olup, bu yerel yayınların temel işlevi, bölge halkının yaşamına ve hak mücadelesine ilişkin bilgiler vermektir. Böylelikle, bu yerel yayınların temel amacının, görünmez olan yerel halkın, büyük şehirlerde görünür kılınmasıdır. Yoksulluğun ikinci temsil edilme biçimi, siyasi figürlerin mitinglerde, toplantılarda, radyo konuşmalarında ve ulusal ölçekli gazete, dergi gibi yayınlarda sarf ettikleri cümlelerde yoksulluğa yaklaşımları, yoksulluğu tarif etmeleri ve emekçi halk kütlelerini hak mücadelesine çağırmaları şeklindedir. Bu konuşmalar veya yazılar hem tasvir eder hem rakamlar ve istatistiklerle bu tasvirleri destekler hem de mücadeleye çağırır bir tona, içeriğe sahiptir. İncelenen süreli yayınlarda yoksulluğun ele alındığı son biçim ise, sağlık hizmetlerine erişim gibi, gecekondu bölgelerinin alt yapı eksiklikleri gibi, Doğu’daki köylünün sefil yaşam koşulları gibi farklı konular üzerine yapılmış olan araştırma ve incelemelerin yayımlanması veya bunlarla ilgili gündelik haberlerin paylaşılması şeklindedir. Bu yazının ilerleyen üç bölümünde, girişte belirtilen üç Türkiye Solu fraksiyonunun süreli yayınlarında, yoksulluğun bu üç temsil biçimleri incelenecek ve bazı örnekler siz okuyuculara sunulacaktır.
“Nasırlı Eller Meclise”: TİP Çevresinde Yoksulluk Temsilleri
13 Şubat 1961 tarihinde, dönemin sendikacıları tarafından[24], “Köylüye Toprak, Herkese İş” sloganıyla kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin dönem açısından önemi, bir yandan emekçi kütlelerin mecliste temsil edilmelerini kısıtlı da olsa sağlamış olması, öte yandan köylüler ve kent yoksulları açısından harekete geçirici, örgütleyici ve aydınlatıcı bir işlevinin olmasıdır. Bu yönüyle TİP’in, Türkiye’de sol siyasetin kitleleri emek mücadelesi içerisine giderek artan ve güçlenen bir biçimde kanalize edebildiğinin simgesi haline geldiği söylenebilir. Bu çerçevede, Türkiye İşçi Partisi’nin hem yoksulluk hem de emek mücadelesi çerçevesindeki yaklaşımlarını 1965-1971 dönemi içerisinde bir dağılıma tabi tutacak olduğumuzda, söylemin, başlangıçta kır ile kent arasında dengeli bir dağılıma sahip olduğunu, ancak bu durumun özellikle 1967 sonrasında kent lehine bozulduğunu söylemek mümkün. Bu değişimin temelinde, köyden kente göçün seyri ile kentlerin artan nüfusu “doyurma” kapasitesinin 1967 sonuna kadar dengeli olması vardır. Yine de bu ilk dönemde, şehirlere akan göç dalgaları ve gecekondulaşma, özellikle TİP çevresi yayınlardaki yoksulluk temsillerinin başında gelmektedir:
Cevizli-Bülbüldereliler hayatlarından bezgin: İş bulmak bir dert, bulduğun işte çalışmak da bir başka dert. Gece demez, gündüz demeyiz; bayram demez seyran demez Allah’ın bütün günlerinde çalışırız. Buna karşılık aldığımız para üç öğün boğaza yetmez. Şu oturduğumuz evlerin, şu sokakların haline bakın. Elektrik yok, su yok, yol yok, kanalizasyon yok. Evlerimizin çevrelerinde açtığımız pislik çukurlarından taşan sular sokaklarımızı çirkef deryasına çevirdi. Ama dünya her insana kötü değil; kötülüğü yalnız fakir fukaraya. Sözüm ona, Dragos tepesinde oturan insanlar da vatandaş, biz de.[25]
Ancak yine de 1967 sonuna kadar, köylünün yaşam koşulları da oldukça sık bir biçimde konu edilmektedir. Bu noktada TİP’in 1965 seçimlerinde topraksız köylüye toprak dağıtma vaadinde bulunmuş olmasının etkisi de oldukça fazla elbette. Yine de özellikle gün gün artan hayat pahalılığı ile paralel bir biçimde köylünün içinde bulunduğu para darlığı, açlığı gibi meseleler sürekli işlenen konular arasındadır: “Köylünün açlığını doyuracak, Türkiye’nin kaderini değiştirecek toprak reformunu yapmaktan hükümet niçin aciz? Çünkü büyük toprak ağalarının çıkarlarına dokunmaya cesaret edemiyor da ondan.”[26] Yanı sıra, Türkiye’de yeni doğan her çocuğun 4 bin lira borçla doğduğu[27] bu yıllarda, Ömer Madra da Fikret Otyam’ın Anadolu köylüsünü anlatan fotoğraf sergisinden birtakım izlenimler paylaşır:
Yüzünde, Anadolu’nun kıraç toprağındaki çatlaklardan da derin çizgilerle bir nine… çıplak ayak üzerine giydiği, birisi iple bağlanmış bir çift mest. O seksen yıllık gövdesi, kocaman yüküyle (bu bir su tulumu idi yanılmıyorsam) iki kat olmasa, taşıdığı ağırlığın farkında değilmiş sanısı veren gözlerle öyle bakmış objektife. Fotoğrafın altında bir yazı: “Kimse yaşına, gücüne ve cinsiyetine uygun olmayan bir işte çalıştırılamaz. Çocuklar, gençler ve kadınlar çalışma şartlan bakımından özel olarak korunur” (Anayasa Mad. 43). […] Portakal sandıkları üzerine birkaç çul atmış açıkta yatan ve sürekli ağlaşan Vartolular, uyuz eşekle, keçiyle aynı tek damda barınanlar; karınları besin yetersizliğinden ya da sıtmadan davul gibi şişmiş çocuklar, sayrı çocuklar, sayrı büyükler. Fotoğrafların bu işlerin hiç de böyle olmaması gerektiğini yazan Anayasa maddeleri.[28]
Kırdaki yoksulluk manzaraları köylerle sınırlı da değildir üstelik; henüz gelişip serpilmemiş şehirler de bu manzaralarla doludur. Şaban Erik, 1965 yılında Elazığ’a yaptığı bir ziyarette, küçük çapta bir işyeri sahibinin kendisine dert yanışını şu şekilde anlatır:
Ben hayata lanet eder oldum kardeşim. Her gün işime ve evime başka yollardan gidiyorum. Çünkü her gün önümü en az yüz kişi kesiyor, iş istiyor. İş yerimin kapısı sürekli olarak çalınıyor. Kapıya çıkıyorum, iş isteyen boynu bükük insanlarla karşılaşıyorum. İşsiz insanlar bir ekmeğe çalışmaya razıyız diyorlar. Bir ekmek parası ver günde kaç saat istersen o kadar çalışmaya razıyız. Ne olur bu insanların hali? Bir milletin insanları böylesine de yüzüstü bırakılmaz ki![29]
1960’ların sonlarına doğru sanayileşmenin -her ne kadar yeterli seviyede olmasa da- artmış ve yaygınlaşmış olması, proleterleşmeyi arttırmış ve köylüden daha fazla işçilerin problemlerinin görünür hâle gelmesine sebep olmuştur. Adı üstünde Türkiye İşçi Partisi’nin odağı da böylece 1967 sonrasında şehirlere ve işçi kütlelerine kaymıştır. Büyük oranda enflasyon ve maaş artışlarının azlığı etrafında yürütülen bu tartışmalar, devam eden süreçte asgari ücret tartışmaları ile birlikte yürütülmektedir. Ayrıca görüldüğü üzere emekçilere ilişkin yoksulluk tartışmalarına, 1967 itibariyle memurlar da dâhil edilmeye, onların da artan hayat pahalılığı karşısındaki yoksullaşmaları işlenmeye başlamıştır. Emek Dergisi’nin 7. sayısında, Adil Özkol, Demirel’in seçim zamanı personel kanununun mali hükümlerini uygulayacağına dair söz verdiğini ancak uygulanmadığını eleştirerek, memurun 1969 yılı itibariyle ne kadar maddi zorluk çektiğinin altını çizer: “Personel kanununun mali hükümleri yürürlüğe konsa dahi, maaş artışları şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da daha hızlı atan fiyatlarca yutulacaktır.”[30] Benzer biçimde, İşçi Birliği gazetesinin 4. sayısında, “Halk sefalet içindedir, bıçak kemiğe dayandı. Halk bu kadar fukaralık içindeyken zenginler, yani halkın alın terinin değerini çalanlar, boğaz kıyılarında, Avrupa kumarhanelerinde keyif çatmaktadırlar” diyerek halk pahalılık mitingine çağrılmaktadır.[31] Özellikle 1969 yılının ana gündeminin zamlar ve pahalılıkla harmanlanan işsizlik ve bunların nihai sonucu olarak sefalet olduğu söylenebilir. Ezilenler gazetesinin 8. sayısına mektup yollayan bir köylü, zamlardan şikâyetçidir:
İnhisa mallarına gelen zamlar ile devletin bütçe açığı giderilebilir mi? Bu, mağdur vatandaşların ağrına gidecek en zor iştir. Çünkü sanayisiz, yoksul ve mağdur vatandaş için güçtür. Çünkü çalışma sahası yoktur, altından çıkamaz. Neden vatandaş yakılıyor? Bu vatandaşın hak ve recimleri sorulur bir gün. Ey millet hakkını ara!
“1968 Yılı Bütçesi İşçiler Düşünmeden Hazırlanmakta”: DİSK ve Yoksulluk
Maden işçisiyim hey
Altmış kuruş için kurşunlanan
Damarlarında dolaşan kömürle
Damarlarında dolaşan kömürle
Ölerek zafer kazanan.[32]
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), 13 Şubat 1967 tarihinde Türk-İş’ten ayrılan Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve bağımsız Gıda-İş, Türk Maden-İş (Zonguldak) sendikaları ve onların genel başkanları olan Kemal Türkler, Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Mehmet Alpdündar ve Kemal Nebioğlu tarafından kurulan işçi sendikaları konfederasyonudur. Bu yazı çerçevesinde DİSK çevresinin kuruluş tarihi itibariyle 1967 sonrası dönemdeki yaklaşımları mevzubahis edilecek olsa da TİP’in kurucularının da sendikacılar olduğu hatırlandığında, 1967 öncesi dönemin TİP çizgisi üzerinden okunabileceği bilinmelidir.
DİSK’in işçi sendikaları konfederasyonu olması, bilhassa yoksulluk ile ilgili tahlillerin ve büyük oranda mücadele çağrılarının işçi sınıfı üzerinden emekçi kütlelere yönelik olarak gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu çerçevede, DİSK’in esas yazın faaliyetini 1971 sonrası dönemde arttırmış olması, bu yazının, 1971 öncesinde DİSK’e ait tek süreli yayın olan DİSK Gazetesi ile sınırlı kalmasına sebep olmuştur. Yanı sıra, ilk bölümün son kısmında belirtilen, yoksulluğa dair temsil biçimleri bu bölümde, DİSK yöneticilerinin ve DİSK’e üye sendika yöneticilerinin söylemleri ile karşımıza çıkmaktadır. Elbette gazetenin doğasına uygun şekilde gündelik haberlerde de yoksulluk olgusu zaman zaman işlenmiştir.
DİSK gazetesi içerisinde yoksulluk temsilleri ile birlikte emek mücadelesine ilişkin yaklaşımların en başında grev hakkı, toplu sözleşme süreçleri ve işçilerin ücretleri tartışmaları yer almaktadır. Örneğin DİSK gazetesinin ilk sayısında, DİSK Başkanı Kemal Türkler, “grev hakkı, anayasamızda yer alan temel haklardan birisidir; özüne dokunulamaz. Bu bakımdan biz bu hakkı, işçilerin ekonomik ve sosyal menfaatlerini korumak veya iyileştirmek için kullandık ve kullanacağız”[33] diyerek bu konudaki hassasiyeti dile getirmiştir. Ek olarak, grev yapan işçilerin ve ailelerinin temelde “sosyal adalet” istedikleri üzerine yapılan vurgu da oldukça yaygındır. Sosyal adalet, bu dönemin yaygın söylemlerinden birisidir.
Gazete içerisinde işlenen ve çoğunlukla da eleştirilen bir diğer mesele İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’dır. Gazetenin 2. sayısında, yeni kalkınma planı ile birlikte, İşçi Hastaneleri’nin elden çıkarılacağına ilişkin bir haber yer almaktadır:
İşçilerin alın terinden kesilerek kurulan Sigorta Hastaneleri, Sağlık Bakanlığı’na devredilecektir. Böylece işçiler, her bakımdan işkence yuvası durumunda olan hastane kapılarında horlanacak, derdine derman bulamayacak, aradığı vakit nöbetçi hekim ya da ilaç bulamayacaktır. Devlet Hastanesi haline getirilecek Sigorta Hastaneleri’nde işçiler üvey evlat muamelesi görecek, günlerce sıra ve yatak bekleyecekler.[34]
Bu dönemde DİSK açısından önemli meselelerden bir tanesi de işçinin verdiği açlık savaşı, ücretlerinin düşüklüğü ve asgari ücret tartışmalarıdır. İşçinin emek mücadelesi açısından bu dönemde sıkılıkla başvurulmaya başlanan asgari ücret tartışmaları, dönemin bütün emekçi yayınları içerisinde kendisine yer bulabilmektedir. Bu minvalde, DİSK Gazetesinin 2. sayısında konu şu şekilde işlenir:
Asgari ücretlerin saat başına 5.83 kuruş olması istenmiştir. Bu duruma göre her işçinin günde 46 lira asgari ücret alması gerekmektedir. Bu ücret ayda 1400 lira brüt aylığa gelmektedir. Bu 5.83 kuruş çok basit bir hesabın sonucudur. İki çocuklu, evli bir işçinin, kuru fasulye-pilav yiyerek iki göz bir evde oturması üzerine çıkartılan bu hesaplar, bugün Türk işçisinin 160 lira asgari ücretle yaşamakta olduğu reel hayatı apaçık ortaya sermektedir.[35]
Asgari ücret tartışmalarını bölüşüm eşitsizliği üzerine çekilen dikkat ve sunulan rakamlar takip etmektedir:
Türkiye’de toplam ailelerin %27’si, toplam gelirin %66’sını alıyor. Milli gelirden kopardıkları pay yılda 35 milyar 368 milyon lira. Öte yandan, ailelerin büyük çoğunluğu, yani %73’ü, milli gelirin %34’ünü bölüşüyor. Başka bir hesaba göre, 73 aile 34 somun ekmeği bölüşmeye çalışırken, 27 aileye 66 somun ekmek veriyor bugünkü kapitalist yoldan kalkınma hayaline kapılan yöneticiler. Oysa DİSK, milli gelir hakça bölüşülmelidir diyor.[36]
Görüldüğü üzere, DİSK çevresi, bütün odağını kent yoksulluğu ve onun da ötesinde fabrikaları dolduran işçi sınıfının emek sömürüsü ve hak mücadelesi üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu dönemde çeşitli vesilelerle yoksulluk temsillerine yer verilmekle birlikte, henüz çok fazla artış göstermemiş olan grevlere ve işgallere de gazetede yer verilir. Bu açıdan DİSK’in yoksulluk temsili çerçevesinin, başlangıçta anlatılan dört veçheden biri olan emek sömürüsü ile büyük oranda sınırlı olduğunu söylemek doğru olacaktır. 1967’de çıkmaya başlayan DİSK gazetesi, toplamda 5 sayı yayımlanarak kapanmış, ancak 1970 yılında “Yaşasın İşçi Sınıfı” sloganı ile yeniden çıkmaya başlamış ve 4 sayı çıkarak kapanmıştır. İki gazete arasındaki yayın farkı, bir açıdan da aradan geçen üç senenin Türkiye’de işçi sınıfı hareketini nereden nereye getirdiğinin apaçık bir göstergesidir. 1970 yılında artık, her yer direniş alanı hâline getirilmiş, her gün her fabrikada işçi sınıfının haklı emek mücadelesi grevlerle, köylünün mücadelesi toprak işgalleriyle devam etmektedir. Bu açıdan, 1970’te tekrar çıkmaya başlayan gazete içerisinde, salt yoksulluk temsilleri bulmak artık pek mümkün değildir. Evet yoksulluk eskiye nazaran çok daha derinleşmiştir ancak artık işçi sınıfı güçlü bir birliktelik içine girmeye başladığı için gazetenin yayını bu mücadele pratiklerini ve bunlara karşı hükümetin dayatmaya çalıştığı sıkı yönetim uygulamalarını ve hak ihlallerini işlemektedir. Bu sürecin devamında, artık dayanılmaz bir hâl alan halk kütlelerinin yoksulluğunun göz ardı edileceği ve bunu dillendiren, bunun azaltılması için mücadele eden Türkiye soluna balyozun indirileceği 12 Mart rejimine ulaşılacaktır.
“Harman Kaldırıyor Ama Yarısı Ağaya Gidecek!”: MDD ve Diğer Sol-Sosyalist Çevrelerde Yoksulluk Tasavvurları
Yazının en başında da belirtildiği üzere, bu bölümde her ne kadar Milli Demokratik Devrim çatısı altında ağırlıklı olarak MDD hareketine ait yayınlar incelenecek olsa da bu harekete dâhil olmayan sol fraksiyonların çıkarttığı yayınlar da incelenecektir. Ancak bunların sayısının az olması sebebiyle, ayrı bir başlık yerine genel olarak MDD başlığı altına toplanmışlardır. Türkiye Solunda fraksiyonel ayrışmalar 1960’ların sonlarına doğru başlamış da olsa, ileride geleneğe dönüşecek ve dallar hâlinde ayrışarak devam ettirilecek ana gövdeler esas olarak 1970 sonrasında oluşmaya başlamıştır. Bu açıdan, MDD’ye yakın olsun olmasın, bu başlık altında Yön, Aydınlık ve TKP çevrelerine ait süreli yayınlar da incelenecek ve yoksulluk tasavvurları serimlenecektir.
1960’ların başında yayın hayatına başlayan Yön Dergisi, özellikle takip eden on yıl boyunca, Türkiye toplumu içerisinde sol ideolojilerin hegemonik bir söyleme kavuşabilmesi açısından bir eşik taşıdır. Dergi, dönemin aydınları açısından ideolojik bir okul vazifesi görmüş ve takip eden yıllarda özellikle Türkiye sol hareketi içerisinde yer alacak başlıca akımlara ilham kaynağı olmuştur.[37] Bu açıdan dönemin pek çok önemli tartışması gibi yoksulluk tasavvurları ve yaklaşımlarını, tarihsel olarak da ilk olarak Yön Dergisi’nde bulmak olasıdır. Yön’ün bünyesinde bulunan yazarların ideolojik çeşitliliği sebebiyle hem köylülere hem işçi sınıfına hem de gündelik yaşama olabildiğince eşit biçimlerde yer verdiği, bu haliyle bir ağırlık merkezine sahip olmadığı söylenebilir. Öte yandan Yön Dergisi, bu dönemde bazı sansasyonel incelemelere de yer vermiştir. Bu çerçevede hem Anadolu yoksulluğunun resmedilmesi açısından hem de Doğu’daki çelişkilerin ortaya dökülmesi açısından, derginin 180. sayısında yayımlanan Muzaffer Erdost imzalı Şemdinli Röportajı, oldukça dikkate değerdir:
Şemdinli’nin bazı yerlerinde ekilecek bir karış toprak kalmamış, yani gelir donmuş. Her yıl aynı geliri bölüşen insan sayısı artıyor. Bunun anlamı şu: nüfus artacak, nüfus başına düşen gelir azalacak, halk açlıkla karşı karşıya kalacak. Açlığın arazları kaçakçılık, hırsızlık ve soygunculuk olarak belirecek. Hayat burada toprağa bağlı. Köylü İlyas Yavuz’la konuşuyoruz. Hiçbir şeyim yok diyor, ne bir parça toprağım ne de başımızı koyacak bir evim. Bazen çocuklar aç duruyor. İlkbahar gelsin bakalım nereye gideceğim. Hangi köye gitsem kimse yanına yaklaştırmıyor beni. Çünkü bir ben çalışıyorum, yedi nüfusun karnını doyuruyorlar. Millet zengin, bize bakan yok.[38]
1967 itibariyle, yazının ilk bölümlerinde altı çizildiği üzere, kırdan kente göç hızlanmış ve kent yoksulluğu önceki dönemlerden daha fazla üzerinde durulmaya başlanan bir olgu olarak tartışmalar içerisindeki yerini almaya başlamıştır. Bu odak kayması, Yön’ün yayın politikasından da takip edilebilmektedir. Bu çerçevede Yön’ün 217. sayısında, şehirlerdeki ilaca ulaşma sorunlarından, öğretmenlerin işsiz bırakılması/kıyımı meselelerine, oradan da sosyal adalet vurgusu ile milli gelirin bölüşülmesindeki adaletsizliklere kadar kent yoksulluğu içerisine giren pek çok mesele ele alınmaktadır. Bu çerçevede, DİSK’in aynı dönemde yaptığı adaletsiz bölüşüm tartışmalarıyla paralel bir biçimde, Yön Dergisi’nde de toplumun beş gelir katmanına ayrıldığından bahisle, en üstte yer alan %20’lik kesimin, milli gelirden %57’lik bir pay aldığı vurgulanmaktadır. Buna karşılık en altta kalan %20’lik en yoksul kesim sadece %4,5’lik bir paya ulaşabilmektedir.[39] Yine kent yoksulluğunun temsili meselesinde Yön’ün 221. sayısındaki bir haber oldukça çarpıcıdır:
Ömer Hacı Gülbağlar adındaki İETT otobüs biletçisi, 10 numaralı kasap dükkanına girmiş ve karısı ve çocukları için sığır eti almak istemiştir. Bir gecekonduda yaşayan iki çocuk babası biletçi, yarım kilo sığır eti için 550 kuruş ödeyince kalp krizinden ölmüştür. Son zamanlarda şiddetli bir geçim sıkıntısı içerisinde olduğu öğrenilen biletçinin ölümü sonrasında dükkânda bulunanlar, “Zavallı fukara adam. Tabii yarım kilo et için yarım yevmiyesini verince kalbi dayanamadı, öldü” diye dert yanmışlardır.[40]
MDD hareketinin başlıca yayın organı olan Türk Solu Dergisi’nin, Yön ve DİSK çizgisinden daha kopuk bir biçimde kent yoksulluğu yerine köylünün yoksulluğuyla daha çok ilgilendiği söylenebilir. MDD hareketinin Kemalist devrimlerin 1940’larda karşı devrime uğratıldığını ve sürecin yarım kaldığını düşünmesi ile DP’yi bir feodal mütegallibe partisi olarak görmesi, bu yarım kalan Kemalist devrimleri tamamlamak için 1960’larda Anadolu köylüsüne ve zinde kuvvetlere yönelmesine sebep olmuştur.[41] Bu sebeple, MDD’nin kendi yayın organı ve MDD çevresine yakın diğer yayınlarda genel odağın köylülük üzerinde olduğunun altı çizilmelidir. Bu noktada genellikle köylünün “ağalar bu kadar çok toprağa nasıl sahip olmuşlardır?”[42] şeklinde bir sorgulama içerisine girmiş olmaları ve bu dönemde benzer sorgulama süreçleri ile yoksulluğun derinleşmesinin bir nihai sonucu olarak toprak işgallerinin oldukça fazla artış göstermesi oldukça önemlidir. Yanı sıra, özellikle 1970 yılı sonu itibariyle artık yoksulluğun en derin şekli olarak “açlık” meselesinin, toplumsal bir gerçek olarak yansıtılması, MDD çevresi yayınlarda da sıklıkla karşımıza çıkan bir durumdur. Bu açlık meselesinin hem kentte hem de köyde kol gezdiğine ilişkin bir çıkarım, yapılan yayınlardan anlaşılabilir. Kurtuluş Gazetesi’nin 4. sayısında, Doğu’da susuzluk, açlık ve ölüm başlıklı haber şöyledir:
Doğu ve G. Doğu’da yine kuraklık, açlık var. On binlerce hayvan ölüyor; köylüler su için birbirleriyle kavga ediyorlar. Yaşayabilen hayvanların da sütü, yoğurdu kesik. Ölen ölüyor, kalan kalıyor. Siirt’in 78 köyünde hiç su yok. Öbür yandan ağalar, kaynaklara, kuyulara ve çeşmelere el koyup su satıyorlar. Kuraklığın doğurduğu açlık, ağaların canavar yüzünü iyice ortaya çıkarmıştır. Ağalar hububata el koyuyorlar. Köylülere verdikleri bir avuç tahıl karşılığında, emekçinin köleliği üzerine kurulan düzenlerini iyice pekiştirmeye çalışıyorlar. Hastalıklar artıyor, küçük çocuklar peş peşe ölüyor.[43]
Sonuç
Ana teması yoksulluk halleri şeklinde özetlenebilecek olan bu yazıda, Türkiye solunun henüz çok fazla farklı fraksiyona bölünmediği ve Türkiye’de kitlelere gerçek anlamda ulaşmayı başardığı 1965-1971 arası dönemin yoksulluk algısı ve temsilleri incelenmiştir. Yoksulluk, ne dün ne de bugün ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir köşesinde yoktan var olmuş, kendiliğinden ortaya çıkmış bir olgu değil, tam tersine neredeyse insan medeniyetlerinin kuruluşuyla yaşıt olan ve eşitsizlikle mülhem bir gerçekliktir. Ancak yoksulluğu gerçek yapan tarih kitaplarındaki anlatılar, gazete ve dergilerdeki haberler veya temsiller değil, bizatihi açlığı, sefaleti, çaresizliği iliklerine kadar hisseden insanlardır. Bu yazı, sadece çok kısa bir tarih aralığında, bu gerçekliğe çare arayan ve yoksulluğu, duymayan kulaklara, görmeyen gözlere duyulur, görünür kılma çabası içine giren Türkiye solunun kısa bir tahlili niteliğindedir.
Her dönemin kendine has bir ruhu olduğu, bir dönem içerisinde ortaya çıkmış bir söylemin bile o dönemin maddi ve tarihsel koşulları göz önüne alınmadan analiz edilemeyeceği gerçeğiyle geçerlilik kazanmaktadır. Bu çerçevede 1960’ların ruhu nelerden mürekkep denildiğinde söylenmesi gereken üç temel süreç olduğu iddia edilebilir. Bunlar, köyden kente göç ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak kentlerdeki gecekondulaşma, Saraçhane mitinginden 15-16 Haziran’a uzanan bir süreçte emekçi kütlenin ayağa kalkışı ve merkez sağ iktidarı ile sermaye sınıfının emek düşmanı ittifakı şeklinde özetlenebilir. Bu dinamik dönem içerisinde Türkiye solunun ciddi anlamda mesafe kat ettiği ve toplumsal olarak bir daha yok olmayacak biçimde varlığını yarattığını söylemek kulağa yanlış gelmiyor. Türkiye solu açısından bu varoluş ve toplumla bütünleşme sürecinin barutunu, eşitsizlik ve emek sömürüsü gibi birbirine içkin süreçlerin genel bir çıktısı olarak yoksulluğun ateşlediği söylenebilir.
Yazıda incelenen 1965-1971 arası dönem içerisinde Türkiye solu tarafından temsil edilen yoksulluk halleri işsizlik, pahalılık, emek sömürüsü ve (köylünün) topraksızlığı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yoksulluk hallerinden özellikle topraksızlık ve işsizlik, birbirlerini doğuran, iç içe süreçler olarak düşünülmelidir. Köyde kendisinin ve ailesinin karnını doyuramayan topraksız köylü, ata toprağını geride bırakır ve kente göç eder. Burada ne iş bulsa çalışmaya razı olsa da 1967 sonrasında artık iş dahi bulamaz ve giderek kentin çeperlerine doğru dışlanmaya başlar. Bu iş bulamama halinin sebepleri olarak, hem 1967 itibariyle ülke ekonomisinin darboğaza girmeye başlaması hem de kentlerin artık köylerden gelenleri doyuramayacak noktaya gelmesi sayılabilir. Dolayısıyla, 1967 sonunun, Türkiye solunun yoksulluk hallerini temsil şekilleri açısından da bir dönüşüm dönemi olduğu söylenebilir. Artık DİSK ile birlikte TİP’in büyük oranda yüzünü kent yoksullarına ve işçi hareketlerine çevirirken, MDD çevresi Anadolu köylüsüne ve onun içinden geçtiği yoksulluk ve sefalet cenderelerine odaklanmaya devam etmiştir. Emekçi kütleleri organize etme konusunda kat edilen olumlu mesafeler meyvelerini 1969 itibariyle fabrika grevleri ve köylerde toprak işgalleri olarak vermiştir. Ancak bu dinamik mücadele sürecine karşın yoksulluk köyde ve kentte derinleşmeye ve gittikçe artan şekillerde açlık ve sefalet manzaralarına dönüşmeye devam etmiştir.
1960’lardan bugüne geldiğimizde artık köyden kente göçün bu çerçeveden çıktığını söylemek olası da olsa, zamanında kentleri doldurmuş olan yığınların hala işsizlik sarmalı içerisinde yuvarlandığı ortadadır. Kentin çeperindeki gecekondular kentsel dönüşüme uğratılmış olsa da yoksul yığınlar hala o çeperlerde yaşamaya devam etmektedirler. Hem 1960’lar hem de bugün açısından bu topraksızlık-göç-işsizlik denklemine bir de pahalılık ve emek sömürüsü eklendiğinde ortaya yoksulluğun en uç halleri olarak açlık ve sefalet çıkmaktadır. Bunun dün olduğu gibi bugünkü yansımaları arasında en can acıtanı ise geride iki satır mektup bırakarak veya kapıya “dikkat siyanür” şeklinde bir not yazarak bu sefalete “son” vermektir. Ez cümle, Türkiye’de yoksulluk, bir gazete haberinden çok daha fazlasıdır; atmış sene önceki veçheleriyle bugün hala devam eden ve emekçi kütleleri açlığa kadar varan bir dizi zorlukla mücadele etmeye zorlayan bir gerçekliktir.
[1] Bu tarih aralığı bir jenerasyon tanımlamasından öte Türkiye’nin özgül koşulları çerçevesinde belirlenmiştir.
[2] Dede, Kadir (2017). Altmışlı Yılların Anayasal Gündemi ya da Bir Siyasal Özne Olarak 1961 Anayasası. İçinde, M. K. Kaynar (Ed.), Türkiye’nin 1960’lı Yılları (s. 809-843). İstanbul: İletişim, s. 828.
[3] Nesin, Aziz (1965). Çağımızın İnsanı. Dönüşüm, Sayı 1, 22 Nisan 1965, s. 4.
[4] Çelik, Aziz (2017). Saraçhane’den 15-16 Haziran’a İşçi Sınıfının Müstesna Yılları: Altmışlı Yıllar. İçinde, M. K. Kaynar (Ed.), Türkiye’nin 1960’lı Yılları (s. 633-666). İstanbul: İletişim, s. 633
[5] Bu süreli yayınlar:
TİP çevresi: Emekçi Gazetesi, Dönüşüm Dergisi, Kurtuluş: Nasırlı Eller Meclise Seçim Bülteni, Sosyal Adalet Dergisi, Sömürücüye Yumruk (Zonguldak Merkezli) Gazetesi, Ant Dergisi, Emek Dergisi, İşçi Birliği (Ankara Merkezli) Gazetesi, Ezilenler (Dersim Merkezli) Gazetesi, Partizan Dergisi.
DİSK: DİSK Gazetesi.
MDD çevresi: Yön Dergisi, Türk Solu Dergisi, İşçi-Köylü (Adana Merkezli) Gazetesi, Türkiye Solu Dergisi, İşçi Postası (Köln Merkezli) Gazetesi.
Aydınlık çevresi: Proleter Devrimci Aydınlık Dergisi, Kurtuluş Gazetesi, Kurtuluş: Devrim İçin Savaşmayana Sosyalist Denmez Gazetesi.
TKP: Yurdun Sesi Dergisi.
[6] 27 Temmuz 1969 tarihinde, Şanlıurfa-Hilvan’da bu isimle bir köylü mitingi yapılmıştır, bakınız: ‘Doğu Anadolu Halkı Haklı Sesini Yükseltiyor’. İşçi-Köylü Gazetesi, Sayı 3, 8 Ağustos 1969, s. 4.
[7] Wallerstein, Immanuel (2011). Dünya-Sistemleri Analizi: Bir Giriş. İstanbul: bgst, s. 28.
[8] Kirişçi, Kemal (2008). Migration and Turkey: the dynamics of state, society and politics. İçinde, Reşat Kasaba (Ed.), Turkey in the Modern World (s. 175-198). Cambridge: Cambridge University Press, s. 189-191.
[9] Bunun önemli göstergelerinden bir tanesi, ilk defa 1966 yılında çıkartılan 775 sayılı Gecekondu Kanunu’dur. Bu kanunun çıkartılması, bir yönüyle sağ-popülist siyasetin bir ürünü de olsa temelde, kırdan kente göçün ne denli artış gösterdiğinin ve kentlerde artan gecekondulaşmanın somut bir göstergesidir.
[10] Kemal, Yaşar (1968). Yağmurdan Kaçanlar. Ant, sayı 81, 16 Temmuz 1968, s. 5.
[11] Kıvılcımlı, Hikmet (1971). Text of a speech at the congress of the İPSD İzmir section, 12.03.1971, dosya no: 282, IISH Arşivi, Kıvılcımlı Papers, s. 2.
[12] Bu yaklaşımın içine asgari ücret tartışmaları da özellikle DİSK’in kuruluşu sonrasında yoğun bir biçimde girecektir.
[13] Behramoğlu, Namık (1965). Gerçekler ve Kalkınma Yolu. Dönüşüm, Sayı 5, 20 Haziran 1965, s. 11.
[14] Güven Hüsamettin (1968). Gerçek Sınıf: Biz Sınıflar Arasındaki Dengeyi Sağlama Savaşına Girdik. Sömürücüye Yumruk, Sayı 15, 26 Ekim 1968, s. 2.
[15] İşçi Birliği, 26.07.1969, “Sonuna Kadar Mücadele Edeceğiz”.
[16] Zileli, Gün (1969-1970). Mehmet ile Tanju. İşçi-Köylü, sayı 3-16.
[17] Emekçi Gazetesi, 04.07.1964, “Et, ekmek, şeker, yemiş halk için hala bir lükstür”.
[18] Emekçi Gazetesi, 27.06.1964, “Etin Yerini Tutan Yiyecekler”.
[19] Selçuk, İlhan (1967). İlhan Selçuk’un Konuşmasından. DİSK: Devrimci Sendikaların Sesi, Ekim 1967, s. 1, 4.
[20] Altan, Çetin (1965). Köylü Kardeş Saflık Etme. Kurtuluş: Nasırlı Eller Meclise, sayı 1, 10 Eylül 1965, s. 1.
[21] Kurtuluş: Nasırlı Eller Meclise, 10.09.1965, “İşçi Partisi Köylüye Toprak Dağıtacak”.
[22] İşçi Postası, Ekim 1967, “Yurtta İşsizlik Hızla Artıyor”.
[23] İşçi Birliği, 26.07.1969, “İşsiz Bir genç Kendini Yaktı”.
[24] Partinin kurucuları, işçi sınıfı ile aydınları bir araya getirebilmek adına dönemin sosyalist aydınlarını partiye davet etmişler ve böylece kısa bir süre içerisinde Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren, Çetin Altan gibi pek çok aydın partiye üye olmuş ve yönetime girmişlerdir.
[25] Ülkü, Celal (1964). Tutunacak Dalım Mı Var?. Emekçi Gazetesi, sayı 1, 20.06.1964, s. 2.
[26] Emekçi, 09.10.1964, “Toprak Reformu Konusunda Hükümet Aczini Bildirdi”.
[27] Emekçi, 25.07.1964, “Türkiye’de yeni doğan her çocuk 4 bin lira borçla doğmaktadır”.
[28] Madra, Ömer (1966). Otyam: “Anayasa Diyor ki”. Dönüşüm, sayı 6, 1 Kasım 1966, s. 10.
[29] Erik, Şaban (1965). 1965’in Türkiye’si. Sosyal Adalet, sayı 18, Eylül 1965, s. 28.
[30] Özkol, Adil (1969). Memurlar ve İktidarlar. Emek, sayı 7, 28 Temmuz 1969, s. 7.
[31] İşçi Birliği, 24.09.1969, “İşçi Birliği Halkımızı Mücadeleye Çağırıyor”.
[32] Arman, Ahmet (1968). Hey. Disk: Devrimci Sendikanın Sesi, Sayı 5, 6 Ocak 1968, s. 3.
[33] Ünsal, Engin (1967). Grev Hakkı Kalkıyor Mu?. DİSK: Devrimci Sendikaların Sesi, sayı 1, 19.04.1967, s. 6.
[34] DİSK: Devrimci Sendikaların Sesi, 22.05.1967, “İşçi Hastaneleri elden çıkarılacak”.
[35] DİSK: Devrimci Sendikaların Sesi, 22.05.1967, “Asgari Ücret 1400 TL Olmalı”.
[36] Şarp, Asım (1968). Biraz da Rakkam. DİSK: Devrimci Sendikaların Sesi, sayı 5, 6 Ocak 1968, s. 3.
[37] Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojiler. İstanbul: İletişim, s. 608-613.
[38] Erdost, Muzaffer (1966). Şemdinli Röportajı 9: Oylar Eşeğin Kulakları Gibi Eşit Olsun. Yön, sayı 180, 9 Eylül 1966, s. 12-13.
[39] Yön, 26.05.1967, “İlaç Dramı”.
[40] Yön, 23.06.1967, “Kasap dükkanında et fiyatını duyunca kalpten gitti”.
[41] A.g.e., s. 179-180.
[42] Türk Solu, 01.04.1969, “Culuk Köyü halkı ağalara başkaldırdı”.
[43] Kurtuluş, Ağustos 1970, “Ölülerimizin Hesabı Sorulmadı. Sorulacak!”.