Marksizm ve özgürleştirici siyaset

Bugüne ilişkin bir soruya, tanık olduğumuz ayaklanmaların umulan dönüştürücü kudrete sahip olamamalarının doğurduğu hayal kırıklığına yanıt verebilmek için geçmişe doğru bir adım atan Asad Haider, yirminci yüzyıla uzanarak özgürleştirici siyaset bağlamında başarı ve başarısızlığın ne anlama geldiğini tartışıyor. Marksizmin bu yüzyıldaki krizinden günümüze sıçrayan düşünür, geçmişin prosedürlerinin değil, içerdiği yaratıcı keşfin tekrar edilmesine ihtiyaç olduğunu vurgulayarak özgürleştirici siyasetin halkın kudretine dair verilecek bir kararla başladığını söylüyor. Duncan Stuart'ın sorularını yanıtlayan Haider'in "Marksizm ve Özgürleşme" başlığıyla yayımlanan söyleşisinin ilk bölümü.

Putilov'da 1 Mayıs gösterileri - Boris Kustodiev, 1906

Asad Haider, York Üniversitesinde öğretim üyesi, Viewpoint Magazine’in kurucu editörlerinden ve Mistaken Identity: Race and Class in the Age of Trump kitabının yazarı. Yakın zamanda özgürleşme ve kimlik siyasetiyle ilgili meseleleri Marksizmin eleştirel çerçevesi dolayımıyla inceleyen birçok deneme ve makale yayımladı. Haider’le siyasal eylem ve sonuçları, Marksizmin mirası ve Fransız kuramcı Sylvain Lazarus’un eserleri hakkında konuşmak üzere görüştüm.

Duncan Stuart: Mistaken Identity kitabınla tanınıyorsun ancak özgürleştirici siyasete ve onu etraflıca nasıl düşünebileceğimize ilişkin yeni bir sorunsal üzerinde çalıştığını anlıyorum. Buna dayanarak geçtiğimiz Mayıs ayında bir diğer yıldönümünü geride bıraktığımız, George Floyd’un öldürülmesi üzerine patlak veren protestolarla birlikte beliren belirli bir dinamiğe dair düşüncelerini öğrenmek istedim. Bu dinamik, söz konusu protestolarda milyonlarca insanın devrimci bir coşkuyla söz alıp hareket etmesi ancak akabinde bu coşkunun yitimidir. Hatta son zamanlarda insanlar protestolardan söz ettiklerinde, bunların doğurduğu sonuçların önemli olmakla birlikte protestoların ölçeğine denk olmadığına dikkat çekiyor. Joe Biden, Donald Trump’tan daha iyi bir devlet başkanı ve Derek Chauvin’e verilen ceza bir dönüm noktası niteliğinde ancak ülkenin tanık olduğu en geniş kapsamlı protesto hareketi daha ılımlı bir başkan ve kameralar önünde cinayet işleyen birinin hüküm giymesiyle sonuçlanıyorsa, protestoların dünya-tarihsel boyutlarıyla sonuçları arasında tutarsızlık mevcut gibi görünüyor. Bunu nasıl anlamlandırabiliriz?

Asad Haider: Bir hareketteki katılımla o hareketin sonuçları arasındaki tutarsızlığın arızi olduğunu yahut yalnızca belirli durumlarda meydana geldiğini düşünmüyorum. Siyasette her zaman mevcut olan bir durumdur bu. Olayları, arzumuzun tatmini ya da amacımızın dışavurumu olan sonuçlar dolayımıyla düşünmek gibi kendiliğinden bir eğilime sahibiz. Siyaset üzerine bu şekilde düşündüğümüzde siyasal eylem sorununun bizatihi kendisinden uzaklaşıyoruz. Bunun manasız bir uca taşınarak sonuçların hiçbir anlam taşımadığı anlamına gelmeyeceği aşikâr. Elbette ki dikkate değer bir toplumsal değişim gerçekleştirip gerçekleştiremediğiniz son derece önemlidir ve içinde bulunulan dönemde bunu pek çoğumuzun tahayyül ettiğinin çok daha ötesine geçecek ölçüde gerçekleştirmek kaçınılmaz. Ancak bunu mümkün kılacak ve buna yol açacak olan, ille de bizim şimdiki deneyim ve sezgilerimize karşılık gelmeyecek. Deneyim düzleminde kimileri sokak gösterilerini uygulanabilir bir program ileri sürmeyen geçici bir heves olarak görüp önemsemeyebilecekken, başkalarıysa bu deneyimin tabiatı gereği militan olduğunda ısrar ederek hareketin devrimci karakterini tasvip edecektir. Her ikisinin de doğru olmadığı kanısındayım. Bunların hiçbiri olan biteni kesin olarak kavrayamıyor. Bu deneyimi anlamlı kılan, olağan hayatın istikrarının ne ölçüde sarsıldığı ve birdenbire daha önce mümkün olmayan başka bir şey yapmanın; gece yarısı sokağa çıkmanın ve aniden ve kolektif bir şekilde polisin emirlerine uymayı reddeden bir grup insana iştirak etmenin ne ölçüde mümkün olduğudur. Çoğunlukla mümkün değildir bu ve bazı zamanlarda mümkün hale gelmesi deme, dünya hakkında öğrenilecek kayda değer bir durum var demektir. Fakat bu nihai bir amacın kerterizinden bakarak kavranamayacak bir sürecin ilk adımıdır yalnızca.

DS: Mümkün ve imkânlılık kavramları, siyaset ve sonuçları arasındaki tutarsızlıkla ilişkili olduğu ölçüde olumsallıkla yüklü gibi görünüyor. Eğer bu doğruysa, başarısızlığın ne anlama geldiğini yeniden ele almamız gerekmez mi? Bu noktada Perry Anderson’ın Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler kitabındaki Batı Marksizminin bir başarısızlıklar tarihi olduğu yönündeki meşhur yorumunu hatırlatmak isterim.

AH: Gerekir. Ancak bu denli kapsamlı bir yargıda bulunacak, tarih hakkında hüküm verecek bir konuma karşı çıkardım. Bu Perry Anderson’ın bileğinin hakkıyla elde ettiği bir konum olabilir fakat benim amacım bu değil. Marksizmin 20. yüzyıldaki tarihiyle -bilhassa da Anderson’ın sözünü ettiği dönemi göz önüne alacak olursak- sınırlı bir sorgulama üzerine konuşuyorsak, bu zaman diliminde idrak edilmesi zorunlu çok derin bir başarının da mevcut olduğu kanaatindeyim.

DS: Başarı olarak değerlendirdiğinin ne olduğundan biraz daha bahsedebilir misin? Şu anda giderek artan eşitsizlik ve çevresel felaketle sindirildikçe vaziyet oldukça ümitsiz görünüyor. Marksizmin ya da Demokratik Sosyalizmin başarı elde ettiği bir dünyada yaşıyor gibi görünmüyoruz.

AH: Marksizmin başarısızlığa uğradığını söyleyebilirim, gel gör ki bu başarısızlık biraz sonra, elde ettiği başarının ardından gerçekleşti. Başarıdan başarısızlığa doğru seyreden bu gelişimi Marksizmin krizi olarak ifade edebiliriz. Marksizmin krizi elbette ki 20. yüzyılın başından bu yana ilan ediliyor ki Karl Korsch bunu ilk iddia edenlerdendi. Fakat bana kalırsa Marksizmin krizine esasen 70’li yılların sonlarında; ulusal kurtuluş mücadelelerinin gidişatı, Batı Avrupa’daki komünist partilerin durumu, Çin’de Kültür Devrimi’nin sona ermesi ve buna benzer gelişmelerle birlikte tanıklık ediyoruz.

Kimilerince Marksizm çoktan, diyelim ki 1928’de, başarısızlığa uğramıştır. Bu, tıpkı en sevdiğin karakteri sezonun başında öldürmelerine ve artık diziyi seyretmek istememene benzer bir durum. Ben krizi bu şekilde ele alabileceğimizi düşünmüyorum.

DS: Marksizmin krizini ve bunun ne anlama geldiğini biraz daha açar mısın?

AH: Marksizmden basitçe bir kuram ya da çözümleme biçimi olarak değil, aynı zamanda maddi bir güç olarak da söz ettiğimi belirtmeliyim. Marksizm, insan toplumları kapitalizm tarafından bütün olarak yeniden şekillendirilir ve yapılandırılırken ortaya çıkar. Sınıflı toplumların ve tahakkümün tarihi elbette ki oldukça köklüdür ancak Marksizmin ortaya çıkışının tarihsel anlamı, tahakkümün o özgül kapitalist üretim tarzı biçimine bürünmesidir. Kapitalizm yoğun ve sürekli bir tahakküm biçimidir. Marksizm şüphesiz ki bunu kavramak üzere, ancak aynı zamanda öncelikli olarak bunu ortadan kaldırmanın olanaklılığına ve zorunluluğuna dair siyasi bir önerme olarak ortaya çıktı. Marksizm bir olanaklılık iddiası ve kapitalizmin içerisinde ve ona karşı ortaya çıkan hareketlerin siyasi yol haritasıydı. Bu çerçevede, Marksizmin tarihsel olarak “eyleyici” olduğunu ve 19. yüzyıldaki doğumunun ardından 20. yüzyılda özgürleştirici siyaset için evrensel bir başvuru kaynağı haline geldiğini ifade edebiliriz. Bu durum bir noktada sona erdi.

Kimilerince Marksizm çoktan, diyelim ki 1928’de, başarısızlığa uğramıştır. Bu, tıpkı en sevdiğin karakteri sezonun başında öldürmelerine ve artık diziyi seyretmek istememene benzer bir durum. Ben krizi bu şekilde ele alabileceğimizi düşünmüyorum. Kriz, en uygun şekilde, Marksizmin evrensel bir başvuru kaynağı olmasının son bulduğu radde olarak kavranabilir çünkü devlet sosyalizmleri niteliklerini kaybetmeye devam ederek yıkıma doğru yol alıyor, ulusal kurtuluş hareketleri tüm taraflar için yıkıcı ihtilaflarla parçalanıyor, gerici kimlikçi ideolojiler evrensel özgürleşme fikrinin yerini alıyor. Marksizm tam da bilgi ile eyleyici maddi gücü birbirine bağlayan o köprü olduğu için bu derin bir krizi yansıtır: Tarihin gidişatını açıklaması ve insanlığın kurtuluşunu sağlayacak güç olması beklenen Marksizm, her iki görevi de icra edememiştir. Bu, ciddi bir kriz demek.

Ancak bu kriz Marksizm evvela başarılı olduğu için doğdu. Marksizmin başarısı ile kastettiğim ne? Öncelikle, 20. yüzyılın büyük bir bölümü boyunca süregiden önemli komünist devrimler silsilesi gerçeğinden söz ediyorum. Bunlar kendi değerlendirme ölçütlerince birer başarıdır. Sonuçların önem arz etmekle birlikte tek ve nihai değerlendirme ölçütü olmadığını tekrarlayalım. Bu devrimlerin gerçekleşmiş olması dahi kendi başına muazzam bir başarıdır; üstelik tahakküm ve sömürünün ortadan kaldırıldığı toplumlar inşa etmeyi başaramamış olsalar da bunlar, 20. yüzyılın büyük bölümü boyunca kapitalizmin insan toplumunun doğal ve evrensel sistemi olarak kanıksanamayacağını da kanıtladı. “Başka alternatif yok” görüşü düpedüz yanlıştı.

Bu nedenle Marksizmin başarısının özü onun tam da tarif ettiğim eyleyici maddi bir güç olmasıydı. Batı Marksizminin üniversitelerde tecrit olduğu düşünülüyor; ancak evrensel açıdan ele aldığımızda Marksizmin, 20. yüzyıldaki devrimlerin, yalnızca gelişmiş kapitalist dünyadaki işçi hareketlerinin değil, emperyalizme karşı dünya çapında yürütülen mücadelelerin de evrensel başvuru kaynağı olduğu açıktır.

DS: Başarı ve başarısızlığın ölçütü kalıcılık değil gibi görünüyor o halde. Başarılı bir varlık canlılığını yitirebilir ancak bu onu başarısız kılmaz. Böylesi bir fikri destekler görünüyorsun. 2021’in mart ayında yayımlanan makalelerinden biri olan Tükenmişlik ve Özgürleşme’de “Siyasallık her zaman vuku bulmaz – özellikle de benim özgürleştirici siyaset dediğim şey istisnai bir olgudur. Siyaset sık karşımıza çıkmaz ve ortaya çıktığı gibi yok olabilir de.” demiştin. Bu yok olma fikri pek çok insanın siyaset anlayışıyla örtüşmüyor. Önemli zaferler taban örgütlenmelerinin didinmeleri sonucunda kazanılmaz mı? Başarı ve başarısızlığı tasavvur etme biçiminde sezgilerimize aykırı, hatta kendi kendini baltalayıcı bir nitelik yok mu?

AH: Öncelikle kendimizi konumlandıralım. Marksizmin 20. yüzyıldaki başarısının altını çizdim çünkü yalnızca başarısızlığın terimleriyle düşünmek bilgiyi yargıyla ikame eder; sürecin tümünü, varılan sonuçların farklı sebepleri olabileceğini ve bu sonuçların en iyi bizim sürece dair itiraz edilebilir bulduklarımızla açıklanamayabileceğini kavramaksızın bu nihai sonucun merceğinden değerlendiririz. Büyük devrimlere ve insanlık tarihindeki pek çok siyasal eylem örneğine bakacak ve onları yalnızca başarısızlıkları bakımından kavrayacak olsaydık, neler yarattıklarını ve bu yaratımların hangi yönlerinin geçerli olduğunu anlayamazdık.

Bu siyasi yaratımların geçerliliğini teslim ederek başarısızlıkları hakkında anlamlı bir kavrayış geliştirebiliriz. Bu da gereklidir çünkü devrimci silsilenin sona erdiği gerçeğiyle yüzleşmeyi reddetmekle eşdeğer ve solcular arasında olağan olan inkârın pek çok biçimine aşinayız. Bu sona erişi kabul etmeye gönülsüz olanlar, özgürleştirici siyaseti inşa eden yaratıcı keşfi tekrarlamak yerine basitçe geçmişin belirli pratik ve prosedürlerini yineleyeceklerdir. Geçmişi tekrarlamaya dönük tüm bu saplantıya rağmen özünde geçmişten öğrenmeyi reddetmektir bu. Dolayısıyla, zor bir denge kurmamız gerek. Geçmişteki pratiklerle, en nihayetinde başarısızlıkla sonuçlandıkları için ilişiğimizi tamamen kesemeyiz ancak onların gerçek sınırlarını görmezden gelemeyiz de.

DS: Kuramsal çalışma ile siyasal eylem arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsun?

AH: Lenin Devlet ve Devrim’e yazdığı ekte oldukça iyi bir şekilde özetler bunu. Devlete dair incelemesi üzerinde çalışmaktadır ve olaylar tarafından -ki kastettiği Ekim Devrimi’dir- “bölündüğü” için çalışmayı bitiremediğini ifade eder bu ekte. Böylesi bölünmeler yaşamanın olumlu olduğunu söyler. Fakat bu arızi olmak bir kenara, bir kuram olarak Marksizmin tabiatıdır gerçekte: Marksizm sekteye uğratılmalıdır. O diğer kuramlardan çok daha karmaşıktır. Hepsinden önce bunun nedeni Marksizmin düşüncelerin ve toplumsal varlık ve onun bilinci arasındaki ilişkinin materyalist ve tarihsel bir açıklamasını sunmaya teşebbüs etmesidir. Ancak o bizatihi bir düşünceler toplamıdır da, dolayısıyla bilginin materyalist bir kavranışını inşa ederken eşzamanlı olarak açıklamaya koyulduğu alana konumlanmıştır. Bu halihazırda oldukça karmaşıktır. Ancak meseleleri daha da karmaşıklaştıran Marksizmin yalnızca kendisinin toplumsal yapı içerisindeki konumunu ve bu toplumsal yapının tarihsel olarak nasıl değişeceğini açıklamak zorunda olması değil, aynı zamanda bu tarihsel seyri değiştirmeyi amaçlamasıdır. Bu ilke ya da ütopyalar üretmekten çok daha zorlu bir iştir. Bu nedenle kimi Marksistlerin kuramın bütünlüğüne dönük tehditler olarak görebileceği sekteye uğratılma ya da kriz gerçekte Marksizmin özgüllük ve değerini tesis eder. Bunların olmaması durumunda Marksizm herhangi bir kuram ya da ideolojiden farksız olurdu. Sekteye uğratılma, Lenin’in Devlet ve Devrim’de işaret ettiği üzere, Marx’ın eserlerini de devamlı boydan boya kat eder; ne zaman ki farklı bir durum oluşur, Marx da sil baştan başlar.

Benim açımdan özgürleştirici siyaset bir kararla başlar. Dost ve düşmanlarınızın kim olduğu türünden değil, halkın kudretine dair verdiğiniz bir kararla. İnsanlar eşit ve kendilerini yönetmeye muktedir midir? Bunlar ispata muhtaç sorular değil. Özgürleştirici siyasete dair bir kararda bulunduğumuz takdirde, bunu siyasal düşünce tarihinin tümündeki uzlaşmaz bir çelişki olarak düşünmeliyiz.

DS: Marksizm konumlanmıştır ancak bulunduğu konumu değiştirme gayretindedir aynı zamanda. Bununla birlikte bir kuramdır da; belli belirsiz ve temelden yoksun değildir. Sence Marksizmin dayandığı temeller nelerdir? Ne tür biçimler alır Marksizm?

AH: Marksizmin “neliğinden” bahsediyorsun. Öncelikle, yalnızca Marksizmle sınırlandırılamayacak, özgürleştirici siyaset olarak adlandırdığımız bir şeyden söz etmeliyiz. Bundan söz etmediğinizde kapitalizmin zaman ve mekânının parçası olmayan tahakküm karşıtı mücadelelerin nasıl var olabildiğini kavrayamazsınız. Marx ve Engels bir süre genel bir tarih kuramı oluşturmaya çabaladı. Önceki pek çok düşünürle uyumlu biçimde, tarihi özgürlüğün gelişimi, esaretin alt edilmesi olarak anladılar. Marx, sonrasında bir kuramın yapabileceklerini sınırlandırmaya ve bütünlüklü bir tarih kuramından dem vurmak yerine belirli bir tarihsel dönemdeki kapitalist üretim tarzına ilişkin fikirler öne sürmeye başladı. Rusya hakkındaki yorumlarında, analizinin kapsamlı ve kaçınılmaz bir geleceğin işareti olarak görülemeyeceğini ifade edecek kadar ileri gitti. Kuramın çerçevesini bir kez bu şekilde sınırlandırdığınızda, kapitalizmin ve tarihsel bir ânın özgüllüğünden bahsettiğinizde, esaretin alt edilmesinden insanlık tarihinin genel eğilimi olarak söz edemezsiniz. Lenin’in ifadesine başvuracak olursak, bunu muhtelif tekil olaylarda, tarihin sekteye uğratılmasıyla tecelli eden bir durum olarak anlamalısınız. Marksizmin bizatihi kendisi özgürleştirici siyasetin bir kertesi, bu olaylardan biridir.

Bu nedenle Marksist kuram içerisinde onun kapitalizme özgü özgürleştirici siyasal yol haritalarını tarihsel zorunluluk kuramından ayıracak sınır çizgileri çizmemiz gerek. Bu kuramın günümüzün “demokratik sosyalistleri” için de pek çok sorunu beraberinde getirdiğini belirtelim çünkü tarihsel zorunluluğun diyalektik materyalizmin “ölümsüz bilimi”nde yatan teminatı -ki bu, partinin devlet tarafından işler kılınacak bilgisidir- cazibesini yitirdi. Bunun haklı sebepleri var elbette ve “demokratik sosyalizm” ifadesi de kaçınılmaz olarak hatalı değil; hakiki demokrasinin oligarşinin kurumsal düzeninin sekteye uğratılmasının ta kendisi olduğunu ifade edebilirsiniz. Fakat demokratik sosyalizm tarihsel zorunluluk yasalarının içinde konumlanıyorsa, ilerlemenin gerçekleştiğini teyit edecek belirli bir gelişim fikri ve normatif ölçütler olmalı. Korkarım ki bunun için liberalizme ihtiyaç duyacaksınız ancak o da özgürleştirici bir siyaset değil.

Kimi Marksistler, onlara, insan toplumlarının işleyişine dair muhtemelen “idealist” olan liberallerden hatırı sayılır şekilde daha iyi bir kavrayış sunan “materyalist” bir tarih mefhumuna sahip oldukları için kendilerinin liberal siyasal teoriden üstün olduklarını söyleyebilir. Fakat onlara bunun neden önem arz ettiğini sorduğunuzda doğrudan liberal siyasal teoriye başvurarak insan doğasının -tahrik edici bir şekilde ifade edecek olursak- sosyalizmin “tarihin sonu” olduğunu temin eden norm ya da özellikleri olduğunu söylerler. Belirli bir amaca doğru ilerleyen bir tarih yorumunun yalnızca açıklayıcı gücü dolayısıyla özgürleştirici olması için hiçbir hakiki sebep yok. Dolayısıyla bu, Marksizmi özgülleştirmek için yeterli değil. Öncelikle özgürleştirici siyaseti, ardından bu siyasetin neden geçmişte Marksist bir biçime büründüğünü belirlemelisiniz.

Benim açımdan özgürleştirici siyaset bir kararla başlar. Dost ve düşmanlarınızın kim olduğu türünden değil, halkın kudretine dair verdiğiniz bir kararla. İnsanlar eşit ve kendilerini yönetmeye muktedir midir? Bunlar ispata muhtaç sorular değil. Özgürleştirici siyasete dair bir kararda bulunduğumuz takdirde, bunu siyasal düşünce tarihinin tümündeki uzlaşmaz bir çelişki olarak düşünmeliyiz. Marx, herkesin yönetmesi gerektiğini söyleyen ilk kişi değildi; dikkatli bir siyasi tarih araştırmacısıydı ve kendi bilimsel çözümlemesini giderek kapitalist üretim tarzının özgüllüğüyle sınırlandırsa da özgürleşme sorununun farklı zaman ve dünyaları kat ettiğini kavradı. Bu tutumu takınamaz, özgürleşmeye dair bir karar vermekte gönülsüz olur ve bunun yerine tarihsel zorunluluk yasalarına ve onların liberal eklentilerine başvurursanız, Marksist olduğunuzu ne denli ateşli bir şekilde ilan ederseniz edin, kendinizi Marx’tan çok uzak bir noktada bulursunuz.


Marksizm ve özgürleşme: Asad Haider ile söyleşi 

Birinci Bölüm: Marksizm ve özgürleştirici siyaset 
İkinci Bölüm: Özgürleştirici bir yol haritası

* “Marxism and Emancipation” başlığıyla Cleveland Review of Books‘ta yayımlanan Duncan Stuart’ın Asad Haider ile gerçekleştirdiği bu söyleşiyi Büşra Özcan Türkçeye çevirdi.