//

Bir yoksulluktan diğerine kapitalizm ve Türkiye

Yoksulluğu toplumun dışında, marjinal bir olgu olarak ele alan ana akım sosyal bilimler literatürünün önemli bir bölümü onu bireyin kendi tercihlerinin bir sonucuna indirger. Ahmet Haşim Köse ve Serdal Bahçe ile yaptığımız bu söyleşi, yoksulluğu konuşmak için öncelikle “nasıl bir toplumda yaşadığımızı” sormak gerektiğine yapılan vurguyla, yoksulluğun kapitalist bir toplumdaki kendine özgü biçimlerine dikkat çekiyor. Köse ve Bahçe, yoksulluğu kendi başına bir olgu, yoksullaşmayı ise bireysel tercihlerin bir sonucu olarak ele almak yerine onun, tarihsel olarak işçileşmenin ayrılmaz bir dışa vurumu olduğuna işaret ediyor.

Mersin Limanı'nda bir seyyar satıcı, 2018. Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Türkiye’de yoksulluğun nicel görünümü Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) her yıl paylaştığı verilerde karşımıza çıkıyor. Bu veriler bize ne anlatıyor? TÜİK’in hesaplamaları ile dünyadaki benzerleri arasında belirgin bir farklılık var mı?

Serdal Bahçe: TÜİK, yoksulluk hesaplamaları konusunda kendisi tasarlayan, üreten veya yeni şeyler ortaya koyan bir kurum değil. Pek çok konuda olduğu gibi yoksulluk hesaplamalarında da uluslararası kurumları izleyerek oradaki eğilimleri takip ediyor. Bu nedenle hesaplama yöntemleri de zaman içerisinde değişiyor. Örneğin, bu iş ilk başladığında, Dünya Bankası’nın -sırasıyla mutlak açlık, açlık ve yoksulluk sınırı olarak tanımlanan- 1.30 dolar, 2.30 dolar ve 4.30 dolar günlük tüketim sınırları vardı. TÜİK de hesaplamalarını bu standardı kullanarak yapıyordu. Bunu ölçmek için de o zamanlar hane halkı bütçe anketlerinden yararlanıyordu, fakat son zamanlarda bu anketler yerine gelir ve yaşam koşulları verilerini kullanıyor. Gelir ve yaşam koşulları verilerinin hane halkı bütçe anketlerinden farkı, bu verilere tüketim harcamalarının dâhil olmaması. Bu fark, TÜİK’in metodolojisinde de bir değişime işaret ediyor. Öncesinde, dört kişilik bir hanenin tüketmesi gereken (daha doğrusu, onların fiziksel olarak yeniden üretilmesi için gerekli olan) bir tüketimin kalori miktarını tespit ederek, bu kalori miktarının piyasa ilişkileri içerisindeki fiyatını hesaplıyorlardı. Bu hesaplamanın sonucunda mutlak açlık sınırı belirlenirken bunun üzerine eklenen eğitim, sağlık gibi birtakım ek harcamalar sonrası mutlak yoksulluk sınırı bulunuyordu. Bu hesaplama yöntemi hem Türkiye’de hem de dünyada standart olarak kabul edilmiş bir yöntemdi. Dünya Bankası’nın, satın alma gücü paritesi üzerinden her ülke için belirlediği günlük tüketim sınırı bu anlamda TÜİK açısından da belirleyiciydi. Bu sınırın altında kalanlar “feleğin sillesini yiyenler”, üstündekiler ise “yoksulluk zincirinden kopmuş olanlar” olarak kabul ediliyordu.

Dünya bu bakış açısını terk ettikten kısa bir süre sonra TÜİK de terk etti. Bunun iki nedeni var. İlki, kalori hesabının ülkeler, kültürler arasında ciddi bir farklılık göstermesi; ikincisi ise, yeni-liberalizm ile birlikte, özellikle çalışan sınıfların, kazandıklarından daha fazlasını harcadıklarının ortaya çıkması. Emekçilerin, yalnızca kazandıklarını harcadıkları durumda aç kalarak fiziksel olarak ölümün eşiğine geleceği coğrafyalar var. Dünya kapitalizminin son 20-30 yıldır uyguladığı birikim modeli nedeniyle emekçiler ve küçük üreticiler, çalışmadan kaynaklanan emek gelirlerinin baskılanmasından ötürü hayatta kalabilmek ve insanca yaşayabilmek için gelirlerini aşan düzeyde harcamalar yapmak zorunda kaldılar. Eskiden daha ziyade zenginlerin bir ayrıcalığı olan borçlanma, bu modelin sonucu olarak aşağı sınıflara doğru genişletildi. Emekçilerin, gelirlerinden fazlasını tükettiklerinin anlaşıldığı bu tablo neticesinde tüketim üzerinden ölçüm yapmanın eksikliği anlaşılarak bundan vazgeçildi. Tüketim bazlı hesaplamadan gelir bazlı yönteme geçildiğinde ise -her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da- satın alma gücü paritesi üzerinden yapılan standart ölçümlerin sağladığı birtakım avantajlar ortadan kalkmış oldu. Dünyanın ortak bir yoksulluk sınırı yerine her ülkenin kendi yoksulluk sınırı belirlenmeye başlandı. Bu durum, söz gelimi, nüfusunun zaten %90’ı yoksul olan Nijer gibi bir ülkenin nüfusunun önemli bir bölümünün yoksul sayılmamasına neden oldu çünkü oradaki ortalama gelir üzerinden hesaplanan bir yoksulluk sınırı, dünyadan tümüyle yalıtık bir yoksulluk tablosu ortaya çıkardı. Bu durum da aslında tamamı yoksul olan bir ülkenin önemli bir bölümünün yoksul sayılmamasına yol açtı.

Yoksulluğa ilişkin bu “ölçüm probleminin” kaynağında ne var?

Ahmet Haşim Köse: Yoksulluk sorunu bugün ampirik bir duruma dönüştürülerek küresel ölçekte bir tür endekse indirgenmiş vaziyette. Özellikle 90’lı yıllardan sonra Dünya Bankası ve ILO gibi uluslararası kurumlarda, öne çıkan bu gerçekliği bırakmayan, ona bir sürü anlamlar yükleyen çok yoğun bir akademi ortaya çıktı. Üstelik bu akademi, aynı dili sofistike edip büyüterek bambaşka bir özel çalışma alanına dönüştürdü. Yoksulluk, karmaşık bir ölçüm problemine indirgendi. Tüm bu ölçüm sorunlarının arkasında yatan asıl mesele ise yoksulluk çalışmalarının bir kuramdan yoksun olmasıdır. Yoksulluk diye bağımsız bir kimlik olmadığından, buradan kaynaklanan her kriter de kaçınılmaz olarak sübjektiftir; hâlbuki bilimin temeli objektivitedir. Eğer yoksulluk bağımsız bir kimlik olsaydı, onu açıklamaya dönük bir kuram üretilebilirdi. Mesela, işçi sınıfını açıklamaya dönük çok sayıda kuram üretebiliriz; ama yoksulluk böyle bir şey değil, çok muğlak ve gri bir alan. Arkasında böylesi bir kuramsal zemin olmamasından dolayı onun için üretilmiş her türlü kriter de tartışmalı hâle geliyor. Zaten bu yüzden iki yılda bir göstergeler değişiyor; bir önceki ölçüme göre yoksul sayılan bir kişi, iki yıl sonraki göstergede yoksul olmaktan çıkarılıyor. Daha önce yoksul olduğu için sosyal yardım alan hane iki yıl sonra yeni göstergeler nedeniyle bu yardımdan mahrum kalabiliyor.

Ana akım yoksulluk söyleminin bir kuramı yoksa da dayandığı bir toplum kurgusu var. Dünya Bankası’nın 90’lı yıllar sonrasındaki yazınına bakarsanız bazı yazılarında bunun ipuçlarını bulabilirsiniz. Buna göre toplum, yurttaş kimliğindeki insanların toplamıdır. Bu liberal anlayış, hak sahibi olan muktedirleri topladığında bir toplum elde eder, sonra onun içindeki bölünmeleri anlatmaya başlar. Yoksulluk mevzubahis olduğunda, toplumu böylesi bir “yurttaşlar toplamı” olarak düşünen bu yaklaşımın sonucu, yurttaşlarını gelir ve tüketim başta olmak üzere muhtelif kriterler üzerinden farklılaştırmaktır. Sonuç olarak, yurttaşların birbirlerinden erişim hakları konusunda farklılaştıkları bir tablo ortaya çıkar. Bu bölünmelerin, farklılaşmaların her biri çok önemli olmakla birlikte biz, yoksulluğa ilişkin tartışmalarda söz konusu kurgunun tek başına bunu önceleyen bir öykü olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz. Bu yaklaşımın gözden kaçırdığı gerçek şudur: Söz gelimi, Roma’nın yurttaşlarının erişim haklarındaki farklılığın nedenleri ile kapitalist bir toplumdaki yurttaşların erişim haklarındaki farklılığın nedenleri birbirinden farklıdır. İnsanlık tarihine baktığımızda, her tarihin kendi yoksulları olduğunu görüyoruz. Bütün örgütlü toplumlar, kendi içsel dinamiklerinde, kendi bölünmüşlükleri içerisinde elbette yoksulluk üretiyor. Bu anlamda yoksulluk, bugüne ilişkin bir sorun değil; ama böyle bir varoluşun, yoksullaşmanın, birtakım özel dönemleri var. Dolayısıyla, eğer topluma ilişkin bir sonuçtan söz ediyorsak, hiç kuşkusuz öncelikle “Bu toplum nedir?” diye sormamız gerekir. Gözlemin bir istisna değil, yapının kendisine ilişkin bir sonuç olduğunu görerek bu yapının dinamikleri üzerine düşünüp, çözümlemelerimizi buradan hareketle yapmak durumundayız.

Serdal Bahçe: Zenginleşmeyi anlatmadan yoksullaşmayı anlatmak mümkün değildir; zenginlik ve yoksulluk, bu anlamda Janus’un iki yüzü gibi aynı hikâyenin parçalarıdır. Ana akım iktisat (ya da sosyal bilimler) yoksulluğu toplumun dışında, marjinal bir olgu olarak ele alıyor. Hâlbuki bizim çalışmalarımız, tam da zenginleşme ile yoksullaşmanın aynı öykünün iki perdesi olarak anlaşılması gerektiğini gösteriyor.

Sizin hesaplamalarınız mevcut olanlardan nasıl ayrılıyor? Siz ne öneriyorsunuz?

Ahmet Haşim Köse: Biz kendi çalışmalarımızda bu farklılaşmaların hangi düzeyde bir tür katmanlara dönüştürülebileceğini araştırdık. Bunu yaparken de kapitalist bir toplumdaki yurttaşların erişim haklarındaki farklılaşmanın, pre-kapitalist toplumlarda var olan farklılaşmalardan başka olduğu gerçeğinden hareket ettik. Dolayısıyla, öncelikle “Türkiye nedir? Nasıl bir toplumdur?” diye sorduk, oradan da “Türkiye’nin yoksulları kimlerdir?” sorusuna geldik. Bu soruya ekonomi politik içerisinden baktığımızda, bizim açımızdan dünyayı bölen iki eksen vardı: Bu eksenlerden biri mülkiyet ilişkileriyken ikincisi, emek sürecinin içerisindeki bölünmeler ve bunların yarattığı farklılaşmış toplumsal görünümdü. Türkiye’nin yoksullarına bu çerçeveden hareketle baktığımızda gördük ki yoksullar, öyle ya da böyle, Türkiye’deki emekçi sınıf katmanlarıdır. Yoksulluk, potansiyel olarak emekçi sınıfların asli bir sorunu olduğu ölçüde yoksulluğun, işçi sınıfının toplumsal yeniden üretimi ile ilgili bir mesele olarak görülmesi gerekir. Başka bir deyişle, bizim Serdal ile yaptığımız çalışmaların amacı, yoksulluk sorununu sermaye birikiminin mantığından koparıp toplumun bir tür “çaresizlerini” aramaya girişen yaklaşımlara karşı Türkiye toplumunun kendi gerçekliğinde, yoksulluğun sınıfsal içeriğini ortaya koymaktı.

Bizim çalışmalarımızdaki kuramsal düzenek iki temel bölünme üzerine kuruludur. İlk bölünme, Marx’ın Kapital’de anlattığı, sermaye ile emek arasındaki bölünmedir: İnsan toplumu, kapitalist varoluş biçimleri içerisinde mülk sahipleri ile emek gücü sahipleri arasında bir bölünmeye tabidir. Bu bir soyutlama. İkinci bir bölünme ise toplumsal yapılanmaya (social formation) ilişkindir. Bu toplum, ideal kapitalist toplumsal yapısının yanı sıra birtakım başka ilişkileri de taşıyor. Mesela, tarım. Dolayısıyla, diğer bir bölünme eksenimizde de bizim tarım ve sanayi ya da kır ve kent diyebileceğimiz ayrı bir soyutlama düzeyi var. Bunun içerisinde de emek gücünün ve mülkiyet konumlanışlarının değişik halleriyle bir sınıf haritası türettik. Kurduğumuz yapı, ona soracağımız sorulara göre yeni biçimler alabilirdi. Bu bağlam etrafında dörtlü bir alt algoritmalar, toplumun dört varoluş parçasını, ona ilişkin soyutlama düzeylerinde açmaya-çözmeye çalıştık.

Serdal Bahçe: Ahmet Hoca kurduğumuz düzeneğin kuramsal alt yapısını çok iyi açıkladı. Biz bunu 2016 verilerine kadar getirdik fakat ne yazık ki Ahmet Hocanın üniversiteden uzaklaştırılması sonrası bu çalışmaları sürdüremedik. Hocanın sözünü ettiği kuramsal düzeneğin karşılık geldiği toplumsal gruplar şunlar: Kentli mülk ve sermaye sahipleri, kırsal mülk ve sermaye sahipleri; kentli emekçiler ve kırsal emekçiler. Elbette bir de ara sınıflar var. Bu ara sınıfları da yatay kadranın üstüne yerleştiriyorsunuz. Örneğin, köylülerin önemli bir kısmı kendi hesabına çalışır gibi göründüğü için hem emek hem sermaye, hem mülkiyet hem emek karışımı bir yere denk düşüyor.

Ana akım yoksulluk çalışmaları, toplum diye anlattığı kurgu içerisinde yoksulları hiçbir yere yerleştiremezken bizim yöntemimizi bundan ayıran temel fark, yoksullaşmanın aslında bütünleşik bir öykünün bir parçası olduğunu ortaya koymasıdır. Zenginleşmeyi anlatmadan yoksullaşmayı anlatmak mümkün değildir; zenginlik ve yoksulluk, bu anlamda Janus’un iki yüzü gibi aynı hikâyenin parçalarıdır. Ana akım iktisat (ya da sosyal bilimler) yoksulluğu toplumun dışında, marjinal bir olgu olarak ele alıyor. Hâlbuki bizim çalışmalarımız, tam da zenginleşme ile yoksullaşmanın aynı öykünün iki perdesi olarak anlaşılması gerektiğini gösteriyor. Birbirini takip eden iki perde değil; birbiri üstüne geçmiş iki perde. Bu perspektif elbette bizden değil, Marx’tan kaynaklanıyor zira Marx’a göre bir tarafta sermaye birikirken, diğer tarafta sefiller ordusu birikir. Bu, çok büyük bir belirlemedir. Tarihe baktığımızda da yoksulluk tartışmalarının yükselişi ile işçi sınıfının niceliksel olarak muazzam bir genişleme gösterdiği dönemin aynı olduğunu görürüz. Yoksullaşma aynı zamanda işçileşmenin ayrılmaz bir dışa vurumudur. Bu, ana akım iktisadın anlayabileceği bir şey değil. Yoksulluğun temel nedeni, ana akım yoksulluk anlatılarının anlattığı gibi, geniş bir insan kitlesinin piyasa mekanizmasının içine dâhil olamaması değildir; aksine, yoksul diye adlandırılan nüfus içerisinde piyasa mekanizmasına dâhil olmayanların payı çok minimal seviyededir. Asıl ürkütücü gerçek de budur zaten.

TÜİK’in verilerinden hareketle yaptığımız çalışmalarda biz, ana akım yoksulluk hesaplamalarından farklı iki yöntem uyguladık. İlk olarak, tüketimin kendisinin de sınıfsal bir niteliğe sahip olduğu gerçeğinden hareketle, TÜİK’in bütün toplum için bulduğu ortalama hane yerine her sınıf için bir ortalama hane tespit ettik. Örneğin, burjuva bir ailede de işçi bir ailede de peynir tüketiliyor olabilir, fakat aynı peynir değil. Dolayısıyla, bu anlamda ciddi farklılıklar var. Bu gerçekten hareketle, bir hanenin kendini üretebilmek için gerekli gıda, konut, ulaştırma vb. harcamalarını belirleyerek bunları fiziksel minimum olarak tanımladık. Bunun üstüne eğitimi ve sağlığı da katarak bir sosyal minimum belirledik. Başka bir deyişle, her sınıfta bir haneyi, o sınıfta bir hane hâline getirebilmek için gerekli tüketimi ortalama tüketim olarak tanımlayarak baktık. Sonuç olarak, TÜİK’in de kullandığı “temel yoksulluk kriterleri” açısından hangi sınıfın ne kadar yoksul olduğuna bakmış olduk, yani bu kriterleri sınıfsal bir yoksulluk kriterine dönüştürdük. Burada emekçi sınıfların durumu çok vahim: Her 10 emekçi haneden 4 ya da 5’i kendisini emekçi sınıfın ortalama, sıradan bir üyesi yapmak için gerekli tüketimi kendi geliri ile karşılayamayacak durumda. Neredeyse yarısı. Esas yoksulluk ve yoksunluk bu.

Buradan vardığımız sonuç şu oldu: Yoksulluk büyük ölçüde emekçi sınıflara has bir olgudur. Örneğin, bizim geçimlik köylü dediğimiz katmanlar içerisinde %40-45 civarı bir nüfus, yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İşsizlerin de %60’ından fazlası bu sınırın altında. Dolayısıyla, sınıfsal hiyerarşi içerisinde kapitalizmin işlevsizleştirerek yedekte tuttuğu kitleden en tepeye, yani burjuvaziye kadar giderken, o sınıfsal yoksulluk oranları düşüyor. Bu zaten beklenen bir şeydi, biz de farklı bir şey beklemiyorduk. Burada kritik meselelerden bir tanesi, bir yandan işçi sınıfının da hızla büyüyor olması. Bizim bu araştırmalara ilk başladığımız yıl olan 2002’de 10 hanenin 4’ü emekçi haneyken, bu analizi en son getirdiğimiz 2016 yılında 10 hanenin 6’sı emekçiydi. Elbette buna ek olarak işsiz, küçük üretici ya da köylü gibi emekçi benzeri haneleri de katmak gerekir. Bu emekçi hanelerin kendi içerisindeki katmanlar arasında en hızlı büyüyeni ise mülksüz emekçiler katmanı. Tam da burası zaten emekçi sınıfla yoksulluğun birleştiği, yani yoksullaşma ile işçileşmenin aynı dinamiğin parçaları olduğunu gösteren katman. 2002’de 1 milyonun biraz üzerinde olan mülksüz emekçilerin sayısı 2016 yılına geldiğimizde 4 milyondan fazlaydı. Eğer bu analizi 2018-2019 için yapabilmiş olsak, çok daha yüksek bir sayı çıkacağına eminim.

Bu rakamlar bize şunu gösteriyor: Türkiye’de, dünyanın her tarafında olduğu gibi, yoksulluk, yoksullaşma ve sefaletin bir sahibi var. Bunlar bağımsız bir kimlik, kendi başına birer olgu değiller.

Sözünü ettiğiniz bu tabloya rağmen AKP’nin yoksullardan azımsanamayacak bir toplumsal destek gördüğü de sır değil. Peki, bu nasıl mümkün oluyor?

Serdal Bahçe: Bir anekdot ile başlayacağım bu soruyu yanıtlamaya. Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) yükselişe geçtiği 1960’ların başında İstanbul’da, aynı gün hem Adalet Partisi’nin (AP) hem de TİP’in bir mitingi var. O yıllarda bir gazeteci, bu mitinglerin ikisine de katılıyor, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyor: TİP’in mitinginde fraklı, grand tuvalet erkekler, etekli tayyörlü kadınlar; AP’nin mitingde ise toplumun en yoksulları oldukları belli olan insanlar… 1963 seçimlerinin hemen öncesi olsa gerek, yani 60 yıl öncesi. 60 yıldır değişmeyen bu hikâye, toplumun daha örgütsüz ve sömürülmeye daha açık katmanları ile siyaseten ilişki kurma becerimizin genel olarak kısıtlı olduğunu çok güzel anlatıyor. AKP gibi İslamcı partiler açısından bu durumun yarattığı çeşitli avantajlar var. AKP, 11 milyon civarındaki üye sayısıyla bugün dünyanın en büyük partilerinden bir tanesi. Türkiye’de bu sayıda burjuva olmadığına göre bunların önemli bir kısmı biraz önce sözünü ettiğimiz emekçi sınıf katmanlarına mensup insanlar. Yani ortada oldukça örgütlü bir yapı var. AKP’nin bu kitlelerle kurduğu ilişkinin önemli bir ayağı, devlet eliyle sağladığı sosyal yardımlar. Bu yardımlar aslında çok yüksek meblağlar değil, resmen “sadaka” dağıtıyorlar fakat o “sadaka” olmasa yaşamsal minimumunu sağlayamayacak milyonlarca insan yaşıyor Türkiye’de. İşin kilit noktası da işte burası. AKP’nin yalnızca yardımlarla oy alan bir parti olduğunu söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın; buna eşlik eden siyasal ve kültürel bir söylem var, AKP bunu çok iyi kullanıyor.

Türkiye’nin planlı kalkınma deneyimi, benzer ülkeler içerisinde başarılı değilse bile vasat bir örnek olarak görülebilir. Her vasat örnek gibi kentleşme, işçi sınıfının ve memur kesiminin refahının artışı konularında nitelikli kimi sıçramalar yapmışsa da toplumun bütün kesimlerini kapsayabilmek konusundaki başarısı tartışmalıdır. Nitekim 1980’lerden sonra yeni-liberal düzene ve onun partilerine yönelik toplumsal destek de bu başarının sınırlarını gösteriyor. Kalkınmacı dönemde büyük ölçüde devletin sorumluluğunda olan eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin yeni-liberal dönemde bireylerin kendisine yıkılması, haneleri ve bireyleri bir anda piyasa ekonomisinin bütün vahşetiyle karşı karşıya bıraktı. Bunun sonucunda dinsellik, muhafazakârlık sadece Türkiye’de değil, yeni-liberalizmin uygulandığı her yerde yükseldi. Bir yerde evanjelizm, başka bir yerde katı Ortodoks, Hindistan’da faşizme meyleden bir Hinduizm olarak yükseliyor. Yükselen bu dinsellik ve muhafazakârlık, Polanyi’nin de bahsettiği, toplumun bir çeşit kendini savunma yöntemi. Fakat Polanyi burada eksik: Dinsellik ve muhafazakârlık aynı zamanda sermayenin kullandığı bir araca dönüşüyor, burası çok kritik. AKP de Türkiye’de bunun öznesi. AKP’nin asıl başarısı, geçtiğimiz 10-15 yılda Türkiye’nin sermaye birikim rejiminin “tükürüp fırlattığı” bu toplumsal tabakaları gerçek bir toplum değil ama “varsayılan bir cemiyetin” üyesiymiş gibi hissettirme konusundaki becerisi oldu. Öyle görünüyor ki bu tip bir rejimin sonuna gelmiş durumdayız zira böyle rejimler sonsuz değil, katı sınırları vardır. Parasal olarak, mali olarak sonsuza kadar sürdürülemezler.

Ahmet Haşim Köse: AKP rejiminin bir dayanağı da esnaf dünyasıydı. Bu dönemde çöken katmanlardan bir tanesi de esnaflık oldu. Bunun etkileri çok olacak. Bahadır Özgür, Gazete Duvar’da çok güzel yazdı bunu. İçindeki aile emeğini de düşündüğünüzde 10 milyonluk bir toplumsal ağdan söz ediyoruz. Bu kez karşılarında bir de böyle bir çöküş var ki bunların önemli bir kısmı sağ partilerin tabanıdır. Bu alan da çöküyor. Bence AKP’nin kendini meşrulaştırdığı o alan hakikaten çökmüş vaziyette ama buradan bir rövanş beklemek, bir tasfiye beklemek, iyimserlik olacaktır. Bu iş bir yerde çökecek ama sonuçları ne olacak? Yeni iktidarlar ne tür bir programla gelecekler? Türkiye burayı tasfiye ederken bambaşka bir koalisyon ortaya çıkarabilir, bunları göreceğiz, yaşayacağız. O yüzden sol-sosyalist aydınlar, bir şekilde dünyayı yeniden kurmak ve dönüştürmek isteyenler, izlemenin ötesinde bir eşikteler şu anda. “Bi’ şey yapmalı!” denen tarihsel eşiğin içerisindeyiz. Bu eşik, bir bıçak sırtı gibi, mutlaka bir kırılma yaşayacak. Kırılma bizi ne yöne taşır? Açıkçası şu anda bir bilmece bu, kestirmek çok kolay değil. AKP yarattığı sefaleti kontrol ediyordu. Hem onun yaratıcısı, hem de onu kontrol edebilme kapasitesine sahip olarak, onunla uzlaşıyordu. Kendi yarattığı sonuçla uzlaşan bir iktidar, bu sonuçla da uzlaşamayacak bir sonuca doğru gidiyor. Gramscici bir “organik krize” doğru geçiyoruz diye düşünüyorum ben. Zor günlere koşar adım ilerliyoruz.

Ahmet Haşim Köse: Bir yoksulluk dönemi ile başlayan kapitalizm, artık öyle bir noktaya geldi ki sürdürmenin mümkün olmadığı bir başka yoksulluk eşiğine eklendi. Böyle bakarsak, kapitalizmin 200 yıllık tarihini bir yoksulluktan diğerine kapitalizm diye de anlatabiliriz. O nedenle, bu bir uygarlık sorunudur artık. Bunu yönetebilmek, kapitalizme ayar vermek, hiç de mümkün gözükmüyor.

Küresel manzara da bundan çok farklı değil. Pandeminin de etkisiyle yoksulluk, giderek daha fazla sayıda insan için bir soruna dönüşmeye başlıyor. Kapitalizm bu krizden nasıl çıkacak? Yeni bir “yoksulluk çağı” kapıda mı?

Serdal Bahçe: 2008 krizinin ardından Türkiye de dâhil dünyanın önemli bir bölümü ekonomik olarak kısmi bir toparlanma gösterse de uzunca bir süredir zaten bir krizin içerisindeydik. Başka bir deyişle, bu kriz, pandemi ile başlamış değil. Pandemi, o kadar kötü bir dönemde yakaladı ki işler iyi giderken kötüleştirmedi. Aksine, zaten kötü giden bir süreci iyice kötüleştirdi ve derinleştirdi; bu da kapitalizmin “bahtsızlığı” oldu. Büyük bir yoksullaşma dalgası pandemi olmasa da gelecekti. Sistemin kendi içsel dinamikleri sağlığın bozulduğunu gösteriyordu zaten. Pandemi bizim Antep diliyle “malamat etti”, daha beter hâle getirdi.

Bunun pek çok boyutundan biri, gelir dağılımı adaletsizliği. Ana akım yoksulluk çalışmalarının hiçbirinde gelir dağılımı eşitsizliğinin bahsi geçmez çünkü bilirler ki yoksulluk bir gelir düzeyi üzerinden hesaplanan yoksulluksa, çalışmadan kaynaklanan gelirlerden, yani ücretten söz etmek aynı zamanda kârdan da söz etmek anlamına gelecektir. Burada ideolojik bir “ortada kuyu var yandan geç” yaklaşımı var. Kapitalist ülkelerin genelinde (gelişmişi de az gelişmişi de, yükseleni de düşeni de dâhil), 40-45 yıldır bir eğilim olarak emek gelirlerinin toplam içerisindeki payı zaten düşüyordu. 2007-8 krizinden sonra bu düşüş reel olarak çalışan başına bakıldığında dünyanın her tarafında gizlenemeyecek şekilde açığa çıktı. Yoksulluk, ücret payı ve reel ücretlerin düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır. Ücret payı ve reel ücretin aşınmaya başladığı dünyanın her coğrafyasında, ayrımsız söylüyorum, gelişmiş ülkeler de buna dâhil, yoksullaşma, sefilleşme hikâyesi birden sır perdesi ile kapatılamayacak şekilde ortaya çıkmaya başladı. Bizimki gibi ülkelere “yoksulluk” yakıştırılırken, gelişmiş ülkeler için birden “çalışan yoksulluğu” kavramı doğdu. Bunun üstüne göçmen “sorunu”, kaçak işçi meseleleri de eklenince yoksullaşmanın yalnızca bizimki gibi bir coğrafyaya ait olmadığı, kapitalizmin geneline ait bir mesele olduğu ortaya çıktı. Herkes birden New York’un merdiven altı atölyelerinde çalışan Pakistanlıları, Hintlileri; Paris’in varoşlarındaki Cezayirlileri, Tunusluları hatırladı. Bunun küresel bir olgu olduğu ortaya çıktı.

Fortunes Dergisi’nin, her yıl 500 büyük küresel firmayı ve en zengin 500 kişiyi açıkladığı bir listesi var. Amazon’un CEO’su Jeff Bezos en zengin isimler listesinde şu anda birinci sırada. Ben son 2-3 yıldır şunu yapıyorum: Bu zengin arkadaşlardan birinin toplam varlığını alıyorum, sonra o yıl için çeşitli uluslararası finans kurumları, Dünya Bankası, IMF gibi kurumların küresel veri tabanlarını kullanarak ülkelerin GSYH’sini dolar cinsinden sıralıyorum. Bu sıralamaya göre Jeff Bezos’ın 2019 yılındaki toplam serveti 111 ülkenin milli gelirinden daha yüksek. Bunların içerisinde nüfusu çok olan ülkeler de var az olanlar da. Örneğin, Nijer kalabalık bir ülke fakat gelir sıralamasında en sonlarda geliyor. 40 milyon kişinin bir yılda çalışıp emeğiyle, alın teriyle, çabasıyla ürettikleri Jeff Bezos’un toplam varlığının %1’i etmiyor. Öyleyse oturup bu sistemin geleceği üzerine düşünmek lazım. Öte yandan, yoksulluğu çok uzakta değil, tam da buralarda aramak lazım.

Tüm dünyada 2008-9 krizinden bu yana hem gelir dağılımı hızla bozulmaya başladı hem de buna paralel yoksulluk ve yoksunluk tekrar hortlamaya başladı. Pandemi öyle bir noktada geldi ki kapitalizmin kriz içinde olduğunu değil, kapitalizmin bizzat kendisinin insanlık için bir kriz olduğunu gösterdi. Artık kapitalizmin kendisi bir krize dönüştü. Bu anlamda sahiden bir eşikteyiz. Senin dediğin bu “yoksulluk çağı”nın belki yeni bir epizodu ile baş başayız. Üstelik devletlerin artık bu yoksulluğu yönetecek mali kaynaklara sahip olmadığı bir dönem ile de karşı karşıya kalacağız. Dolayısıyla, bir çeşit orman kanununun geldiğini şimdiden öngörebiliyoruz.

Ahmet Haşim Köse: Kapitalizmin tarihi yoksulluk ile başlamıştır, bunu unutmamak lazım. Bu tarih içerisinde Yoksullar Yasası, insanın metalaşma sürecinde önemli bir eşiktir; Karl Polanyi çok güzel anlatır bunu. Bir yoksulluk dönemi ile başlayan kapitalizm, artık öyle bir noktaya geldi ki sürdürmenin mümkün olmadığı bir başka yoksulluk eşiğine eklendi. Böyle bakarsak, kapitalizmin 200 yıllık tarihini bir yoksulluktan diğerine kapitalizm diye de anlatabiliriz. O nedenle, bu bir uygarlık sorunudur artık. Bunu yönetebilmek, kapitalizme ayar vermek, hiç de mümkün gözükmüyor. Bunun çok güzel bir örneğini Bill Gates’de bulabilirsiniz. Biliyorsunuz, kendisi “hayırsever” aynı zamanda. Öyle olduğu gibi çok da “gerçekçi” bir insan, tıpkı bütün kapitalistler gibi. Müdahale kapasitesi üzerine bir sohbette “Biz,” diyor Gates, “hiçbir şeyi tümüyle çözecek kadar müdahale etmemeliyiz.” Yani sorunun kendisini çözmeye çalışmaktansa, sorun çıktığı zaman müdahale etmek gerektiğini söylüyor. Kapitalistler sahip oldukları servetlerinden asla vazgeçmezler, oyunu sıfır noktasına döndürmek istemezler. Gates de bunu söylüyor. Biz de şöyle soralım: Hakikaten müdahale edebilecek aşamada mı dünya kapitalizmi? Özellikle pandemi ile birlikte, nasıl bir eşiğe doğru gidiyor? Bana kalırsa, bir büyük krizi ötelemeye çalışıyorlar, biraz düzenlemeye çalışıyorlar ama o kapasiteyi de yitirmiş vaziyetteler. 2008 büyük bir çöküştü ama pandemi, bu birikimli krizi gerçekten bir çöküş noktasına getirdi. Bu iki kriz arasındaki farkı Gazete Duvar’da detaylı olarak yazdım. 2008 krizi ile bugünkü kriz arasındaki büyük fark şu: 2008’de Çin, dünya kapitalizmine yeni bir alan olarak dâhil oldu, bir kaldıraç etkisi yarattı. Dünya ekonomisi çöktü; Çin büyüdü, Hindistan büyüdü, Asya büyüdü. 2008’in bu anlamda asimetrik bir hikâyesi vardı. Bu kriz, genel olarak dünya ekonomisini çökertti. Şimdi nasıl toparlanacağı konusunda bir muamma ortalıkta duruyor.

ILO, 500 milyon kişiyi işsiz ilan etti bu pandemide. Pandeminin başladığı ilk çeyrekte 81 milyon işin yok olduğunu söylüyor. Üç çeyrek içerisinde ise bu sayı 140 milyona çıkmış. Üstelik bu iş kayıpları bir daha telafi edilemeyecek, diyor. İşini kaybeden kişi sayısı ise 495 milyon. 2 milyardan fazla kayıt dışı çalışan, yoksul emekçi kitlesine eklendi, diyor. Tek seferde. 164 milyona ulaşan göçmen işçilerin, bu salgından en sert etkilenen kesim olduğunu söylüyor. Kapitalizmin genel kriz dönemleri aynı zamanda muhasebenin de yok olduğu dönemlerdir; varlıklar da yok olur. İşte bu, varlıkların yok olduğu dönem! Bu dünya sürdürülebilecek bir eşiği bence zorluyor artık. Ne olacak şimdi? Kapitalizmin genel krizi nasıl bir insanlık krizi yaratacak? Bir genel savaş olma olasılığı birçok nedenle tartışmalı. Birtakım coğrafyalarda şiddet artacak tabii, bu çok açık bir biçimde öyle görünüyor. Türkiye de ne yazık ki öyle bir coğrafyanın içerisinde yer alıyor. Ben çok umutlu değilim, dünya ne yazık ki öyle bir eşiğin etrafında şu anda kendi yolunu arıyor. O yüzden sosyalistlere çok fazla iş düşüyor.

Serdal Bahçe: Evrensel Temel Geliri savunacaksak eğer, en başından “bunu sermayeye ödeteceğiz” şartını koymamız gerekiyor. Kısa vadede halkı, çalışanları rahatlatmak adına her ne yapacaksak bunun için sermaye ile kafa kafaya gelmeyi göze almamız gerekiyor.

Pandemi sonrası yeniden gündeme gelen Evrensel Temel Gelir (ETG) talebine ilişkin ne düşünüyorsunuz? Bu uygulamaya yönelik ciddi eleştirileriniz olduğunu daha önceki yazılarınızdan biliyoruz. Bugün ortaya çıkan tablo bu konudaki fikrinizi değiştirdi mi?

Serdal Bahçe: Temel Gelir üzerine tartışmalar uzun yıllardır sürmekle birlikte, pandeminin ardından bu uygulamayı destekleyen cephe bir hayli büyümüş durumda. Üstelik bu, küresel büyük sermayedarlardan Papa Francis’e dek uzanan oldukça geniş bir cephe. Bu tartışma bizi “reform” ile “devrim” arasındaki kadim tartışmaya kadar götürür. Reforma karşı mıyız? Hayır. Bazen öyle dönemler olur ki reformların kendisi devrimci bir nitelik taşır. Bu yaşadığımız da böyle bir dönem. Dolayısıyla, Temel Geliri talep etmekte yanlış bir şey yok, elbette talep edelim; ancak bu reformun kendisini uzun vadeli bir yolculuk içerisinde anlamlandırmak, bunu kazanmakla dünyayı kazanmış olmayacağımızın farkında olmak şartıyla.

Burada önemli bir tartışma konusu şudur: Mevcut kapitalist müktesebat içerisinde böylesi bir Temel Gelir uygulamasını kim finanse edecek? Eğer çoğunluğunu emekçilerin ödediği bir bütçeden finanse edilecekse, bunun bir “reform” olacağı bile tartışmalı. Bu uygulamanın bir tür “reform” olabilmesi için maliyetini mutlaka sermayeye ödetmek gerekiyor. İşin ucunda böyle bir hedef yoksa emekçilerin iyi kazananından alıp fukara olanına verecekseniz, bunun adı reform olmayacağı gibi sürdürülebilir de değildir. Elon Musk gibi bu uygulamayı savunan küresel büyük sermayedarların bu konudaki tutumları bunun finansmanına dair belli ipuçları barındırıyor. Onlar da bu işin maliyetini çoğunluğunu emekçilerin finanse ettiği fonlara yıkmanın peşindeler. Şöyle düşünün: Amazon’un CEO’su Jeff Bezos’un pandemi öncesi 70 milyar dolar civarında olan serveti pandemi sonrası 250 milyar dolar! Eğer bu adamdan finansman istemeyeceksek, köklü bir katılım istemeyeceksek bunun adı nasıl reform olsun? Dolayısıyla böyle bir uygulamayı savunacaksak eğer, en başından “bunu sermayeye ödeteceğiz” şartını koymamız gerekiyor. Kısa vadede halkı, çalışanları rahatlatmak adına her ne yapacaksak bunun için sermaye ile kafa kafaya gelmeyi göze almamız gerekiyor.

Ahmet Haşim Köse: Küresel düzeyde kolektif bir kamu maliyesi politikası hayata geçirilebilir mi? Böyle bir irade nereden gelecek? Bu soruların cevabı yok. Doğrudan sermaye ile ilişkilendirilmediği sürece bir yaşamsal ücret tarif etmek ve bunu taahhüt etmek kapitalizmin doğasına aykırı. Kâr oranları hikâyesini, sermayenin neyi, niye biriktirdiğini unutursak yine başa döneriz. Bu defa “Hangi ücret adil ücrettir?” tartışmasına gideriz. Klasik ekonomi politik içerisinde ücret tartışması ahlak üzerine kurgulanır zira adalet fikrinin hiçbir nesnel temeli yoktur. Marx öncesi klasik ekonomi politikçiler, sermaye birikiminin ana mantığını anlamadıkları için bu işi bir adalet duygusuyla çözmeye çalıştılar. Oysaki ücret, aynı zamanda sermayenin yeniden üretiminin özüdür. Marx’ın kendinden önceki ekonomi politikçilere (Ricardo, Smith ve diğerlerine) haykırdığı gerçek de budur. Öyleyse bizim sorumuz şu olmalı: Düzenlenmiş ücreti artırdığımız zaman sömürü oranlarına ne olacak? “Sömürü oranlarını bastıracağız” denirse, bunun siyasal iradesinin ne olacağını sormak gerekir. Bu bir devlet maliyesi sorunudur ama ortada böyle bir devlet yok. Hangi devletin maliyesi? Bakın, “kamu maliyesi” demiyorum. Sanki dünyada ortak bir kamu maliyesi ve bunu düzenleyecek ortak bir akıl varmış gibi konuşmanın anlamı yok.

Bugünkü gibi değilse de 20. yüzyıl içinde de tartışma böyle başladı. Almanya’da sendikaların ortaya çıkması, tüketim-ücret ilişkilerinin düzenlenme çabaları… Bir çöküş ile o çöküşü düzenleme arayışlarının uyumsuzluğuyla ortaya çıkan yeni kriz eğilimleri. Bugün de dünya, egemenler topluluğu şunu görüyor: Bu böyle gitmeyecek, sürmüyor. Büyük Sıfırlama iradesinin ortaklarından birinin Prens Charles olması bunun önemli bir işareti. Zenginler bloğunun önemli bir bölümü “kapitalizm düzenlenmeli, doğayı yok ediyor” diye söylenmeye başladı. Bu iş sürmeyecek yani. Böyle çöküş dönemlerinde, bizim konuşmamızın başında söylediğimiz türden bir ahlakçılığa dönüş başlıyor. Peki, nasıl yapacağız? Doğan herkese tüketeceği kadar para mı verelim? O zaman sermaye ne biriktiriyor? Sermayenin varlık nedeni ne? Bunu basitçe “zenginlik” diye mi tarif edeceğiz? Bu bizi Marx öncesine götürür. Klasik ekonomi politiğin bile gerisine götürür. Böyle dönemlerde makullük arayışı, hiç de makul gelmiyor bana. •


SERDAL BAHÇE  Lisans derecesini ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümünde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini aldığı ODTÜ İktisat Bölümünde 1997-2003 yılları arasında araştırma görevlisi olarak çalıştı. Göteborg Üniversitesi İktisat Bölümünde doktora sonrası araştırmalar yapan Bahçe, 2006 yılından bu yana Ankara Üniversitesi Maliye Bölümünde görev yapmaktadır. Türkiye’de sınıfsal yapı, gelir dağılımı, yoksulluk gibi alanlarda çalışmalar yürüten Prof. Dr. Serdal Bahçe’nin bu konularda yayımlanmış çok sayıda eseri bulunmaktadır.

AHMET HAŞİM KÖSE  ODTÜ İktisat Bölümünden mezun oldu. Aynı bölümde tamamladığı yüksek lisans eğitiminin ardından Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümünden doktora derecesini aldı. 2000 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde çalışmaya başlayan Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse, 7 Şubat 2017 tarihli 686 sayılı KHK ile bu görevinden uzaklaştırıldı. İlgi alanı politik iktisat üzerine yoğunlaşan Köse’nin Türkiye’de toplumsal sınıflar, gelir dağılımı, emek piyasaları gibi alanlarda çok sayıda çalışması yayımlanmıştır. Karaburun Kongresi’nin düzenleyicilerinden biridir.