Her yerde ve her şeyle ebedi savaşın kesiti olarak koronavirüsle savaş
“savaşçı insan barış zamanlarında kendine saldırır”
F. Nietzsche
Koronavirüs salgınıyla mücadele kelimenin tam anlamıyla küresel savaş bağlamında yaşanmakta. Fransa Başkanı Macron’un salgına ilişkin dile getirdiği “görünmez, anlaşılması zor bir düşmanla savaş” tarifi diğer hükümetler tarafından kısa sürede sahiplenildi. İsrail Başbakanı Netanyahu, görünmez düşman olarak tanımladığı virüsle savaşmak için terörle mücadele teknolojilerinin sivil kamusal alanda konuşlandırılacağını duyurdu. Önemli bir süre salgını tehdit olarak tanımlamaktan kaçınan ABD Başkanı Trump ve ondan birkaç gün sonra Erdoğan, durumun ciddiyetine ilişkin ilk açıklamalarında “görünmez düşmanla savaş” tanımını yinelediler. Türkiye’de aynı günlerde iktidar ortağı Devlet Bahçeli “koronavirüsle savaş doğrultusunda devletin tüm kurum ve kurullarıyla seferber edildiğini, bu süreçte –yine bir savaş jargonuyla tanıtılan– Ekonomik İstikrar Kalkanı Paketi’ne desteklerinin tam olduğunu, alınan önlemler sayesinde 105 yıl önce düşmanın def edildiği gibi bugün de virüsün def edileceğini” muştuladı. AB Koronavirüs Müdahale Ekibi sözcüsü Stella Kyriakides de virüse karşı küresel bir savaş ve topyekûn seferberlik içinde olduklarını kabul etti.
İngiltere, Kanada, Almanya, İspanya gibi liberal devletlerin sözcüleri benzeri savaş söylemlerinden kaçınmazken on binlerce askerden oluşan silahlı birliklerini takviye güç olarak sahaya konuşlandırdı. Bu birliklerin görevi yalnızca hasta ve tıbbi ekipman sevkiyatıyla ilgili değildi. İngiliz Savunma Bakanı’nın ifadesiyle, askeri kuvvetler, sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasının yanı sıra dükkân ve iş merkezlerinin yağmalanması gibi toplumsal düzende bozulma tehditlerine karşı bir önleyici polislik faaliyeti için görevlendirilmişti. Kanada Savunma Bakanı, özel harekât timlerinin seferber edilmesinin “görünmez düşman”a karşı en görünür yanıt olacağını ifade etti. Koronavirüsle mücadelenin savaş çağrışımları kapitalist devlet iktidarına yaklaşımımızda liberal teoriden miras alınan iç/dış güvenlik, askeri/sivil kuvvetler ile savaş/polis erkleri arasında varsayılan kategorik ayrımların kuramsal ve fiili ölçekteki geçerliliğini sorgulamak için yeterince bereketliydi.
Toplumsal Bedenin Virüsleri
Politik bir imgelem olarak salgının –ve genel anlamda patolojinin– devleti, toplumsal bedeni idare eden bir organizma olarak gören burjuva düşünce sistemlerindeki kökleri oldukça eskidir. Ancak, tehdit addedilen her toplumsal grup ve/ya düşünceyi aynı zamanda toplumun siyasi bedeninde somutlanmış bir hastalık/patolojik sapma olarak düşmanlaştırma fikri, hiçbir ideoloji ve iktidar rejiminde faşizmden daha etkili kullanılmamıştı. Yahudiler, komünistler, çingeneler Nazizm’in sözcüleri tarafından geniş bir tıbbi ve biyolojik terminolojiden devşirilen muhtelif hastalıkla (frengi, veba, tümör, habis, kanser) özdeşleştiriliyordu. Burada faşizmin patoloji alanına ilgisinin çarpıcı yanı, tıbbi ve politik söylemin birbirinden ayrılamayacak ölçüde tümleşik olmasıydı; o kadar ki (tıbbi) hastalığın alelade bir mecazdan ibaret olduğunu söylemek mümkün değildi. Nazizm’in düşmanları, bu ideolojinin temelini oluşturan ırkçı teorilerin kurumsallaştığı Alman Kanını ve Alman Onurunu Koruma Yasası (1935 Nürnberg Kanunları) ile tıbbileştirilirken, tıbbi ve politik kaygılar iç içeydi – ve belki de birbirine denkti. Örneğin, Varşova’da Almanlar için kurulan özel yerleşim birimlerine Yahudilerin girmesi yasaklanırken temel açıklama “hijyenik gereklilik”ti. Lodz’da Yahudiler için ayrı bir gettonun kurulması aynı zamanda “salgın hastalıklara karşı bir önlem”di.[1] Nihayetinde Nazi doktorlarının kanser araştırmaları, Nazi hükümetinin çevre sağlığı politikası ve Alman ulusunun bedenindeki ‘Yahudi hastalığına’ karşı ırksal arınma savaşı aynı dil kullanımı içinde ve birbirine koşut biçimde yürütülüyordu.[2]
Esasında, hastalık ve salgın fikrinin bundan daha dolayımsız sınıfsal içerimleri, 20. yüzyıldan çok daha önce Batı kapitalizminin politik ve ideolojik biçimlenişinde yerini almıştı. Feodalitenin çözülmesiyle birlikte burjuva toplumsal düzenin inşasının önündeki düzensizlik sorununun değişmez teması bulaşıcı tehditten duyulan korkuydu ve bu korku, Foucault’nun da belirttiği gibi, hijyen ve salgın hastalıkla alakalı sorunları tıp kadar polisiye alanla da irtibatlı kılmıştı.[3] Burjuvazinin merceğinden, kamu düzeninde, yani toplumsal bedendeki bozulma tehdidi piyasa ekonomisinin bozulma tehdidinin diğer adı olduğundan, bu düzenin bir parçası olarak kamu sağlığı yalnız tıbbi ve fiziksel değil, aynı zamanda politik ve toplumsal bir düzenlemeyi gerektiriyordu. Bu nedenle, hem ideolojik (kir ve bulaşıcı hastalığın yoksullukla özdeşleştirilmesi) hem polislik faaliyeti (gündelik hayatın ve işçi sınıfının biçimlendirilmesi) olarak sıhhiye polisliği, Avrupa ve İngiltere’de farklı isimler altında kurumsallaşsa da (‘medikal polis’ veya Hegel metinlerinde genellikle ‘kamu otoritesi’ olarak çevrilen polizei gibi), merkantilizm ve kameralizmin merkezi bir unsuruydu.[4] Kir, tıpkı mülkiyete karşı suç gibi, düzene karşı bir saldırı addedildiğinden, merkezi ulusal sağlık sistemleri oluşturulmadan önceki kamusal sağlık düzenlemeleri polisin görev alanı altında uygulanıyordu ve bunlar en başta proleter kamusal alanın ve yoksul mekanlarının suç kapsamında denetlenmesini içeriyordu. Bu denetim ise polisin burjuva toplumsal düzenin inşasıyla[5] alakalı çok daha büyük ölçekli toplumsal görevinin parçasıydı.
En belirgin biçimde, İngiltere’de 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Yeni Yoksul ve Polis yasaları ile birlikte polis, geleneksel ‘suçun önlenmesi’ görevinden çok daha fazla, feodalizm sonrası emeğin metalaşma sürecinin dışında kalan ayaktakımının –muhtaçlar, dilenciler ve serserilerden oluşan efendisizler sınıfının– yeni Efendiye –sermayeye– tabi kılınmasına yönelik faaliyetlerle ilgili kılınmıştı. Ücret ilişkisinin dışına düşerek yoksulluk yasası tarafından ‘işe yaramaz artıklar’, ‘parazitler’, ‘zararlılar’ olarak toplumsal bedene yabancılaştırılmış olan alt tabakaların etkisizleştirilmesi ve toplumsal bedende ‘evcilleştirilmesi’ için uygulanan yönetim ve gözetim mekanizmaları, bir diğer yüzünde sağlık ve çevre düzenlemeleri yatan bütüncül bir polislik faaliyetini işaret ediyordu. Bir tarafta işçi sınıfı ve yoksul ayaktakımının denetlenmesi, diğer tarafta çöplerin toplanması, yol ve kanalizasyon temizliğinden adab-ı muaşeretin denetlenmesine değin bir dizi polis pratiği, gündelik hayatın fiziksel ve toplumsal pislikten arındırılması kapsamında ortak bir amaca bağlıydı. Tıpkı faşizmdeki gibi, liberal sivil toplumun ve ücretli emeğin eş zamanlı inşasında ‘hijyen’ sorununun tıbbi ve politik yönlerini birbirinden ayırmak mümkün değildi.
Anlaşılacağı üzere, tıbbi ve politik olan arasındaki bu organik bağın kaynağı, yoksulluk ve salgın hastalıklar arasında hem fiziksel hem ideolojik düzeyde kurulan ilişkidir. Bu ilişki bize emeğin metalaşması ve sermayenin yeniden üretiminde burjuvazinin yalnızca iktisadi değil (ücret ilişkisinin tüm nüfusa dayatılması) aynı zamanda politik de olan kaygısının altını çizer: efendisizlerin zapt edilmesi. Bu kaygı açık şekilde, sistematik olarak yoksulluk üreten bir düzende kitlesel isyan ve itaatsizlik tehdidiyle alakalıydı ve burjuva düşünce sisteminde salgın ve bulaşıcı hastalık temasının hakiki yerini işaret ediyordu. Gerçekten de Neocleous’un aktardığı üzere, erken modern dönemden bu yana egemenlik üzerine yazan çok sayıda düşünürün (Hobbes, Kant, Hume, Montaigne, Le Bon gibi) ‘bulaşmanın’ sakıncalarına dair özel ilgisi ve dahası bu temanın 20. yüzyıldan itibaren ‘toplumsal beden’le ilgilenen sosyal bilim çevrelerinde tıp alanından daha çok rağbet görmesinin altında, salgın ile yoksul halk kitleleri arasında kurulan ilişki yatıyordu.[6]
Bugün için söyleyebileceğimiz, sınıfsal salgın fikrinin kalıcılığıdır: tehlikeli fikir, duygu ve eylemleri bir bulaşıcı hastalık gibi tüm topluma yayılabilecek sınıf mücadelesi ve kitlesel itaatsizlikten duyulan korku, modern devlet aklı ve onun güvenlik tahayyülünde nirengi noktası olarak hep sahnenin merkezinde yer aldı. Söz konusu arkaik korkunun sembolik açıdan en somut tezahürü Soğuk Savaşın ‘komünizmle savaş’ doktrini olsa da, bu savaş SSCB’ye karşı yürütülen reel politik bir savaştan çok daha fazlasına işaret etmekteydi. Komünizmle savaş, bugün devletlerin milli güvenlik belgelerinde reel komünizm tehdidine işaret eder biçimde yer almaz; buna gerek de yoktur, zira emek-sermaye ilişkisinin biçimlendirilmesi, örgütlü sınıf hareketinin ve yoksulluğun zapt edilmesi bağlamındaki güvenlik ve polis pratiklerinin temel referansı olarak burjuva devlet aklındaki ‘salgın korkusuna’ zaten kazılıdır. İçinde bulunduğumuz siyasal-iktisadi düzenin kurucusu olan 12 Eylül rejimi üzerine Kenan Evren’in sıklıkla başvurduğu tıbbi söylem (‘milli bünye’, ‘hastalık’, ‘habis’, ‘mikrop’, ‘vatanperver Türk işçisini zehirleyenler’, ‘hastalığın tedavisi’ vb.) bir sınıf salgınının ortaya çıkma koşullarına yönelik yürütülen savaştaki söz konusu sürekliliğin sembolik bir örneğidir.
Ebedi Toplumsal Savaş ve Koronavirüsün Siyasal Yönetimi
“Türkiye, ilerleyen günlerde salgını yenmekle kalmayacak, hastalıklı siyasetin temsilcilerinden de kurtulacak”
R. T. Erdoğan, Mayıs, 2020
Modern kapitalizmin tarihinde salgın, polis ve savaş temaları arasındaki ilişki bu denli eskiye dayandığı halde, devletlerin yalnızca faaliyet değil, politik söylem düzeyinde de savaş temasına başvurma sıklığında toplumsal ve sınıfsal çelişkilerin alabildiğine radikalleştiği neoliberal dönemin yeni bir eşiğe işaret ettiğini söyleyebiliriz. Buradaki yeniliğin altında yatan şey, risk ve güvensizlikler üzerine kurulu piyasa toplumundan beslenen güvenlik siyasetinin devletin toplumu, sınıfları, nüfusu biçimlendirmesindeki meşrulaştırıcı etkisinin iyiden iyiye bir siyasal yönetim tekniğine dönüştürülmesi olsa gerek. Bu sayede, bir yandan sivil katliamlarına varan şiddetteki askeri operasyonlar ‘liberal barış’ kaygısı muhafaza edilerek savaş dışında birçok kavram altında (barış müdahalesi, barış güçleri harekâtı, polis harekâtı, misilleme, isyana karşı koyma, insani müdahale, vs.) yürütülebiliyorken, diğer yandan barışı bozduğu düşünülen toplumsal sorunlar savaş fikrini çağrıştıran irili ufaklı güvenlik projesiyle güvenlikleştiriliyor: yoksulluk ve açlık sorununun yerini alan gıda güvenliği, refahın bölüşümünün yerini alan sosyal güvenlik, göçmenlik sorununun yerini alan sınır güvenliği, doğal arazilerin enerji şirketlerine açılmasının adını alan enerji güvenliği, toplumsal iktidar ilişkilerinin düzenlenişinin adını alan iç güvenlik ve komünizmle savaş’ın yerini alan bir yığın polis savaşı – terörizmle savaş, suçla savaşa, küresel ısınmayla savaş, israfla savaş, uyuşturucuyla savaş, obeziteyle savaş vb. Anlaşılan, neoliberalizmin ekonomik ve siyasal bunalımlarla anıldığı bu çağda devletler halklarının, kendileri adına finanse edildiği iddia edilen savaş makinesinin sürgit çalıştığını ve bundan böyle ne zaman nihayetleneceği bilinmeyen savaşların ebedi olağanüstü hali altında yaşadığını hissettiğinden emin olmak istiyor. Yürütüldüğü iddia edilen muhtelif savaşı birbirinden ayıran sınırların hukuki normların büsbütün dışında kurgulanan bir belirsizlik mıntıkasında silikleştiğini görürken emin olduğumuz tek şey, devlet iktidarının her an her yerde bir şeyle savaş halinde olduğu.
Öte yandan ortak düşmana karşı harekete geçirilen yekpare, bütünlüklü siyasi-toplumsal beden imgesinin tıpkı adı konan veya konmayan diğer savaşlarda olduğu gibi koronavirüsle mücadelenin siyasal yönetiminde de hakiki bir karşılığının olmadığı çok açık. Daha çok, bir dış düşmana verildiği varsayılan savaşın – salgın ve patolojinin faşizan tahayyülünü hatırlatırcasına– iç düzene içkin başta sınıfsal olmak üzere hâkim iktidar ilişkilerinin tahkim edilmesi yönünde yürütüldüğü gerçeği karşımıza çıkıyor. Topyekûn savaş diskuruyla seferber edilmiş tek ve yek toplumsal bedenin ortak, evrensel düşmanı olarak işaret edilen salgının etki alanı, bütünüyle sınıfsal konumlara, asimetrik iktidar ilişkilerine, mutlak kaybedeni, daha az kaybedeni ve dahi kazananı mütehakkim eşitsizlikler tarafından belirlenen makro ve mikro süreçlere bölünmüş durumda: Tarihin bundan sonraki akışını tayin edeceği söylenen salgının etkisi, aynı zamanda tarihin mevcut akışı tarafından tayin ediliyor. Toplumların tamamında ölümlü vakaların coğrafi dağılımı adeta kapitalist mekansallaşmanın izdüşümünü sunmakta. Olağanüstü hal dili ve güvenlik temelli hak kısıtlamalarını oldukça seven hükümetler tarafından kamu sağlığı açısından en ivedilik taşıyan güvenlik tedbirlerinin dahi sermaye kesimini en az ürkütecek doğrultuda, iddia edilen sınıfdışı ve siyaset-üstü savaş söylemiyle mutlak çelişen bir utangaçlık hali içinde alındığı, sağlık tedbirlerinin altından sermaye kurtarma paketlerinin çıktığı, iş sağlığı tedbirlerinin işyerlerinin insafına terk edildiği, tedbirsizliklerden endişe eden çalışanlara çalışmayarak açlıktan ölme özgürlüğünün sunulduğu, faturanın toplumun halihazırdaki en güvencesiz kesimlerinden başlanarak ödetildiği bir tabloyla karşı karşıyayız.
Tüm bu açık tutarsızlığına rağmen savaş söylemi neden hiç eskimez, ya da bu söyleminin politik kullanımı nasıl olur da halen nüfusu iktidar sınıfı karşısında hizaya sokmakta iş görmeye devam eder? Bu sorun, savaşın, buraya kadar ima edildiği üzere, burjuva toplumsal düzenin inşası ve (ebedi) yeniden inşası sorunuyla bağlantılı biçimde yeniden düşünmeyi gerekli kılıyor. Savaşı bir kere düzen ve güvenlik fikriyle birlikte düşündüğümüzde onu dar askeri tanımın ötesinde, gündelik hayatın sermaye birikiminin kesintisiz devamlılığı çerçevesinde yeniden ve yeniden düzenlenmesindeki yapılandırıcı işlevi ile kavrayabiliriz. Savaşın anlam alanı, tıpkı erken kapitalizmde salgına ve hastalığa karşı yürütülen –ama aynı zamanda bir sınıf savaşı olan– polisiye düzenlemelerin işaret ettiği gibi, sınıfsal-toplumsal ilişkileri düzenleyen ve olağan zamanlarda açık askeri faaliyetten önce hukuk, idare, polislik faaliyeti olarak anlaşılması gereken, Engels’in deyimiyle “her yerde var olan toplumsal savaş”[7] fikrini kapsayacak ölçüde genişletilebilir: sermaye birikimi ve piyasa ilişkilerinden özerk alan ve öznelerin içerilmesi / tabileştirilmesi, birikimi çevreleyen toplumsal koşulların ve sınıf ilişkilerinin düzenlenmesi, toplumsal düzenin muhafazası ve yeniden üretimi, düzene aykırı unsurların zapt edilmesi olarak savaş.
Böylesi bir tanım, savaşın ilkel birikimden bu yana içeride ve dışarıda sınıflar savaşı tarafından temellenen bir toplumsal ilişki ve süreç olarak kurgulanmasının altını çizer. İkinci olarak, askerî/sivil, savaş/polis, dış güvenlik/iç güvenlik, hukuki/idari gibi liberal karşıtlıkları reddetmeyi gerekli kılar. Esasen, bu tarz karşıtlıkların kurumsal bir ayrımın ötesinde anlamsız hale gelmesi sermayenin içeride ve dışarıda kesintisiz ve sınırsızca yayılma mantığı kadar, bir iktidar tekniği olarak güvenliğin meşrulaştırıcı sihrine de dayanır. Savaş, her koşulda düzenin, dolayısıyla güvenliğin düşmanlarına yöneliktir. Tehdit altında olduğu iddia edilen düzen ve güvenlik ise kitleleri yegâne söz söyleme ve eyleme yetkisi verilen devlet iktidarında mobilize etmek gibi benzersiz bir gücü haizdir. Nihayetinde resmi bir olağanüstü hal veya seferberlik ilanı olsun olmasın, politik düzlemde inşa edilmiş bir savaş halinde tüm toplumdan düşman/tehdit karşısında bölünmez birlik talep edilir; siyaset toplumsal içeriğinden büsbütün yoksun bırakılır. Sınıf ve kimlik farkları tanımadığı iddia edilen ortak düşman fikri devleti beden, bilinç ve iradesi itibarıyla yekpare bir organizma olarak tahayyül etmeye (“bir ve diri olmaya”) davet eder.
Öte yandan devletlerin savaş söyleminin ‘güvenlikleştirici’ etkisiyle saklamak istedikleri ayrıntı şudur ki söylem ne kadar dış tehditi işaret ederse etsin, eylem daha çok, ve yahut bir şekilde, ‘içerisi’ ile, iç düzen(sizlik) sorunuyla alakalıdır. Tehdit tıpkı bir virüs gibi toplumsal bedene yabancıdır, dışarıdan gelendir; ne var ki güvenliğe dayalı politik teknolojiler acil durum fikri ve korkusunu taze tutabildiği ölçüde, olağanüstü durumun gerektirdiği olağanüstü yetki ve usullerin nüfusun tamamında uygulanmasına zemin hazırlar. Olağan kural ve normların akışını bozan bu işleyişin yönelimi ise sınıfsal ve siyasaldır; tek ve yek’ten, bir ve diri’den değil, fark’tan, karşıt’tan hareketle anlaşılabilir.
O halde yazının girişindeki Nietzsche alıntısının benzerini modern egemenlik kuramlarının ilk modellerinden olan Leviathan’dan da anımsamak şaşırtıcı olmuyor: “insan toplulukları ortak bir düşman yoksa bireysel çıkarları için kendi aralarında savaş ederler”.[8] Aynı vaazı, Nietzsche ve Hobbes olmasa da devlet aklı kitapçığını iyi okuduğundan emin olduğumuz Devlet Bahçeli’den de işitmek mümkün: “Enflasyon buraya çıkmış, bütçe açığı şuraya varmış, işsizlik şu kadar olmuş demenin bugünkü nazik dönemde manası nedir?”
Halkın Salgını / İktidar Sınıfının Salgını
Güvenlik ve savaş siyasetinin dış tehdidi gösterip iç düzene yönelme huyunu dikkate aldığımızda, bugün halk olarak, çalışan sınıflar olarak karşı karşıya olduğumuz sarih ve sahih sağlık krizi ile iktidar temsilcilerinin politik düzlemde inşa ettiği savaş ve seferberlik temasını birbirinden kesin sınırlarla ayırarak düşünmemiz elzemdir. Halk kesimleri için ne kadar yeni ve zorlu bir mücadele eksenine işaret etse de, bugüne kadarki gelişmeler itibarıyla salgının iktidar sınıfı açısından halihazırda yürütülen sınıf savaşı ve onu yatay eksenlerde kesen mevzi savaşlarının daha da sertleştirilmesi, buna koşut olarak olağanüstülük koşulları altında rasyonelleştirilen bir anti-siyasetin dayatılması için yeni bir fırsatlar cephesinden öteye gittiğini söylemek güç.
Salgınla mücadele adı altında uygulanan bu yeni güvenlikleştirme kaynağını kendi iktidarları lehine sağlamlaştırma eğilimi en dolayımsız haliyle bu döneme özgü sağ popülist liderlik biçimlerinde görülmekte. Macaristan Başbakanı Orban sürecin olağanüstülüğünden istifadeyle sınırsız süreyle yasama yetkisi elde ederek parlamentoyu ve yargı bağımsızlığını fiilen fesh etmiş oldu. Sürecin başından itibaren büyük yönetim zafiyeti göstererek özel sağlık sisteminin tüm fiyaskolarının gün yüzüne çıkmasına yardımcı olan ABD Başkanı Trump ise milyonlara varan seviyelerden söz eden ölüm projeksiyonlarını kamuoyuna büyük bir memnuniyetle duyurdu; vaka ve ölüm sayılarını azaltmaktan daha çok, seçim gündemi için kullanabileceği komplo söylemlerini önemser göründü. Halen daha süreci Çin’i suçlama ve içerdeki siyasal kutuplaştırma gündemine tahvil ederek yönetmeyi deniyor. Bu strateji bize, Nazizm’in ‘Yahudi hastalığıyla’ savaşı kadar, 16. yy frengisi tüm Avrupa’ya yayıldığında her bir devletin kendi hasmını frenginin kaynağı olarak işaret ederek hastalıkla mücadeleyi yürürlükteki sömürge savaşlarının parçası yapması gibi bir tarihsel örneği[9] hatırlatır. Güvenliğin siyasal iktidar tekniği olarak kullanımı söz konusu olduğunda, faşist ve burjuva demokratik yönetim biçimleri belki de sandığımızdan çok daha müşterek bir söylem ve eylem refleksine sahip.
Derinleşen ekonomik kriz koşullarında iktidarda kaldığı süreyi azamileştirebilmek için hali hazırda iç düşmana (nüfusun yarısına) yönelik savaşını (“dava”) bir dış güvenlik tehdidine, yani siyasi-toplumsal bedene yabancı muhtevalara (“gayri-milli”, “kökleri dışarıda” olanlara) yönelik savaşa bağlama stratejisi izleyen AKP rejimi içinse salgın, kendi sözcülerinin ifadesiyle, ‘tarihi fırsata dönüştürülebilecek bir kriz’ niteliğinde. Söz konusu fırsatın sivil toplum üzerinde, emek, eşit yurttaşlık, laiklik gibi temel hak alanlarından örgütlü muhalefete uzanan bir satıhta yürütülecek yoğun bir savaş gündemi içerdiği aşikâr. Bu gündem kapsamında atılan ve atılacak adımların kalıcılığı düşünüldüğünde salgın yönetiminin sınıfsal boyutu, yalnızca kamu sağlığı önlemlerinin altından sermaye kurtarma paketlerinin çıkmasından ibaret gözükmüyor. Salgın sürecinde en doğal insani ve yaşamsal kaygılar biçiminde yayılan risk ve belirsizlik duygusunun, tarihi bir iktisadi daralmanın beklendiği koşullarda hak taleplerinin zapt edilmesine yönelik çalışan güvenlik ve polis tertibatının sağlamlaştırılmasında işe koşulması muhtemel görünüyor. Öyle ki bir süredir, halihazırda yürürlükteki savaş siyasetinin salgının acil durum/olağanüstü hal koşullarında hızlandırılmış ve şiddet dozu belirgin biçimde artırılmış bir fragmanını izler gibiyiz.
Son iki ayın ‘koronavirüs bahanesiyle’ başlıklı can sıkıcı envanterine kısaca göz atalım: askıya alınan sendikal haklar, kolaylaştırılan işten çıkarma, ücret kesintileri ve yasallaştırılan ücretsiz izin dayatması, tedbirsizlikten şikayet ettiği için işçisini çıkaran / virüs tespit edilen işçisine ceza kesen şirketler, işçilerin boyunlarına takılacak elektronik kelepçe ve izole üretim üsleri modellemeleriyle liberalizmin 19. yy barbarlığına geri dönüş alametleri, infaz yasası aracılığıyla göz göre göre hayata geçirilen istisnai hukuk pratiği, hız kesmeden devam eden kayyım atamaları, baro ve meslek örgütlerine müdahale girişimleri, korku-gözetim iklimini tahkim etmeye dönük darbe/suikast psikozları, normalleştirilen organize ölüm ve tecavüz tehditleri, cinsiyet ayrımcılığı, hedef göstermeli tutuklamalar, ücretsiz ekmek dağıtımı dahil yerel yönetimlerin halka ulaştırabileceği her türlü desteğin engellenmesi / dayanışma hesaplarının bloke edilmesi, kamuoyuna açıklama gibi en basit bir hakkın kullanımında dahi milletvekiline uygulanan polis şiddeti, sokağa çıkma yasağı fırsat bilinerek jandarma güçleri eşliğinde yapılan doğa katliamları, liseli gençlerin sınav takvimiyle ilgili itirazlarını duyurma çabalarını dağıtmak için konuşlandırılan otomatik silahlı çevik kuvvet birimleri, faili kolluk kuvvetleri olduğu halde “mukavemet” soruşturmalarıyla sonuçlanan gündelik fiziksel şiddet…
Salgın süresince giderek daha inceliksiz ve dolayımsız biçimler aldığını gördüğümüz bu baskı pratikleri, çoğunlukla yorumlandığı gibi ‘gündem değiştirme’ çabasının unsurlarından ziyade, toplumu yıllardır devam etmekte olan savaş-olağanüstü hal-seferberlik gündeminde tutma, atılmak istenen adımları da bu gündem içinde temellendirerek atma çabasını içeriyor. Salgın süresince köpürtülen güvenlik ikliminin temellenişinde kamu sağlığıyla alakalı herhangi somut gerekçenin gündeme gelmeyişini ise ‘iktidarın mantıkdışı çırpınışları’ olarak okumak, güvenlikle meşrulaştırılan devlet şiddetini küçümsemek anlamına gelebilir. Burada devlet aklının tarihsel işleyişi açısından bir mesnetten yoksunluk değil, isnat etme zorunluluğun olmayışı daha açıklayıcıdır. Zira güvenlik ve polis tertibinin meşruiyet zemini, egemen iktidarın “amaca uygunluk” ölçütü dışında hiçbir rasyonaliteye veya mantıksal bağa bağlı değildir – vatandaşa şiddet uygulayan bir polis memurunun veciz ifadesindeki gibi, “öyle karar verildiği için doğrudur”. Güvenlikleştirme pratiğinde kritik olan, herhangi bir güvenlik tehdidinin ‘gerçekte’ ne ölçüde nesnel bir tehdit olup olmadığından ziyade, politik, ideolojik ve söylemsel olarak çerçevelenen korku ve güvensizlik mantığının devletin baskı tarzlarına tahvil edilerek hem topluma hem müşterek kural, norm ve değerlere nüfuz etmesidir. İktidar tekniği olarak güvenliğin bu etkisi sayesinde, söz gelimi, bir darbe girişimi gerekçesiyle[10] ilan edilen OHAL ile bu yetkilerin sözüm ona gerekçesinin dışında tüm toplumsal muhalefete saldırmak için sınırsızca kullanılışı arasında, bu süreç kapsamında örneğin IŞİD militanı tarafından gerçekleştirilen gece kulübü saldırısına ‘misilleme’ olarak barış imzacısı akademisyenlerin kamu görevinden ihracı arasında, ve yahut sabah akşam sayıklanan ‘dört koldan terör örgütleriyle mücadele’ belagati ile ‘OHAL’i grevleri durdurmak için kullanıyoruz’ ikrarı arasında görüntüde bir illiyet bağının olması gerekmez. Söylem ve eylemleri birbirine bağlayan şey korku ve güvensizliklerin siyasal seferberliğinden başka bir şey değildir.[11]
Görünmez Düşman’ın Özgünlüğü?
Koronavirüsle mücadelenin geniş çaplı bir savaş olduğuna ilişkin yeterince değerlendirme yapılmışken, bu yorumların birçoğunda bu savaşın bir farkla diğerlerinden ayrıldığı söylendi: düşmanın görünmezliği. Bu tanım yalnız tıp uzmanları tarafından değil, birçok devlet lideri tarafından da krizin ‘özgünlüğünün’ altını çizecek biçimde defalarca yinelendi. Türkiye’nin siyasal gündemi üzerine kimi eleştirel değerlendirmelerde de, Erdoğan’ın ilk kez karşısında “düşmanlaştırabileceği türden görünür bir tehdit” olmadığı, bu yüzden krizin siyasal yönetiminin tüm önceki krizlerden daha zorlu geçeceği savının öne sürüldüğünü gördük.
Esasen bu tür yorumların yanıltıcı olabilme nedeni, güvenlikleştirme pratikleriyle güvenlik tehditleri arasında yukarıda sözü edilen mantıksal bağı zorunlu olarak var saymasından kaynaklanıyor. Oysa böylesi bir zorunlu ilişki olmadığı gibi, iç toplumsal düzeni biçimlendirmeye dönük yürütülen güvenlik siyasetinde devletlerin tehdidi mutlak anlamda tanımlama fikrine rağbet etmesi de sık rastlanır bir durum değil. Nitekim, ilk kez karşı karşıya olunduğumuz söylenen görünmez düşmanın, güvenlik siyasetine hiç de yabancı bir tema olduğunu söyleyemeyiz. Basit bir internet taramasıyla kavramın bilhassa 11 Eylül sonrası “teröre karşı savaş” yazınında ne derece merkezi bir yer işgal ettiği görülebilir. Türkiye yakın tarihinde şaşmaz güvenlik retoriğinin parçası olarak “son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar” gibi, mevcut bir tehditle mücadeleyi imlemekten çok daha fazla geleceği düzenleme fikriyle alakalı olan klişeler, bizden düşmanın görünmezliğini –belki de henüz hayata bile gelmemiş olduğunu– kabul etmemizi ister.
Düşmanın ‘görünmezliğinin’ politik sırrı nedir? En başta korkuyu irrasyonalleştirmesidir: görünmez güçlerden korkarız. Sahih ve kim olduğu bilinen tekil bir düşmandansa her an her yerden gelebilecek, hudutları tespit edilemez, ele geçirilemez, kesinkes yenilgiye uğratılamaz, meşum bir güç olarak tanımlı düşman, ona yönelik mücadeleyi de muğlaklık ve hudutsuzlukla nitelendireceğinden toplum yönetiminde etkili bir siyaset tekniğine dönüşür. Düşman ve tehdit bir kez böylesine bulanık bir heyula içinde tanımlandığında topluma vaat edilen de yazılı hak ve özgürlüklerin ne zaman devrede olup olmadığı belirsiz, bulanık bir gelecek heyulasıdır. Sınırları belli olmayan tehdit sınırsız olağanüstü hali meşrulaştırır: görünmez düşmanın müphemliği aynı zamanda kapitalizmin tarihinde barış ile savaşın, hukuk devleti ile imtiyaz devletinin, liberalizm ile faşizmin, hukukun üstünlüğü ile devlet aklının, sivil siyaset ile askeri siyasetin, hukuk ile şiddetin, olağan ile istisnai arasındaki sınırların müphemliğine denk düşer.[12]
Yürürlükteki savaş retoriğinde görüntüde bir takım örgüt isimlerine atıf yapıldığını görsek de bunlar söz konusu örgütlerin somut, hakiki varlıklarından ziyade, içlerinin arzu edilen her şeyle doldurulabileceği, örgütsel düzeyde birbiriyle hiçbir alakası olmasa da aynı cümle ve fiillerin öznesi olabildiği,[13] soyut ‘boş gösteren’lerden ibarettir. Bu noktada, virüsün ne zaman geleceği belli olmayan ikinci dalgası ile faili belirsiz ikinci darbe teşebbüsü iddiası ‘görünmez düşman’ paydasında ortaklaşır. Bir salgın olsun olmasın, bir takım fail isimleri kullanılsın kullanılmasın, Foucault’nun deyimiyle ‘her daim tamamlanmamış olmakla’ malul güvenlik projeleri hali hazırda görünmez düşman öncülü üzerine kurgulanır ve beslendiği korku ve güvensizlikleri bu varsayımla yeniden üretir.
Yeni Normal
Korona-sonrası dönemin, moda tabiriyle ‘yeni normal’in ne olacağı elbette hâkim güç dengelerindeki olası dönüşümlere bağlı. Neoliberal yönetimlerin yaşadığı siyasi ve iktisadi krizin kendiliğinden demokratik dönüşümleri gündeme getireceğini varsaymak bugün itibarıyla fazlasıyla iyimser gözüküyor. “Tarihin çöplüğüne giden neoliberal siyaset” öngörülerine rağmen salgın, daha önceki şok etkileri gibi, neoliberal düzenin yerleşik eşitsiz ilişkilerini derinleştirme ve yeni karlılık alanlarının keşfedilmesine yönelik fırsatlara dair uyarıcılar vermekte. Yeni normal üzerine biyopolitika ve güvenlik perspektifinden getirilen eleştirel değerlendirmeler ise salgının yeni tür bir “terörizmle savaş”a dönüşeceği, her yurttaşın potansiyel terörist/suçlu muamelesi görmesi gibi bundan böyle yeni gözetim teknolojileri aracılığıyla potansiyel virüs taşıyıcısı muamelesi göreceği, öksürük ataklarının terör tanımına dahil edilmesi gibi distopik biyoterörizm ve biyopolitik savaş varsayımlarından bahsediyor. Yeni normalin yeni gözetim mekanizmaları ve bunları finanse eden şirketlerin, veri tüccarlarının, sağlık ve ilaç endüstrisi lobilerinin etkisinde şekilleneceği oldukça olası bir ihtimal. Öte yandan, terörle savaş nasıl tek tek bireylerin potansiyel terörist muamelesiyle gözetim mekanizmalarına maruz bırakılmasından çok daha geniş ölçekli bir toplum ve siyaset projesine dönüştüyse, yeni gözetim rejiminin de kamu sağlığı ve tıp sektörünü aşan bir ölçekte insanlık uygarlığı ve demokratik süreçler üzerinde etki sahibi olması da olası.
“Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor” demişti Marx ve Engels. Bu cümleden yaklaşık iki yüzyıl sonra, sınıf farklılıkları tanımadığı söylenen ‘demokratik virüs’, bir ay gibi kısa bir süre içerisinde sınıf farklılıkları tanıyan düzenlerin suretine büründü bile. Sonrası için karamsar bir tablo arıyorsak, her birimize potansiyel hasta muamelesi yapılmasından önce, sermaye birikimi bunalımının politik bunalımlara dönüştüğü, yurttaşların ise hayatta kalmaya razı duruma düştüğü koşullar altında makul akıl yürütmelerin cılızlaşıp hak taleplerinin sesinin rahatlıkla kesilebildiği çok daha geniş bir güvenlik ikliminin inşa edileceğini varsayabiliriz. Böyle bir durumda imha etmek kadar inşa etmekle de alakalı olduğunu bildiğimiz güvenlik ve savaşın bizi neye seferber etmek isteyeceği açık: Sonu gelmeyen ‘nazik dönemler’ özrü altında, devlet ve sermaye iktidarının buyrukları karşısında her daim hazır ve nazır, itaatkâr öznelerin inşası. Uygarlığın ve demokrasinin çifte kaderi bu çağrıyı geri çevirmekte yatıyor –ve belki de her yönüyle bize ait olan ‘nazik dönemlerin’ peşinden gitmekte.
[1] R. N. Proctor, Racial Hygiene: Medicine under the Nazis, Harvard University Press, 1988, ss. 199-200.
[2] R. N. Proctor, The Nazi War on Cancer, Princeton University Press, 1997.
[3] M. Foucault, Kliniği Doğuşu: Tıbbi algının arkeolojisi, Epos, 2002, ss. 47-9.
[4] P. E. Carroll, Medical Police and the History of Public Health, Medical History, 46, 2002.
[5] M. Neocleous, The Fabrication of Social Order: A Critical Theory of Police Power, Pluto Press, 2000.
[6] M. Neocleous, The universal adversary: Security, capital and “the enemies of all mankind, New York: Routledge, 2016, ss. 61-5.
[7] F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol yayınları, 1997, s. 11-2.
[8] T. Hobbes, Leviathan, YKY, 1992, p. 128.
[9] D. Nelkin & S. L. Gilman, Placing Blame for Devastating Disease, Social Research, Vol. 55, No. 3, 1988. S. Watts, Epidemics and history: disease, power, and imperialism, New Haven: Yale University Press, 1997.
[10] Burada “gerekçe” ifadesini resmi söylemden kopmamak için kullanıyorum. Ancak iktidar tarafından “Allah’ın lütfu” olarak tanımlanan söz konusu gerekçenin kelimenin tam anlamıyla bir “bahane”ye işaret etmesinin nesnel dayanağı, OHAL ilanından sonra olan bitenlerden önce, henüz Haziran 2016 itibarıyla iktidarın parlamento onayına gerek duymayan bir OHAL yetkisine ilişkin yasal düzenleme hazırlığında olmasıydı.
[11] Bu bağlamda eklemek gerekir ki son yıllarda güvenlik ve kolluk kuvvetlerine gerek fiili gerek ideolojik düzeyde yapılan yatırım doğrudan doğruya derinleşen ekonomik krizin bir sonucu olsa da meşruiyetini büyük ölçüde Temmuz 2016 sonrası süreçten alır. Örneğin, sokak aralarında ‘FETÖ’yle mücadele’ etmeyeceğini tahmin ettiğimiz polis ve mahalle bekçilerine sağlanan hukuki ve ideolojik güç, 2016 sonrası inşa edilen korku ikliminden cesaret alan ve iktidarın toplumu yönetmesi için elinde kalan tek araç olan güvenlikleştirme projesinin son derece alelade, gündelik bir uzantısıdır.
[12] E. Güven, “Neyiniz Eksik? Fabrikalarınız mı Çalışmıyor?”: Barışçıllaştırma Üzerine, Ayrıntı Dergi, 27, s. 57.
[13] Görünmez düşman soyutlamadan ibaret bir varoluşla tanımlandığından, birbiriyle hiçbir alakası bulunmayan yahut birbirine hasım olan örgüt isimleri bir terör eyleminin müşterek failleri olarak bu soyut varoluşu tekil bir güç odağı altında somutlamak için kullanılabilir. Bunun yakın dönemden en çarpıcı örneği, 10 Ekim Gar Katliamı’nın Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından altı adet örgütün müşterek eylemi olarak gösterilmesiydi.