“Yarından tezi yok, dev bankaları dağıtacak olursak bu, ırkçılığın sonunu getirecek mi? Peki, ya cinsiyetçiliğin?” Hillary Clinton’ın 2016 başkanlık seçimleri sırasında kıkırdayarak yaptığı konuşmalar[1] hafızalardan silinirken, kampanya mitinglerinden birinden yapılan bu alıntı alışılmadık bir şekilde kalıcılığını sürdürüyor. Hilary Clinton’ın en az Donald Trump karşısındaki yenilgisi kadar önemli olan Demokrat Parti ön seçimlerinde Bernie Sanders’a karşı kazandığı zafer, on yıl boyunca merkez sol siyaseti yeniden şekillendirdi ve kimlik siyasetini Demokrat Parti çizgisinin standart bir aracı haline getirdi.
Jacobin Radio‘nun yeni podcast’i Confronting Capitalism‘in son bölümünde, New York Üniversitesi sosyoloji profesörü ve Catalyst dergisi editörü Vivek Chibber, son on yıldır Demokratlara musallat olan kimlik siyaseti hayaletinin izini sürüyor. Chibber, kimlik siyasetinin, büyük çoğunluğu oluşturan çalışan Amerikalıların çıkarlarından ziyade, öncelikli olarak elitlerin çıkarlarına hizmet eden strateji ve politikaları nasıl teşvik ettiğini gözler önüne seriyor.
Kimlik siyasetinin kökleri, 1960’lı yıllarda ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı verilen mücadelelere dayanıyor. Ancak Chibber’a göre, sivil haklar koalisyonunun parçalanması, sanayisizleşme ve örgütlü işçi hareketinin çöküşü, gündemi işçi sınıfının meselelerinden profesyonel sınıfın yükseltilmesi projesine doğru kaydırdı.
MELISSA NASCHEK: Başkanlık seçimlerini yeni atlattığımız ve herkesin kendisine “O de neydi öyle?” sorusunu sorduğu bir ortamda, üzerinde en çok düşündüğüm şeylerden biri de bu seçim atmosferinde kimlik siyaseti üzerine dönen tartışmalar.
Basitçe söylemek gerekirse, bir on yıl boyunca kimlik siyaseti, Demokrat Parti’nin merkez-sol siyasetinin ana gündem maddelerinden biriydi. Bununla da kalmayıp, kimlik siyasetine ilişkin yöneltilen herhangi bir eleştiri, ırkçı ya da cinsiyetçi olarak itibarsızlaştırıldı. Eleştirel düşüncenin neyi temsil ettiğini sorgulamak imkânsız hale geldi. Ve şimdi Trump yeniden kazandığında, bir anda herkes kimlik siyasetinin ne kadar da büyük bir sorun olduğundan söz etmeye başladı.
VİVEK CHİBBER: Kesinlikle! Dolayısıyla, kimlik siyasetini anlamlandırılabilmek ve/veya analiz edebilmek için öncelikle onu bir tanımlamak gerekiyor. Kimlik siyasetini mümkün olduğunca tarafsız bir şekilde tanımlama çabası içerisinde olmak önemli; böylece kavrama ilişkin eleştirilerimizi tanımın içine yerleştirmiyor olacağız. Amacımız, çoğu insanın meşru olarak kabul edebileceği bir tanım ortaya koymak.
İnsanların çoğu kimlik siyasetini nasıl anlıyor? İnsanların kimlik siyaseti ile ilişkilendirdiği birkaç temel unsur olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ilki, ırk tahakkümünün özünü oluşturan ayrımcılığa ve eşitsizliklere odaklanılmasıdır.
Eşitsizliklere odaklanmak, herhangi bir meslek grubuna, barınma veya sağlık hizmetleri gibi herhangi bir olguya bakmanızı ve şu soruları sormanızı gerektiriyor: Siyahlar ve Beyazlar emeğinin karşılığını eşit miktarda alabiliyor mu? Peki, ya Latinler ve Beyazlar için aynı soruyu tekrar sorsak… Benzer şekilde, ayrımcılık bağlamında da, insanların mal ve hizmetlere eşit erişim sağlayıp sağlamadığının da peşine düşmek gerekiyor.
İkinci unsur ise temsile odaklanmaktır. Sosyal kurumlar bünyesinde, siyah ve esmer vatandaşların varlığını, nüfuslarıyla orantılı bir düzeyde görebiliyor muyuz? Temsil, eşitsizlikler ve ayrımcılık bir araya geldiğinde, muhtemelen çoğu insanın kimlik siyaseti denildiğinde aklına ilk gelen unsurlar da bunlar olacaktır. Öyleyse, neden birileri bunu eleştirsin ki? Eleştirimizin nedeni, bu meselelerin önemsiz olması değil; aksine, bunların öncelikli olarak azınlık gruplarının elit kesimleri için en büyük öneme sahip olmasıdır.
Örneğin, eşitsizlikler meselesini ele alalım. Orta sınıf içinde beyazlara kıyasla daha az sayıda siyah vatandaş ev sahibidir. Mezuniyet oranlarına baktığımızda, siyah ve Latin öğrencilerin beyaz öğrencilere kıyasla daha düşük mezuniyet oranlarına sahip olduğunu görürüz. Şirket yönetim kurullarına bakıldığında ise siyah yöneticilerin ve kadın yöneticilerin, beyaz ya da erkek yöneticilere kıyasla çok daha az olması göze çarpmaktadır.
Bu tespitler makul görünüyor. Peki, neden birileri bu tür bir sorgulamayla sorun yaşar ki? Mesele şu ki, -birçok olgu bağlamında- işlerde, ücretlerde veya konut ediniminde görülen eşitsizliklerin ötesinde, bu imkânların genel olarak ne derece erişilebilir olduğudur.
Örneğin, ücret meselesini ele alalım. İş piyasasının alt kademelerinde, örneğin Walmart gibi şirketlerde, siyah çalışanların beyazlara kıyasla daha düşük ücretler aldığını görebilirsiniz. Bu doğru! Ancak bu sorunu çözmek, siyah Amerikalıların veya Latinlerin yaşam kalitesini ve yaşam fırsatlarını kökten iyileştirmek anlamına gelecek mi? Diyelim ki siyah çalışanların saatlik ücretini 13 dolardan beyaz çalışanların aldığı 15 dolara çıkardınız. Bu, durumu bir nebze iyileştirir; ancak sorunu bütünüyle ortadan kaldırmış olmaz!
Peki, bu eşitsizlikleri çözmek, temel sorunu ortadan kaldıramıyorsa, o halde neden bu eşitsizliklere bu kadar odaklanılıyor? Bunun nedeni, bu eşitsizliklerin toplumun elit kesimleri için çok daha büyük bir öneme sahip olmasıdır, çünkü bu kesimler zaten belirli bir yaşam standardına ulaşabilmiş durumdalar. Onların elde etmek istedikleri şey, sınıfsal konumlarının tam değeridir. Oysa toplumun daha alt basamaklarında, işçi sınıfı için mesele farklıdır. Onlar, sınıfsal konumlarının tam değerini elde etmeye çalışmazlar, çünkü asıl sorunları sınıfsal konumlarının bizzat kendisidir. İş piyasasının alt basamaklarında yer alanlar için eşitsizlikleri çözmek, temel ikilemi ortadan kaldırmaz. Çünkü, onlar için asıl sorun işin kendisi, işin kalitesi ve iş imkânlarının erişilebilirliğidir.
Eğer siz de çoğu insan gibi kimlik siyasetinin esas olarak eşitsizlikler ve temsil ile ilişkili olduğunda hemfikirseniz, o halde kimlik siyasetinin sorunu, azınlıkların yaşamlarına hiç dokunmaması değildir. Elbette, bir ölçüde faydası dokunuyor. Ancak bu, temel bir çözüm olmaktan uzaktır. Kimlik siyaseti, en doğrudan şekilde, azınlık gruplarının küçük ve elit bir kesiminin hayatına dokunur. Bunun ötesine geçebilmek ve ırksal azınlıkların büyük çoğunluğunun yaşam kalitesini ve yaşam fırsatlarını iyileştirmek için, eşitsizliklerin ötesine geçerek toplumsal kaynakların ve hizmetlerin erişilebilirliğine bakmak gerekir. Mevcut dağılımın ırksal bileşimine odaklanarak bu erişilebilirliği kıstas kabul etmek, sorunun özünü göz ardı etmek anlamına geliyor.
Bu şekilde tanımladıktan sonra, kimlik siyasetinin kökenlerini, neden bu kadar popüler olduğunu ve nasıl şekillendiğini analiz etmek mümkün hale gelir. Ve bundan sonra da bunun peşinden gitmeliyiz.
Demokrat Parti, kimlik politikasıyla neredeyse eş anlamlı hale geldi. Demokratlar bu noktaya nasıl geldi?
Öncelikle, Kamala Harris’in kimlik siyaseti üzerine bir kampanya yürütmediğini kabul ederek başlamak istiyorum. Öyleyse, onun seçim mağlubiyeti neden kimlik siyasetine bağlanıyor? Bu doğru değil mi?
Harris kimlik üzerinden bir kampanya yürütmedi. Aslında, Hillary Clinton’a kıyasla o, kendisini bir kadın ve beyaz olmayan bir kişi olarak tanımlamaktan olabildiğince uzak durdu ve…
Evet, doğru. Hatta Trump onu ırk üzerinden kışkırtmaya[2] dahi çalıştı.
Evet, fakat Haris bu yemi yutmadı. Yani, bu gözlem doğru. Çünkü o kimlik siyaseti üzerinden bir kampanya yürütmedi. Bununla birlikte, kimlik siyasetinin, Harris’in yenilgisinde -belirleyici olmasa da- büyük bir rol oynadığı da aşikâr. Belirleyici rolü oynayan ise kuşkusuz ekonomik meselelerdi. Büyük ölçüde kimlik temelli bir kampanya yürütmemiş olması aslında pek bir şey değiştirmedi. Ekonomik meseleler yüzünden zaten kaybedecekti.
Ama yanlış anlamayın: Harris’in kimlikle ilişkilendirilmesi yenilgisine neden olmasa da bunda büyük bir etkendi. Bunu görmezden gelmek büyük bir hata olur.
Peki, Harris ve partisi nasıl oldu da kimlik siyasetiyle bu kadar özdeşleşti? Demokratların bundaki rolü neydi? Her şeyden önce, Harris kendisini kimlik siyaseti üzerinden bir kampanya yürütmekten uzak tutsa da Demokrat Parti son altı ya da sekiz yıldır kimlik siyasetini çok agresif şekilde bir propaganda malzemesi olarak kullanıyordu. Harris’in son anda bu çizgiden taviz vermesi bu yüzden kimseyi kandıramadı. Trump’ın kampanyaları, Harris’i kimlik siyasetini, insanların boğazına dayayan biri olarak gösterme konusunda bu kadar etkili olmasının nedeni de buydu: Demokratlar bunu zaten sekiz yıldır yapıyordu.
İçinde bulunduğumuz siyasi dönemde pek çok şeyde olduğu gibi, bu durum da Bernie Sanders’ın ilk kampanyasına kadar uzanıyor. Bernie Sanders’ın ekonomik adalet ve ekonomik meseleler odaklı yaptığı propagandaya karşı Demokrat Parti’nin cevabı, Sanders’ı -çok sevdikleri yeni kavramları- “marjinalleştirilmiş grupları” yani beyaz olmayan insanları, kadınları, trans bireyleri ve cinsellikle ilgili tüm meseleleri görmezden gelen birisi olarak karalamak oldu.
Son iki ay içinde bu duruşlarından vazgeçmeye karar verdilerse de kimi kandıracaklarını düşünüyorlar ki… Kelimenin tam anlamıyla, hiç kimseyi! Ve işte bu yüzden kimlik siyasetinden uzaklaşma denemesi başarısız oldu, çünkü çok acemice ve samimiyetsiz görünüyordu ki kimse de bunu yemedi.
Demokrat Parti’deki kimlik siyasetinin kökenlerine dair daha derin bir soruya gelince, bunun iki şekilde tarihi bir miras olduğunu düşünüyorum. Birincisi, oldukça bariz bir durum. 1960’lardan çıkarken, sözde yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkmasıyla, Demokratlar bu talepleri savunan ve destekleyen parti oldu. Bu talepler, sadece elitler için değil, halk için de olsa, bu parti onları destekledi — feminist harekete ve Sivil Haklar Hareketi’ne direnen Cumhuriyetçilerin aksine bu parti onları destekledi. Tarihsel miraslardan biri bu.
İkinci miras ise biraz daha incelikli. New Deal[3] dönemi sonrası, Demokratların en önemli seçmen tabanı işçi sınıfıydı ve bu sınıf büyük ölçüde şehir merkezlerinde, fabrikaların bulunduğu büyük şehirlerde konumlanmıştı. 80’lerden sonra, bu seçmen tabanının coğrafi konumu değişmedi. Hâlâ şehirdelerdi, ancak şehirler değişmişti! Eskiden mavi yakalı işçilerin ve sendikaların bulunduğu yerlerken 2000’lerin başında şehirler, finans, gayrimenkul, sigorta, hizmet sektörü gibi daha yüksek gelir gruplarını içeren yeni sektörler etrafında yeniden düzenlendi.
Demokratlar, oyları için hâlâ şehirlere bel bağlıyordu, ancak şehirlerin demografisi değiştiği için, bu durumun seçim dinamikleri üzerinde derin bir etkisi oldu. Varlıklı gruplar partiye dayanak olurken ırk ile toplumsal cinsiyet, bu varlıklı grupların deneyimleri ve talepleri etrafında yeniden kavramsallaştırdı.
Yani Demokratlar artık geçmişte olduğundan çok daha varlıklı bir oy tabanına dayanıyordu. Aynı zamanda, sendikal hareketin yenilgisi nedeniyle işçi sınıfı azınlıklarının ve kadınların örgütlü baskısı azalıyordu. Demokrat Parti’de onların yerine geçen ana kurum/kuruluşlar, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ve iş dünyası oldu.
Irk meselesini ele alalım. Liberalizm yükseliş ivmesini kazandığında, siyah işçi sınıfı Endüstriyel Örgütler Kongresi (CIO)[4] ve sendikalar aracılığıyla Demokrat Parti içinde söz sahibiydi ve siyah işçilerin ihtiyaçları üzerinden ırkçılığa karşı mücadeleyi partiye taşımışlardı. Ancak, sendikalar dağıldığında ve genel olarak sendikacılık düşüşe geçtiğinde, siyahların endişelerini kim dile getirecek? Sivil haklar sonrası dönemde yükselen daha varlıklı siyahlar ve siyah siyasetçiler.
2000’lere gelindiğinde bu siyasetçiler artık ülkenin dört bir yanına yayılmış durumdaydı. Seçilmiş siyah yetkililerin, belediye başkanlarının, kongre üyelerinin vs. sayısında büyük bir artış vardı. Demokratların işçi sınıfına mensup siyahlara hitap etmeleri için hiçbir nedenleri kalmamıştı çünkü işçiler siyasi olarak örgütsüzdü. Siyasi yetkililer, beyaz politikacılarla aynı kurumsal güçler tarafından ele geçirilmişti – ancak onlar, ırk üzerine yapılan konuşmalarda köşeyi kapabiliyorlardı.
2000’li yıllara gelindiğinde ırk ve cinsiyet söylemi, artık çalışan kadınların, işçi sınıfından siyahların ve Latinlerin ihtiyaçlarını karşılamaktan çıkıp, Demokrat Parti’nin şehirlerdeki seçmen tabanı olan daha varlıklı gruplara hitap eder hale geldi. Dahası, bu söylem, sayıları büyük ölçüde artan siyasetçiler tarafından yönlendirilmekte ve parti için pek çok çalışma ve danışmanlık yapan sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmektedir. Eksik olan ise, “marjinalleştirilmiş” grupların %70 ila %80’ini oluşturan ve aslında işçi sınıfına mensup olan kesimdi.
Yani Demokratlar -kelimenin tam anlamıyla- ırkın ve toplumsal cinsiyetin partisi haline gelmiş durumda. Ancak ırk ve toplumsal cinsiyet, parti içindeki elit tabaka tarafından yeniden şekillendirilmiş halleriyle mevcut. İşte bu, tam da tarihsel yörünge değişimine işaret ediyor. Bu yüzden parti içinde, bu çarpıtılmış mirasa yaslanarak, siyah elitlerin çıkarlarına uygun bir ırk siyaseti biçimi izleniyordu.
Sivil Haklar Hareketi’nin[5] ne için mücadele ettiğini ve bu ırksal adalet vizyonunun neden 1960’lardan sonra sürdürülemediğini daha ayrıntılı bir şekilde açıklayabilir misiniz?
Bu, ırk meselesine iki farklı yaklaşım biçiminin çok iyi bir örneğidir. Günümüzde tarihe gömülmüş gibi gözüken versiyon, aslında Martin Luther King Jr.’ın kendisi ve yol arkadaşları, özellikle A. Philip Randolph ve Bayard Rustin tarafından desteklenmiştir. Her ikisi de, Sivil Haklar Hareketi içinde yalnızca siyasal haklarla sınırlı kalmayan, siyah Amerikalılar için ekonomik hakları da içeren bir gündemin ileriye taşınmasında kritik bir rol oynamıştır. Nitekim, ünlü Washington Yürüyüşü, yalnızca siyasal eşitlik için değil, “iş ve özgürlük” talebiyle düzenlenmişti.
Randolph, ekonomik talepler üzerinden ırksal adaletin sağlanması konusundaki ısrarında, sendika hareketi içinde yalnız bir figür değildi. Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO), 1930’lar ve 1940’lardan itibaren bu doğrultuda mücadele yürütüyordu ve bu anlayış, 1960’lara gelindiğinde Demokrat Parti’nin içinde de kök salmıştı.
Peki, bu anlayış Demokrat Parti’nin içine neden bu kadar derinlemesine yerleşti? Bunun nedeni, siyah elitlerin ya da siyah seçilmiş politikacıların bu anlayışı gündeme taşıması değildi—çünkü o dönemde bu tür siyasetçilerin sayısı çok fazla değildi. Asıl sebep, siyah işçilerin sendikal hareket aracılığıyla kendilerine bir ses bulabilmesi ve belirli bir siyasi etki kazanabilmesiydi. Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO), muhtemelen işçi sınıfı içindeki siyah Amerikalılar için diğer tüm siyasi örgütlerden çok daha fazlasını yaptı.
Sadece Randolph ve Rustin değil, Martin Luther King de bu anlayışın bir parçasıydı. King’in de bizzat Hristiyan sosyalist[6] geleneğinden geldiğini unutmamak önemlidir. Hepsi, ırkçılık karşıtı mücadelenin aynı zamanda ekonomik yeniden dağıtımı, istihdamı, konut hakkını ve sağlık hizmetlerine erişimi içeren geniş kapsamlı bir gündemi olması gerektiğinde ısrar ediyordu.
Burada iki önemli gelişme yaşandı. Bu konuda çok fazla sayıda akademik çalışma bulunmadığı için, elimizdeki sınırlı analizlere ve anekdotlara dayanmak zorundayız. Ancak Bayard Rustin’in çokça dile getirdiği üzere, Oy Hakları Yasası’nın[7] kabul edilmesinin ardından siyah orta sınıf büyük ölçüde mücadeleden çekildi.
Bu neden gerçekleşti? Muhtemelen, siyah orta sınıf istediği temel kazanımı elde ettiği için —yani siyasal katılımın önündeki engeller kaldırılmış ve siyasal eşitlik vaat edilmişti. Ekonomik taleplere gelince, bu kesim çok daha az ilgiliydi çünkü zaten belirli bir ekonomik güvenceye sahiptiler. Bu yüzden, ekonomik alanda mücadele etmek onlar için öncelikli bir mesele değildi. Ancak konut, sağlık hizmetleri, istihdam ve nitelikli eğitim gibi konular, siyah Amerikalıların büyük çoğunluğu için hayati öneme sahip olmaya devam ediyordu. Ve bunların hepsi, ekonomik yeniden dağıtım olmadan ulaşılamayacak yaşam standartlarıydı.
Rustin ve King’in 1965 sonrasında karşılaştığı sorun, sadece siyah orta sınıfın hareketten çekilmesi değildir. Sorun, odak noktası politik haklardan ekonomik yeniden dağıtıma veya ekonomik genişlemeye kaydırıldığında, egemen sınıfın direnişinin derecesinin de değişmesidir. Kapitalistler, ekonomik güçlerini doğrudan etkilemediği için size siyasi haklar vermeye daha yatkın olacaktır. Ancak gerçekten ekonomik kaynak gerektiren taleplerde bulunmaya başladığınızda direnç de daha büyük olacaktır. Bu da stratejinizin değişmesi gerektiği anlamına gelir.
Sorun şu ki, her şeyden önce, hareketinizin bir parçası olan siyah orta sınıf, tam da iş dünyasından gelen direnç artmaya başlamışken hareketten çekiliyor. Koalisyonunuz daralmış durumda. İkinci olarak, yeniden dağıtım için yapılacak bir mücadelenin siyah işçi sınıfı tarafından tek başına kazanılması mümkün değildir. Tüm siyah işçileri örgütleyebilseniz bile, gerçek şu ki, 1965 yılında siyah Amerikalılar nüfusun yaklaşık yüzde 12’sini oluşturuyordu. Bu, dünyanın en güçlü egemen sınıfına karşı mücadele eden çok küçük bir işçi azınlığıdır. Bu sınıfa karşı herhangi bir başarı şansına sahip olmak için, ekonomik hedeflerinizi vermeye razı olacak noktaya gelene kadar beyaz işçi sınıfını da yanınıza almanız gerekmektedir. Bundan bir kaçış yoktur.
Yani tek derdiniz siyah Amerikalıların kaderi olsa bile, bunu bir siyah hareketinden yoksul halk hareketine dönüştürmeniz gerekiyor. Çünkü beyaz işçileri yanınıza almazsanız, ırksal hedeflerinize ulaşamazsınız. İşte King’in farkına vardığı şey budur. Sadece ırksal adaletle ilgileniyorsanız bile, artık evrenselci olmak zorundasınız.
Irk adaletine ulaşmak için sınıf siyasetini bir araç olarak kullanmanız gerekir.
Ancak bu farkındalığa olabilecek en kötü zamanda varıyorlar. Sendikalar düşüşe geçmeye başlamakta, ilerici güçler savunmaya geçmekte, kemer sıkma politikaları devreye girmektedir. Sonunda siyah elitler yönetimi ele geçirir. 1980’lerin ortalarına kadar, Kongre Siyah Grubu[] hâlâ bir nebze sosyal demokrat bir güçtü. Fakat 1980’lerden sonra, siyah politikacılar büyük ölçüde kurumsal çıkarlarla bağlantılı hale geldiler.
Bu noktada, King-Rustin’in ırk adaleti vizyonunun yerini siyah elit ve siyah orta sınıf ırk adaleti versiyonu almış, bu da siyah işçileri ve sonrasında Latin işçileri tamamen dışarıda bırakmıştır. Ve bugün kimlik siyaseti olarak adlandırdığımız şey böylece ortaya çıkmıştır.
Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, “ilerici siyaset” denen şeye anlatılamayacak kadar zarar vermiştir. Ancak unutmamak gerekir ki onlar sadece, gücün gerçek sahipleri olan kurumsal sermaye sınıfı tarafından kendilerine açılan bir kapıdan geçiyorlar.
1970’lerde işçi hareketi düşüşe geçmeye başladığında, onun yerini bazen kâr amacı gütmeyen kuruluşlar olarak da adlandırılan sivil toplum kuruluşları almaya başladı. İşçi sendikalarının yerini alan bu sivil toplum kuruluşları, kimlik siyaseti ve ırk adaletinin elitler tarafından ele geçirilmesinde nasıl bir rol oynamıştır?
Bu süreçte sivil toplum kuruluşları belirli bir rol oynamıştır. Bugünlerde basında oldukça popüler olan ve sivil toplum kuruluşlarını suçlu olarak gösteren bir görüş var. Sanki bu tür dar kimlikçi bir gündem için baskı yapan kuruluşlar bunlarmış gibi… Ancak ben tam olarak bu şekilde ifade etmezdim. Onların daha çok ayak takımı olduğunu söyleyebilirim, asıl karar vericiler ve yönlendiriciler ise her zaman büyük bağışçılar olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Bu asla değişmeyecek. Amerikan siyasal sistemi sermaye tarafından şekillendirildiği sürece, her iki siyasi partinin temel yönelimi de büyük sermaye tarafından belirlenmeye devam edecektir. Günümüzde de durum bundan farklı değildir.
Benim anladığım kadarıyla, Yeni Düzen (New Deal) döneminde ve sendikaların belli bir güce sahip olduğu zamanlarda dahi Demokratlar her zaman kurumsal sermayeye bağımlıydı. Ancak, işçi sınıfının belirli bir pazarlık gücü olduğu için, sermaye sahipleri onların çıkarlarını da göz önünde bulundurmak zorundaydı. Demokrat Parti, sermaye tarafından yönlendirilen bir parti olmasına rağmen -pratik bir gereklilikten ötürü- işçi hareketine belli bir alan açmak zorunda kalmıştı ve esas destekçileri olan kapitalist sınıf da bunu kabullenmişti. İşte tam da bu noktada, temelde işçi sınıfının ihtiyaçlarıyla ilgili olan farklı bir ırk adaleti anlayışı baskın hale geldi.
1980’lerden sonra ise sendikalar düşüşe geçtiği için partideki kurumsal sermaye hâkimiyeti tamamen denetimsiz hale geldi. Kontrolsüz olduğu için de işçi sınıfının çıkarlarına yönelik talepler —siyah, beyaz ya da kadın fark etmeksizin— artık arka plana itilmiş durumda. Sonuç olarak, ırk ve toplumsal cinsiyet meseleleri elitlerin bakış açısıyla yeniden kavramsallaştırıldı ve gündem, elit kadınlar ve elit azınlıklar tarafından belirlenmeye başlandı.
İşte tam da bu noktada sivil toplum kuruluşları devreye giriyor. Kurumsal bağışçılar bu temel parametreleri belirledikten sonra, ırksal ve toplumsal cinsiyet adaletine ilişkin bu kurumsal vizyonla tutarlı bir program ve seçim stratejisi ortaya koymanız gerekir. Kime başvuracaksınız? Sendikalara değil. Her şeyden önce, sendikalar giderek ortadan kayboluyor ve aslında orada olmadıkları için mutlusunuz. Onları etrafınızda istemezsiniz.
Başvuracağınız yapı, ırk ve adalet söylemini kullanan ancak bunu, hitap ettiğiniz banliyö seçmenleri ve yüksek gelirli kesimlerin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde formüle eden kuruluşlardır. İşte bu noktada devreye kâr amacı gütmeyen kuruluşlar girer. Hepsi bundan ibaret.
Sivil toplum kuruluşları bir nevi ayak takımı vazifesi görüyor. Artık sendikalar kapı kapı dolaşıp propaganda kampanyaları yürütemiyor. Cumhuriyetçilerin bu tür faaliyetleri organize eden kiliseleri varken, Demokratlar kime güvenecek? Eskiden sizin için bu ayak işlerini sendikalar üstleniyordu. Ancak artık ortadan kalkmış durumdalar. Şimdi kâr amacı gütmeyen kuruluşlar bir ölçüde devreye girebiliyor, çünkü seçim çalışmalarında size yardımcı olabilecek insan gücüne sahipler. ACORN[ix] (Association of Community Organizations for Reform Now) 1990’larda bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi.
O halde, Demokratlar günlük seçim çalışmalarını yürütmek ve programlarını duyurmak için bu kuruluşlara yöneliyorlar. Bu kuruluşlar ise genellikle Doğu Kıyısı’ndaki liberal sanat kolejlerinden ve Ivy League üniversitelerinden mezun gençlerle dolu. Bu gençler, kurumsal yaşama katılmak istemiyorlar çünkü onu “kötü” olarak görüyorlar. Bunun yerine, “iyilik yapma” anlayışıyla çalışmak istiyorlar.
Üniversite mezunları için kâr amacı gütmeyen kuruluşların tüm cazibesi, sosyal adalet için savaşarak Tanrı’nın işini yaptıklarını düşünmeleridir. Ama en önemlisi, ırkın ve cinsiyetin elit kavramsallaştırması kendi sınıf içgüdüleriyle doğal olarak uyuşuyor. Onlar bu davaya gerçekten inanıyorlar. Ve iyi maaş alan, gerçek inananların sizin için ayak işlerinizi yapmasından daha iyi bir şey yoktur, çünkü onları sürekli denetlemek zorunda kalmazsınız.
Dolayısıyla, kâr amacı gütmeyen kuruluşların karar alıcı konumunda olduğu gibi bir durum söz konusu değildir. Yaptıkları şey, bir açıklıktan faydalanmak ve bunu genişletmeye çalışmaktır. Onların rolünü hiçbir şekilde göz ardı etmek istemiyorum. Bu gerçekten çok önemli. Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, “ilerici siyaset” denen şeye anlatılamayacak kadar zarar vermiştir. Ancak unutmamak gerekir ki onlar sadece, gücün gerçek sahipleri olan kurumsal sermaye sınıfı tarafından kendilerine açılan bir kapıdan geçiyorlar.
Sol, 1960’lardaki görkemli döneminde olduğu gibi, ırksal ve toplumsal cinsiyet adaletini yeniden işçi sınıfı hareketinin ayrılmaz bir parçası haline getirmelidir.
Demokratların bu stratejiyi -en azından- solu bastırmak için büyük bir başarıyla kullandığı ilginç bir noktadayız. Ancak bunun partinin algılanışı ve ezilenler için mücadele etme iradesi üzerinde büyük bir olumsuz etkisi de var. Demokrat Parti’nin uyguladığı biçimiyle kimlik siyasetinin ne kadar gözden düştüğü düşünüldüğünde, solun kimlik siyasetiyle nasıl bir ilişki kurması gerektiği sorusu önem kazanıyor.
Sol, toplumsal tahakkümün her türüne -ister toplumsal cinsiyet ister ırk ister cinsellik çizgisinde olsun- karşı son derece kararlı ve aktif bir şekilde mücadele etmelidir. Ancak bunu, varlıklı kesimlerin çıkarlarının ötesine geçerek, emekçi kesimlerin —ister çalışan kadınlar ister işçi sınıfına mensup azınlıklar olsun— çıkarlarına gerçekten hitap edecek şekilde yapmalıdır.
Sol, bu fırsatı değerlendirerek 1960’lardaki görkemli döneminde olduğu gibi, ırksal ve toplumsal cinsiyet adaletini yeniden işçi sınıfı hareketinin ayrılmaz bir parçası haline getirmelidir. Sol, bu ülkede en büyük mesafeyi ırkçılık ve cinsiyetçilik konusunda milyonlarca azınlık mensubunun ve kadının yaşamını somut biçimde etkilediği o dönemde katetmiştir.
Bernie Sanders gibi isimlerin ve Sara Nelson ve Shawn Fain gibi sendika liderlerinin —özellikle Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın olağanüstü yeniden doğuşunun arkasındaki isimlerin— bu işi zaten yaptığını düşünüyorum. Onlar, bu ülkedeki derin ırksal ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ele almamız gerektiğini söylüyorlar. Ancak bunu yapmanın yolu, yüksek kalitede ucuz konutlar inşa etmekten, sağlık hizmetlerini bir hak haline getirmekten, kötü eğitim ve kötü işlerin beyaz olmayan insanları nesiller boyu yoksulluğa mahkûm ettiği gerçeğini ele almaktan geçiyor. Çıkış yolu da kendimizi temsiliyeti artırmak ve ayrımcılıkla mücadele etmekle sınırlamak değil, daha ziyade işlerin kalitesini ve temel ihtiyaçların erişilebilirliğini ele almaktır.
Bunu yapabilmek için, hareketleri profesyonel sınıfların ve daha genel anlamda elitlerin etkisinden kurtarmamız gerekiyor. Bu durum çok uzun süredir böyle. Bir zamanlar sosyalistler dar elitlerin bu hareketleri ele geçirme girişimlerine küçümseyerek bakarlardı. Benim hayalim, solun bunu yapabilecek ahlaki güveni ve toplumsal ağırlığını tekrardan kazanmasıdır. Bunun gerçekleşmesinin tek yolu, sosyalistlerin akademisyenlerin, siyasetçilerin, kâr amacı gütmeyen kuruluşların sözcülerinin ve medya ünlülerinin yerine Sol’un sesi haline gelmesidir. Bu sosyalistlerin de işçi sınıfından, kadınlardan ve azınlık topluluklarından gelmesi gerekiyor. Çünkü ancak onlar burjuva figürlerine geri adım atmalarına söyleyecek güvene sahip olacaklardır. Bu yeni liderler, uğruna mücadele ettikleri nüfus kesimlerinden gelecektir.
Seçimlerde işçi sınıfı adaylarını desteklemeye devam etmeliyiz. Sendikaları inşa etmeye çalışmaya devam etmeliyiz. Ve onların, bu ırk ve toplumsal cinsiyet eksenindeki talepleri ifade edenler olmalarını sağlamalıyız ki bunlar akademisyenlerden, medya ünlülerinden, siyasetçilerden gelirse, her zaman dar elit amaçlara doğru yönlendirilecektir.
*14 Ocak 2025 tarihinde, Jacobin dergisinin internet sitesinde yayımlanan “Why Elites Love Identity Politics” başlıklı söyleşi metni, Türkçeye Enes Akdağ tarafından tercüme edilmiştir.
[1] Hilary Clinton’un 2016 seçim kampanyası sırasındaki konuşması, kimlik siyasetinin, ekonomik darboğaz ve genişleyen elit sınıfın çıkarlarının çatışmasını nasıl arka plana zorla ötelediğini gözler önüne seriyor. Konuşmasının öne çıkan cümleleri şu şekilde:
“Her şey bir ekonomik teoriyle ilgili değil, değil mi? … Yarın büyük bankaları dağıtsak – ki hak ediyorlarsa, sistemik bir risk oluşturuyorlarsa bunu yaparım — bu ırkçılığı bitirir mi? … Bu cinsiyetçiliği bitirir mi? Bu LGBT topluluğuna yönelik ayrımcılığı sona erdirir mi? Bu insanların göçmenlere karşı daha misafirperver hissetmesini bir gecede sağlar mı?”
[2] Metnin orijinalinde kullanılan tabir, “race-baiting”. Türkçeye “ırk üzerinden kışkırtma” olarak çevirmeyi uygun gördüm. Bu kavram, genellikle ırk temelli korkuları, önyargıları veya öfkeyi kışkırtarak bir grup insanı manipüle etme veya kendi siyasi ya da toplumsal çıkarları için kullanma anlamına geliyor. Donald Trump, özellikle, Harris’in Hint kökenli olduğunu, ancak siyasi amaçlarla kendisini bir siyah Amerikan vatandaşı olarak tanıttığını iddia etmiştir.
[3] New Deal, 1930’ların büyük ekonomik buhranıyla mücadele etmek için Franklin D. Roosevelt’in başkanlığında, Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulamaya konan bir dizi hükümet müdahalesi ve reform programıydı. Bu programlar, genellikle üç aks etrafında şekillenmişti: reform, toparlanma ve yeniden inşa. Ancak, programın bazı kesimler tarafından eleştirilen yönleri de vardı. Özellikle, siyah Amerikalılar ve kadınlar gibi marjinal grupların daha az fayda sağladığı ve programın çoğunlukla beyaz, orta sınıf erkeklere yönelik olduğuna dair tartışmalar mevcuttur. Ayrıca, Roosevelt’in uyguladığı reformların çok uluslu şirketlerin çıkarlarını korumaya yönelik olması, New Deal’in sınıf ve ırk eşitsizliklerine karşı yetersiz kaldığını öne süren eleştirilerle paraleldir.
[4] Türkçeye “Sanayi Örgütleri Kongresi” olarak tercih ettiğim Congress of Industrial Organizations (CIO), 1935 yılında John L. Lewis ve diğer işçi liderleri tarafından, Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (AFL) içindeki bazı grupların ayrılmasıyla kurulan bir Amerikan işçi örgütüdür. CIO, özellikle otomotiv, çelik ve tekstil gibi kitlesel üretim endüstrilerinde işçileri örgütlemeyi amaçladı. 1940’lar boyunca işçi haklarını iyileştirmek için önemli yasaların (örneğin, Adil Çalışma Standartları Yasası) geçmesine yardımcı oldu. 1955’te AFL ile birleşerek AFL-CIO’yu oluşturdu.
[5] Bir şemsiye terim olarak Sivil Haklar Hareketi’nden kasıt, en temel anlamında, 1946-1968 yılları arasında Afrika kökenli Amerikan vatandaşlarının, siyasi, sosyal ve ekonomik alanındaki farklı aktivizm türlerinin bir bütünüdür. Nitekim, hareketin öncülerinden Rosa Parks, kamusal alanda siyah ve kadın olmak deneyimini merkeze alarak sosyal haklar uğruna mücadele verirken; Hristiyan sosyalist hareketi geleneğinden gelen Dr. Martin Luther King, Jr.’ın önderlik ettiği 1963 Büyük Washington yürüyüşü ise temelde ekonomik haklar odaklı bir mücadeledir.
[6] Günümüzde Hristiyan sosyalistleri, ekonomik adalet, yoksullukla mücadele ve çevresel sürdürülebilirlik gibi konuları, Hristiyanlık görevi olarak savunmaktadır.
[7] 15. Anayasa Değişikliği (1870) teorik olarak oy kullanma hakkı tanımış olsa da Oy Hakkı Yasası, okuma yazma testleri, oy kullanma vergileri ve diğer ayrımcı uygulamaların yasaklanmasını ve ayrımcılık geçmişi olan bölgelerde federal denetim getirilmesini içermekteydi. Yasaların önemli hükümlerinden biri olan 5. Bölüm, ayrımcılıkla mücadele geçmişi olan eyaletlerin ve yerel yönetimlerin, oy kullanma yasalarını veya prosedürlerini değiştirmeden önce federal onay almasını zorunlu kılıyordu.
[8] 1971 yılında kurulan ve Amerika Birleşik Devletleri Kongresi’ndeki Afrikalı Amerikalı üyelerden oluşan bir gruptur. Temel odak alanları arasında ırkçılık karşıtı yasalar, ceza adaleti reformu, sağlık, eğitim ve oy hakları yer alır. Genellikle Demokrat Parti ile uyumlu olan CBC, bazen sistemik ırkçılıkla mücadelede etkili olmasına rağmen, eleştiriler de almaktadır. Özellikle, çoğu zaman sınıf, cinsiyet ve diğer kimlik faktörlerini yeterince dikkate almayarak, sadece ırk temelli bir yaklaşım benimsemesi eleştirilmiştir.
[ix] Ancak, ACORN 2009’da ciddi tartışmalar ve kamuoyunda oluşan olumsuz bir algıyla karşılaştı. Bazı çalışanlarının yasa dışı faaliyetlerde bulunduğu iddiaları, organizasyonun faaliyetlerini engelledi ve federal hükümet tarafından fon sağlanması yasaklandı. Bu tartışmaların ardından ACORN, 2010 yılında resmi olarak kapandı.