Emel Memiş ile söyleşi: “Biz kadınlar hep krizdeydik”

COVID-19 Pandemisi, mevcut ekonomik ve siyasal krizleri daha da derinleştirdi. Kriz dönemlerinde kadınların, yoğun olarak istihdam edildikleri sektörlerde ve ev içi emek süreçlerinde yüklerinin daha da arttığı, çeşitli raporlar ve araştırmalar neticesinde ortaya konan tartışmasız bir gerçek. Bu çerçevede, içinden geçtiğimiz kriz döneminin (öncesi ve sonrasıyla) kadınlar açısından ortaya çıkardığı sonuçları, Ankara Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Emel Memiş ile konuştuk.

Tekel Direnişi'nde kadınlar

Meltem & Ekin: Kapitalist üretimin devamlılığını sağlamak adına çeşitli dinamikleri ile birlikte kadın emeğinin oldukça önemli bir yeri var. Bu noktada, ‘üretken emek’ olup olmadığı da farklı yönleriyle tartışılan yeniden üretim kavramı çerçevesinde kadının hem ev içerisindeki hem de emek piyasasındaki pozisyonu sizce nasıl ilişkilendirilmeli?

Emel Memiş: Her gün sabah kalkıp yeniden yaşama başlamak ve kendimizi yenilemek için gerçekleştirdiğimiz faaliyetler yeniden üretime işaret ediyor. Dolayısıyla yeniden üretim, ekonomik sistemlerin ötesinde sadece kapitalist üretimin devamlılığını sağlayan bir üretim değil. İktisadi yaşamın incelenmesinde temel alınmaması büyük bir mesele. Emek, üretken emek ve üretken olmayan emek tartışmalarının kamusal alan ve özel alan ayrımı ile de örtüşen bir tarafı var. Yeniden üretim, piyasaya sunulan, piyasada fiyatı ve değişim değeri olan faaliyetler olmadığı için; üretken olmayan emek olarak tanımlanır.  Piyasanın dışında kalması ve daha çok özel hayata özgü bir sürece ait olduğu düşünülür. Ekonomik yaşamı geniş olarak tanımladığımızda ihtiyaçlarımızı sadece piyasadan karşılamıyoruz. İhtiyaçlarımızı nerede olursa olsun piyasada veya piyasa dışında –piyasa dışı dediğimizde aslında yeniden üretim cephesini kastediyorum- karşılıyoruz. Lakin iktisadi bakış açısı finans ve mal hizmetlerin üretimini esas alıyor ve üreticiler, orada sadece firmalar olarak alınıyor. Hane halkı, bireyler ve bireylerin ev içerisindeki üretimi; üretim olarak görünmüyor. Hane halkının buradaki rolü, tamamen tüketici olarak ve kısıtlı bir yerden tanımlanıyor. Dolayısıyla da yeniden üretimin merkezi ve elzem bir önemi olması ile birlikte, yaşamı, iş gücünü ve toplumsal değerleri yeniden üretiyor. Bununla beraber, yeniden üretim, piyasanın işleyişini ve ortaya konan değerleri de aslında yeniden üreten bir alan. Ama bunun yanında çocuk bakımı, yaşlı bakımı, hane içerisindeki bakıma ihtiyacı olan herkesin yeniden, her gün güne başlamasını sağlayan faaliyetler.

Salgın döneminde de sağlık sektöründeki sağlık emekçileri ve eğitim sektöründeki eğitim emekçileri, yeniden üretim cephesinde karşılıksız olarak yerine getirdiğimiz faaliyetleri piyasa sınırlarının içerisinde görünen; bununla beraber fiyatlandırıldığı, ücretlendirildiği, üretken emek olarak tanımlandığı alanlarda çalışıyorlar. Önemli olduğunu gördüğümüz bu alanların piyasa dışında yapıldığında önemini kaybediyor olması oldukça çelişkili. Aslında bu da piyasa kurallarıyla düşündüğümüz ve değerli olanın sadece piyasada alınıp satılan olması ve değer dediğimiz şeyin piyasa değeri ile sınırlı olduğu varsayımından kaynaklanıyor. Halbuki insanın yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan yeniden üretim bundan bağımsız olması gerekir. Aslına baktığımızda, doğa da karşılıksız olarak yaşamın üretildiği bir yer, piyasada alınıp satılmayan karşılıksız olarak doğa tarafından da sağlanıyor. Finans, metalaşmış mal ve hizmetlerin üretildiği üretim cephesi dediğimiz alan ayakta duruyor ise yeniden üretim ve doğa karşılıksız olarak bu zincirin devamlılığını sağladığı için. Kapitalizm için ayrıca bir önemi var ki bu emek faaliyetlerinin karşılıksız olması, piyasada sunulan emeğin de değerini düşük tutan bir etki yaratıyor. Mesela hane içerisinde veya yaşadığımız komünitede karşılıksız olarak yerine getirdiğimiz faaliyetler, piyasada sunulduğu zaman da bu sektörlerde göreli olarak ücretler daha düşük oluyor ve daha kötü koşullarda çalışıyoruz. Dolayısıyla daha düşük ücretler üzerinden de kâr makasının daha yüksek olmasının, sermaye birikiminin hızlanmasının, karşılıksız emeğin sermaye bakımından da böyle bir rolü söz konusu. Bu durum kapitalizm için de özellikle ücretlerin düşük tutularak, sermaye birikiminin hızlandırıcı mekanizmasına da katkıda bulunmuş oluyor.

İKTİSADIN KARA KUTUSU: HANE İÇİ EMEK

Meltem & Ekin: Bu noktada feminist iktisadın katkısı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ana akım iktisat literatürüne karşı feminist literatür ortaya koyduğu çalışma ve tartışma bütünlüğü ile oldukça önemli ve yeni bir bakış açısı da getiriyor.

Emel Memiş: İktisat alanında ana akım iktisattan ayrı, pek çok eleştirel yaklaşımdan söz edilebilir. Diğer yaklaşımlar da piyasa üzerinden tartışmalar yapıyor. Örneğin, kurumsal yaklaşım üzerinden çalışmalar yaparken iktisatçılar yine hane içi eşitsizliği merkeze alan ve insanın emeğini, yeniden üretimi merkeze alan yaklaşımlar sunmuyor. Feminist eleştiri ve feminist iktisat diğer yaklaşımlardan bu noktada ayrılıyor. Hatta ana-akım iktisadın kendi içerisinde bile hane içine bakıp piyasanın kurallarıyla, piyasa inceleme araçlarıyla hane içini inceleyen yeni bir yaklaşım gelişti: hane ekonomisi. Söz konusu olan, kadınların daha çok karşılaştırılmalı üstünlüğü hane içi faaliyetlerinde, piyasaya çıktığında ve orada emeğini sunduğunda daha düşük bir ücret alması, hatta bunun düşük insan sermayesi olarak nitelendirilmesi. Dolayısıyla insanların evlilik veya çocuk sahibi olma kararlarının amacının fayda  maksimizasyonu metoduyla inceleniyor. Tabi ki, bu da feminist-iktisadın çok uzağında kalıyor. Hane içi, iktisatta bir kara kutu gibi. Hanenin sorumlusu olarak görünen genellikle beyaz ve yardımsever erkektir. Bu kavrayışa göre o kendi faydasını, gelirini arttırdığında aynı zamanda hanesinin de faydasını yükseğe çıkarmış olur ve her şey orada eşit paylaşılabilir. Halbuki tek bir hane tipi olmadığı gibi hane içinde yardımsever sorumlunun olduğu bir durum da söz konusu değil.

Sınıfsal eşitsizlik, gelir eşitsizliği ve her türlü toplumsal-cinsiyet eşitsizliği, onun benzeri göçmen ve diğer yurttaşlar ve hak sahipleri arasından haklara erişim bakımından eşitsizlikler vd. bütün bunlar krizden sonra zaten açıkların derinleştiği alanlar oldu. Demokrasinin bugüne kadar en iyi deneyimlerini gözlemlediğimiz Avrupa ülkelerinde de aksi yönünde değişimler ve gerilemeler başladı. Avrupa’nın göbeğinde Macaristan’da üniversitelerde uygulanan toplumsal cinsiyet programlarının kapatılması, ardından Türkiye’de İstanbul sözleşmesi ile ilgili yapılanların bağlantılı örnekler ve değişimler olduğunu düşünüyorum. Tabi ki, bu yaşananların yalnızca kriz kaynaklı olduğu denemez ama ekonomik krizle birlikte keskinleştiğini söylemek mümkün.

Çok boyutlu bir eşitsizliğin var olduğu hane içi, diğer iktisadi yaklaşımlar tarafından bir bütün olarak kavranıyor ve haneye tüketici rolü atfediliyor. Örneğin, özellikle kriz sonrasında ücretlerdeki düşüş nedeniyle insanlar karşılıksız yeniden üretim cephesiyle sübvanse edilerek yaşıyorlar. O cephede bir meta-dışılaşma gerçekleşiyor. Bugünlerde sağlık vs. gibi bazı sektörler için de meta-dışılaşmayı engelleyelim deniyor ancak orada da bir meta-dışılaşma gerçekleşiyor, herkesin gözü önünde ama piyasa gözlüğüyle görünmüyor. Öte yandan piyasanın sınırlarını çizen de aslında biziz.

Meltem & Ekin: Kriz dönemlerinin kadınlar üzerindeki etkileri düşünüldüğünde, bu etkinin ülkeler ve bölgeler bazında çeşitlilik gösterebildiğini görüyoruz. Söz gelimi, Avrupa’da refah uygulamalarının kısmen de olsa yürürlükte olduğu, devletin sosyal yardım ağlarının görece güçlü olduğu ülkelerde krizin kadınlar üzerindeki etkilerini hafifletici uygulamalar söz konusu olabiliyorken, Türkiye gibi kadınların toplumsal yaşama katılımının sınırlı olduğu ve devletin de bunun aksini sağlayacak toplumsal araçları devreye sokmadığı ülkelerde krizin kadınlar üzerindeki etkileri daha sarsıcı olabiliyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde, 2008 krizinin kadınlar üzerinde yarattığı etkileri, Avrupa’daki ve Türkiye’deki kadınlar açısından karşılaştırmalı olarak ele aldığımızda nasıl bir tablo ile karşılaşıyoruz?

Emel Memiş: Feminist iktisatçılar olarak ekonomiyi yeniden tanımlarken ekonomik krizleri de aslında yeniden üretim krizi olarak tanımlıyoruz. Döviz krizi, tüketim azlığı veya fazlası yine düşük/aşırı yatırım sonucu ortaya çıkan krizler ve bunların yanında parasal kriz de yeniden üretimle ve doğa ile birlikte artık katlanılmaz hale geliyor. Karşılıksız olarak sistem kendini sürdüremiyor, dolayısıyla bunların hepsi aslında bir yeniden üretim krizi olarak görülüyor. Ekonomik krizlerden söz ediyorsak eğer; elbette, ülkenin durduğu yeri ve oradaki ekonomik rejimin uyguladığı sosyal politika, sosyal refah rejimi veya özellikle son dönemde üzerinde durduğumuz bakım rejimini de dikkate almamız gerekiyor.

Kadınlar homojen ve tek bir sınıf halinde olmadığı için tüm sınıf ve diğer kategorik ayrımları kesen bir analiz gerektiriyor. Tabii ki tüm kadınlar olarak ortak sorunlarımız var ama bazı sorunlarda ortaklaşamıyoruz. Yoksul hanelerde yaşayan kadınların karşılaştığı sorunlar bambaşka; göçmen, ücretsiz aile işçisi, tarım sektöründe ve kayıt dışı çalışmak durumunda kalanlar bambaşka sorunlar yaşıyor. İktisadi kriz dönemlerinde, o şokla karşılaştığınız anda hangi sandalyeyi doldurduğunuz önemli bir mesele. Dahası bazıları uzun süreli işsiz konumunda yıllarca iş arıyor, ki uzun süreli işsizlik hususunda kadınların yoğunlukta olduğunu görüyoruz. Krizle karşılaştığınız noktada, sizi vurduğu anda nerede olduğunuza bağlı olarak; farklı şekillerde etkileniyoruz.

Doç. Dr. Emel Memiş

Bir kere son dönemde, söylediğin gibi, çok uzun süredir, hala etkileri devam eden 2008 krizi içerisinde yeniden toparlanmanın yaşanmadığı dönemlerdeyiz. Zaten biz kadınlar hep krizdeydik, o ayrı bir mesele. Özellikle Türkiye’de, kadın işsizliği erkek işsizliği ile karşılaştırıldığında bu durum oldukça açık görünürken, gelişmiş dediğimiz Batı ülkeleri de 2008’den sonra toparlanma sürecine bir türlü girememişlerdi. Bunlara rağmen, Avrupa ülkeleri ve Finlandiya, Yeni Zelanda, Kuzey Avrupa ülkeleri sosyal refah devleti uygulamalarının bir örneği olan İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra karar verilen sözleşmeleri ve  verdikleri taahhütleri çok sağlam bir şekilde  uygulamaya devam ettiler. “O ülkelerin başkanları, yöneticileri kadın olduğu için salgında çok daha iyi yönetti” düşüncesinden ziyade; zaten o ülkelerin aslında uzun süredir kurguladıkları sistem, sosyal koruma sistemleri vs. hak temelli eşitlik politikalarını uygulama biçimleriydi, kadınlar da o konumlara gelebildi. Ekonomik yaşama katılım ile siyasi yaşama katılım birbirini besleyen, kimi zaman ise birbirine ket vuran ve bunun sonucundaki açmazları derinleştiren unsurlar.  Türkiye ise ekonomik gelişmişlik bakımından kendine benzer ülkelerden de farklı bir noktada.

Ayrıca her ülke kendi kaynaklarıyla bir çözüm bulmaya çalışırken uluslararası kuruluşların izledikleri politikalar ile birlikte siyasette otoriterleşme, milliyetçi akımların yükselişi, aslında ekonomik krizle birlikte değerlendirilmeli. Sınıfsal eşitsizlik, gelir eşitsizliği ve her türlü toplumsal-cinsiyet eşitsizliği, onun benzeri göçmen ve diğer yurttaşlar ve hak sahipleri arasından haklara erişim bakımından eşitsizlikler vd. bütün bunlar krizden sonra zaten açıkların derinleştiği alanlar oldu. Demokrasinin bugüne kadar en iyi deneyimlerini gözlemlediğimiz Avrupa ülkelerinde de aksi yönünde değişimler ve gerilemeler başladı. Avrupa’nın göbeğinde Macaristan’da üniversitelerde uygulanan toplumsal cinsiyet programlarının kapatılması, ardından Türkiye’de İstanbul sözleşmesi ile ilgili yapılanların bağlantılı örnekler ve değişimler olduğunu düşünüyorum. Tabi ki, bu yaşananların yalnızca kriz kaynaklı olduğu denemez ama ekonomik krizle birlikte keskinleştiğini söylemek mümkün.

Sosyal refah rejimi çok sınırlı olan Amerika’yı kapitalizmin en gelişkin örneklerinden biri olarak ele alabiliriz. Uzun dönemde serbest piyasanın zafer çığlığı attığı Amerika’da kriz dönemlerinde sağlık, virüs ve pandemi gibi tehditlere karşı ne denli kırılgan bir sistem olduğunu gördük. Başarılı ülkeler de aslında, tam tersine, devletin ve sosyal refah sistemlerinin güçlü olduğu hatta dönüşümler sonucu kırıntıları kalmış olsa dahi olsa varlığını sürdürdüğü ülkeler.

Meltem & Ekin: Kesinlikle katılıyorum. Kadının emek piyasasına dahil oluşu da kapitalizm ve patriyarka arasında çetrefilli bir mesele. Daha açık ifade etmek gerekirse uzlaşı halinde olan kapitalizm ve patriyarkanın, kadının emek piyasasına girmesi dahilinde çelişkili bir ilişkiye dönüştüğü de gözlemleniyor. 

Emel Memiş: Heidi Hartmann’ın makalesinde geçer bu ifade, eski olmasına rağmen her daim gündemde olan çok da iyi açıklayan bir makaledir. Kapitalizm ve patriyarkanın birebir uyumlu olduğu durumlar kadınlar için sorunlu sonuçlar doğurabiliyor. Bir yandan sermayenin hızlı birikimi için ucuz işgücü havuzuna ihtiyaç duyuluyor. Sanayileşme sonucunda ilk önce tabii ki kadınlar dışarıda kaldılar. Köyden kente göç ettiler. Orada “evinin kadını” olmak üst bir statü algısı da var. Bugün ise piyasada özgürce emeğini sunmak üst bir statü ancak söylediğinde haklısın işgücüne katılıyor olmak istihdamda yer almak kadını güçlendiriyor mu güçlendirmiyor mu bu çok önemli bir tartışma.

Meltem & Ekin: Haziran ayında textum için Deniz Sönmez ile yazdığımız ‘Korona Günlerinde Kadın Emeği’ başlıklı yazıda pandemi sürecinin 2008’den beri var olan kriz ortamını daha da derinleştirdiğini ifade etmeye çalıştık. 2008 krizi başlangıçta otomotiv-inşaat gibi sektörleri etkilerken, krizin sonraki aşamalarında hizmet sektörünü etkiledi. Bugün pandemi süreci ile birlikte yaşadığımız kriz ise, sizin de bahsettiğiniz gibi, ağırlıklı olarak kadınların istihdam edildiği hizmet sektörünü vuruyor. Sizin bu konu hakkında görüşleriniz neler? Krizin süreklilik halinde olduğunu düşünüyor musunuz yoksa belli noktalarda kopmalar olduğunu söyleyebilir misiniz?

Emel Memiş: Avrupa’da patriyarkanın tamamen kırıldığını ileri süren düşünceler ortaya atılmıştı. Kadınlar iş gücüne katılıp, istihdamda yer aldıkları zaman, hane içerisindeki eşitsizliklerin yok olduğu varsayıldı. Öte yandan özel patriyarka ortadan kalkmış olsa bile kamusal patriyarka hala gücünü sürdürüyor deniyordu. Çünkü kamusal alanda, işgücü piyasasında veya onun dışındaki kamusal alanda hala politikaların bu anlamda eşitsizlikleri yansıttığını hatta ürettiğini söylüyorlardı. Mesela bu pandemi dönemi ile hiç tahmin etmediğimiz Kuzey-Avrupa ülkelerinde bile ev içi şiddette gözlemlenen artış ile özel patriyarkanın da ortadan kalkmadığını söyleyebiliriz.

Türkiye’de de patriyarka var olduğu koşullar içerisinde yeniden güçlenerek kendini yeniliyor ve kurguluyor. Dolayısıyla kapitalizm ve patriyarka ilişkisi de böyle. Krizlerin kendisi kapitalizmin olmazsa olmazı, sistem içerisinde de eşitsizlikler, katmanlaşma olmadan sistem kendini yürütemiyor. Dolayısıyla kriz döneminde sistem bu defa yeni bir çatışmaya kadar kurduğu katmanlar üzerinden devam ediyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri de pandemi öncesinde var olan fay hattının derinleştiği alanlardan biri. Pandemi sürecindeki eşitsizliklerin görmezden gelinmesi, önlemlerin yetersizliği ve sorunu düzeltecek araçların olmaması neticesinde eşitsizliklerin derinleşmesinden başka bir yöne gidiş olmuyor ne yazık ki. Batı-Avrupa ülkelerinde yaşananlar bu durumun örneklerinden. Sağlık krizlerinde de iktisadi krizlerde olduğu gibi istisnasız olarak kırılgan bir yapı ile karşı karşıyayız. Örnek vermek gerekirse eğer kayıt dışı çalışıyorsanız, sosyal-sağlık sigorta güvenceniz yoksa sizin krizlere karşı kalkanınız güçsüzleşiyor. İktisadi- ekonomik ve sosyal politikaları bu türden kırılganlıkları engelleyecek biçimde kurgulamak ancak kamusal olarak eşitsizliklerin varlığı mesele edildiğinde mümkün olabilir. Tüm bağlantıları değerlendirmek gerekir. Örneğin eğer ev içi şiddete maruz kalıyorsanız, eğitim hakkınıza erişemiyorsunuz, eğitim hakkınıza erişemediğiniz gibi ekonomik yaşama katılımınız engelleniyor. Ekonomik yaşamınız gerilediğinde siyasi yaşama katılamıyorsunuz. Siyasi yaşamda olmadığınız takdirde de sizi duyan olmuyor. Politika üretenler kendilerini gücü kendi ellerinde tutmak için politika üretiyor.

Pandeminin kendine has özellikleri elbette var ama 2008 krizinde mesela servet eşitsizliğinin bu denli artması, gelir eşitsizliğinin yükselmesi, finansal köklerinin yanında orada bir siyasi kriz vardı. Öncesinde Fed’in Amerika ekonomisine güveni 2001’de ikiz kulelerin saldırı sonrası yeniden sağlama çabası ile uyguladığı genişletici para arzı politikaları gelir eşitsizliğinin artmasına da sebep oldu. 2008 krizinin etkilerinden ise hala tam toparlanmış değiliz. 1929’dan sonra büyük bunalım diyorduk. Fakat şimdi tüm dünyada ekonominin, piyasanın durduğu bir durum yaşandı.  Ulusal sınırlar içinde ulusal kaynaklarla sınırlı ve kapalı kalınması gibi kendine özgü özellikleri tabii ki var. Üretim zincirleri kırılıyor örneğin tarım sektörü açısından da gıda sektörü bakımından da büyük riskler ortaya çıktı.

YIKILAN ‘MODERN KADIN’ İLLÜZYONU

Meltem & Ekin: Ezgi Başaran’ın Gazete Duvar için Prof. Dr. Deniz Kandiyoti ile yaptığı söyleşide, Deniz  Kandiyoti ‘salgın modern kadın illüzyonunu yıktı’ ifadesini kullandı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce modern kadın, kentteki kadın veya kırsaldaki kadın gibi ayrımlar yapabilir miyiz yoksa günün sonunda bu kadınların sorunları arasında da benzerlikler söz konusudur diyebilir miyiz?

Emel Memiş: Pandemi sürecinin bir faydası da karşılaşmadığımız belki dinleme fırsatı bulamadığımız kişilere ulaşmak oldu, bahsettiğin yazıyı hem okudum hem de Deniz hocanın katıldığı bir webinarı dinledim. Çok önemli çok güzel bir yazıydı. İlk okuduğumda illüzyon demesine biraz alınmış olabilirim. Söylemek istediğini anlıyorum. Modern kadının farkındalık duvarına çarpması anlamında bir illüzyondan söz ediyor hoca. İstihdamda yer alan kadın hane içerisindeki eşitsiz yük dağılımını öteki kadınlarla paylaşıyor ve bu sayede kendini patriyarkal tahakkümden kurtulduğu algısına kapılıyor. Oysa öteki kadınların emeği sayesinde yaşadığının bir illüzyon olduğunun farkında değildi. Evdeki erkekle iş yükünü eşit bir şekilde paylaşmadığını o zaman gözlemleyemiyordu. İllüzyondan söz ederken Batı ile Türkiye’yi de karşılaştırarak  Batı ülkelerinde bakım emeğinin aslında çok yüksek ücretlerle elde edildiğini, buna karşılık Türkiye’de ise birçok kadının geniş aile ilişkileri sayesinde bu emeği kolaylıkla karşılayabildiğini ifade ediyor hoca. Fakat bu o kadar kolay bir illüzyon değildi. Türkiye’de birçok kadın dişiyle tırnağıyla bu gücü elde ediyor. Her şeye rağmen çalışacağım diyor. Kolay bir şey mi, kayınvalideyle veya kendi annenle, geniş aile fertleriyle belki de sadece çocuklarına baktığı için birlikte yaşama durumunda olmak. Türkiye koşulları incelendiğinde illüzyonun farkında olmama yanında bana göre katlanma durumu da var. Türkiye’de koşulları kendimiz yaratmaya çalışmıştık ve bir anda aslında sorunu köklerinden çözmeden mümkün olmadığını da gördük.

Meltem & Ekin: Aslında patriyarkanın Batı’daki gelişim seyri ile bizim coğrafyamızda gelişim seyrinin farklı oluşu  günümüzde de hissediliyor. Batılı devletlerde ‘kreş hakkı’ gibi verilen hakların Türkiye’de yer bulamaması da oldukça etkiliyor.

Emel Memiş: Yapılan araştırmalara bakıldığında; 2009 yılında en büyük sorunlardan biri bu hizmetlerinin arzının da çok kısıtlı olduğu ve düşük talebin ardında bakım hizmetlerine erişimin pahalı olması gibi nedenler var. Girişimciler bu sektörü karlı bulmuyorlar, kamu tarafından daha önce sunulan bakım hizmetleri de yok edildi. Sosyal koruma sistemin yetmediği durumda bakım ihtiyacına geniş aile fertlerinden aileyle çözüm bularak, o kişilere müteşekkir kalarak buluyorsunuz. Aynı zamanda siz de o bakımı sağlayan kadını sömürerek sisteme karşılıksız emek katıyorsunuz. Avrupa’da bakım hizmetinin yüksek ücretli olması bakım hizmetini satın alan kadının da piyasada ücretinin daha yüksek olduğunu gösteriyor. Türkiye’de kadın piyasaya katıldığında, bakım hizmetini aldığı takdirde o hizmete ödeyeceğinden daha düşük bir ücretle yaşayacağını biliyor. Kadın emeğinin evde değersiz görülmesi piyasada cinsiyete dayalı ücret açıklarını, eşitsizliğini getiriyor.

İsviçre’de, pandemiye rağmen göçmen emeğinin engellenemeyeceği ve sınırlarını kapatamayacaklarını belirten açıklamalar yapıldı. “Sağlık hizmeti veren bize bakan onlar ve hatta onlara çok yüksek ücretler veriyoruz” söylemi ile de karşılaştık. Orada erkekler de bakım hizmetinde çok bulunuyorlar. Aslında bu sektörün kadın işi olarak görülmesi de düşük ücretin önemli bir nedeni. Baktığınızda kadın yoğun sektörlerde cinsiyete dayalı ücret açığı da yüksek düzeyde, yumurta tavuk -tavuk yumurta gibi bir durum oluyor aslında.

Meltem &  Ekin: Güvencesiz ve kayıt dışı emekten söz ederken akla ilk gelen kadın emeği oluyor. Ev İşçileri Dayanışma Sendikası yayımladığı raporda, ev işçisi kadınların sigortadan yararlanamadıklarını ve sosyal güvenceden yoksun olduklarını belirtti. Bu dönemde Türkiye’de ve dünyada izlenen politikaları kısaca nasıl özetleyebiliriz?

Emel Memiş: Bu ekonomik istikrar kalkanı paketinde alınan mali önlemler arasında kısa çalışma ödeneği geldi. İşten çıkarmalara, ücretli izne ya da ücretsiz izne ayrılma durumuna veya kısa çalışma ödeneğinden faydalanma kriterleri kadın emeğine has özellikleri görmezden gelecek şekilde düzenlenmiş durumda. Örneğin deniyor ki; bir işçinin kısa çalışma ödeneğinden faydalanması için 3 yıl içerisinde 450 gün SGK primi ödemiş olması hatta başvuruyorsa başvurudan önceki 60 gün çalışmış olması gerekiyor. Bu aslında kayıt dışı işçileri dışarıda bırakmak anlamına geliyor ki kadınlarda kayıt dışı istihdam oranı %42 kentlerde daha düşük %20 civarında. Türkiye geneline bakıldığında bu oran azımsanamayacak kadar yüksek. Yoksulluk nedeniyle sunulan gelir desteği, sosyal yardım desteği gibi paketlerden yararlanmak için de Aile Sosyal Hizmet ve Çalışma bakanlığının uyguladığı yardımlar için gerekli kriterleri sağlıyor olmanız ve sisteme kayıtlı olmanız lazım. Bu koşulları sağlayamıyorsanız, bu aynı zamanda sizin haneniz için de gelir kaybına yol açıyor. Yoksulluk oranlarına bakıldığında, bu oran kadınlarda daha yüksektir ki kadın yoksulluğuna sadece kafa sayarak bakmak çok problemli; çünkü yoksulluk sınırının üstünde gelir sağlayan bir hanede de yoksul kadın olabilir öyle değil mi?

8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nden bir kare
Fotoğraf: Çiğdem Üçüncü / Nar Photos

KADIN HAREKETİ DENEYİM BİRİKTİREREK İLERLEDİ

Meltem & Ekin: Neoliberal muhafazakarlığın etkisini arttırdığı bir dönemde, geçtiğimiz yıllarda dünyada ve Türkiye’de geniş yankı uyandıran kadın eylemlerine tanıklık ettik. Neoliberal muhafazakarlığın gölgesinde bu kadar büyük eylemlerin olması aynı zamanda hareketin de ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Ev içi dinamiklerin yeniden değiştiği, kamusal alan ve özel alan tartışmalarının yeniden gündeme geldiği günümüzde siz süreci nasıl okuyorsunuz?

Emel Memiş: Tabii ki bugün geldiğimiz noktada geçmişten bugüne küresel kadın hareketinin kazanımları çok çok önemli. Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz evet fakat artık sınıfı gerçekten tek hiyerarşik katman olarak tanımlayamıyorum. Safları sık bir sınıfsal mücadele ya da emek hareketi var ise dünyanın herhangi bir yerinde kadın hareketi bu mücadeleyi sekteye uğratmadı aksine destekledi bence bugün de öncülük ediyor. Kadınların mücadelesinde inanılmaz bir enternasyonal dayanışma, iş birliği görmekteyiz. Sadece kadınlar değil LGBTİ+ bireyler ve her türlü renk, ırkçı ayrımcılığa karşı kitleler daha kolay bir araya gelebiliyor. Pandemi dönemi sonrası gelinen noktada sınıfsal mücadelede de kadınların sorunlarını tartışmanın ne kadar önemli olduğunu; görmezden gelmek liderleri de, yöneticileri de bizim de parçası olduğumuz bu düzenin ne denli yanlış bir yerde olduğunun görmemek anlamına geldiğini düşünüyorum. Ek olarak kadın hareketinin güçlü mücadelesi birilerinin zemin kaybetmelerine sebep olacak. Bu mücadele bu güçle devam ederse yeni kazanımlar da elde edilebileceğini düşünüyorum. Bu tabii benim çok iyimser yorumum olabilir.

Meltem & Ekin: Bu dönemlerde her türlü olanağı kendilerini meşru göstermek adına kullandıkları için ben görece karamsar bir yerden değerlendiriyorum. İyice eve kapandığımız bir süreçte, bir araya gelemediğimiz dolayısıyla toplumsal muhalefetin bir güç biriktiremediği bir dönemde, mecliste gündem edilen istismarı aklayan yasalar ile de birlikte kadınlar açısından sert geçeceği görüşündeyim. Sanırım siz de krizin derinleşeceğini ve bunun sosyal haklara olumsuz yansımaları olacağını belirtmiştiniz.

Emel Memiş: Doğru mücadele ettiğimiz statükocu taraftan gelen rüzgâr da daha keskin olacak. Kaybettiğini fark edince, pasta küçülmeye başlayınca diğerinin payından almaya çalışacak. Kadın hareketi geldiği noktada fazlaca deneyim biriktirdi. Tüm dünyada da ortaklaştığımız sorun alanları genişledi. Batılı feministler bambaşka bir noktadaydı. Mücadele alanları çok daha batıya özgüydü tabii pek çok temel sorunları çözmüş oldukları varsayımı vrdı ve önlerinde kalan belki daha az yaygın diyebileceğimi engellerle uğraşıyorlardı. Fakat aslına bakıldığında, Batı-Batı olmayan, Güney-Kuzey ülke ayrımının yok olduğunu ve kadın mücadelesinde ortaklaşabilecek bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Ne kadar otoriterleşiyor olsa da ülkeler diğer tarafta da çok güçlü  daha güçlü, özgürlükçü, eşitlikçi anlayış da hızla yükselecektir.  Göçmenlerle, farklı sebeplerle ezilenlerle de bir araya gelerek daha da güçleneceğiz. Son zamanlarda hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde erkekler hane içi emekten söz etmeye başladı, köşe yazılarında bile görmeye başladık. Ev işlerinin ne kadar zor olduğunu yazmaya başladılar.

Tabii kadınlar olarak kendi aramızda ortaklaşacağımız alanları da artırmamız lazım. Bunun çok önemli bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Güçten pay alan, siyasi-ekonomik ve öteki kadınların meselelerini kendine dert etmeyen kadınlar, güçlü olduklarını hisseden kadınlar için halen bir illüzyon durumunun var olduğu söylenebilir.

********

Söyleşinin düzenlenme aşamasındaki katkılarından dolayı  Hazal Göçmen’e teşekkür ederiz.