Bilmeyenler için kısaca açığa alınma sürecinizi anlatır mısınız? Neyle suçlanıyorsunuz?
Sibel: Bizler ODTÜ Sosyoloji ve Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümlerinde görevli iken geçtiğimiz hafta açığa alınan iki araştırma görevlisiyiz. Açığa alınmamız ile ilgili bize bildirilen bir gerekçe yok. 5 gündür biz de bu soruya cevap almak için Rektörlük önünde nöbetteyiz. Ben o yüzden bizim cevaplarımızdan bahsedeceğim. Bundan yaklaşık 9 ay önce, 10 Eylül’de, Mehmet de ben de ev baskınlarıyla gözaltına alındık. Beş gün boyunca TEM’de kaldıktan sonra savcılık bizi tutuklama talebiyle hâkimliğe sevk etti ve adli kontrolle salıverildik. O zaman dosyada kısıtlama kararı olduğu için neyle suçlandığımızı biz bile tam öğrenememiştik ama ardından hâkim karşısına çıkarıldığımızda bir gizli tanık beyanı olduğunu söylediler. İddianameye bakılırsa bizi tanımadığını da söyleyen bu gizli tanık, eylem yapmak amacıyla okula öğrenci soktuğumuzu iddia ediyordu. Bu gözaltı sürecinden sonra bu soruşturma nisan ayında davaya dönüştü. İkimize de terör örgütü üyeliğinden yargılandığımız ayrı birer dava açıldı. Savcının hazırladığı iddianamede de sadece gizli tanık ifadesi var. Ama savcı bizim gözaltına alınma sürecimizden sonra bizi sahiplenen Twitter hesaplarının ya da örgütlerin bizi sahiplenme açıklamalarını da gözaltı için gerekçe olarak göstermiş.
Siz gözaltına alındıktan sonra yapılan açıklamaları, sizin gözaltına alınmanızın bir gerekçesi olarak mı gösteriyor?
Sibel: Evet, yapılan bu açıklamaları da gerekçe olarak gösteriyor. Kanunu, yasayı bir şekilde kendileri için kullanmaları, üstelik bunu bu kadar hoyratça yapabiliyor olmaları, bir kılıf giydirmek zorunda bile hissetmemeleri artık sık karşılaştığımız bir durum zaten. Örneğin, biz bu süreç içerisinde, bağlı bulunduğumuz birimler üzerinden yurtdışı ve yurtiçi görevlendirme talebinde bulunmuştuk. Ben saha çalışmamı tekrarlamak için nisan ayında, Mehmet de kendi araştırması için daha erken bir zamanda başvuruda bulundu. Bu taleplerimize Rektörlük makamından ‘uygun görülmemiştir’ şeklinde cevaplar aldık ikimiz de. Bize hiçbir gerekçe sunmadan, sadece uygun görülmemiştir yazısı geldi. Ben bilgi edinme hakkımı kullanarak bunun gerekçesini talep ettim. Rektörlük, bu dilekçemle ilgili yanıtı açığa alındığım gün gönderdi.
Açığa alınacağınız o zamandan belliymiş yani?
Sibel: Evet. Süreç öyle işledi, bizim tahminimiz de zaten o yöndeydi. Mardin’de başka bir kongre için görevlendirme talebim de yine Rektörlük makamınca benzer bir yaklaşımla, herhangi bir gerekçe sunulmadan reddedildi. 9 Haziran’da açığa alınacağıma ilişkin bir talep olduğu için görevlendirmenin uygun olmadığını söylemişler. Devamında ikimiz de aynı gün, 14 Haziran’da, bağlı bulunduğumuz Sosyal Bilimler Enstitüsü sekreterliği tarafından arandık. Bana “tebliğ edilmesi gereken bir şey”, Mehmet’e de kapalı bir zarf olduğu söylendi. Bana sadece “‘Bir şey’ var ve bunu enstitü müdürü size tebliğ edecek, uygun bir zamanınızı söyleyin” dendi. Ben de yaklaşık bir saat içerisinde gidip tebliği aldım. Enstitü müdürü, bizim idari amirimiz pozisyonunda olan kişi, sürece dair hiçbir bilgiye sahip değildi ben gittiğimde. Kendisinin de şaşkın olduğunu söyledi hatta. Bana verdikleri belgede hiçbir imza bulunmuyor, hiçbir hitap yok. Sadece açığa alındığıma dair bir metin var. Başka hiçbir özlük hakkı ya da sorumluluklardan bahsedilmeden, doğrudan maaşın üçte ikisinin yatacağına dair bir ibare bulunuyordu evrakta. Bu evrakı almaya gittiğimde Mehmet’in dosyası da orada açık bir şekilde duruyordu. Yani kapalı bir zarf olarak değil. Onun da aynı şekilde açığa alındığını orada öğrendim.
Mehmet: Sibel’in söylediklerini tekrar etme pahasına da olsa, bir şeyi yeniden belirtmek istiyorum. Süreci özetlemeyeceğim ama belki toparlamak için. Bizim hikâyemizin akıl almaz bir polisiye, adli ve idari yönü var; bir de politik ve ekonomi-politik bir yönü. Polisiye, adli ve idari kısmında elle tutulur, ciddiye alınır hiçbir dayanağı olmayan bir iddia ve yakın dönemde nasıl istismar edildiğini bildiğimiz gizli tanık kurumu aracılığıyla dolaşıma sokulan bir iftira var. Tüm bunlar bizim önce soruşturulmamıza, sonra da ‘silahlı terör örgütü üyeliği’ iddiasıyla arada herhangi bir illiyet bağı olmamasına rağmen yargılanmamıza, en nihayetinde de bu ceza davası gerekçe gösterilerek açığa alınmamıza neden oldu… Yani önce gerekçe yaratıldı, sonra bu pespaye gerekçeyle açığa alındık. Söylediğim gibi, bunlar meselenin polisiye, adli ve idari kısmı.
Ya politik ve ekonomi-politik tarafı?
Mehmet: Az evvel sözünü ettiğim polisiye, adli ve idari yönün yanı sıra, bunu mümkün kılan, kolluğun, adli makamların, bütün bunlardan bağımsız ve özerk bir biçimde hareket etmesi gereken üniversite gibi bir kurumun yöneticilerinin bu kadar keyfi davranabilmesini mümkün kılan politik, ama o politik zemini de oluşturan ekonomi-politik bir zemin bu. ODTÜ bileşenlerinin 20 Haziran’da Rektörlük önünde yaptığı açıklamanın ilk cümlesi ‘otoriter zorbalık’ diye başlıyordu. Bu, kasıtla ve isabetle seçilmiş bir ifadeydi. Otoriterlikten kastımız, sadece ODTÜ yönetiminin bizi açığa almak ya da benzer uygulamalarla üniversite bileşenlerine şiddet uygulamak biçimindeki uygulamaları değil, bir yönetim zihniyeti. Zorbalık kısmı da, mobbing diye bilinen, sistematik olarak devam eden ve otoriterliğin karakteri olan yönetme stratejisine gönderme yapıyordu. İşin politik kısmı böyle, yani tek başına ne yaptığını bilmez, hukuk tanımaz bir ODTÜ yönetiminin değil; bizzat bunun üzerine kurulu yönetim stratejisinin üniversitelerdeki idari bir yansıması olduğunu düşünüyoruz. Buna bağlı onlarca vaka var.
Bu yönetim stratejisi son iki haftada pek çok üniversitedeki uygulamada da görüldü. Kıbrıs Kampüsünden Yonca Hocanın başına gelenler örneğin…
Mehmet: ODTÜ Kıbrıs Kampüsünden Doç. Dr. Yonca Özdemir hocamızın işine, az önce bahsettiğim otoriter yönetim zihniyetinin ekonomi-politik göstergelerinden biri olan ‘performans kriterleri’ gerekçe gösterilerek, üstelik bu performans kriterlerini fazlasıyla karşılıyor olmasına rağmen, dahası oldukça prestijli bir başarı ödülüne de layık görülmüş olmasına rağmen, mevcut rektör yardımcılarından Mehmet Zeyrek’in imzasıyla son verildi. Yonca Hoca tek örnek değil, yine Kıbrıs Kampüsü’nden Öğretim Görevlisi Serhat Selışık’ın sözleşmesi de benzer bir gerekçeyle sonlandırıldı. Kıbrıs Kampüsü tek örnek değil. Yakın zamanda ODTÜ Matematik Bölümünden yabancı uyruklu bir öğretim üyesi, üstelik senelerdir ODTÜ’de çalışan ve emekliliği yaklaşmış olan hocamız Eduard Emelyanov’un da sözleşmesi yenilenmemek yoluyla ODTÜ ile ilişiği kesildi. Buna bağlı olarak Türkiye’deki ikameti çalışma iznine tabi olduğu için, bugün itibariyle ülkeyi terk etmesi gerekiyordu. Dava açtığını ve yürütmeyi durdurma kararı verildiğini biliyoruz ama hukuki süreç çoğu zaman bizzat cezaya dönüşüyor. Bu örnekte de uygulanan idari işlemle ilgili yürütmeyi durdurma kararı verildi, muhtemelen hocamız davayı da kazanacak ama bir kere yurtdışına çıkmış olacak. Yıllarca yaşadığı ülkeden ayrılmak durumunda kalmış olacak. Fiilen bir ceza olarak işliyor bu süreç.
Onur Yürüyüşü ve Devrim Yürüyüşünde yaşananlar da bu zorbalığın bir parçası olarak düşünülebilir mi?
Mehmet: Otoriter zorbalık dediğimiz yönetme zihniyeti, sadece eğitim ve bilim emekçilerini hedef almıyor, bizzat öğrencileri de hedef alıyor. Müfredatın yapılandırılmasından üniversitelerdeki söz hakkına kadar, bizzat özerklik mekanizmalarının sakatlanması yoluyla, öğrencilerin katılım mekanizmalarının engellenmesi yoluyla zorbalığını devam ettiriyor. En yakın iki örnek… Birincisi; ODTÜ personelinin, çalışanlarının ve öğrencilerinin tüm çabalarına rağmen Rektörlük’ün hoyratça hedef göstermesi sonucu Onur Yürüyüşü’nün bir şiddet gösterisine dönüşmesi. Biraz gölgede kalan, ama oldukça önemli bir diğer örnek de Devrim Yürüyüşü sırasında yürüyen, Devrim Yürüyüşü’nde kendi politik kimlikleriyle var olmak isteyen öğrencilerin, yine polisiye tedbirlerle, kolluğun otoriter zorbalık oyunundaki rolünü oynaması yoluyla gözaltına alınmaları oldu. Hem Devrim Yürüyüşü sonrasında gözaltına alınan arkadaşlarımız hem Onur Yürüyüşü’nü düzenleyen ve o sırada gözaltına alınan ya da şiddete uğrayan arkadaşlarımız şimdi buradalar, yanımızdalar. Biz açıklamamızda Yonca Hocaya gönderme yapmıştık. Bunu özellikle söylüyorum çünkü şimdi Sibel ve benim yaşadığımız yalnızca bizim hikâyemiz değil, hikâyemiz ortak. Bütün üniversite bileşenleriyle ortak. ODTÜ kampüsü ile de sınırlı değil. Herkes zorbalığın sopasından payına düşeni alıyor. En bilindik örneği Boğaziçi. Boğaziçi Üniversitesinde dört eğitim ve bilim emekçisi, kişisel verilerin korunması ile ilgili bir hak ihlalini deşifre ettikleri için tıpkı bizler gibi açığa alındılar.
Sibel: Ben kısa bir ekleme yapayım. Mehmet’in dediği gibi, o keyfîliğin altında aslında gerçek anlamda politik bir zemin var. Biz de bunu vurgularken yalnızca iş bilmezliklerinden değil aynı zamanda o keyfîliği yapabilecek bir politik zeminleri olduğundan bahsediyoruz. Açığa almak o anlamda hep vardı. KHK ile ihraç, Barış için Akademisyenler ve darbe teşebbüsü sonrasında iktidarın bu süreci yürütme şekliydi. Burada da biraz yalnızlaştırıp diğerlerinden izole ederek yargılama söz konusu… Örneğin, ikimizin de davasını ayırdılar. Bu şekilde biraz av mantığıyla, yani grubu parçalayıp yalnız kalanları oradan çekip çıkararak kullanabilecekleri bir sopa hâline geldi bu davalar. Daha önce de uygulanmamış değil ama şu an için sanırım onu bir araç olarak kullanmaya başlayacaklarını görüyoruz. Boğaziçi’nde olanlar da, Nişantaşı Üniversitesinde araştırma görevlisi arkadaşlarımıza ciddi ithamlarda bulunup onların üzerine yürüyen idareci de aynı sürecin bir parçası. ODTÜ’de de çok benzer şeyler yaşandı. Onur Yürüyüşü’nden bahsetti Mehmet. Onur Yürüyüşü’nde biz öğrencileri korumak isteyen akademisyenler olarak araya girdiğimizde emniyet amirinin şunu dediğini duyduk: “Ben yarım saat önce Rektörün odasındaydım, birlikte sizi izliyorduk.” Bizim Rektör ile görüşmemiz bile bu kadar kolay olamazken, emniyet amirleri odasında konaklıyor. Bir soruşturmadan dahi haberdar edilmeden açığa alma taktiği ODTÜ tarihinde muhtemelen ilk ama dediğim gibi, o sopa her zaman farklı şekillerde ortaya çıkarıldı. Bu her zaman vardı. İsmail Beşikçi’ler, 1402’likler vardı bu ülkede, Pınar Selek’ler var, Nuriye Gülmen’ler, Barışın akademisyenleri… Şu an adını hatırlayamadığım bir sürü eğitim ve bilim emekçisi iktidarın bu sopalarıyla yüz yüze geldi. Hepsine selam olsun! İsmail Beşikçi örneğini hep veriyorum. Onun savunmalarının kitaplaştırıldığı bir çalışma var, dört ciltten oluşuyor. Beşikçi’nin yargılaması da tıpkı bizimkisi gibi bir ihbar üzerine başlıyor, aynı şekilde açığa alınıyor, soruşturma davaya dönüşüyor… Biz şu ana kadar ilk ciltte 180. sayfaya kadar gelebildik. Umarım bizimki de onunki gibi dört cilt olmayacak.
İsmail Beşikçi örneğini hep veriyorum. Onun savunmalarının kitaplaştırıldığı bir çalışma var, dört ciltten oluşuyor. Beşikçi’nin yargılaması da tıpkı bizimkisi gibi bir ihbar üzerine başlıyor, aynı şekilde açığa alınıyor, soruşturma davaya dönüşüyor… Biz şu ana kadar ilk ciltte 180. sayfaya kadar gelebildik. Umarım bizimki de onunki gibi dört cilt olmayacak.
Sibel bir miktar tarihsel arka plana da değinerek Beşikçi’ye kadar gitti ama şu ana dek konuştuklarımız son birkaç ayda, hatta ağırlıkla son iki haftada yaşananlar. Bir adım daha geri atıp son 20 yıla baksak da tablo pek değişmiyor sanki, ne dersiniz? Bu defa bir siyaset bilimci ve bir sosyolog olarak soralım size, AKP’nin üniversiteyle derdi ne?
Mehmet: Geleneksel olarak Türk sağının, ve onun neoliberal formunun, en önemli fobilerinden biri üniversite. Kurum olarak üniversite, mekân olarak üniversite, öğrencisiyle üniversite, emekçisiyle, bilim üreteniyle ve üretim nesnesi olan bilgiyle üniversite… Sağın, ama onun neoliberal formunun önemli fobilerinden biri bu. Bu fobinin Türkiye’de hedef aldığı kurum çeşitli vesilelerle ODTÜ oldu. Nitekim AKP döneminde ODTÜ, türlü vakıada bir umut mekânına, bütün muhalefetin sahiplendiği bir sembolik mekâna da dönüştü. Bir hikâye anlatacağım, oradan soruya bağlayacağım. 2015 yılında, Ankara’dan Malatya’ya tren yolculuğu yapıyordum. Sivas’ı geçmiştik; Sivas-Malatya arası bir yerde, dağların arasında ilerliyoruz. Saat sabaha karşı 4, gün daha yeni ışıyor. Tren sallandıkça ha bire uyanıyoruz. Aynı trende yolculuk yaptığımız iki sıra önümdeki bir yolcu bu sarsıntılardan birinde uykusundan sıçrayarak aynı şu şekilde uyandı: “ODTÜ’lüler, hep bu ODTÜ’lüler yapıyor.” Abartmıyorum, bir şey anlatmak için bunu bahane etmiyorum, tam olarak böyle oldu. Bunla alay da etmiyorum çünkü biz sosyal bilimciyiz, tam olarak anlamaya çalıştığımız şey bu: Sıradan bir insan neden memleketin en başarılı kurumlarından birine yönelik böyle bir korku, böyle bir fobi geliştirir? Nedenini anlattım, Türk sağının geleneksel fobilerinden biri bu. Dolayısıyla Türk sağının fobilerine, neoliberal akla ve bu aklın ‘sakıncalı’ bulduğu ‘hassas’ meselelere temas etmek zaten muhtelif şiddete maruz kalmanın hep gerekçesiydi. AKP döneminde bu, aslında görünenden çok daha sistematik bir şekilde devam etti. Üniversite sayılarının çoğalmasından üniversitenin içinin boşalmasına, öğrenci profilini belirleyen düzenlemelere dek…
Sibel: Bir parantez açayım. Mehmet’in anlattığı sürecin en sembolik isimlerinden biri de Sabahattin Zaim Üniversitesinin Rektör Yardımcısıydı. “Ben cahil halkın ferasetine güveniyorum” demişti bir konuşmasında, tam da üniversite üzerine tartışmalar yapılırken. Türk sağının bu fobisi aynı zamanda bir aydın nefretine de dönüştürüldü. Sesini çıkaran, edindiği bilgiyi açıkça söyleme cesaretini gösteren insanlara böyle bir sopa daha da net gösterildi. Önceden kılıf içerisindeydi ama şimdi o kılıfa da ihtiyaç duyulmuyor.
Mehmet: Üniversite neyin çalışılabileceğini belirlediği kadar kimin neyi çalışabileceğini de belirlemeye kalkıyor. Bu bakımdan Sabahattin Zaim çok isabetli bir isim oldu. Oya Sencerlerin ya da onun da öncesinde sınıf çalışanların akademiden dışlandığı dönemde, Sabahattin Zaim de bir çalışma ilişkileri akademisyenidir. Bordrolardan girip bilmem nelerden bir endüstri tarihi, bir anaakım çalışma ilişkileri tarihi yazımına girişmiştir, ama o tarihin öznesi olan sınıf yoktur mesela Sabahattin Zaim’in yazınında. Dolayısıyla onun adı üniversitelere verilebilir, ama eğer mesela Beşikçi isen ve göçer Kürtlerle birlikte çadır çadır dolaşıp onun antropolojisini yapmaya çalışırsan, hayatını bu meseleleri anlamaya vakfedersen, başka bir hikayen olur.
Memlekete özgü, yerli ve milli ne varsa, akademiye yönelik yerli ve milli hassasiyetlerle kesiştiren neoliberal akıl, AKP bünyesinde adım adım ve muhtelif biçimde otoriter zorbalığı üniversitenin, kampüslerin üzerinden eksik etmedi. Bunun en şiddetli görünümlerini hâlâ devam eden OHAL koşullarında yaşadık, KHK ihraçları bunun en önemli göstergesidir. Öncesinde de üniversitedeki tasfiyenin adımları atılmaktaydı ve biz bu düzeydeki bir tasfiyeyi zaten bekliyorduk. OHAL ya da 15 Temmuz bunun için sadece ve sadece çok elverişli bir zemin yarattı, çok elverişli bir bahane oldu. Ama neoliberal aklın yerli ve milli formunun zaten niyeti akademideki bu tasfiyeyi gerçekleştirmekti.
Peki, bu neoliberal akılla, en azından üniversite bağlamında veya daha genel bir veçhede, nasıl mücadele edeceğiz?
Mehmet: Ben on yıldır ODTÜ’deyim. Bu on yılda ODTÜ’nün bana en büyük katkısı, kazandırdığı bakış açısı oldu. Ama kastettiğim düşünsel değil, görsel-fiziksel bir perspektif. Şimdi, konum bildiriyorum: ODTÜ Rektörlüğü önündeyiz ve yüzümüz Çukurambar’a dönük. Lisansüstü derslerimizin tamamını aldığımız seminer odaları da Çukurambar’ı görüyordu. O dersliklerde Türkiye’nin toplumsal, siyasal ve ekonomik dönüşümünü konu edinen derslere girdik. Ama aynı zamanda o pencereden gördüğümüz Çukurambar’dan Beştepe’ye uzanan panaromik manzara, derslerdeki tartışmaları kat kat inşa edilen mimaride, hoyratça biçilen ODTÜ ormanında, el değiştiren medya tekellerinde, inşa edilen sarayda cisimleştirdi. On sene önceki Çukurambar ile şimdi baktığımızda gördüğümüz Çukurambar arasında çok büyük bir fark var. Ben bu dönüşümün, bir bütün olarak Türkiye’deki dönüşümü çok iyi temsil ettiğini düşünüyorum. Kendi hikâyemizi ve kendi hikâyemize benzer hikâyelerin yaşandığı mekânları da temsil ettiğini düşünüyorum. Şimdi bakıyoruz, bir sürü çok katlı bina var. Kamu kurumları ya da özel binalar. Kamu kurumlarının ya da özel binaların üst-orta katlarında çalışanlar da bizzat bizim hikâyemizi yaşıyorlar. Kamu kurumlarında çalışanlar da güvencesiz olarak, gitgide daha da güvencesizleşerek çalışıyorlar. Plazalarda “beyaz yakalı” sıfatıyla çalışanlar da güvencesiz olarak çalışıyor. Kampüsün sınırlarını aşan, memleketin sınırlarını aşan bir hikâye var burada. Karakteri güvencesizleşme, ya da farklı literatürlerden söylersek, işçileşme, sınıfa doğru polarizasyon… Dolayısıyla aklım, en azından benim aklım, bir alternatif önermeye yetmez, ama hikâyemizin kimlerle ortak olduğuna işaret ediyor bu anlattığım. Kampüsün sınırlarını aşan, memleketin sınırlarını aşan, güvencesizlikte kesişen bir sınıf konumunu anlatan ortak bir hikâyenin birkaç sayfası da işte burada cereyan ediyor.
Sibel: Kırılganlaşmanın, güvencesizleşmenin aslında görüngüleri var. Örneğin, geçen hafta Kürt gazetecileri tutukladılar, Fetihtepe’de insanlar evlerinden ediliyor, çevreci örgütler HES’lere karşı bir mücadele veriyor, yine köylüler aynı şekilde… Yani aslında bizim bu otoriter zorbalık dediğimiz şey sadece akademinin üzerinde değil, Türkiye’de herhangi bir yurttaşın üzerinde sopasını sallandırmaya devam ediyor. Buradan ancak, ortaklaşarak bir şey çıkarılabilir. Çünkü en nihayetinde o sallanan sopa aslında farklı görüngülerle hepimize gösterilmiş oluyor. Mehmet’in dediği gibi, burada bizi açığa alıyor ama özel sektörde de başka bahanelerle işine son veriyor ya da bununla tehdit ediyor. Bizi açlıkla terbiye etmeye çalışıyorlar ama biz şerbetliyiz, ilk defa yaptıkları bir şey değil; sadece bize yaptıkları bir şey de değil. Yıllardır üstlendiğimiz bir tarih var ve aslında biz burada bir sembol olmak da istemiyoruz. Yani evet, açığa alınanlar olarak belki bu anlamda küçük de olsa bir sembolleşme durumu var ama direnişimizin anonimleşmesini istiyoruz; ve bunun için de o anonimliği gerçek anlamda herkese çağrı yaparak kurmak istiyoruz, çünkü hikâyemiz ortak. “Anlatılan hepimizin hikâyesi.”
Üniversitelerde tekil de olsa önemli direniş pratikleri de var. Söz gelimi, Boğaziçi Üniversitesinde atanmış rektöre karşı akademisyenlerin başlattığı eylem 500 günü aşkın bir süredir devam ediyor…
Mehmet: Defalarca bulunduğumuz yerden refleksif tepkiler verdik, çok güçlü tepkiler verdik. Hani dedim ya, AKP iktidarı sistematik bir politika çerçevesinde müdahalelerini devam ettirdi, diye. Akademi içindeki muhalefetin buna dönük tepkileri genellikle refleksifti. Çok güçlü refleksler verdi; buradan çıkan refleksler memlekete yayıldı. ODTÜ’nün sembol olması bunun en iyi örneklerinden biri. Ama süreklileştirme konusunda, bunu bir alternatife, politikaya ve umuda dönüştürmek konusunda çok başarılı olamadık. Yakın zamanda bir Boğaziçi öğrencisinin tweet’ini gördüm, benim duygularıma çok iyi tercüman olmuştu. Şöyle diyordu mealen: “Hocalarımızla dalga geçiyorduk, ‘he he Rektörlük önünde bekleyerek rektörden kurtulacaklarını zannediyorlar’ diye. Biz dağıldık, ama beş yüz gündür hocalarımız duruyor.” Boğaziçi öğrencileri de çok güzel direndiler, çok güçlü direndiler, ama güçlerini zamana yayamadılar. Boğaziçi direnişinin en önemli yanı bence itirazı sistematik olarak devam ettirebilmesi. Darısı başımıza.
Herkes umutlu olmaktan bahsediyor; ama umut olmaktan, yani bir alternatif olmak için örgütlü bir iradeden ne yazık ki söz edemiyoruz. Mesela Boğaziçi’nde beş yüz gündür direnen hocalarımız sadece umutlu değiller, bizzat umutlar. Oraya bakan umutlanıyor. Biz umutlu olmak söyleminin ötesinde bizzat umut olmak gerektiğini düşünüyoruz.
Siz de 20 Haziran itibariyle ODTÜ Rektörlüğü önünde bir direnişe başladınız. Ne talep ediyorsunuz? Sendikanın, öğrencilerin, ODTÜ’lülerin ilgisi nasıl?
Sibel: Sendikamız Eğitim-Sen başından itibaren yanımızda. Bununla ilgili adımlar da attı. Onun dışında Öğretim Elemanları Derneği ve ODTÜ Mezunları Derneği de sürecin takipçisi… Yine öğrencilerimiz, ODTÜ öğrencileri sürekli bu süreci takip ettiler, en başından itibaren. Bizim açığa alındığımız gün, yani bize bildirilen gün, aslında ODTÜ öğrencilerinin rektörlük önünde nefrete ve şiddete karşı bir araya geldiği gündü. Devamında da bizim bu süreç başlamış oldu… Pazartesi günü itibariyle burada bir nöbet eylemine başlamış olduk. Sendikamız Rektörlükle bir görüşme talebinde bulundu. Cevap gelene kadar, görüşme gerçekleşene kadar burada olduğumuzu söyledik. Tabii bu görüşme çok formal bir yerde kalırsa, içeriksiz olursa bizim de direnişimizin formu ona göre değişecektir. Şu an biz neyle suçlandığımızı, disiplin soruşturmasının neyle ilgili olduğunu dahi bilmiyoruz ve bunun üzerinden açığa alındığımız için Rektörlük’ten bir izah bekliyoruz.
Son olarak, buradaki nöbetiniz boyunca yanınızda taşıdığınız kitaplara değinelim… Direnişin her gününe ayrı bir kitapla geliyorsunuz. İlk gün Ernst Bloch’un Umut İlkesi vardı elinizde, sonraki gün Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’u ve Yaşar Kemal’in İnce Memed’i geldi… Tercihler kasıtlı mı? Nasıl bir anlamı var bu kitapların?
Sibel: Buna Mehmet başlasın, dün objektiflere o yakalanmıştı elinde Umut İlkesi ile. (Gülüyor)
Fotoğraflarda senin elinde görülüyor. (Gülüyoruz)
Mehmet: Kasıtlıydı. Bir sembolümüz olsun istedik, daha doğrusu aklıma geldi bir kitapla gelmek. İlk gün Umut İlkesi ile geldik. Herkes umutlu olmaktan bahsediyor; ama umut olmaktan, yani bir alternatif olmak için örgütlü bir iradeden ne yazık ki söz edemiyoruz. Mesela Boğaziçi’nde beş yüz gündür direnen hocalarımız sadece umutlu değiller, bizzat umutlar. Oraya bakan umutlanıyor. Biz umutlu olmak söyleminin ötesinde bizzat umut olmak gerektiğini düşünüyoruz. Bunun en güçlü belgesinin de Ernst Bloch’un Umut İlkesi olduğunu düşündüğüm için Umut İlkesi’yle geldik. Aslında bugün ikinci ciltle gelecektim ama, biraz devrimci acelecilik diyelim, Marx’ın ‘katı olan her şey buharlaşıyor’ ifadesine gönderme yapan, o ünlü anekdotu kitap adı olarak seçen Berman’ın kitabıyla, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor‘la geldik bugün. Bu defa biraz bağlamından kopartarak, yani bir an önce bu otoriterlik buharlaşsın ve yok olsun, demeye…
Sibel: İnce Memed de aslında benim aklıma benzer bir gerekçeyle geldi: umut olma, bizzat umudun kendisi olma… İnce Memed bende hep o duyguyu yaratmıştır. Çok yakın arkadaşlarımın ihraç edildiği, üniversitelerden atıldığı dönemlerde elimdeydi Memed’in hikayesi. Şimdi tekrar bir gözden geçireyim, tekrar bakayım istedim. O anlamda İnce Memed umudun kendisi aslında benim için, biraz da öyle bir sembolik değeri var. Abdi Ağalara ezelden bir hıncımız, kinimiz mevcut. Onu düşünerek aldık. Böyle her güne bir kitap şeklinde devam etmeyi de düşünüyoruz.
Mehmet: Hikâyenin sonunu da anlatalım mı?
Haydi bakalım, gelsin spoiler.
Mehmet: Spoiler veriyoruz ama heyecanı kaçmayacak. Biz umutluyuz, umut olmaya çalışacağız. Bütün bunlara rağmen daha fazla mücadele etmemiz gerekirse bir dahaki sefere Edward Said’i getireceğiz ama kitabını değil, taşını.