Horgörü öğünü

Geçtiğimiz günlerde Twitter gündemini abes bir tartışma işgal etti: “Eve temizliğe gelen gündelikçiye yemek verilmeli mi?” Abesliği bir yana bırakılırsa, memleketin sınıfsal-kültürel yarıklarına güçlü bir ışık tutuyordu bu tartışma: gündelikçi ile işvereni “özgürce” girdikleri düşünülen bir pazarlıkta eşitleyerek “aralarındaki sözleşme neyse o” diyenler bir yanda, açıkça “verilmez” diyenler ile “performansına bağlı” diyenler öbür yanda... Bu neoliberal cüretkârlığın ve dobralığın yanında bir tutum daha vardı ki o, belki de daha örtük ve sinsi bir “aşağılama” ile “yemek verilmeli” diyenlerin diline sirayet ediyordu. Mehmet Mutlu bu yazıda, yoksulun maruz kaldığı, iyilik ve cömertlik tınısıyla dillendirilen işte bu şiddet söylemine işaret ediyor.

Charles Clyde Ebbets'ın Lunch Atop a Skyscraper [Bir Gökdelen Tepesinde Öğle Yemeği] başlıklı tablosunun bir yeniden uyarlaması.

“bakma öyle kibir kibir ağbeyim
bakma öyle horgörük”

İnsan Pazarı, Hasan Hüseyin Korkmazgil

Popüler çevrimiçi ortamlarda tuhaf ve ilginç bir tartışma döndü: Temizliğe gelen kadına öğle yemeği verilir mi?

Aklı gündemin kenarındaki bu tartışmaya takılan ve bu yüzden öfkelenenlerden biri de benim. Hissettiklerimi anlamlandırmaya çalışırken not ettiklerimi, biraz öfkem dışıma çıksın biraz da tartışma “timeline”ların maymun iştahlı oburluğuyla tırtıklanıp çöpe gitmesin diye paylaşmak istiyorum.

Başlamadan önce birkaç hatırlatma yapma zorunluluğu hissediyorum: Öncelikle yeni bir şey söylemek, dahası söylenmiş olanların hepsini bilmek ve aktarmak iddiasında değilim. Elbette sınıf yazınında ve feminist yazında daha fazlası söylenmiştir. Üstelik “orta sınıf” bir erkek olarak, bir fırın ekmek yesem dahi anlayamayacaklarım ve haddime olmayanlar mutlaka vardır. Bunları herhangi bir ima ya da “ama” olmadan kabul ederek başlıyorum.

Ayrıca, açık ya da örtük biçimlerde “verilmez” diyenlere kızgınım ancak bu yazıda onlara diyecek pek sözüm yok.

Burada daha çok, yüksek sesle “verilir” diyenlerin iyilik ve cömertlik tınısıyla dillendirdiği şiddet söylemlerinin altını çizmeye çalışacağım.

Sofrada sınıf karşılaşması

Söz konusu tartışmada, sınıf karşılaşmasına giden yol “bir tabak yemek”ten geçiyor. Sofrayı donatan söylemler ise buram buram kibir kokuyor.

Masanın bir tarafında, lafı eğip bükmeden “O kadar para veriyorum, üstüne bir de yemek mi vereceğim!” diyenler var. Sırtını “performans” ya da “istihdam biçimine” bağlı gerekçelere yaslayarak “Duruma göre verilir” diyenleri de eklersek, sayıları hiç de az değil.

Öte tarafta ise çok sayıda yüce gönüllü(!) paylaşım “eli öpülesi”, “cefakâr” ve “emekçi” kadınların da canı olduğunu, “onlar”ın da “insan” olduğunu hatırlatarak “elbette” verilmesi gerektiğini söylüyor. Bu saflarda olup iyilik ve cömertlikte sınır tanımayanlar ise yemek vermek ne kelime, “birlikte oturup” yediklerini, dahası çay ve “hatta kahve bile” içip “sohbet dahi” ettiklerini söylüyor.

Tadımlıklardan anlaşılacağı üzere, masada horgörünün her çeşnisi mevcut.

Dikkatimi en çok çeken ise kırmızı top biber ile çikolatanın şaşırtıcı uyumu, yani aynı yağda bir güzel kavrulan “verilmez” ve “verilir”lerin damaklarda bıraktığı ortak tat. Bir başka deyişle, toplumun farklı sınıfsal, siyasal, kültürel ve cinsiyete dayalı mutfaklarına özgü hissetme yapılarının, aynı söylemin şişine dizilerek yatay kesilmesi.

Cömertlik soslu “güler yüzlü şiddet”

Benzer bir dertle yazdığım başka bir yazıda[1] yoksulluğu “başka tanımlarının yanı sıra, merhamet tınısıyla seslendirilen şiddet yüklü sorulara maruz bırakılmak” biçiminde tanımlamıştım.

Bu tanımı söz konusu bağlama uyarlarsak, “aşağıda” olmak, başka tanımlarının yanı sıra, sadece kendisine “bir kap yemek bile çok görülen” değil, aynı zamanda kendisine iyilik ve cömertlikle “ikram”da bulunulan olmaktır.

Tartışmanın başlamasına vesile olan tweet zincirinde yazar, ücretli ev emekçisi olarak çalışan annesine “buzdolabı senin” diyen, ancak dolapta bir şey olmadığı halde yemek sağlamayan “kibar ve güler yüzlü” işverenin tutumunu “güler yüzlü şiddet” olarak tanımlıyordu.[2] Tartışmaya “elbette verilir” cephesinden katılanlar, birçok örnekte güler yüzlü şiddeti iyilik ve cömertlik soslarına bulayarak yeniden masaya koyuyor.

“Aileden biri…”

Hayali akrabalık ilişkisi,[3] horgörü sofrasının epeyce bayatlamış ama vazgeçilemeyen lezzetlerinden bir diğeri: Hem zaten “abla” senelerdir geliyor, “aileden oldu artık”, “kardeş gibi”ler.

Kanımca, bu maternalist (kimi zaman da paternalist) anlatı, isterse “tatlı dille” söylensin, kıssasındaki vurgu “kardeş”e değil, esasen “gibi”yedir. Dolayısıyla “aileden biri” olmak yatay bir yakınlıktan ziyade dikey bir mesafe kurar.[4]

“Türk örf ve adetlerine göre…”

Söz konusu tartışmanın pek öne çıkmasa da dikkat çekici bulduğum bir diğer kategorisi, “elbette verilir” yanıtlarıyla kesişen “yerli ve milli” söylemler: “Türk olduğunuzu unutmayın oğlum”, “Biz Türklerde misafir, tanrı misafiridir”, “Türk dediğin kendi yemez yedirir”, “Türk örf ve adetlerine göre tabiki verilir”.

Bunları alıntılayarak milliyetçilik aromasıyla tatlandırılmaya çalışılan hamasetin kaba eleştirisini yapmak niyetinde değilim. Daha çok, buradan yola çıkarak memleketin anlam haritasında “gündelikçi”, “temizlikçi kadın” ya da “hizmetçi” imgesinin adreslerine göz atmaya çalışıyorum.

Kısaca söylemek gerekirse, halk anlatılarından çağdaş edebiyata, Yeşilçam melodramlarından Netflix yapımlarına kadar birçok kültürel metinde bu figürle karşılaşılır. Ancak “yemeyip yedirilen tanrı misafiri” olarak değil, daha çok tehlikeli ve güvenilmez bulunan, aşağılanan, tiksinilen ve bunlarla aynı anda arzulanan yahut romantize edilen olarak.[5]

Türk masallarında sıkça karşımıza çıkan “bir dudağı yerde bir dudağı gökte çirkin zenci (ya da Çingene) köle kadın” da gözünü tahta dikmiş hırslı cariye de tehlikeli sınıf temsillerinden sayılabilir. “Ayın on dördü gibi parlayan” müstakbel prensesi türlü hile ve büyüyle kuşa ya da ceylana çevirdikleri yetmez gibi bir de kalbini söküp yemek derdindedirler. Masaldan beyaz perdeye geçersek, örneğin Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı’nda patronun köpeğini şüphesiz “komünistler zehirlemiştir” ama “içeriden biri” yani evde çalışanlar da mutlaka yardım etmiş olmalıdır.

Arzu nesnesi olma bahsinde ise, dipnotlardaki çalışmalarda anılan çok sayıda örneğin yanı sıra, yakın zamanda çokça tartışılan Bir Başkadır’da Sinan’ın evinde çalıştırdığı Meryem’i arzulaması ya da Emin Alper’in Kız Kardeşler’inde besleme olarak verildiği evin erkeği tarafından hamile bırakılan (ve “kendimi evin hanımı sandım” diyen) Reyhan’ın hikâyesi hatırlanabilir.

“O dediğin masallarda ya da Netflix yapımlarında olur” diyeceklere ise Mevlânâ (etli pide salonu değil, mutasavvıf olan) menüsünden “şehveti çok, hırsı fazla” halayık hikâyesini tavsiye ederim.

Özetle, horgörü öğününde çiğnenen hemen her argüman, memleketin farklı lezzet duraklarında pişirilmiş olsalar da “yukarıdakiler” ile “aşağıdakiler” arasındaki, aşağılamadan romantize etmeye kadar çeşitlenen, hatta çoğu zaman aynı tabakta servis edilen ilişki biçimlerini ortaya karışık olarak sunmakta.


[1] “Kardeşimiz” Hasan, “üzülüyor musun?”, Gazete Duvar, 18 Ocak 2020

[2] Bu satırları yazarken okuduğum “Bir kuru para..” başlıklı yazısında Aksu Bora hoca bu ilişki biçimini temassızlığın şiddeti olarak kavramsallaştırıyor. Yazı elbette daha fazlasını söylüyor, ilgilenenler mutlaka altını üstünü çizerek okumalı.

[3] Sibel Kalaycıoğlu ve Helga Rittersberger-Tılıç hocalar, Evlerimizdeki Gündelikçi Kadınlar – Cömert “abla”ların Sadık “hanım”ları başlıklı kitapları ile İş İlişkilerine Kadınca Bir Bakış: Ev Hizmetinde Çalışan Kadınlar başlıklı makalelerinde tam da bu ilişkiye dikkat çekiyor ve bunu hayali akrabalık olarak kavramsallaştırıyorlardı. Gül Özyeğin’in Başkalarının Kiri – Kapıcılar, Gündelikçiler ve Kadınlık Halleri ile Aksu Bora’nın Kadınların Sınıfı – Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası kitaplarını da burada ayrıca anma gereği duyuyorum.

[4] Necmi Erdoğan’ın Gündelikçi Kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair Aşağı Sınıflar, Yüksek Tahayyüller başlıklı yazısında işaret ettiği üzere, bir yandan “bu aşağılayıcı ilişkiyi yaşanabilir kılmaya dönüktür” ancak öte yandan da “kapatmaya çalıştığı yarayı yeniden açmakta ve ‘ilk şiddet’i yeniden telaffuz etmektedir.”

[5] Bu figürün temsil ettikleri konusunda, ama esasen liberal ve muhafazakâr entelektüellerin anlam dünyasındaki yeri için, Necmi Erdoğan’ın yukarıda andığım yazısının yanı sıra Entelektüel ve (Gündelikçi) ‘Kadın’ başlıklı yazısına da bakılabilir.