//

İş’in ötesinde: Ücretli emek ve toplumsal dönüşüm

“Teknoloji, İş ve Toplum” dosyamız için bir araya gelen editörlerimiz, dosyada yer alan çalışmaların bir şekilde temas ettiği emek, ücretli emek, güvencesizlik ve esneklik, kapitalist işin günümüzdeki görünümleri ve bunun toplumsal yansımalarına dair çok temel meselelere farklı hatlardan yaklaşımlar sunmaya çalışıyor. Kübra Altaytaş’ın sorularını yanıtlayan Mutafa Çağlar Atmaca ve Burak Ceylan, bu tartışma ile okuru dosya hazırlık çalışmalarına dâhil ediyor, tartışmaya davet ediyor.

İllüstrasyon: Tim Zeltner

textum uzun süredir iş, çalışma ve istihdam, işsizlik, işin dönüşümü gibi konularda üretim yapıyor. Şimdi de iş kavramını doğrudan odağına alan bir dosya ile beraberiz. İşi sizin için bu kadar merkezî bir tartışma olgusu yapan nedir? İş kavramını anlamak için nasıl bir çerçeve önerirsiniz?

Mustafa Çağlar Atmaca: Tür olarak insan kendisini, dış dünya ile sürekli bir etkileşim halinde bulundurarak gerçekleştiriyor. Bu etkileşim aynı zamanda insanın hayatta kalma mücadelesinde varoluşsal bir çabaya işaret ediyor, Spinozacı anlamda conatus diyelim. Bu çabanın bir parçası olarak, insan dünyayı anlamaya ve kendisine uygun bir şekilde dönüştürmeye çalışıyor. Bu noktada, insan ile dış dünya arasındaki köprüyü kuran unsur ise emek. Emek, dünyayı dönüştürdüğümüz ve bu dönüşümün sonrasında onun da bizi dönüştürdüğü o sonsuz döngünün esas motoru ve başlatıcısı. Tarih boyunca emek, belirli üretim biçimlerinde farklı şekiller ve içerikler alıyor. Kapitalist üretim ilişkileri altında, dünyayla kurduğumuz ilişki ücretli emek olarak karşımıza çıkıyor ve biz bu olguya iş adını veriyoruz. Altını çizmek gerekirse, iş ile emek arasındaki fark tam olarak ücret kısmında yatıyor: Emek, yaşamımızı ve kendimizi dönüştürdüğümüz insani faaliyetler olarak tanımlanabilirken iş, emekten farklı bir kavram ve kapitalizmin işleyişinde sessiz bir zor mekanizmasına denk düşüyor; çünkü insanların emek gücünü satma zorunluluğu, kapitalizmin temel işleyişinin bir parçası. İnsanın biyolojik bedenini, sosyal olarak kendisini ve toplumsal yapısını yeniden üretebilmesi için para kazanması gerekiyor. O halde, Spinozacı bir perspektiften bakıldığında conatus, kapitalist üretim koşullarında İş kavramıyla el ele yürümek zorunda kalan bir hale dönüşüyor çünkü insanın içinde doğuştan gelen, kendisini var etme, hayatta kalma ve kendini koruma arzusu olarak conatus, onu piyasada emek gücünü satmak zorunda bırakan bir toplumsallıkta ete kemiğe bürünüyor. Bu zorunluluk mekanizması, yani büyük harfli İş, insan varoluşunu ve toplumsallığını yeniden üreten bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Burak Ceylan: Ben de bu noktada Marx’ın ayak izlerini takip ederek şöyle bir ekleme yapabilirim. Marx’a göre, insanlar kendi fikirlerini kurgulayan ve sonrasında bu fikirleri uygulayan varlıklar. Emek süreci, bu anlamda özgürleştirici. Ancak kapitalist sistemde, emeğe içkin olan bir fikri şekillendirmek ve sonrasında o fikri cisimleştirmek, modern İş kavramında yönetim ve uygulama olarak birbirinden tamamen ayrılıyor. Kapitalist gelişmenin ilk aşamalarında, küçük ustalar sermayedara dönüşüyor ve artık iş sürecinde çalışmamaya başlıyorlar. Bu aşamada iş süreci, hâlâ ücretli işçilerin kontrolünde. İşçiler mesleklerinin sahibi kalıyor ve sermayedarlar doğrudan iş sürecini belirleyemiyor. Ustalar sermayedar olarak, elbette kendilerine kişisel bir otorite sağlıyor ama bu durum, iş sürecine içkin değil çünkü işçiler, işin fikirsel ve uygulama kısımlarına hâkim. Bu durumda sermayeye yalnızca “biçimsel” olarak tabi olmaları söz konusu. İşçilerin işten çıkarılmakla tehdit edildiği nokta ise işin bizatihi kendisinin, sermayeye tabi kılınmasının en kritik tarihsel eşiklerinden biri. Talebin artması ve sermayenin yoğunlaşması, her bir üretim sürecinin birbirinden ayrılmasına yol açıyor. Bu durumda üretim süreci, alt görevlere ayrılarak yeniden dizayn ediliyor. İş süreci karmaşıklaştıkça ortaya çıkan iş bölümü ve uzmanlaşma, sermayedarın formel zor uygulanmasına olanak tanıyor. Bu formel zorlama, sermayenin üretim sürecini “gerçek” anlamda ele geçirmesinin de yolunu açan unsur. İşçilerin sınırlı bir görev aralığında uzmanlaştırılması sonucu iş sürecindeki bireysel kontrol yok ediliyor. Düşüncesel kararlar ve uygulama süreçleri de artık üretim sürecinin genelinden ayrı, birer alt göreve dönüşüyor. Günümüzde ortaya çıkan bu her bir alt göreve, iş adını veriyoruz.

Her ikinizin yapmış olduğu tanımda da ortak bir nokta olarak, zor, zorlama, zorunluluk gibi ifadeler bir şekilde tekrar ediliyor.

Mustafa Çağlar Atmaca: Evet, zor, zorlama, zorunluluk gibi kavramlar İş’i kavrayabilmemiz için kilit niteliğinde. Bu tartışmayı Antik Yunan’a kadar götürebiliriz. Antik Yunan’daki sınıf ilişkileri hakkındaki tartışmalara doğrudan girmeden kabaca söylersek, toplumun genel anlamda siyasete (yani yönetime) katılabilen mülk sahibi erkekler ve katılamayanlar olmak üzere, zorunluluktan özgürleşmiş olanlar ve zorunluluk alanına hapsedilmiş olanlar şeklinde ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Kadınlar, çocuklar ve köleler, siyasete katılamayanlar olarak -adeta birinci gruptakiler yönetimsel işleri eyleyebilsin diye- toplumun bütün angarya görülen işlerini yapmak zorunda kalmışlardı, ki tam da bu sayede diğerleri, bu işlerle “zaman” kaybetmek zorunda değildi. Feodal toplum da benzer şekilde düzenlenmişti. Siyaset yapma yetkisi, genellikle toprak sahibi olan küçük bir soylular veya aristokrasi grubuyla sınırlıydı. Köylüler, serfler ve diğer sıradan emekçi insanların siyaseten ne yetkisi ne de zamanı vardı çünkü toplumun işleyişi için çalışmak zorundalardı. Günümüz toplumunda bu düzenin içeriği değişmiş olsa da biçiminin benzer bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. Hem Antik Yunan’da mülk sahibi erkeklerin, hem günümüzdeki sermaye sahiplerinin angarya görülen işleri yapanlardan farkı, bu ayrıcalıklı grupların hayatlarının sonuna kadar çalışmama özgürlüğüne sahip olabilmesi. Öte yandan, hayatı zorunlulukla damgalanmış insanlar var. Bu insanlar, en nihayetinde hem bedensel hem de toplumsal var oluşlarını sürdürebilmek için çalışmak zorundalar. Bu anlamda Fredric Lordon’dan ödünç alarak söylersem, iş dediğimiz şey, işçilerin kendi yaşamları veya emeklerinin ürünleri üzerinde neredeyse hiçbir kontrole sahip olmadıkları ölçüde, ücretli köleliktir. Hâlâ aynı soru etrafında dizayn edilmiş toplumlarda yaşıyoruz: Kimler, toplumun işleyişi için gerekli olan işleri yapacak? Günümüzde emek gücünü satmak zorunda olanların pozisyonu tam da bu sorunun cevabında saklı.

Fakat ücretli emeği bir çeşit kölelik olarak açıklamak anakronik bir yaklaşım olmaz mı? 

Mustafa Çağlar Atmaca: Meselenin arzu rejimleri ile ilişkisini kurduğumuzda, anakronik olacağını düşünmüyorum. Aksine, Lordon’ın yapmış olduğu haliyle, kölelik benzetmesi oldukça açıklayıcı bir alegori. Köleliği tanımlamak için sadece fiziksel zor kullanımına dayanan yöntemlere başvurulması gerektiğini düşünmek yanıltıcı olabilir. Asıl tehlike, arzularımıza ve ücretlerimize yapılan yatırımlarla bağlı hale gelerek, zincirlerimizi fark edemeyeceğimiz şekilde köleleşebilmemiz. Bireylerin, hiçbir söz hakkı olmaksızın efendilerinin yararına çalışmaya zorlandıkları çalışma biçimine kölelik diyoruz. Ne kastettiğimin anlaşılması için belki kendisinin derinleştirdiği epithumogenesis kavramından bahsetmek yerinde olabilir. Kapitalist sistem, işçilerin emek güçlerini serbest piyasada satmayı seçtikleri fikrine, yani “özgür emek” fikrine dayanıyor. Ancak conatusu sürdürebilmenin kapitalist üretim biçimindeki ön koşulu olarak emek gücünü satma zorunluluğu -bu zorunluluğun bizatihi kendisinden bahsediyorum- emekçileri sömürüye karşı hiç de özgür olmadıkları koşullarda daha da savunmasız bir hale getiriyor. Böylesi bir zor, elbette sadece bir çeşit baskı mekanizmasıyla inşa edilmiyor. Conatusumuzu korumak için emek gücümüzü satmak zorunda kalıyoruz ve bu zor, bizi çalışmaya yani kapitalist üretim ilişkilerine dâhil olmaya itiyor. O ilişkileri sürdürülebilir ve yeniden üretilebilir kılmanın yolu ise kapitalizmin arzularımızı şekillendirebilmesi, yani epithumogenesis. Kapitalizm arzularımızı şekillendiriyor ve arzu etmemizi istediği şeyi, bize arzu ettirmeyi başarıyor. Kapitalizm tüketiciliği ve materyalizmi teşvik eden, emek gücünü satmak zorunda olanları daha fazla mal ve hizmet istemeye yönlendiren bir sosyal normlar ve değerler sistemi. Bu mallara ve hizmetlere erişmek için para kazanmayı arzuluyoruz. Bütün bir sistem, işçilerin emek güçlerini satmaktan başka çareleri kalmayacak şekilde kurulduğunda, bu durum bir çeşit köleliğe dönüşüyor. Arzularımızın yönetici sınıfın yararına sürekli olarak manipüle edildiği ve sömürüldüğü, kapitalizmin arzulu kölelerinden oluşan bir toplumda yaşıyoruz. Son kertede Spinoza’nın deyimiyle “sanki kendi selametlerineymişçesine kölelikleri için savaşan” insanlardan oluşan bir topluluk görüyoruz.

Burak Ceylan: Ben İş kavramında saklı olan zorunluluk ilişkisini, sermayenin emek karşısında sahip olduğu ayrıcalıklar bağlamında okumayı daha doğru buluyorum. Kapitalizm daima büyümeye ve rekabete dayalı bir sistem. Bu da sürekli olarak kârı maksimize etmeyi gerektiriyor. Kâr elde etmek ise, David Harvey’in işaret ettiği üzere, emek üzerinde bir kontrol mekanizması kurabilmekten geçiyor. Öte yandan sermayenin birikim sürecinin ve stratejisinin belli toplumsal sonuçları var. Yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olmanın yanı sıra, bu gücün hangi işi yaparak satılacağı bile piyasa zoruyla şekilleniyor. Daha açık konuşmam gerekirse, emek gücünü satma zorunluluğunun emek piyasasının tarihsel dönüşümü içerisinde aldığı farklı görünümler var. Bu görünümlere küçük harfli iş dersek, belli bir küçük harfli iş deneyiminin esas belirleyeni de piyasa koşulları. Phil Jones’un argümanını takip ederek şunu söyleyebilirim: Sermayenin yeni yatırım yapacağı kârlı endüstrilere doğru hareket etmesi, iş gücü piyasasının doğrudan etkiliyor. Örneğin, tekstil endüstrisindeki rekabetin artması nedeniyle sermaye, elektrik ve telekomünikasyon endüstrisine yatırım yapar ve emek gücünü satmak zorunda olanlar açısından da artık tekstilde değil telekomünikasyonda iş bulabilme şansı daha yüksektir. Tarımdan tekstile ve tekstilden de telekomünikasyona geçişte belki o çok bilinen eski paradigma işlemeye devam edebilir. Yani sermayenin hareketleri, farklı endüstrilere yönelerek sistemin genişlemesine hizmet eder ve işsizliği azaltma eğilimi gösterir. Ancak 1974 kriziyle beraber, sermaye açısından imalat sektörü artık kârlı olan değil ve bu hareket hali, artık işsizliği azaltma eğilimi ile sonuçlanmıyor; tam aksine daha kalabalık nüfuslar için işsizlik ve/veya yetersiz istihdamın artmasına neden oluyor. Bu durumda da sistem artık yeni yatırım alanları üretmek yerine daha fazla artık-iş gücü üretiyor. Endüstriyel paradigmada artık-nüfusu başka alanlara yönelterek sistemin genişlemesini sağlayan olgu, teknolojik gelişmelerin ve üretim sürecinde uygulanan yeniliklerin verimliliği arttıran bir etkiye sahip olmasıydı. Ancak hizmet sektöründe yapılan yenilikler, üretim sektöründe yapılan yeniliklerle aynı sonuçları doğurmuyor. Başka bir deyişle, hizmet sektöründe benzer bir yolla verimlilik artışı sağlayabilmek oldukça güç. Gelinen noktada, temizlik, bakım hizmetleri, taksicilik, teslimat gibi hizmet sektöründeki pek çok iş, emek yoğun olmaya devam ediyor çünkü ya yapılabilecek yeniliklerin şimdilik sonuna gelindi ya da insan emeği, herhangi bir yenilikten daha ucuza mâl oluyor.

Her ikinizin yaklaşımında da oldukça yapısalcı bir tuzak yok mu? Ya kapitalizmin kendisini üretme biçimi ya da sermayenin güç asimetrisindeki üstünlüğü nedeniyle İş sürekli olarak emekçileri bir kapana sıkıştırıyor. Üstelik bir özgürleşme imkânı da gözükmüyor. 

Mustafa Çağlar Atmaca: İş’ten kurtulamadığımız sürece herhangi özgürlük deneyimi mümkün olur mu pek emin değilim çünkü İş, yalnızca emeğin sömürülmesinin bir aracı değil, aynı zamanda bir çeşit kontrol mekanizması. 1960’lar ve 70’lerin Otonom Marksistlerinin tartışmalarını hatırlarsak eğer, kapitalist üretim biçiminin insan hayatının tüm alanlarını kontrol etmesinin ve kapitalist toplumsal ilişkileri yeniden üretmesinin ve sürdürmesinin temel aracı olarak İş’i görüyorlardı. Onların baktıkları yerden, bu sistemden kurtulmanın tek yolu, çalışmanın insan varoluşunun doğal ve zorunlu bir parçası olduğu fikrini sorgulamak ve sahip olduğumuz zaman üzerinde özgür iradeye sahip olma hakkını talep etmek gibi gözüküyor. O dönemde gerekli iş zamanının azaltılması, yaratıcı süreçleri yeniden öne çıkartmak ve demokratik karar verme biçimleri ile İş’in yönetimsel süreçlerine de dâhil olmak gibi vurgular öne çıkıyordu. Aslında insanların hayatta kalmak için emek güçlerini satmak zorunda kaldıkları değil, hayallerini materyalize etmek için emeklerinin dönüştürücü gücünü kullandıkları bir toplum istenci vardı. Bu yüzden mesela esneklik olumlu bir anlama bile sahipti bir ölçüde – “bir ölçüde” diyorum, çünkü esneklik ancak, zamansal özgürlüğümüz üzerindeki bir sınır ve kısıtlılık olarak mesaiden ve iş yerinden kurtulmak anlamında düşünüldüğünde politik bir talep olarak anlaşılabilir. Bana sorarsanız, bu tezlerin haklı bir yanı var: Toplumsal faydayı ve insan arzularını merkeze alan radikal bir toplumsal yeniden yapılanma olmaksızın herhangi bir dönüşüm mümkün değil. Fakat hatırlanması gereken diğer nokta da şu: Bu tezler, refah devleti deneyimi altında ortaya koyuldu. Bu dönem, kapitalizmin tarihinde iş gücüne ilişkin olarak oldukça istisnai bir konumda. Genellikle iş sözleşmelerinin güvenceli ve iş tanımlarının belirli kalıplar içinde olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Bu dönemde çalışma koşulları da esnek değildi; mesai saatleri genellikle sabit ve 8-5 gibi ifade edilirken, mesai yeri de sabit bir mekânla özdeşikti. Bu şartlar altında, Otonomcuların değindiği mekânsal özgürleşme ya da zamansal özgürleşme gibi olasılıklardan bahsedilebilir elbette ama bu istisnai dönemi dışarıda tutarsak, gerek Engels’in bahsettiği 1800’lerin İngiltere’sinde gerekse de 2020’lerin Türkiye’sinde kapitalizmde emekçilerin payına düşen oldukça esnek ve oldukça güvencesiz şartlar. Dolayısıyla günümüz neoliberal emek rejimine baktığımızda karşılaştığımız gerçeklik, Otonomcuların gerçekliğinden çok başka.

Burak Ceylan: Günümüz koşullarına baktığımızda gerekli iş zamanının azaltılması, tam zamanlı çalışmak istemesine rağmen yarı zamanlı çalıştırılan artık-nüfuslara; yaratıcı süreçleri öne çıkartmak ise en azından iki kişinin yapması gereken kompleks süreçleri, tek bir kişinin daha fazla çalışarak yapmaya zorlanmasına denk düşüyor. Kapitalizm, artık yönetimsel süreçlere dâhil olmanın ötesinde ‘işbirlikçi ekonomi’ ya da ‘paylaşım ekonomisi’ adı altında yeni modellerle kendi işinin patronu olmayı vadediyor. Yükselttiği motto ise şu: Atıl olan varlıklarınız, üretim aracınıza dönüşebilir. Burada kastedilen şey bilgisayarınız, Uber gibi örneklerde görüldüğü üzere arabanız, Trendyol gibi şirketlerin yükselttiği modellerde motorunuz olabilir. Evinizin bir odasını üretim atölyeniz ya da yazılım ofisiniz yapabilir; arabanızı ise bir taksiye dönüştürüp kendi işinizin patronu olabilirsiniz. Ancak sorun şu ki burada kastedilen varlıklar, ne ölçüde üretim aracı olarak nitelendirilebilir? Üretim, hizmetin veya metanın üretiminin gerçekleşmesi, bu ürünün piyasaya sürülmesi, fiyatlarının kapitalist piyasada belirlenmesi gibi her biri ayrı ayrı alt dallara ayrılan bir süreç. Günümüzde adeta bu mottonun vücut bulmuş halleri olan Amazon, Alibaba gibi şirketler, geleneksel tekelci sermayeden çok farklı çalışma biçimleriyle öne çıkıyor. Lojistikten üretim sürecine, teslimattan emek sürecinin organizasyonuna ve kontrolüne kadar her şeyi kendi bünyelerinde yürütebiliyorlar. Üretim sürecinde tüm aşamalarında mutlak denebilecek bir hakimiyet kurabiliyorlar. Tam da bu nedenle dünya tarihinde benzersiz bir konuma sahipler. Gelinen noktada, kendi işinin patronu olmak emekçi açısından değil, sermaye açısından bir özgürleşme pratiği; çünkü bu, çalışanlar için 1960’ların emek rejiminde sağlık sigortası, tatiller, emeklilik ödenekleri gibi birçok yan hak içeren ve yapmak zorunda oldukları katı iş sözleşmelerinden ve onların masraflarından “özgürleşme” anlamına geliyor. İşin almış olduğu son biçim olan platform halinde, toplu sözleşme dinamiklerinin yok olduğu, sermayenin emekçiye “Kabul Et” ya da “Reddet” diye iki seçenek sunduğu kullanıcı sözleşmeleri bulunuyor. Kabul etmekten başka şansın olmadığı bu sözleşmelerle, emek gücünü satmak zorunda olanın iş partneri ya da çalışma ortağına dönüştüğü iddia ediliyor. Günümüzde iş yeri kirası, ürün teslimatı esnasında harcanan yakıt gideri gibi çok temel işveren sorumluluklarını bile üzerine almadan devasa kârlar elde edilen bu alanlar, yeni emek rejimine şekil veriyor. Üstelik bu güvencesizliğe rağmen, bu çalışma rejiminin vadettiği esneklik hali, emek piyasasında bir tür özgürlük hissiyle birlikte anılabiliyor çünkü özellikle Türkiye iş piyasasında şartlar kırk saat çalışmanın istisna, fazla mesai ve mobbingin ise standart olduğu bir hale dönüşmüş durumda. Bu baskı ortamında, tatil gününe emekçinin kendisinin karar verebilmesi, mola esnasında ekip liderinin yanı başında onu gözetlemek için beklememesi gibi şeyler özgürlük kategorisine giriyor. Açıkça görünen o ki özgürlük algımızı bile kapitalist piyasa belirliyor. Hâlbuki böylesi bir esnekliğin vadettiği en fazla özerklik olarak adlandırılabilir, daha fazlası değil.

İş ile kurduğumuz ilişkideki böylesi radikal bir dönüşümün, toplumsal olarak yansımaları neler oldu?

Mustafa Çağlar Atmaca: Günümüz toplumunda, benim doktora tezimde “passionate work ethics” olarak adlandırdığım, Türkçesiyle “tutkulu çalışma etiği” diye ifade edebileceğim neoliberalizmin iş etiği, güvencesizliği ve esnekliği duygulanımsal olarak cazip kılıyor. 1960 ve 70’lerden oldukça farklı olarak, bu iki olgunun geniş kesimlerce olumsuz olarak algılanmadığı bir noktada olduğumuz gerçeğini kabul etmek zorundayız. Güvencesizliğin bir çeşit belirsizlik ile özdeşleşerek hayatın olumsallığını çağrıştıran yanları var. Bu nedenle güvencesizliğin yalnızca iş ve ekonomik süreçlerden kaynaklanmadığını, yaşamın kendisinin de varoluşsal bir güvencesizlik içerdiğini vurgulamam gerek. Bir yandan yaşamın oluş biçiminden gelen belirsizlik ve diğer yandan istihdam süreçlerinde ortaya çıkan esnekleşme birleşince, günümüzde emek süreçleri ve yaşamsallığımızı belirleyen asli parametre, güvencesizlik oluyor. Neoliberal iş etiği, iş yerinden ve katı mesai saatlerinden özgürleşmeyi; tek bir işe ya da tek bir şehre bağlı kalmamayı vadediyor. Böylesi bir paketin, yaşamın olumsallığına olanak veren bir çalışma düzeni olarak düşünüldüğü bir düzende yaşıyoruz çünkü güvencesizliğin oluşturduğu belirsizliğin ve esnekliğin, hayatın monotonluğunu ve sıkıcılığını dağıttığına dair suni bir özgürlük betimlemesi var. Güvencesizlikle eskisinden oldukça farklı bir duygulanımsallıkla ilişkilenip ona kucak açıyoruz. Fakat böylesi bir İş, Fordist çalışma ilişkisindeki zaman ve mekânsallıkları yıktığı için artık hayatın bütün alanları ve anları çalışma ilişkisine dönüşmeye başlıyor. Nitekim ‘sevdiğiniz şeyi yaparken para kazanın’ ya da ‘hobinizi mesleğiniz yapın’ gibi birtakım mottoları da hatırlayabiliriz burada. Bu durum postmodern anlatının çizmiş olduğu, farklı zamansallık ve farklı mekânsallıkların çoğaldığı bir toplumsallık yaratmaktan ziyade, hatta bunun aksine, çalışma mantığının her yere sindiği, tüm toplumsal zaman ve mekânlarımıza sirayet ettiği çok daha Newtoncu mutlak bir zaman ve mekân yaratıyor. Burada sermayenin ilkelerinin, yaşamın tüm alanlarında etkin olduğu çok mutlak bir zaman ve mekâna işaret ediyorum. Sermayenin böyle mutlakçı olabilmesinin arkasında işleyen mekanizma ise sermayenin emeği gittikçe gerçek bir tabiiyet altına almaya çalışması ki bu, kapitalist birikim sürecinin temel karakteristiğidir. Emeği tamamen tabiiyet altına alabilmesi için sermaye, zamanı ve mekânı ele geçirme yoluna gider. Mal ve hizmet üretimi için toplumsal olarak gerekli emek zaman azaltılırken aynı zamanda teknoloji ve altyapı kullanarak fiziksel alan üzerindeki kontrol de arttırılır. Bu mekanizma sebebiyle günümüzde değer üretimi, çalışma saatiyle ve çalışma mekânlarıyla sınırlı değil; gerekli teknolojik gelişmelerle beraber yaşamın bütün alanlarına sinebilme kapasitesine sahip.

Burak Ceylan: İş ve teknoloji arasındaki ilişki üzerinde durmayı oldukça kıymetli buluyorum. Üstelik, teknolojik gelişme ile beraber bir çeşit kontrol mekanizmasının da derinleştiği konusunda hemfikirim çünkü Beverly Silver’in işaret ettiği üzere kapitalist bağlamda teknolojik gelişme, kârlılık ve emek kontrolü krizleriyle mücadele etmek amacıyla, üretim ve emek sürecinin organizasyonunda büyük değişiklikler yapmak için ortaya çıkıyor. Bu değişikliklerin, Harry Braverman’i takip ederek söylersem, işçiler üzerinde iki temel etkisi var. Öncelikle iş süreçlerindeki otomasyonun artmasıyla birlikte, modern çalışma hayatının giderek daha fazla zihinsel çaba, bilimsel bilgi ve teknik yeterlilik gerektirir hale geldiğini söylemeliyiz. Ancak bu gelişme, üretim sürecinde ve o sürece dâhil olanlar arasında bir kutuplaşma yaratarak niteliksizleştirme etkisini de beraberinde getiriyor. Üretime daha fazla bilim ve teknolojinin dâhil edilmesiyle birlikte, işçilerin süreç hakkında kavrayışları, yetkinlikleri ve bu sürece dâhil oluşları azaltılıyor. Üretimde kullanılan makinelerin daha sofistike hale gelmesiyle, işçilerin bu makineler üzerindeki kontrolü ve etkisi de azalıyor. Bu durum, yöneticilerin ve mühendislerin hakimiyetlerini artırırken işçilerin üretim süreçlerine giderek daha az dâhil olmasına yol açıyor. Bu kontrol kaybı sadece hakimiyet açısından değil, aynı zamanda sahip olunan zanaatsal beceriler açısından da kendini gösteriyor. İşçiler, geleneksel yeteneklerini kaybediyorlar. Bu beceri kaybının önemli çıktılarından biri, işçilerin yeri doldurulabilir, iyiden iyiye nicelleştirilmiş birer performans verisine dönüşmeleri, ki bu durum ücretlerin ve emeğin pazarlık gücünün düşmesi gibi acımasız sonuçlara yol açıyor. Bir diğer önemli sonuç ise teknikleşmiş iş süreçlerinin bir parçası olarak, işçiler bu kaybı telafi edecek yeni beceriler de kazanamıyorlar çünkü yönetilebilirlik açısından üretim süreçleri giderek daha küçük parçalara bölünerek insan faktörünün etkisi azaltılıyor; böylece bu süreçlerde çalışmak için gerekli olan beceri ve eğitim seviyesi de giderek düşüyor. Günümüzün çalışma eğilimi, zihinsel katkı yollarının kapanmasıyla ve işin otomatikleşmesiyle birlikte, çalışan nüfusun daha geniş kesimlerini giderek daha şiddetli bir biçimde yaptıkları işe yabancılaştırıyor.

Mustafa Çağlar Atmaca: Bu durumda işten özgürleşmek ve işte özgürleşmek ayrımı etrafında dönen tartışmaları bir kez daha hatırlamak zorundayız. Günümüzde artan otomasyon ve dijitalleşme ile birlikte iş süreçleri önemli ölçüde değişiyor. Kabaca, Fordizm’de Taylorist yönetim ilkelerine uygun olarak işçiler, sınırları iyice çizilmiş ve basit tekrarlara dayanan görevlere zorlandıkları; inisiyatif, yaratıcılık ve ortak çalışma gerektirmeyen işlerde çalıştırılmıştı. Üretim bandı etrafında, bir fabrika ortamında toplanan mesai arkadaşları arasındaki iletişim, somut gözetim mekanizmalarıyla engelleniyordu. Post-Fordist üretimde ise artık yaratıcı, ekip çalışmasına açık ve iletişimsel kapasite gerektiren işlerin organizasyonundan söz ediyoruz. Bu süreç yalnızca üretimle sınırlı değil çünkü talep ile gerçek zamanlı üretim teknikleriyle karakterize edilen bu anlayış, modernize edilmiş bir imalat sektörünün yanı sıra üçüncül sektörleri de gerekli kılıyor. Bu durumda çalışanların görevlerinde her zamankinden daha fazla kişisel inisiyatif alması gerekiyor çünkü süreçler hem tekrara dayanmayan daha karmaşık bir halde hem de üst düzey yetkinlik gerektiriyor. Böylesi dönüşen bir iş piyasasında bireylerin esnek, uyumlu ve değişken talep ve koşullara duyarlı olmaları bekleniyor. Bu durumda çalışma ve boş zaman, üretim ve tüketim, kamusal ve özel hayat arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. İşçilerin kontrolü, Fordist üretim şeklindeki gibi fabrika ortamında yöneticilerin işçileri doğrudan izlendikleri ve işçilerin yönetimin baskıcı gücüyle doğrudan karşılaştıkları bir bağlamda sağlanmıyor. Bunun yerine, Deleuze’ün tabiriyle üretimin bu yeni organizasyonunun kontrol toplumunu yarattığını söyleyebiliriz. Çalışanlar sadece fabrikada değil, artık yaşamın tüm alanlarında izleniyor ve dijital teknolojiler kullanılarak çeşitli gözetim biçimlerine tabi tutuluyor. Hatta yaşamın kendisinin gittikçe iş yerine dönüşmeye başladığını söyleyebiliriz. Sadece iş yeri de değil. Hastane, okul vs. artık belli mekânlara sahip olmalarının ötesinde, mekandan münezzeh bir şekilde, her yere sinen bir iktidar mantığı olarak işliyorlar. Artık her an okulda, her an hastanede, her an işteyiz. Yani Foucault’nun panoptikonuna ihtiyaç bile yok; artık hepimiz kendimizin doktoru, öğretmeni, müdürüyüz. Dolayısıyla kontrol toplumunda duygulanımsal kontrol ve manipülasyon, disiplin ve baskıdan daha kilit bir rol oynamaya başlıyor. Bu durumda kapitalist iş ilişkileri içerisinde kalarak özgürleşmek gittikçe çok zorlaşıyor çünkü İşin kendini özgürlük kılıfında yeniden üreten bir kölelik biçimi olduğunu düşünüyorum. Lazzarato da örneğin, siyasi özgürleşmenin kapitalist iş pratikleri içerisinde bir özgürleşmeden ziyade işten bir özgürleşme biçimini alması gerektiğini öne sürüyordu. Bu noktada ben de “gerçek” anlamıyla özgürleşmenin, kapitalist üretim örgütlenmesinin ve işçilerin duygulanımsal sömürüsünün dışında aranması gerektiğini savunuyorum.


Söyleşide Atıfta Bulunulan Eserler

Braverman, H. (1998). Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century. Monthly Review Press. 

Deleuze, G. (1992). Postscript on the Societies of Control, October, sayı: 59.

Engels, F. (1993). The condition of the working class in England. Oxford University Press.

Hardt, M., & Negri, A. (2001). Empire. Harvard University Press.

Harvey, D. (1990). The Condition of Postmodernity. Blackwell.

Foucault, M. (2012). Discipline and punish: The birth of the prison. Vintage.

Lazzarato, M. (2015). Governing by debt (Vol. 17). Semiotext (e).

Lordon, F. (2014). Willing Slaves of Capital: Spinoza and Marx on Desire. (çev. Gabriel Ash). New York: Verso.

Marx, K. (1994). Chapter Six. Results of the direct production process. Marx & Engels Collected Works. London: Lawrence & Wishart.

Marx, K. (2004). Capital: Volume I. Penguin.

Jones, P. (2021). Work without the Worker: Labour in the Age of Platform Capitalism. Verso.

Silver, B. J. (2003). Forces of Labor: Workers’ Movements and Globalization since 1870. Cambridge University Press. 

Spinoza, B. (2011). Ehica. (çev. Çiğdem Dürüşken). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Spinoza, B. (2012). Teolojik-Politik İnceleme. (çev. Reyda Ergün). Ankara: Dost Yayınları.