Kapitalizmin krizi ve neofaşizmin yükselişi

Le Pen, Trump, Putin, Bolsonaro, Modi, Meloni... Artık adlarını bir çırpıda saydığımız bu “aşırı sağ” liderlerin küresel ölçekteki yükselişi, kökleri günümüz kapitalizminin krizlerine ve çelişkilerine dayanan küresel bir dalgaya mı işaret ediyor? Yeni kitabı “La nouvelle internationale fasciste”de [Yeni Faşist Enternasyonal] Ugo Palheta’nın iddiası bu. Ona göre, ne kadar milliyetçi olurlarsa olsunlar aşırı sağcı bu liderler birbirleriyle sadece faşist 'kan kardeşliğinde' buluşmuyor, kapitalizmin krizine karşı gelişen, eşitlik nefretine dayalı, küresel bir 'sınıf kardeşliği' de inşa ediyor.

27 Ekim 2022, Roma. Mussolini’nin bir fotoğrafı ve kendisinden bir alıntı ile “Roma’ya Yürüyüş’ün 100. yıl dönümü anma törenine katılmaya çağıran afişler. (Gregorio Borgia / Associated Press)

Neofaşizm, hâlihazırda küresel bir güç durumunda. Neofaşizm, hem nüfusun geniş kesimlerini hem de yeni bir hegemonya arayışı içindeki siyasal ve medyatik seçkinlerin tümünü kendisine çekmesini sağlayan “manyetik bir alan”[1] oluşturuyor. Bu çekim gücü, ülkelerin tarihlerine, neofaşizmin karşılaştığı direnişe, hâkim sınıfların radikal milliyetçiliğe meyline, ırkçı ve otoriter fikirlerin halka nasıl nüfuz ettiğine vs. bağlı olarak yoğunluğu açısından ülkeden ülkeye farklılık taşır. Gelgelelim, neofaşizm dinamiği küreseldir, zira neoliberal kapitalizmin ve onun krizlerinin küresel gelişimi ve ilerleyişi ölçeğinde ortaya çıkar. Üstelik bu, çok boyutlu bir krizdir: toplumsal, ekonomik, çevresel ve elbette siyasal.

Siyasal kriz, şu veya bu liderin kişiliğiyle, şurada veya burada yaşanan yolsuzluk skandallarıyla, bazılarının kötü tercihleriyle veya hâkim siyasetin diğer konjonktürel ve olumsal boyutlarıyla alakalı değildir. Bu daha ziyade, hâkim sınıfların dünyanın her yerinde on yıllardır giriştiği (maruz kaldığı direnişe göre şiddeti ve dozu değişen) özelleştirme, güvencesizleştirme ve mülksüzleştirme siyasetinin uzun erimli sonuçlarına işaret eder. Böylesi bir siyasal kriz, bir hegemonya krizinin derinliğine ve genişliğine sahiptir: büyük neoliberal yıkımı başlatan siyasi partilerin birçoğunun meşruiyetlerini ve toplumsal güçlerinin önemli bir bölümünü kaybetmeleri veya hatta tamamen çökmeleri anlamında bir siyasi temsil krizi; siyasi partilere karşı her yerde artan inançsızlık ve seçimlerdeki çekimserlik krizi; hâkim sınıflar ve nüfusun geri kalanı arasındaki dolayımı sağlayan bütün her şeyin krizi (ki bu, basının ve hâkim medyanın krizi, bunun en önemsiz boyutu); ama aynı zamanda bu sınıfların, 1970’lerin sonundan beri sürdürdüğü projenin, yani, neoliberalizmin de krizi.

Neoliberal proje, bireyleri, potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmelerinin, “yaratıcı” ve “girişken” olmalarının, sahip oldukları meziyetleri sergileyebilmelerinin, kısacası, (büyük veya küçük, maddi veya beşerî) sermayelerini üretebilen bağımsız girişimciler haline gelebilmelerinin önündeki tüm sınırlılıklardan özgürleştirme vaadini taşıyordu. Zenginleri ve şirketleri daha az vergilendirmenin, “toplumsal piramidin” tepesinden aşağılara doğru “yayılacak” olan refah üretimini artırması gerekiyordu. Böylece herkes büyümenin meyvelerini yiyebilecekti. Ama bütünüyle bireyci, verimlilik odaklı bir pazar tahayyülü ortaya koyan bu fantazmagorinin yerine yeni bir sermaye birikimi, özelleştirme (veya değersizleşme), çevrenin yok edilmesi ve zenginlerin daha da zenginleştirilmesi sürecine girildi. Bu, özellikle işçileri acımasızca bir rekabet ilişkisine sokan ve devleti çoğunluğun, doğanın ve aynı zamanda verimli yatırımların (özellikle de toplumun çoğunun faydasına olan altyapı yatırımlarının) aleyhine kısa sürede azami kâr etme mantığının hizmetine sokan bir kurguyu gerektiriyordu.

Neoliberal proje, iktisatçıların “Fordist” olarak nitelendirdiği ve sınıflar arası bir uzlaşmaya, güçlü bir sendikacılığa, gelişmiş sosyal haklara, emekçilerin daha az aleyhine bir servet paylaşımına dayanan tarihsel süreçten sonra, hegemonik hale gelmeyi, yeni bir ortak duyu üreterek ve yeni duygulanımlar uyandırarak toplumsal düzenden rıza devşirmeyi amaçlamıştı. Eğer neoliberal proje, kolektif ve kamu düzenine ait olan her şeyi eski moda haline getirerek yadsınamaz bir şekilde (kendi bakış açısından) başarılar elde ettiyse bile bugün dağılmış vaziyette çünkü genel bolluk ve özgürleşme çifte vaatlerini hiçbir zaman yerine getiremedi. Aksine, başta gençlerin, kadınlar ve azınlıkların maruz kaldığı kitlesel bir güvencesizlik ve yabancılaşma yarattı. Dolayısıyla, neoliberal siyasalar sonuçlarına vardıkça, eşitsizlik büyüdükçe, küçük bir azınlık aşırı zenginleşirken nüfusun geri kalan kesimleri geçinemez hale geldikçe ve hükümetler çok açık bir şekilde mülk sahiplerinin vekilleri gibi davranmaya başladıkça bir hegemonya krizi derinleşerek baş gösterdi.

Neofaşizm işte tam bu anda, hegemonik bakış açısını neoliberalizmden devralmak üzere çağrılan siyasal bir güç olarak sahneye çıkıyor. Faşizmi silahlı çetelere ya da siyasetin militarizasyonuna indirgediğimizde, bunun sadece bir dizi baskı tekniği ya da yıldırma yöntemi değil, hegemonik bir çağrıya sahip siyasi bir proje olduğu gerçeğini ıskalıyoruz. Faşizm sadece dövmez, aynı zamanda tahrik eder, baştan çıkarır. Bu açıdan onun gücü, tüm sınıflar nezdinde baştan çıkarıcı bir etkisi olmasında yatar:

  • neoliberalizmin yolunun sonuna geldiğini anlayan bazı seçkinler nezdinde (ekonomik bir doktrin olarak değil, siyasi bir proje olarak);
  • (kendileri veya çocukları adına) sınıf düşme korkusu taşıyan ve toplumsal farklılıklardan nefret eden orta veya küçük burjuva kesimleri nezdinde;
  • ve giderek daha yoğun bir rekabete maruz kalan ve inandırıcı bir siyasi alternatiften yoksun durumdaki işçi sınıfının çeperindekiler nezdinde.

Bu nedenle faşizmin ve neofaşizmin ideolojik gücü iki düzeyde müdahale edebilmesinden gelir: potansiyel olarak koruyacağı bir şeyi olan –veya olduğunu düşünen– herkes için kurulu toplumsal düzenin bir savunusu; ama aynı zamanda, mülksüzleşmiş veya mülksüzleşme tehdidi altında olan –veya olduğunu düşünen– herkes için yeni bir düzen umudu. Bu hegemonik boyutu ciddiye alırsak, tarihsel faşizmin iktidarda rakiplerinin beklediğinden daha uzun süre nasıl kalabildiğinin nedenlerini de anlamamız mümkün olur. Faşizmin ortaya çıkışı, rızaya dayalı bir düzenden zora dayalı bir düzene geçiş, yani tamamen baskıya dayalı bir iktidarın doğuşu demek değil, yeni bir rıza üretim biçimine geçiştir. Bu açıdan faşizm toplumsal düzeni koruyarak sürdürmeyi veya tahkim etmeyi mümkün kılar. Başka bir deyişle, geleneksel siyasi temsilcilerinin toplumsal tabanlarının “sızdırdığını” gördüğü tarihsel bir anda, kapitalizmin hegemonik olarak yenilenmesini sağlar.

Faşist hegemonya, yoğunlaştırılmış bir güç kullanımına ek olarak (hiçbir iktidar biçimi sadece rızaya dayanamaz), yeni ideolojik denetim biçimleri uygular ve artık siyasi çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü, “birlikte yaşam” ve “toplumsal diyalog”, özgürlük ve refah ile ilgisi kalmamış bir siyasal-toplumsal hattın ortaya çıkmasını sağlar. Bu yeni hat her yerde şu şekilde işler: az çok açık ve dar etnik-ırksal terimlerle ifade edilen (döneme ve ülkeye göre değişir) “ulusal birliğin” her koşulda savunulması ve “dış mihrak” (“Fransa karşıtı”, “anti-Amerikan”, “milliyetçilik karşıtı” vs.) addedilen düşmanların her zaman cezalandırılması. Kimdir bu düşmanlar? Sadece görünürlükleriyle bir ulusun “kimliğini” korumasını engelleyebilen azınlıklar; tüm “doğal” hiyerarşileri ortadan kaldırmayı arzulayan toplumsal hareketler; “namuslu vatandaşların” güvenliğini tehlikeye atan, “bu vatanın gerçek evlatlarının” işlerini ellerinden alan göçmenler; ve en nihayetinde, tüm ülkeyi “küreselleşme” dalgasına maruz bırakan seçkinler.


[1] Buradaki “faşizmin manyetik alanı” ifadesi, tarihsel faşizm üzerine, özellikle bunun Fransız versiyonları ile ilgili olarak sayısız eser yazan tarihçi Philippe Burrin’den alınmıştır.


*Ugo Palheta’nın La nouvelle internationale fasciste [Yeni Faşist Enternasyonal] başlıklı kitabından bir bölüm olan bu yazı, Crise du capitalisme et ascension du néofascisme başlığıyla Contretemps’te yayımlandı; Mustafa Çağlar Atmaca çevirdi.