/

Lenin’de proletarya hegemonyası: İşçi sınıfının öncülüğü

Alan Shandro’nun "Lenin ve Hegemonya Mantığı: Sınıf Mücadelesinde Siyasal Pratik ve Teori" başlıklı Lenin anlatısı, kendisinden öncekilerin iddia ettiğinin aksine, onun hakkında söylenebilecek sözlerin tüketilmesinin zor olduğunu okuyuculara hatırlatıyor. Kitabın 1970’lerde adeta yeniden keşfedilen "hegemonya" kavramının Leninist "proletarya hegemonyası" biçimindeki halatlarını belirginleştirme çabası devrimci teori açısından nitelikli bir müdahale.

Lenin ve yoldaşlarının Nisan 1917'de sürgünün ardından Petrograd'a dönüşlerini resmeden tablo / M. Sokolov

Devrimci olmak ve sosyalizme sadık kalmak ya da genel olarak bir komünist olmak yetmez. Her tikel uğrakta zincirin, tüm zinciri tutabilmek için olanca kuvvetle kavranması gereken özel halkasını bulabilmek ve bir sonraki halkaya geçiş için istikrarlı bir biçimde hazırlık yapabilmek gerekir; halkaların sırası, formu, birbirlerine bağlanma tarzı, olayların tarihsel zincirlemesinde birbirlerinden farkları, bir nalburun yaptığı sıradan bir zincirdeki kadar basit ve anlamsız değildir.

Vladimir İlyiç Lenin[1]

Kapsayıcı bir tabir olarak sosyo-kültürel dokunun önemli bir nüvesini oluşturan mitolojik anlatılar, bir yönüyle toplumsal bilinçaltımıza işaret ederek, tarihsel, toplumsal ve maddi süreçlerin anlamlandırılması konusunda yol gösterici olma özelliğine sahiptirler. Bu açıdan düşünen bireylerin kolektif bir iradesi olarak görebileceğimiz ideoloji ve hegemonya meselelerine dair kaleme alınmış olan bu yazıya mitik bir anlatı ile başlamak anlamlı olacaktır. Hikâye bu ya, Zeus’un yarı tanrı olan oğlu Herkül, Erytheia’da (bugünkü İspanya’ya bağlı bir ada) hüküm süren, üç başlı, üç vücut ve altı kollu korkunç titan Geryon’un sığırlarını kurtarmakla görevlendirilir. Hâlihazırda tanrısal güçlerle donatılmış olan Herkül yola çıkar, bazı başka mitolojik yaratıklarla daha dövüşür, bütün engelleri aşar ve sonunda sığırları Geryon’dan kurtarır. Ardından sığırları Eurystheus’a teslim etmek üzere dönüş yoluna koyulur. Dönüşte Aventine Tepesi’nde (Antik Roma şehrinin üzerine kurulduğu söylenen yedi tepeden birisi) mola verdiği esnada sığırların bir kısmı Cacus tarafından çalınır. Bu Cacus’un ilk vukuatı değildir elbette. İnsanların yetiştirdiği sığırlarla beslenen Cacus, akşam hava karardığında mağarasından çıkar, köylülerin sığırlarını çalar, ancak sığırları çalanın kendisi olduğu anlaşılmasın diye hayvanları başlarından geriye doğru iterek mağarasına sokarmış. Böylece hava aydınlandığında sığırlarının kayıp olduğunu gören köylüler, Cacus’un mağarasından dışarı doğru çıkan ayak izlerini görür ve hırsızın Cacus olduğundan şüphe etmez, onu suçlamazlarmış. Cacus bu sefer de Herkül’ün sığırlarının bir kısmını çalarak aynı şekilde mağarasına sokar. Neticede Herkül, elinde kalan diğer sığırlarla yoluna devam ederken mağaranın içerisindeki sığırların dışarıdakilere seslendiğini duyar. Ayak izlerinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu anlar ve mağaraya girerek Cacus’u öldürür. Böylece hem kendi sığırlarını kurtarmış hem de civar köylerde yaşayan insanların artık talan edilmemelerini sağlamış olur.

Alan Shandro, Lenin ve Hegemonya Mantığı: Sınıf Mücadelesinde Siyasal Pratik ve Teori, çev. Özgür Öztürk, Köstebek Kolektif, 2021.

Her ne kadar birtakım tarihsel ve toplumsal süreçlerin anlamlandırılmasını kolaylaştırmak gibi bir yanı olsa da mitolojik hikâyelerde geçen kahramanlar ve onların hikâyeleri ile, tarihte gerçekleşmiş olaylar ve bu olayların gerçek failleri arasında benzeştirmeler yapmak, maddi ve tarihsel süreçlerin mitik hikâyelere, bu süreçlerin eyleyicilerinin de kült kahramanlara dönüşerek sosyal, toplumsal ve maddi bağlamlarını kaybetmelerine sebep olabilir. Yine de bir benzetme yapmak gerekseydi eğer, Luther’in tefecinin âlemi aldatmasını betimlemek için anlatmayı, Marx’ın da kapitalistin egemenliğini burjuva ideolojisi bağlamında anlatırken Luther’e referansla aktarmayı[2] sevdiği bu sığırları gerisin geri mağaraya sokma hikâyesinde bir yanlışlık olduğunu sezen, tabir-i caizse bu oyunu “yemeyen” ve en nihayetinde bozan Herkül, Lenin’den başkası olamaz. Dedim ya, böyle benzerlikler kurmak istenmeyen sonuçlar doğurabilir, o yüzden mitolojik benzerliklerin sınırlarında gezmekten kurtularak söyleyecek olursak, bugün bizlerin payına düşen, Lenin’i mitik bir insanüstü kahramana dönüştürmek değil, çok daha maddi bir gerçeklik bağlamında Lenin’in devrimci iradesini ve pratiğini anlama ve anlatma konusunda ortaya koyulan kolektif çabayı büyütmek ve gelecek için geçmişten ilham almaktır ki bu yazının nihai gayreti de bu yöndedir.

Ekim Devrimi’nin yüz yıldan fazla bir süreyi geride bıraktığı bu günlerde, yukarıda bahsedilen kolektif çabanın ürünü olarak, Lenin hakkında yapılmış pek çok araştırma ve yazılmış pek çok kitaba sahibiz. Öyle ki, her ayrıntılı Lenin çalışmasının ayrı bir Lenin kültü yaratmak gibi bir sonuç doğurmaya devam ediyor oluşu, Lenin’in ve geride bıraktığı mirasın, ideolojik ve ideolojik olduğu kadar da hegemonik mücadelelerin, üzerinde devam ettiği bir alan olarak etkinliğini sürdürdüğü anlamına gelmektedir. Blackledge, bu yapılan çalışmalar ve mit yaratma ve yıkma mücadelesine katılanlar hakkında şunları söylüyor:

Son yıllarda, aktivistler bir yana, ana akım tarihçiler ve teorisyenler arasında, Leninizm’in totaliterliğe yol açtığı şeklinde bir mit, rasyonel eleştiriye neredeyse meydan okuyacak kadar derinden bir hevesle kutsallaştırıldı. Bununla birlikte, ana akımın bu yönüne karşı güçlü bir girdap da oluştu: Kevin Anderson, Tony Cliff, Neil Harding, Chris Harman, Paul Le Blanc, Marcel Liebman, Michael Löwy, Georg Lukacs, Ernest Mandel ve John Molyneux gibi bu ana akım miti yıkmaya çabalayan yazarlara, son zamanlarda Tamas Krausz, Paul Le Blanc, August Nimtz ve en önemlisi Lars Lih gibi yeni yazarlar eklendi.[3]

Bu çalışmalar, genellikle ana akım Lenin anlatılarına karşı çıkmanın yanı sıra, kendisinden önce yapılmış çalışmalarla yaratılan Lenin mitlerini de yıkmayı denerken, kendi Lenin’lerini ve Leninizm’lerini ortaya koymak gibi bir özelliğe de sahipler. Örneğin Tony Cliff’in Lenin biyografisi, 1905’e kadar neredeyse elitist olduğu iddia edilen bir Lenin portresi ortaya koyar.[4] Cliff’e göre Lenin, Kautsky’den etkilenmiş ve işçi sınıfına sosyalizmin ancak entelektüeller tarafından anlatılması gerektiğini savunmuştur. Lenin’in düşüncelerini değiştirense 1905’teki sınıf mücadelesinden çıkardığı dersler olmuştur.[5] Ancak bu yaklaşım, en azından 1905’e kadar Lenin’in otoriter bir figür olarak resmedilmesi gibi bir durumu meydana getirmektedir. Tam bu noktada Lars Lih yazdığı Lenin’i Yeniden Keşfetmek[6] başlıklı kitabıyla Cliff’in yaklaşımına karşı çıkar ve ortaya koyduğu tarihi kayıtlarla Cliff’in otoriter-elitist Lenin mitini yerle bir eder.[7] Bu oldukça önemli bir müdahaledir esasında. Çünkü, Cliff’in yaklaşımı, sadece otoriter bir Lenin portresi çizmekle kalmaz, aynı zamanda Rusya’da meydana gelen 1905 ve 1917 devrimlerine içkin Bolşevik-Menşevik ayrışmasını anlamlandıramaz ve devrimci failliği gölgede bırakır. Dolayısıyla Lih’in müdahalesi oldukça önemli bir konunun, devrimin eyleyicileri meselesi açısından gözden kaçan tarihi hususların, tekrar ön plana çıkartılmasına yardımcı olur.

Öte yandan, Lih’in bu ikonoklast yaklaşımı, bir Lenin mitini yıkarken bir diğerinin inşasına katkıda bulunmuş olur. Lih, Ortodoks Marksizm’den gönüllü şekilde kopan bir Lenin anlatısını reddederek, Lenin’i Sosyal Demokrat Parti çevresi içerisinde muhalefet yapan “agresif ancak orijinal olmayan” bir düşünür olarak resmeder.[8] Her ne kadar geniş çapta kabul görmüş de olsa, Lih’in Lenin yorumuna hem teorik olarak Lenin’i “yetenekli bir Rus Kautskyci” statüsüne indirgeme eğilimi nedeniyle hem de politik olarak devrimci ve sol reformist siyaset arasındaki ayrımı ortadan kaldırması nedeniyle karşı çıkanlar olmuştur.[9] Tarihi bir figür olarak Lenin üzerinde dönen bütün bu tartışmaları yatay kesen ve hatta tartışmalara müdahale eden bir kitap olarak, Alan Shandro’nun Lenin ve Hegemonya Mantığı başlıklı kitabını görmekteyiz. Bu yazı, Shandro’nun 2014’te Brill’den çıkan ve Özgür Öztürk’ün çevirisiyle 2021 yılında Köstebek Kolektif’in Türkçe bastığı Lenin ve Hegemonya Mantığı: Sınıf Mücadelesinde Siyasal Pratik ve Teori başlıklı kitabını incelemek amacıyla kaleme alınmıştır.

Shandro, kitabını yazarken, Gramsci’nin “bir siyasetçi felsefe kitabı yazabilir, ama onun asıl felsefesini politik faaliyetlerinde aramak muhtemelen daha iyi olacaktır” şeklindeki bir gözleminden ilham aldığını belirtir.[10] Dolayısıyla felsefeyi politik pratiğe gömülü olarak gören Gramsci’den hareketle Shandro da kitabında Lenin’i, felsefesini devrimsel pratik ile ortaya koymuş bir düşünür ve bir eylem insanı olarak ele alır. Kitabın ilk bölümüne epigraf olarak koyduğu Gramsci’nin şu sözleri, bu yazının ilk bölümünde bahsedilen mit inşası açısından söyleyecek olursak, Shandro’nun resmettiği Lenin mitinin âdeta özeti niteliğindedir:

Her şey, hatta felsefe veya felsefeler bile politiktir. […] tek felsefe de eylem halindeki tarihtir. […] Alman proletaryasının Alman felsefesinin mirasçısı olduğu tezi işte bu anlamda yorumlanabilir; ve hegemonyanın İliç [Lenin] tarafından teorileştirilmesinin ve gerçekleştirilmesinin büyük bir “[anti-]metafizik” olay olduğu da işte bu anlamda olumlanabilir.[11]

Lenin’e ve felsefe ile eylem pratiği arasındaki ilişkiye dair Shandro’nun Gramsci’ye eklediği bu “[anti-]metafizik” yorumu, bugüne kadar yapageldiğimiz teorik tartışmalara yeni bir boyut eklemesi açısından oldukça kıymetli. İdeoloji ve hegemonya anlatılarına pratik düzeye ilişkin bir ekleme yapan bu yorum karşılığını işçi sınıfının ortaya koyduğu devrimci pratiklerle insanlık tarihine önderlik etmesi meselesiyle bulmaktadır. Pratiğe ilişkin böyle bir müdahalede bulunma çabasındaki bir kitabı inceleyen bu yazıya Cacus’un sığır hırsızlığı hikâyesiyle başlanmış olması da bu noktada anlamını bulmaktadır. Aynı hikâyeden örnekle söylemek gerekirse, Cacus’un köylülere ‘sığırlarınızı ben çalmadım’ demesiyle, köylülerin mağaradan dışarı çıkan ayak izlerini görüp ‘sığırlarımızı Cacus çalmış olamaz’ demesi birbirinden oldukça farklı hegemonya tesisi süreçlerine işaret eder. İdeoloji ile yanlış bilinç arasında kurulan metafizik ilişkide olduğu gibi hegemonyanın maddi süreçlerle kurulabildiği pratik bir gerçeklikten kopuk ideoloji anlatılarının aslında yanıltıcı olduğu bu örnekte karşılığını bulur. Burada hegemonya yaratım sürecinin pratiği, Cacus’un ellerini sığırların kafalarına koyup onları gerisin geri mağaraya ittirmesi şeklinde tezahür etmektedir.

Shandro’nun Lenin ile Gramsci arasında kurduğu bağ, işte tam olarak Lenin’in proleter eyleyicilikle malûl hegemonya mücadelesini kavrama ve buna müdahale etme çabası üzerine kuruludur. Lenin’in hegemonya mantığına, işçi sınıfının eyleme geçişini sağlayan bilince dair stratejik mantık veya hegemonya mücadelesinin pratiğe yansıyan politik-stratejik mantığı denilebilir.[12] Dolayısıyla aslında Gramsci’nin referans noktasının Lenin’in teorisi değil de pratiği olduğu noktada, onun hegemonya nosyonunun köklerini Lenin’e dayandırdığı söylenebilir. Shandro’nun Lenin’in pratiğinde hegemonyanın gelişimini takip ederken Lenin’i bir politikacı olduğu kadar bir teorisyen olarak tasvir etmesi, kitabının en önemli yanıdır. Öyle ki yazar, Lenin’in, “teorisyenini arayan bir hegemonya pratisyeni” olduğunu iddia eder.[13] Lenin’i bu şekilde anlamak, başlangıçta belirtildiği şekliyle Lenin’e ithaf edilen otoriterlik gibi dogmatik iddialardan kaçınılmasına yardımcı olacaktır. Sonuçta, Lenin’in politik-stratejileri ile zamanımızın muazzam değişikliklerine ayak uydurmayı umuyorsak, böylesine dinamik, diyalektik bir yaklaşıma ihtiyacımız olacaktır.

Shandro’nun kitabı, on ana bölüm ve üç ek bölüm olmak üzere on üç bölümden oluşuyor. Bu bölümler Lenin’in gençlik dönemine denk gelen 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Bolşeviklerin iktidarı ele geçirdiği Ekim Devrimi sonrası döneme doğru tarihsel bir çizgide ilerleyen bir Lenin anlatısı olarak tasarlanmıştır. Bu çerçevede yazar ilk bölümde, önce Gramsci’nin kavram setlerinden kısaca bahseder ve bunlarla Lenin’in teorik ve pratik yanlarını özdeşleştirmeye çalışır. Ardından özellikle 1970’lerde Gramsci’nin Avrupa solu tarafından yeniden keşfi ile birlikte,[14] post-Marksist camianın Gramsci’yi yanlış yorumlamaları[15] ve bu bağlamda Lenin’i ana akıma yakınsar bir biçimde otoriter ilan edişlerini masaya yatırarak eleştirir. Yazara göre, post-Marksistlerce Lenin’e yakıştırılan bu kötü şöhretin geri plana ittiği Lenin figürünün tekrar sahneye çıkışını ise, “Üçüncü Yolcu işletmeci liberalizmin sahte siyasetine ve dolayısıyla post-Marksist radikal demokratik çoğulculuğun pragmatik uzlaşmasına bir itiraz olarak” Slavoj Zizek’in 2001’de Almanya’nın Essen kentinde Lenin üzerine bir konferans çağrısında bulunması ve “bir hakikat siyasetinin gerekli ön koşulu olarak Lenin’e dönüşü” önermesiyle mümkün olmuştur.[16]

Bu giriş mahiyetindeki ilk bölünüm ardından yazar, henüz Lenin’in kendi eserlerini incelemeye geçmeden önce, kendisinden önceki Lenin çalışmalarının önemli bir bölümünde genç Lenin’e ilham olduğu söylenen, Bernstein, Kautsky ve Plekhanov gibi dönemin önde gelen düşünce insanlarını mercek altına alır. Bunu yapmaktaki amacı, temelde İkinci Enternasyonal’in Ortodoks Marksizm’inin sınırlarını analiz ederek, Ortodoks Marksizm’in tek çizgili tarihsel mantığının proletarya hegemonyası için yetersiz bir çerçeve sunduğunu ortaya koymaktır. Bu yörüngede, kitabın ikinci bölümünde Shandro, Kautsky’nin siyasi yörüngesinin, Lenin’inkiyle çelişen bir hegemonya yönelimine dayandığını öne sürerek, Kautsky’nin ortodoksisinin çöküşünü okuyucuya gösterir. Yanı sıra yazar bu bölümde, Gramsci’nin hegemonya çerçevelemesinin Lenin ile olan bağlantılarını kopartmaya çalışan post-Marksizm’den yola çıkarak, Bernstein’ın, kısaca demokrasi ile sosyalizm arasında herhangi bir temel ayrımla uyuşmayan sentezi[17] sebebiyle Bernstein’ı tarihin ilk post-Marksisti olarak işaret eder.

Shandro, Lenin’in yazılarından hareketle bir analize girişmeden önceki son bölüm olan üçüncü bölümde, Kautsky ve Lenin’in bir zamanlar akıl hocası olan Plehanov[18] tarafından dile getirilen ve ortodoks Marksizm’in devrimci popülizmi ile sosyal demokrasi arasında salınan fikirleri dikkatlice incelemektedir. Shandro’nun önemli bir katkısı, sonraki bölümlerde Lenin için de geçerli olacak şekilde, bu bölümde masaya yatırdığı Plehanov’un on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla doğru bir süreçteki düşünsel gelişimini oldukça sarih bir biçimde okuyucuya sunmasıdır. Bu noktada genç Lenin’in, aydınlar ile işçi sınıfı arasındaki ilişki, işçi sınıfının devrimci potansiyeli ve demokratik taahhütlere duyulan güven konularında bir süre Plehanov ile benzer yaklaşımlara sahip olduğunu görüyoruz. Kautsky’nin sonraki dönemde kristalleşen “dönek” oportünizmi bir yana, Plehanov’un geçirdiği düşünsel dönüşümü ile birlikte, önceliği burjuva demokratik devrimine verdiği aşamalı devrim anlayışı ve sürecin olgunlaşması açısından aydınlara gereğinden fazla önem vererek, köylüyü devrimci momentin tamamen dışında tutması gibi yönleri, onu da Kautsky gibi sosyal-demokrat ve ekonomizmin pençesine düşmüş revizyonist bir pozisyona sokmaktadır. Lenin, İkinci Enternasyonal’in bu Ortodoks Marksizm’inin tek çizgili tarihsel mantığı[19] ile malûl burjuva demokratik devrimi beklentisinin güçsüzlüğünün ve değişen, dinamik koşullara yeterli cevap üretememesinin farkına varacak, Rusya’da sanayi işçisinin geniş emekçi kitlelere öncü olacağına ve demokratik devrimde proletarya hegemonyasının tesis edileceğine işaret ederek gençlik dönemi akıl hocalarından ayrılacaktır.[20] Lenin’in ortaya koyduğu çerçeveden bakıldığında, siyasal demokrasi mücadelesinde işçi sınıfı önderliği, sermaye ile sınıf karşıtlığının proleter bilinci ve bunun sonucunda sosyalizme duyulan ihtiyaç doğrultusunda şekillenmektedir.

Esasında Shandro’nun kitabı, Lenin analizine giriş mahiyetinde olan bu ilk üç bölümden sonra başlamaktadır. O, Lenin’in Marksizm’e özgün katkılarının, onun, sınıf mücadelesinde kendiliğindenlik ve bir devrimci bilinç olarak proletarya hegemonyası üzerine olan vurgusundan kaynaklandığının altını çizer. Bu çerçevede yazar, kitabın tarihsel çizgiyi takip ederek ilerlediği diğer bölümlerinde, Lenin’in fikrî ve devrimci pratiğe ilişkin, tarihi kırılma anlarıyla beslenen yaklaşımlarının, Marksizm’i derinleştirmeye ve geliştirmeye hizmet ettiğini ortaya koyar.[21] Shandro bunu, bir yandan Rus devrimine giden süreçte yaşanan fikrî ve maddi bölünmeleri, işçi mücadelelerini, işçi ve köylü ittifaklarını, burjuvazinin dahil edilmesinin gerekliliğinde ısrar eden Menşevik hizbini ve Menşevik-Bolşevik ayrışmasını, Sovyetler’in devrimsel rolünü, komünün sekterliğini ve kabaca 1890’dan 1920’ye kadar yaşanan gerçek pratiklerin anlatısını yaparak, diğer yandan bu anlatıyla, yani devrimci süreç içerisinde gerçekleşen pratiklerle paralel bir biçimde Lenin’in -başta, ‘Ne Yapmalı?’ (1902), ‘Bir Adım İleri, İki Adım Geri’ (1904), ‘Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği’ (1905), ‘Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ (1916), ‘Devlet ve Devrim’ (1917) ve ‘Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky’ (1918) olmak üzere- yazınsal mirasını bir arada ele alarak okuyucuya sunar.[22]

Shandro’nun ve aslında kendisinden önceki diğer Lenin araştırmacılarının da pek çoğunun en çok odaklandıkları konu, sınıf mücadelesinde kendiliğindenlik ve bilinç konusu ve Lenin’in bu konuya dair 1902 tarihinde kaleme aldığı ‘Ne Yapmalı?’ kitabıdır. Lenin’in kitabının esas polemiksel hedefi, sonradan Menşevikler olarak ayrışacak olan gruba yönelik ‘Ekonomizm’ eleştirisini ortaya koyabilmektir.[23] Ancak Lenin’in sınıf mücadelesine dışarıdan bilinç tezi, kendisini eleştirenler tarafından somut bağlamlarından kopartılmış ve kabaca söylemek gerekirse, teori ve pratik arasında diyalektik olmayan bir ikamecilik şeklinde sunulmuştur. Böylece Lenin’in tezinde, ‘parti örgütü kendisini parti yerine geçirir, Merkez komitesi kendisini parti örgütü yerine geçirir ve son olarak da bir diktatör kendisini Merkez Komite yerine geçirir’ gibi bir alt anlatı olduğu iddia edilmiştir.[24] Ancak Shandro’ya göre Lenin’in tezi, özünde, işçi sınıfı hareketinin mevcut koşullarına uygun düşen siyasal faaliyet ve örgütlenme biçimleri belirlenmeden önce, somut siyasal analizlerin gerçekleştirilmesi ve bütün bir işçi sınıfı aynı anda öz-kurtuluş bilincine ulaşamayacağı için, bazı öncülerce sınıfın kalanına bu somut analizlerin aktarılması şeklinde özetlenebilir. Böyle olduğu ölçüde de iddia edildiği gibi Marksizm’in temel tezleriyle çelişmek bir yana uyumlu ve tutarlıdır.[25] Hâlihazırda Lenin de kendisini eleştirenlere cevabı, sınıf mücadelesini, onun somut koşulları bağlamında analiz etmeye yönelik bir çağrı niteliğindedir. Sınıf mücadelesini soyut teorik terimlerle anlatmaya ve aynı şekilde kendisini eleştirmeye çalışanların somut bağlamdan koptuklarını, esas olarak soyut gerçek diye bir şey olmadığını, gerçeğin daima somut olduğunu ve somut durumun somut analizine ihtiyaç olduğunu ifade eder.[26]

Shandro’nun kitabında en çok üzerinde durduğu konu da budur. Kitabın ana bölümlerine ek olarak sonuna koyduğu üç bölümün ikisi, Lenin’in ‘Ne Yapmalı?’ kitabı ve onun kendiliğindenlik ve bilince yönelik yaklaşımlarıyla ilgilidir. Sonuç olarak yazara göre Lenin’in kendiliğindenlik ile bilinç arasında yaptığı ayrım, bir altyapı üstyapı ayrımı veya işçi ile aydın arasında yapılan sosyolojik bir ayrım değildir. Shandro bu ayrımı şu şekilde özetler:

Bu ayrım daha ziyade, somut bir politik mücadele konjonktüründeki karmaşık bir kuvvetler ve eğilimler kümesinin çelişkili birleşimine ve örtük olarak, bunun aracılığıyla, Marksist politik aktörlerin kendilerini ilişkili şekilde konumlandırmaya davet edildiği, hatta bunun gerekli olduğu, hegemonya mücadelesinin politik-stratejik mantığının işleyişine başvuru yapar. Bu mantıkla kırılmaya uğrayan sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı bilinci ancak eşitsiz[27] şekilde gelişebilir. […] Dışarıdan bilinç tezi, bilincin, hegemonya mücadelesinin değişen çizgilerine ve mantığına yansımalı şekilde uyarlanmasını zorunlu kılar. Böylece paradoksal olarak Marksist teoriyi, sınıf mücadelesinin kendiliğinden hareketindeki beklenmedik yeniliklere ve çeşitliliğe açma olasılığını yaratır.[28]

O halde, Lenin’in kapsayıcı bir olgu olarak ideoloji ve bunun toplumun maddi gerçekliğine yansıdığı şekliyle işçi sınıfının kendiliğindenliği ve sınıf bilincinin belirlenimleri kavramlarının gelişmesine katkısı, “Marx’ın sınıf bilincinin ve devrimci pratiğin gelişmesinin önündeki engellerin çözümlenmesindeki eksiklikleri işe yarar bir şekilde ortadan kaldırma çabası” olarak görülebilir.[29]

Shandro, Gramsciyen hegemonya kavramının Leninist proletarya hegemonyası biçimindeki halatlarını belirginleştirmeye çalıştığı kitabını, Gramsci’nin Modern Prens’inden günümüzdeki direniş söylemlerine ve pratiklerine getirdiği son bölümle kapatır. Rusya’da Menşevik-Bolşevik ayrışması şeklinde tecessüm eden durum özünde demokratik-devrimin iki yolu ve iki hegemonya yönelimidir. Proletaryanın öz-etkinliği fikrini hegemonya nosyonunun merkezine yerleştiren Menşevikler, öz-etkinliğe pedagojik bir süreç olarak bakarak, burjuva aydınların işçi hareketinde önderlik etmeleri gerektiği gibi bir iddiada bulunurlar.[30] Halbuki Lenin, önderlik misyonunun işçi sınıfının öncülüğü ile malûl olduğunu ortaya koyarak, proletarya hegemonyasının çerçevesini bu noktadan hareketle belirler. Böylece, “demokratik-devrimin iki yolu fikrini kapitalist gelişme teorisiyle ilişkilendirerek daha incelikli hale getirir ve böylece proletarya hegemonyasına dair Marksist siyasal projeyi ilk kez sağlam bir tarihsel maddeci teçhizatla donatır.”[31] Lenin’den yaklaşık yirmi beş sene sonra Gramsci, tarihsel blok ve sınıf antagonizması üzerinden kurguladığı ve içerisine zor ve rızanın birlikteliği ile birlikte organik aydın, kültürel alan gibi kavram ve olguları da dahil ederek ortaya koyduğu hegemonya çerçevesi ile Lenin’in proletarya hegemonyası arasına halatları bu şekilde çekmiş olur. Son bölümde dahi yazarın eleştirmekten sakınmadığı post-Marksistlerin, yukarıda serimlenen Leninist halatları çözme girişimleri, bir yandan temelsiz hegemonya inşası anlatılarıyla günümüzün direniş pratiklerine gölge düşürürken, öte yandan onların ortaya koydukları çerçevelerin dışına taşan, teorik yaklaşımlarını geçersiz kılan biçimlerde tezahür eden mücadele pratiklerinin ortaya çıkmasına sahne olur. Bilhassa, Gramsci’nin tarihsel blok ve sınıfların çelişkisinde kendini var eden (proletarya) hegemonyası çerçevesinden bakıldığında, Gramsci’nin siyaseti, ne kadar, devrimci bir güç kullanımını onaylayacak ölçüde baskıcıysa (zora dayalıysa), Lenin’in siyaseti de aynı ölçüde, işçi-köylü ittifakının kültürel yönlerine dair kaygı duyacak ölçüde rızaya dayalıydı.[32]

Son tahlilde, Shandro’nun ortaya koyduğu eser, Lenin’i Marksist sınıf mücadelesi ve proletarya hegemonyası çerçevesinde bağlamsallaştırarak bize, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayarak Lenin’in yaşamının sonuna kadar uzanan bir süreçte devam eden ontolojik ve epistemolojik temaların gelişimini görme imkânı veren, oldukça kıymetli bir çalışmadır. Yine de bazılarının, Lih’in kitabını ‘Lenin hakkında sarf edilebilecek son sözler’ olarak nitelemelerini[33] boşa çıkarttığı gibi Shandro’nun kitabının da Lenin hakkında sarf edilebilecek son sözler olmayacağı aşikâr. İşçi sınıfı mücadelesinin değişen koşullar karşısındaki dinamizmine ve diyalektiğe dair yaptığı katkılarla Marksist sınıf teorisinin sınırlarını genişleten bir fikir ve eylem insanına dair söylenebilecek sözlerin tüketilmesi zor.


[1] Gramsci, Antonio (2011). Hapishane Defterleri Cilt 1 (Joseph A. Buttigieg (edt.), Ekrem Ekici (çev.)). İstanbul: Kalkedon, s. 491.

[2] Marx, Karl (2015 [1867]). Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci (7. Baskı). İstanbul: Yordam, s. 573.

[3] Blackledge, Paul (2018). Hegemony and Intervention: Alan Shandro’s Lenin. Science & Society, 82(4), s. 481-82.

[4] Ivanova, Viktoria (2017). Review: Alan Shandro, Lenin and the Logic of Hegemony. Marxist Left Review, 13, Summer.

[5] Cliff, Tony (2002). Lenin, Cilt 1: Partinin İnşası (Tarık Kaya (çev.), 2. Baskı). İstanbul: Z Yayınları, s. 182-184.

[6] Lih, Lars T. (2018). Lenin’i Yeniden Keşfetmek (Melih Pekdemir (çev.)). İstanbul: Ayrıntı.

[7] Lih, Lars T. (2008). Lenin Rediscovered: What is to be Done? in Context. Chicago: Haymarket Books, s. 14-27.

[8] Blackledge, 2018, s. 482.

[9] Corr, Kevin ve Gareth Jenkins (2014). The Case of the Disappearing Lenin. International Socialism, 2(144), s. 56-58.

[10] Shandro, Alan (2021). Lenin ve Hegemonya Mantığı: Sınıf Mücadelesinde Siyasal Pratik ve Teori (Özgür Öztürk (çev.)). İstanbul: Köstebek Kolektif, s. xi.

[11] Gramsci, Antonio (1986 [1929-35]). Hapishane Defterleri (Kenan Somer (çev.)). Ankara: Onur Yayınları, s. 251; aktaran Shandro, 2021, s. 1.

[12] Shandro, 2021, s. 123.

[13] Shandro, 2021, s. 4.

[14] 1970’lerdeki bu keşfe ve Gramsci’nin farklı yorumlanmalarına örnek olarak, bkz.: Thomas, Peter D. (2013). Gramsci Çağı: Felsefe Hegemonya Marksizm (İlker Akçay ve Ekrem Ekici (çev.)). Ankara: Dipnot, s. 105-112.

[15] Burada kastedilen Laclau-Mouffe tarzı ‘hegemonya’ kullanımı ve onun söylemsel terimleridir.

[16] Shandro, 2021, s. 17.

[17] Shandro, 2021, s. 51.

[18] Kitapta bu isim hem İngilizcede kullanıldığı ‘Plekhanov’, hem de Türkçede kullanıldığı ‘Plehanov’ biçimleriyle kullanılmış. Okuyucular bu iki kullanımın da aynı kişiye işaret ettiğini gözden kaçırmasınlar.

[19] Bunun anlamı, üretici güçlerin büyümesinin tarihin yönünü belirlediği, sosyalizmin maddi ve entelektüel koşullarının birbirine paralel olarak geliştiği ve Marksist teori ile işçi sınıfı hareketinin ahenkli şekilde kaynaştığı bir aşamalı tarih anlayışıdır, bkz.: Shandro, 2021, s. 99. Bu tek çizgili tarihsel mantık ile proletarya hegemonyası birbiri ile uyumsuzdur. Dolayısıyla Lenin, daha kapsamlı bir teorik çerçeveye ihtiyaç olduğunu kısa süre içerisinde fark edecektir.

[20] Shandro, 2021, s. 94. Ayrıca Lenin’in bu kopuştan sonra giderek artan dozlarda, özellikle Kautsky ve Plehanov’u Marksizmi alçalttıkları sebebiyle eleştirmeye devam ettiğini biliyoruz. Bu eleştirilerin bir kısmı için, bkz.: Lenin, V. İlyiç (2003). Devlet ve İhtilal (Kenan Somer (çev.), 9. Baskı). Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 114-131.

[21] Shandro, 2021, s. 225.

[22] Bununla birlikte Shandro, bu önemli metinlerin tam bir tartışmasını yapmaz; amacı daha çok, bunlar içinde kendiliğindenlik ve proletarya hegemonyası sorunlarına farklı bir yaklaşımın izlerini sürmektir.

[23] Bkz.: Lenin, V. İlyiç (2004). Ne Yapmalı?: Hareketimizin Can Alıcı Sorunları (Muzaffer Erdost (çev.), 6. Baskı). Ankara: Sol Yayınları, s. 110-122.

[24] Trotsky’den aktaran Shandro, 2021, s. 119.

[25] Shandro, 2021, s. 121-122.

[26] Lenin, V. İlyiç (2009 [1904]). Bir Adım İleri, İki Adım Geri: Partimizdeki Bunalım (Yurdakul Fincancı (çev.), 7. Baskı). Ankara: Sol Yayınları, s. 197, 244-245.

[27] Lenin’in bu eşitsiz bilinç gelişimi tezinin günümüzde dahi hâlâ geçerliliğini koruduğunu görmekteyiz. Türkiye’den güncel bir örnek vermek gerekirse, Trendyol kuryelerinin hak talepleri için eylem yapmaları ve neticede %38.8’lik bir maaş zammı kazanımı elde etmeleri sürecinde ne derece bilinçli oldukları ile bu kazanım sonrasında, aslında kendileri de -Gramsci’nin tarihsel bloğu bağlamında- işçi sınıfına mensup olan doktorların ‘doktorlarla kuryelerin maaşı eşitlendi’ şeklinde bir polemik ortaya atmalarındaki bilinçli olma hali, Lenin’in bahsettiği bu eşitsiz sınıf bilinci gelişimine tekabül eden güzel bir örnektir.

[28] Shandro, 2021, s. 356.

[29] Ransome, Paul (2011). Antonio Gramsci: Yeni Bir Giriş (Ali İhsan Başgül (çev.)) Ankara: Dipnot, s. 163.

[30] Shandro, 2021, s. 194.

[31] Shandro, 2021, s. 216-217.

[32] Shandro, 2021, s. 4-6.

[33] Le Blanc, Paul (2015). Lenin’s Revolutionary Marxism. International Socialist Review, Sayı: 97.