Yorgunluk Virüsü

Covid-19, toplumsal patolojik fay hatlarını derinleştiriyor, hâlihazırda “tükenmiş” toplumumuzu daha da yıpratıyor ve bizi toplu bir hâlsizliğe sürüklüyor. Bu sebeple, koronavirüsün “yorgunluk virüsü” olarak anılması da gayet yerinde olur. Yakında virüsü alt etmek için yeteri kadar aşımız olacak, lakin depresyon pandemisi için aynı şey geçerli değil.

Isabelle Gresser'e ait, Byung-Chul Han'ın başrolde oynadığı "Müdigkeitsgesellschaft" (Yorgunluk Toplumu) başlıklı belgesel filmden bir görüntü

Covid-19, bir nevi, günümüz toplumundaki krizleri yansıtan bir ayna işlevi görüyor. Pandemiden çok daha önce ortaya çıkmış patolojik semptomları görünür kılıyor. Bu semptomlardan biri yorgunluk. Hepimiz, nedenini anlayamadığımız şekilde kendimizi yorgun hissediyoruz. Bu basit bir yorgunluk değil; bizi gittiğimiz her yerde bir gölge gibi takip eden, oldukça kalıcı bir yorgunluk. Pandemi, hâlihazırda var olan bu yorgunluğumuzu körükledi. Karantina sürecinde bize dayatılan atalet, bizleri daha da yorgun kıldı. Kimileri, bu ataletle birlikte boş zamanın güzelliğini yeniden keşfedeceğimizi, hayatın yavaşlayarak dinginleşeceğini öne sürüyor. Ancak açıkça görüyoruz ki pandemi esnasında hüküm süren şey dinlenme ve yavaşlama değil, aksine, yorgunluk ve depresyon.

Peki niçin bu kadar yorgun hissediyoruz? Yorgunluk, günümüzde karşımıza küresel bir fenomen olarak çıkıyor. On yıl önce çıkan Yorgunluk Toplumu [The Burnout Society] adlı kitabımda yorgunluğu neoliberal başarı toplumuna ait bir hastalık olarak tarif etmiştim. Pandemi süresince deneyimlenen yorgunluk, beni bu mesele üzerine bir kez daha düşünmeye itti. Çalışmak, ne kadar çetrefilli olursa olsun, kalıcı bir yorgunluk getirmez. Çalışmayı bitirdikten sonra kendimizi bitkin hissedebiliriz, fakat bu kalıcı yorgunlukla aynı şey değildir. Zira iş, bir noktada son bulur. Fakat, boyunduruğunun altına iradi biçimde girdiğimiz başarı dürtüsü iş gibi değildir, mesaisi asla bitmez. Bu dürtü, bize boş vaktimizde de eşlik eder, uykumuzda bile eziyet etmeye devam eder ve çoğunlukla uykusuz gecelere yol açar. Bizi yorgun kılan asıl şey, bu içsel baskının ta kendisidir. Tam da bu sebeple yorgunluk ve bitkinlik arasında bir çizgi çekmek gerekir. Hatta doğru bir bitkinlik, bizi bu kalıcı yorgunluktan kurtararak özgürleşmemizi bile sağlayabilir.

Depresyon ve tükenmişlik gibi ruhsal bozukluklar, aslında derin bir özgürlük krizinin semptomlarıdır. Bunlar, özgürlüğün giderek bir yükümlülüğe döndüğünü imleyen patolojik sinyallerdir. Hepimiz özgür olduğumuzu düşünürüz. Oysa kendimizi yere yığılma noktasına gelene dek tutkulu bir şekilde sömürdüğümüzün farkında değilizdir. Kendimizi ölünceye dek durmaksızın yenilemeye, dönüştürmeye çalışırız. Bu sinsi başarı dürtüsü, bizi daima kendimizden öteye hareket etmeye zorlar. Bir şeyi başarmamızın ardından daha çok şey başarmak isteriz, yani, sürekli kendimizden öteye gitmeyi arzularız. Ancak şu çok açık ki, kendinin ötesinde olmak mümkün değildir. Bu absürt dürtü kaçınılmaz biçimde bir çöküşe yol açar. Başarı öznesi, özgür olduğuna inanır, fakat esasen köleden başka bir şey değildir. Evet, bu özne tam bir köledir, çünkü kendini bir efendi’nin yokluğunda bile gönüllü bir biçimde sömürür.

Neoliberal başarı toplumu, sömürüyü tahakkümün yokluğunda bile mümkün kılıyor. Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında gösterdiği biçimde emirler ve yasaklarla işleyen disiplin toplumu, bugünün başarı toplumunu tasvir etmiyor. Başarı toplumu, özgürlüğün ta kendisini sömüren bir toplum. Özsömürü, şüphesiz, bir başkasının sömürüsünden daha verimlidir, çünkü kendini sömüren öznenin özgürlük hissini zedeleyen bir yanı yoktur. Kafka, kendini efendi sanan kölenin özgürlük paradoksunu yıllar önce oldukça açık bir biçimde ortaya koymuştu. Bunu aforizmalarında şöyle anlatıyor: “Hayvan, efendisinin kırbacını yakalar ve bir efendiye dönüşebilmek için kendini kırbaçlamaya başlar; ne var ki bu, efendinin kırbacında atılan yeni bir düğümün sonucunda ortaya çıkan beyhude bir hayalden başka bir şey değildir.” Kendimizi hedef aldığımız bu kalıcı cezalandırma bizleri yorgun düşürür ve en sonunda depresyona sokar. Neoliberalizm, bir anlamda, öznenin tam da bu şekilde kendini cezalandırmasına dayanır.

Covid-19’un esrarengiz yanlarından biri de hastalığa yakalananların aşırı yorgunluk ve hâlsizlikten muzdarip olması. Öyle ki hastalık, adeta yukarıda bahsettiğim kalıcı yorgunluğu birebir simüle ediyor. Bir diğer yandan da hastalığı yenen fakat uzun vadede çeşitli semptomlar göstermeye devam eden hastaların sayısı günbegün artıyor. Bu uzun vadeli semptomlardan biri “kronik hâlsizlik sendromu”. “Pili bitmek” tabiri bu semptomu oldukça iyi tarif ediyor. Bundan muzdarip olanlar ne çalışabiliyor ne de herhangi bir iş yapabiliyor. Bir bardak su doldurmak için bile ciddi çaba sarf etmeleri, yürürken nefes nefese kalmamak için sürekli durup dinlenmeleri gerekiyor. Kendilerini yaşayan ölüler gibi hissediyorlar. Bir hasta, içinde bulunduğu durumu şu şekilde anlatıyor: “Telefonunuzun sadece yüzde 4 şarjı olması ve bütün gününüzü bu yüzde 4 şarjla geçirmek zorunda olmanız gibi bir durum”.

Ancak buradaki mühim husus şu ki virüs yalnızca Covid’den muzdarip olanları değil, sağlıklı insanları bile yorgun bırakıyor. Slavoj Žižek, Pandemic! Covid-19 Shakes the World (Pandemi! Kovid-19 Dünyayı Sarsıyor) adlı kitabının bir bölümünü “Neden kendimizi sürekli yorgun hissediyoruz?” sorusuna ayırıyor. Belli ki Žižek de pandeminin bizi yorgun kıldığının farkında. Žižek, mevzubahis bölümde Yorgunluk Toplumu‘nda ileri sürdüğüm fikirlere karşı çıkarak sömürünün yerini özsömürünün aldığını reddediyor; aksine, sömürünün kaybolmadığını, yalnızca Üçüncü Dünya ülkelerine ihraç edildiğini öne sürüyor. Sömürünün Üçüncü Dünya ülkelerine taşındığı konusunda bir itirazım yok, Žižek’le hemfikirim. Zaten Yorgunluk Toplumu da Çinli fabrika işçisinin içinde bulunduğu durumu değil, Batılı neoliberal toplumları ele alan bir kitap. Fakat burada aklımızda bulundurmamız gereken husus, neoliberal yaşam biçiminin sosyal medya aracılığıyla Üçüncü Dünya ülkelerinde de yayılıyor olması. Toplumda bencillik, bireycilik ve narsisizmin yükselişi küresel bir fenomen. Sosyal medya hepimizi birer üreticiye, birer girişimciye dönüştürüyor. Bu üreticinin, girişimcinin şirketi de kendiliğinin ta kendisi oluyor. Sosyal medya; topluluğu, toplumsal olana dair her şeyi aşındıran benlik kültürünü küreselleştiriyor. Burada kendimizi imal ediyor ve daimi bir serginin vitrinine koyuyoruz. Bu kendini imal etme ve benliğin sürekli “vitrinde olması” hâli, bizi yoruyor ve bunalıma sokuyor. Žižek, kitabında günümüz toplumunun karakterini belirleyen ve pandemi sebebiyle de hiç olmadığı kadar görünür hale gelen bu kalıcı yorgunluktan ise söz etmiyor.

Žižek, özsömürü kavramını reddetmesine rağmen kitaptaki bir pasajda kavrama yakınsıyor gibi görünüyor: “Hatta artık onların [evden çalışanların], ‘kendilerini sömürmek’ için daha fazla zamanı olabilir.” Neoliberal çalışma kampının pandemi esnasında edindiği yeni bir adı var: evden çalışma. Evden çalışmak, ofiste çalışmaktan çok daha yorucu. Fakat bunu basitçe özsömürünün artması üzerinden açıklamak doğru olmaz. Evden çalışmayı daha yorucu kılan asıl şey yalnızlık, yani üzerinde pijamalarla saatlerce ekran başında oturmak. Böyle bir haldeyken kendimizle baş başa kalır, ister istemez kendimiz hakkında bitmek bilmeyen tefekkürlere ve sorgulamalara dalarız. Kalıcı yorgunluk, son tahlilde bir benlik yorgunluğudur. Evden çalışmak, bizleri kendiliğimizin en derin yerine gömerek bu benlik yorgunluğunu şiddetlendirir. Bu yalnızlık tablosunda eksik olan parça, bizi kendimizden uzaklaştıracak olan başka insanlardır. Yorgunluğumuzun sebebi; sosyal ilişkiler, kucaklaşmalar ve fiziksel temasın eksikliğidir. Karantina koşullarında, Sartre’ın Çıkış Yok‘ta [No Exit] iddia ettiğinin aksine, başkalarının “cehennem” olmayabileceğini, aksine belki de şifa olabileceklerini fark etmeye başladık. Zira virüs, aynı zamanda, The Expulsion of the Other‘da (Ötekinin Kovuluşu) anlattığım gibi öteki’nin kayboluşunu da hızlandırıyor.

Evden çalışmanın ortaya çıkardığı yorgunluğun bir başka sebebi de ritüellerimizin yok olması. Esneklik namına; hayata denge katan, can katan sabit zamansal ve mimari yapıları kaybediyoruz. Özellikle de ritim yokluğu, depresyonu derinleştiren en büyük unsurlardan birisi. Ritüel, iletişimin yokluğunda bir toplum yaratıyorken bugün hüküm süren şey, toplumun yokluğunda bir iletişim. Futbol maçına, konsere, restorana, tiyatroya, sinemaya gitmek gibi ritüellerimiz ortadan kaldırıldı. Selamlaşma ritüellerinin yokluğunda, tam da yukarıda bahsettiğim gibi, kendiliğimizin derinlerine düşüyoruz. Biriyle içten bir şekilde selamlaşmak, kendiliğimizin sebep olduğu yükü hafifletmeye yetiyor. Sosyal mesafe, şüphesiz, sosyal hayatı yok ediyor. Bizi yorgun bırakıyor. Öteki insanlar, aramıza fiziksel mesafe koymamız gereken muhtemel taşıyıcılara indirgeniyor. Bu virüs, hâlihazırda bir kriz içerisinde olan topluluk’u yok ediyor, bizi birbirimize yabancılaştırıyor. Toplumsal olanın aşındığı ve zaten sürekli izole olduğumuz bu sosyal medya çağında bizi olduğumuzdan daha da yalnızlaştırıyor.

Kapanma kapsamında terk edilen ilk şey kültür oldu. Peki, kültür nedir? Elbette topluluğu yaratan şeyin ta kendisi! Bizi sadece hayatta kalmaya çalışarak yaşayan hayvanlardan ayıran yegane şeydir kültür. Dolayısıyla, bu krizin içinde belini doğrultması gereken başlıca şeyin ekonomi değil kültür, yani toplumsal hayat olduğu açıktır.

Zoom zombilerine dönüştüğümüz bitmek bilmeyen çevrimiçi toplantılar da bizi yorgun düşürüyor. Mütemadiyen aynaya bakmak zorunda kalıyoruz. Aralıksız bir biçimde kendi yüzümüzle karşı karşıyayız. İronik olan, virüsün tam da toplumumuzun narsisizminin sonucu olarak açıklayabileceğimiz ‘selfie’ zamanında ortaya çıkması. Virüs bu narsisizmi derinleştiriyor. Pandemi boyunca hepimiz mütemadiyen kendi suratımızla yüz yüze geliyoruz; aslında ekranlarımızda bir çeşit sonu olmayan bir selfie üretiyoruz. Bu da bizi yorgun bırakıyor.

Zoom narsisizmi kendine özgü yan etkiler de üretiyor. Plastik cerrahiye olan talepte meydana gelen patlama gibi. Ekrandaki çarpık ve bulanık görüntüler insanların kendi görünüşleri hakkında hayal kırıklığına uğramasına sebep oldu. Ekran çözünürlüğünün yüksek olduğu durumlarda ise birden bire yüzümüzdeki kırışıklıkları, lekeleri, gözaltı torbalarını, saçlarımızın dökülüyor olduğunu ve diğer çeşitli cilt problemlerini seçmeye başladık. Pandeminin başından beri estetik ameliyat konulu Google aramaları tavan yaptı. Estetik cerrahlar karantina boyunca müşterilerinin yorgun görünüşlerini nasıl giderebileceklerine ilişkin sorularına gömüldü. Öyle ki bir Zoom kaynaklı bir dysmorphia olduğundan bile bahsediliyor. Bu dysmorphia (kişinin kendi fiziksel görünüşünde kusurlar olduğuna dair algı ve aşırı takıntı hâli) dijital ayna tarafından da tetikleniyor. Virüs, pandemiden önce bizi çoktan pençesine almış olan optimizasyon çılgınlığının sınırlarını zorluyor. Burada da virüsün toplumumuza ayna tuttuğunu söyleyebiliriz. Söz konusu Zoom dysmorphia olduğunda gerçek bir ayna! Dış görünüşümüzle ilgili duyduğumuz çaresizlik içimizde yükseliyor. Zoom dysmorphia, yani kendi benliğimize ilişkin patolojik takıntı, bizi yorgun bırakıyor.

Pandemi, dijitalleşmenin olumsuz yan etkilerini de açığa çıkarmış durumda. Dijital iletişim oldukça tek taraflı, daraltılmış bir ilişki biçimi. Bakıştan ve bedenden yoksun, ötekinin fiziksel varlığından mahrum. Pandemi, özü itibariyle insan dışı bu iletişim biçiminin yeni norm olacağını garanti altına alıyor. Dijital iletişim bizi çok ama çok yorgun bırakıyor. Çünkü yankı içermeyen, mutluluktan mahrum bir iletişim biçimi o. Bir Zoom toplantısında, teknik olarak, birbirinizin gözlerine bakamazsınız. Tek yaptığımız gözümüzü ekrana dikmekten ibaret. Ötekinin bakışının yokluğu bizi yorgun bırakıyor. Umuyorum ki pandemi başka bir kişinin fiziksel varlığının mutluluk getirdiğini, dilin fiziksel bir deneyim olduğunu, başarılı bir diyalogun bedenlerin varlığına dayandığını ve en nihayetinde fiziksel varlıklar olduğumuzu fark etmemizi sağlayacak. Fiziksel deneyimi hatırlatan bir diğer şey de pandemi sırasında mahrum kaldığımız gündelik ritüeller. Bu ritüeller topluluk mefhumunu mümkün kılan ve böylece mutluluk üreten fiziksel iletişim biçimlerini temsil ederler. En önemlisi de, bizi egolarımızdan uzakta tutarlar. Mevcut duruma baktığımızda, bu ritüeller kalıcı yorgunluk için iyi bir antidot olurdu. Fiziksellik, topluluğun kendisine de içkin bir özelliktir. Dijitalizasyon, bizi bedenlerimizden ayırmak suretiyle, topluluk ahengini zayıflatıyor. Virüs, bizi bedene yabancılaştırıyor.

Sağlık takıntısı pandemiden önce de her yeri sarmıştı şüphesiz. Şimdiyse, temel olarak yalnızca hayatta kalmakla ilgileniyoruz. Sonu gelmez bir savaş durumundaymışızcasına… Hayatta kalma mücadelesi hüküm sürdükçe, iyi bir yaşamın nasıl olacağı sorusu ortadan kayboluyor. Yaşam kuvvetlerine ne pahasına olursa olsun yalnızca hayatı sürdürmek için başvuruyoruz. Bu hiddetli hayatta kalma mücadelesi pandemiyle birlikte viral bir ivme kazandı. Virüs, bütün yaşamın akıya alınarak hayatta kalmaya indirgendiği koca bir karantina koğuşuna çevirdi dünyayı.

Bugün sağlık, insanlığın en yüce muradı. Hayatta kalma toplumu ‘iyi yaşam’ ufkunu kaybediyor. Zevk dahi, kendinden menkul bir erek hâline gelen sağlık uğruna kurban ediliyor. Nietzsche bu durumu çok önceden yeni tanrıça olarak adlandırmıştı. Sigara üzerindeki katı yasak da hayatta kalma takıntısının iyi bir örneği. Zevk, hayatta kalma karşısında yoldan çekilmek zorunda. Hayatın devam ettirilmesi en yüce değer. Hayatta kalma kalmak uğruna, hayatı yaşamaya değer kılan her şeyi kendi ellerimizle ve memnuniyetle kurban ediyoruz.

Fakat sağduyu, pandemi durumunda bile yaşamın tüm yönlerini kurban etmememiz gerektiğini söylüyor. Yaşamın basit bir hayatta kalma mücadelesine, çıplak yaşam’a indirgenmesinin önünde durmak ise siyasetin görevi. Ben bir Katolik’im. Kiliselerde vakit geçirmeyi seviyorum, özellikle böylesi ilginç zamanlarda. Geçen sene Noel’de, pandemiye rağmen gerçekleştirilen bir gece yarısı ayinine katıldım ve bu beni mutlu etti. Ne yazık ki, çok sevdiğim tütsü merasimi yapılmadı. Tütsü merasimi de mi pandemi dolayısıyla sıkı bir şekilde yasaklananlar arasındaydı? Peki neden? Kiliseden ayrılırken alışkanlık gereği elimi maşrapaya attım ve birden ürktüm: Maşrapa boştu, ve yerini bir şişe dezenfektana bırakmıştı.

Korelilerin pandemi sırasında gittikçe yayılan depresyon olgusuna verdikleri isim “korona sıkıntısı” [corona blues]. Sosyal etkileşimden uzak karantina koşullarında depresyon derinleşiyor. Bugün yaşadığımız asıl pandemi, depresyon pandemisi. Yorgunluk Toplumu şu teşhisten hareketle yola koyuluyordu:

Her çağın onu karakterize eden hastalıkları vardır. Bir zamanlar bakteriyel bir çağ yaşadık; antibiyotiğin keşfi ile sona erdi. Olası bir grip salgınından duyulan yaygın korkunun aksine, artık viral bir çağda yaşamıyoruz. İmmünolojik teknolojiler sayesinde çoktan geride kaldı. Patoloji disiplininin bakış açısından, henüz başında olduğumuz 21. yüzyıl bakterilerle ya da virüslerle değil nöronlarla şekillenecek. Depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, borderline kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu gibi nörolojik rahatsızlıklar yüzyıl başlangıcında patolojinin sahası hakkında fikir veriyor.

Yakında virüsü alt etmek için yeteri kadar aşımız olacak, lakin depresyon pandemisi için aynı şey geçerli değil.

Aslına bakılırsa depresyon da bir semptomdur, “tükenmişlik toplumu”nun bir semptomu. Başarı öznesi, “kadir olma”ya daha fazla gücü yetmediği noktada tükenmişliğe sürüklenir, kendi kendine yüklediği başarı beklentisini karşılayamaz olur. “Kadir olma”ya daha fazla gücü yetmediğinde yıkıcı bir kendini suçlama ve kendi benliğine dönük saldırganlık baş gösterir. Başarı öznesi kendisine karşı savaş açar ve bu savaşta eriyip gider. Kişinin bu savaşta kendine karşı elde ettiği zafer tükenmişlikten başka bir şey değildir.

Güney Kore’de her yıl birkaç bin insan intihar ediyor. Başlıca sebep ise depresyon. 2018’de okul çağında olan 700 çocuk intihara teşebbüs etti. Medya bunun bir “sessiz katliam” olduğunu söylüyor. Öte taraftan, Güney Kore’de şimdiye kadar Covid-19’dan hayatını kaybeden insanların sayısı ise 1700. Yüksek intihar oranları açık bir şekilde başarı toplumunun ürünü. Bu oranları azaltmaya yönelik kayda değer en ufak bir önlem alınmış değil. Pandeminin başlangıcından beri bu problem gittikçe derinleşti, Kore’deki intihar oranları hızlı bir biçimde artmış durumda. Öyle görünüyor ki virüs depresyonu da derinleştiriyor. Fakat yerkürenin hiçbir yerinde pandeminin psikolojik sonuçlarına gereken dikkat gösterilmedi. İnsan biyolojik varoluşa indirgendi. İş mevcut durumu yorumlamaya geldiğinde, herkes yalnızca mutlak otorite kabul edilen virologları dinliyor. Pandeminin sebep olduğu asıl kriz ise çıplak yaşam’ın mutlak bir değer hâline getirilmesi.

Covid-19, toplumsal patolojik fay hatlarını derinleştiriyor, hâlihazırda “tükenmiş” toplumumuzu daha da yıpratıyor ve bizi toplu bir hâlsizliğe sürüklüyor. Bu sebeple, koronavirüsün “yorgunluk virüsü” olarak anılması da gayet yerinde olur. Fakat virüs, aynı zamanda kelimenin Yunanca krisis anlamında da bir ‘kriz’e işaret ediyor, yani bir dönüm noktasına. Talihimizi tersine çevirip felaketi defetmemize olanak sağlayabileceği için. Bu ‘kriz’, bizlere oldukça mühim bir çağrıda bulunuyor: hayatınızı değiştirmelisiniz! Bunu ise ancak toplumsallığımızı radikal bir şekilde gözden geçirerek yapabiliriz: Yorgunluk virüsüne bağışıklık geliştirmemizi sağlayacak yeni bir yaşam biçimi icat ederek…


*Byung-Chul Han’ın 12 Nisan 2021 tarihinde The Nation‘da yayımlanan bu yazısı Özgür Umut Baz ve Emir Aydoğan tarafından textum için Türkçeye çevrildi.