Post-politikadan hiper-politikaya

Finansal Çöküş’ün damgasını vurduğu dönemde politikleşenler, hiçbir şeyin, hatta sonrasında uygulanan kemer sıkma politikalarının bile politik olarak tanımlanamadığı zamanları hatırlayacaktır. Bugünlerdeyse her şey siyaset. Öte yandan insanların böylesi geniş boyutlardaki yoğun politikleşmelerine karşın pek az kişi bir zamanların klasik, yirminci yüzyıl tarzı siyaset olarak tanımlayabileceğimiz türden örgütlü çıkar çatışmalarına dâhil oluyor. Anton Jäger'e göre bu, ‘post-politika’dan ‘hiper-politika’ya doğru yaşanan bir geçiş.

Black Live Matter eylemleri esnasında bir AVM içerisindeki göstericilere ekrandan eylemlerinin yasa dışı olduğu uyarısı yapılıyor. Fotoğraf: Nicholas Upton

Fransız romancı Annie Ernaux, Seneler adlı otobiyografisinin bir yerinde okura 1990’ların ortalarının siyasal bir panoramasını verir:

Siyasetin öldüğü söylentisi ortalıkta dolaşıyordu. ‘Yeni dünya düzeni’nin doğuşu ilan edilmişti. Tarihin Sonu gelmek üzereydi … ‘Mücadele’ sözcüğü Marksizm’i çağrıştırdığı için itibarsızlaştırılmış, alay konusu olmuştu. ‘Hak savunusu’ denildiğinde akla hemen tüketici hakları geliyordu.

İlk baskısını 2008 yılında yapan Ernaux’nun kitabı, Lehmann Brothers’ın iflasından kısa bir süre önce yayımlandı. İngilizceye ise ancak 2017’de, ‘popülist’ on yılın sonuna doğru çevrildi. İlk yayımlandığında Ernaux’nun çalışması, insanların kendi mahrem alanlarına çekildikleri, teknokratların iktidarında siyasetin arka plana atıldığı bir dünyayı tasvir ediyordu. Tony Blair, küreselleşmeye karşı çıkmanın mevsimlerin döngüsüne karşı çıkmaktan bir farkının olmadığını söylüyordu. Bu dönemden söz ederken, “Bizi en çok neyin yıprattığını tam olarak bilmiyorduk,” diye yazıyor Ernaux, “medya ve onun kime güvendiğimizi soruşturan kamuoyu yoklamaları ve küçümseyici yorumları mı, işsizliği azaltmayı ve sosyal güvenlik bütçesindeki açığı kapatmayı vadeden politikacılar mı, yoksa RER istasyonundaki her daim bozuk olan yürüyen merdiven mi?”

Popülist çalkantı ile geçen on yılın ardından Ernaux’nun ifadeleri hem tanıdık hem de değil. Onun da teşhis ettiği kolektif kurumların hızla bireyselleşmesi ve çöküşü süreci aynen devam ediyor. Birkaç istisna dışında siyasi partiler üyelerini geri kazanmış değil. Derneklere katılımda bir artış yaşanmadı. Kilisenin koltukları dolmadı, sendikalar hızla büyümedi. Dünyanın her yerinde sivil toplum hâlâ derin ve uzun vadeli bir krize saplanmış vaziyette.

Öte yandan, Ernaux’nun 1990’larına has bir çekingenlik ve kayıtsızlık bugün pek de geçerli değil. Biden rekor bir katılımla seçildi; Brexit referandumu, Britanya tarihindeki en geniş katılımlı referandumdu. Black Lives Matter protestoları oldukça kitlesel gösterilerdi. Öyle ki, dünyanın en büyük şirketleri bile protestoların etkisiyle ırksal adalet esvabına bürünmekte geç kalmadı, markalarını hemen “Black Lives Matter”ı destekleyen bir kılığa soktular.

Futbol sahalarında, en popüler Netflix dizilerinde, insanların sosyal medya sayfalarında kendilerini tarif etme biçimlerinde yeni bir ‘politika’ biçimi beliriyor. Sağ’daki birçok kişiye göre toplum, siyaseten ikiye bölünmüş durumda. Bunlara göre bu polarizasyon o kadar derin ki, aile mensuplarınla kavga etmeden bir akşam yemeği yiyebilmek, dostlarınla birbirine girmeden iki kadeh içmek, iş arkadaşlarınla sakin bir öğle yemeği yiyebilmek bile imkânsız hale gelmiş durumda. Merkezdeki pek çokları içinse bu, 1990’larda ve 2000’lerde yalnızca piyasaların ve teknokratların politikadan sorumlu olduğu bir döneme yönelik ‘post-tarih nostaljisi’ne, hiper-politika öncesi döneme özleme yol açıyor.

‘Post-politika’nın bir dönemi açıkça sona eriyor. Buna karşılık, kitlesel partilerin, sendikaların ve işyeri militanlığının yeniden canlandığı bir yirminci yüzyıl siyasetinin ortaya çıktığı da yok, sanki bir adım es geçilmiş gibi. Finansal Çöküş’ün damgasını vurduğu dönemde politikleşenler, hiçbir şeyin, hatta sonrasında uygulanan kemer sıkma politikalarının bile politik olarak tanımlanamadığı zamanları hatırlayacaktır. Bugünlerdeyse her şey siyaset. Öte yandan insanların böylesi geniş boyutlardaki yoğun politikleşmelerine karşın pek az kişi bir zamanların klasik, yirminci yüzyıl tarzı siyaset olarak tanımlayabileceğimiz türden örgütlü çıkar çatışmalarına dâhil oluyor.

Popülist dönem

‘Post-politika’dan ‘hiper-politika’ya doğru yaşanan bu geçişi anlamak için, geride bırakmakta olduğumuz fetret devrinin [interregnum] neye benzediğini hatırlamakta yarar var. 2008’den sonraki yıllarda, Berlin Duvarı’nın çöküşünü takip eden siyasi Buzul Çağı istikrarlı bir şekilde çözülmeye başlamıştı. Batı genelinde -Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Occupy’dan tutun da İspanya’daki 15-M’ye ve İngiltere’deki kemer sıkma karşıtı harekete kadar- eski çıkar çatışmalarının hayaletini tekrar canlandıran hareketler ortaya çıkıyordu. Bu hareketler siyasetin alışılagelmiş alanlarında yer almadıkları gibi, ‘ne sağ ne sol’ söylemleri de bazen ‘anti-politik’ olarak tanımlanıyordu. Ancak yine de bir konsensüs çağının sonuna işaret ediyorlardı.

Bu hareketler bildik başarısızlıklardan muzdaripti. Alternatif küreselleşme çağındaki yatay örgütlenme fetişi, finansal çöküşün ardından da sekteye uğramadı. Bu yataylık fetişi, uzun vadede, ne karar alma süreçlerinde etkili bir yol ortaya koyabildi, ne de vekil ya da program sunacak bir çerçeve oluşturabildi. Bu yataylık fetişi o kadar geniş kapsamlı hale gelmişti ki 1960’larda yaşıyormuş gibi hissetmek işten bile değildi. Jo Freeman’ın 60’larda basılan ikonik kitapçığı Yapısızlığın Tiranlığı‘nda eleştirdiği yatay hareketler, sanki yeniden her köşe başında peydah olmuştu. Hareketlerden ‘hareket partilerine’ geçiş, yataylığın getirdiği sorunların üstesinden gelme girişimiydi, ancak bu sorunların bir çoğu, tüm çabalara rağmen, dönüp dolaşıp yeniden bu partilerin kapısına dayandı. Bu yeni oluşumlar merkez solu uyum sağlamaya ve değişmeye zorlasa da, sosyal demokrat seleflerini ayakta tutmuş olan üyelik demokrasisinin önemini bir türlü idrak edemediler.

Bahsi geçen eserinin başka bir yerinde Ernaux, 1981 yılında oy verdiği Sosyalist Parti’nin genel merkez binasından söz eder. Fransız sosyalistleri bu genel merkeze 1980’lerde, komünistleri ve sosyalistleri ortak çatı altında toplamaya çalışan Mitterrand döneminde taşınmıştı. Sosyalistler, 2017 seçimlerinde yaşadıkları hezimetten sonra bu binayı notere devrettiler. Yirminci yüzyıl sol siyasetinin şanlı kalesi, artık “satılık” ilanlarıyla bezenmiş bir binadan ibaretti.

O zamandan beri tuhaf yeni oluşumlar türedi. Daha az bürokrasi, daha fazla katılım ve yeni yatay siyaset biçimleri vadeden sözüm ona dijital partiler -solda La France Insoumise ve Podemos’tan merkezde Macron’un La République en Marche’ına ve sağın bir yerlerindeki İtalya’nın Beş Yıldız Hareketi’ne kadar- doğdu. Gerçekte ise bu projelerin etrafında inşa edildiği figürlerde yoğunlaşmış bir siyaset pratiği sergilemekten başka bir şey yapmadılar

Britanya’daki Brexit Partisi en azından daha dürüsttü. 2019 seçimlerinden önce bir şirket olarak kuruldu, ve ancak Nigel Farage’ın kariyerine bir faydası olacağı anlaşıldığında ciddi bir güç olarak yoluna devam etti. Bütün bu örgütler, kendi tabanlarını toplumun katmanlarındaki yeniden siyasallaşmaya dayandırsalar da, hiçbiri destekçilerini klasik politik angajman şeklinde tanımlanabilecek bir şeye dâhil etmedi.

Hiç kuşku yok ki seçim oportünizmi, bu yeni ‘hareketçiliğin’ arkasındaki itici gücün bir parçasıdır. Avrupa’da çoğu parti için son zamanlardaki bu hareket modeline geçiş, ikili bir değişime karşılık olarak gerçekleşiyor: parti üyelerinin sayısında uzun vadeli bir düşüş ve seçmen sayısında devamlı bir azalma. Belçika bu eğilimin yakıcı bir örneğini sunuyor. Flaman Hıristiyan Demokratlarının 1990’da 130 bin etkin üyesi varken bu şimdilerde 43 bin kişi. Aynı dönemde, Sosyalistler de 90 binden 10 bine düştü. Alman SPD 1986’da bir milyon üyeye sahipken 2019’da 400 binin biraz üzerindeydi, Hollanda Sosyal Demokratları 2021’de 103 bin 760 üyeden 41 bine düştü. Hemen hemen her yerde benzer bir hikâye yaşanıyor: eskinin kitle partisi, artık sadece bir politika tedarikçisi (siyaset bilimcilerin demokrasinin ‘çıktı faktörü’ dediği şey) olarak yaşıyor, ancak PR uzmanları ve görevlileri tarafından içeriden tüketiliyor.

İngiltere bir dereceye kadar bu kuralın bir istisnasıydı. Jeremy Corbyn’in liderliğinde, İşçi Partisi’ne üyelikler katlanarak arttı, 150 binin biraz üzerindeki üye sayısı 600 bine dayandı. Üstelik bunlar basit birer destekçi değildi, aynı zamanda bir dizi yasal hakka ve oy kullanma hakkına da sahip olan üyelerdi: düzenli olarak katılmayanlar bile düzensiz aralıklarla seçim bölgesi toplantılarına katılabiliyor ve partinin kamu temsilcilerinin kim olması gerektiği gibi sorular üzerinde kayda değer bir söz hakkına sahip olabiliyorlardı. Bekleneceği üzere, İşçi Partisi içindeki Starmercı karşı devrim, üyeleri ve onların yetkilerini hedef almaya odaklandı: şayet profesyonel siyasete alet edileceklerse üyelerin yetkileri azaltılmalı, ayrılmaya teşvik edilmeli veya doğrudan kapının önüne koyulmalıydılar. Şimdiden 150 binden fazla kişi partiden ayrılmış durumda -ki bu da sözü edilen sürecin yolunda gittiğinin bir göstergesi.

Sol popülistlerden çıkarılacak dersler de yeterince acı. Son yıllardaki sol atılımların çoğu (Syriza’dan Podemos’a ve France Insoumise’e kadar) kendilerini yeni örgütsel biçimlerde ifade etmeye çalışsalar da Corbynizm, şimdilerde politikacıların ve yurttaşların fazla hantal buldukları geçmişin işçi sınıfı partilerini canlandırmaya yönelik muhtemelen son çabaydı. Dünün parti üyeleri artık uzun vadeli, gönülsüz birlikteliklerin bir parçası olmaktan vazgeçebilirken, politikacılar da parti kongrelerinde daha az direnişle karşılaşıyor.

Belçikalı sosyalist lider, kısa süre önce partisi içinde yeni bir ‘start-up atmosferini’ memnuniyetle karşılayarak ona methiyeler düzdü, Instagram’da takipçilerine bununla caka sattı. Doğrusu, partiler artık ‘sosyal medya yöneticileri’ne düzenli aralıklarla çağrılar yapıyor ve mesajlarını influencerlar aracılığıyla yayıyorlar (Macron kısa süre önce başkanlık sarayında iki YouTube vlogger’ını ağırlamıştı). Son tahlilde, bu yeni dijital partiler ve onları doğuran hareketler post-endüstriyel ekonominin reddiyesi değil, dışavurumuydu: oldukça laubali ve geçiciydiler, uzun süreli bağlılıklar olmaksızın, gelip geçici start-uplar ve girişimler etrafında düzenlenmişlerdi.

Güvencesiz işlerin birinden diğerine öylece sürüklenen yurttaşlar, artık işyerlerinde de kalıcı ilişkiler kurmakta zorlanıyor. Bunun yerine, daha küçük aile, arkadaş ve internet çevreleri artık daha güvenilir sosyal ortamlar sunuyor. Bu iki uç, ya en somut ya da en soyut dayanışma türlerini öne çıkarıyor: sigorta fonları olarak aileler ve tümüyle gönüllü bir birliktelik olarak internet.

Bu gönüllülük, çağdaş siyasete has ısrarlı protesto hâlinde de açıkça yankılanıyor. Black Lives Matter protestolarıyla QAnon veya Washington DC’deki 6 Ocak isyanlarını görünürde birleştiren çok az şey var gibi duruyor. Kuşkusuz ahlaki açıdan birbirinden farklı dünyalar – biri polis vahşetini ve ırkçılığı protesto ediyor, diğeri ise hayali bir seçim sahtekârlığı ve komplo teorisi. Ne var ki, birbirinden ayrı görünen bu iki hareketin birçok noktada birbiriyle benzeştiğini öne sürmek de hiç yanlış olmaz: ikisinin de üyelik listeleri yok, takipçilerine disiplini dayatmakta güçlük çekiyorlar ve kendilerini resmileştirmiyorlar.

Sosyolog Paulo Gerbaudo, bu yeni protesto hareketlerini organsız bedenler olarak tanımlıyor: sıkı ve kaslı, fakat hakiki bir metabolizmadan yoksun. Otoriteryanizmin böylesine akışkan bir biçiminin günümüzün hizmet ekonomisiyle ahenk içinde çınlaması pek de şaşırtıcı değil. Değişken iş sözleşmeleri ve kendi işini kurma çağı, örgütlerin içinde uzun ve kalıcı bağları teşvik etmiyor. Onun yerini, açık bir parti yapısına asla katılmaksızın gevşek bir bağnazlar grubunu yöneten liderlerle, yatay ve hiyerarşik olanın tuhaf bir bileşimi alıyor.

Avusturyalı yazar Elias Canetti’nin ilkin 1938 yılında, iki dünya savaşı arası Viyana’da yayımlanan Kitle ve İktidar başlıklı çalışması, bu tip bir liderciliği çoktandır teşhis etmişti. Canetti’nin klasiği, 1930’ların büyük işçi ayaklanmalarına dönük bir tepkiydi. İki dünya savaşı arasındaki işçi hareketi saldırgan bir sağcı karşı tepkiyi kışkırtmış, ve nihayetinde örgütlü iki kitle hareketinin karşı karşıya gelmesiyle sonuçlanmıştı. Günümüzün QAnon birlikleri ve karantina karşıtı protestoları ise hareket hâlindeki bir ‘kitle’den ziyade bir ‘sürü’ görünümünde: karizmatik influencerlar ve dijital demagogların yönlendirdiği kısa ve güçlü uyaranlara karşılık vermek suretiyle hareket eden bir grup. QAnon’a sempati duyan herkes bir Facebook grubuna katılabilir; üstelik çevrimiçi medyanın tümünde olduğu gibi üyelik maliyeti çok düşüktür, üyelikten ayrılmanın maliyetiyse çok daha düşük.

Liderler elbette bu sürülere bir koreografi biçmeye çalışabilir – tweet’lerle, televizyondaki görüntüleriyle veya sözde Rus botlarıyla. ancak bu koreografi, henüz dört başı mamur bir örgüt teşkil etmek için yeterli değil. Bu, kitle temelli parti demokrasisinden kararlı ama aynı zamanda istikrarsız bir uzaklaşmadır. Savaş sonrası partiler sıkı bir orta saha ve defans ekibine sahipti, yeni popülist partiler ise esas itibariyle yıldız oyuncuları etrafında şekilleniyor. Yine Gerbaudo’nun vurguladığı üzere, günümüzün popülist liderleri medya canavarları olarak doğuyor.

Birçok yönüyle ‘post-politik’ dönemden haklı olarak çıkarılan ders, siyasetin kamusal alana yeniden dâhil edilmesi gerektiğidir. Ancak kitle örgütlenmesi yeniden ortaya çıkmaksızın bu, yalnızca söylemsel düzeyde veya medyatik siyaset prizması içinde kalır: her büyük olay ideolojik karakteri açısından incelenir, bu da sosyal medya platformlarında sınırları giderek daha net bir şekilde çizilen kamplar arasında doğan tartışmaları üretir, ve ardından her iki tarafın tercih ettiği medya organları aracılığıyla da geri tepilir. Bu süreç boyunca pek çok şey siyasallaştırılırsa da çok az şey elde edilir.

Bu dönemi birçok yönüyle ‘post’tan ‘hiper-politika’ya geçiş veya siyasetin topluma yeniden girişi olarak tanımlayabiliriz. Yine de yeni ‘hiper-politikamız’, kişilerarası ve kişisel alışkanlıklara özel olarak odaklanması, bitmeyen ahlakçılığı ve mücadele etmek için kolektif boyutlar üzerinden düşünmedeki yetersizliği bakımından da farklıdır. Bu anlamda ‘hiper-politika’, ‘post-politika’ sona erdiğinde olan şeydir, ancak yirminci yüzyıldan aşina olduğumuz terimlerle değil – daha ziyade, kitle siyasetinin yokluğunda siyasi çatışmanın aldığı biçim olarak. Sınıflar çatışmasının yerini kimliklerin kolajının almasıyla birlikte, insanların neye sahip olduklarına ve neleri kontrol ettiklerine dair sorular da yerini, insanların kim veya ne olduklarına dair sorulara bırakıyor.

‘Post-politika’ belli ki sona eriyor: Ernaux’nun 2008 yılında dikkat çektiği ‘siyasetin öldüğü söylentisi’ giderek yok oluyor. Yeni bir ‘hiper-politika’ tarzı, yirminci yüzyıldan alışık olduğumuz siyasete zayıf bir alternatif sunuyor gibi görünüyor. Ernaux da bunun farkında ki kitabının sonunda okuyucuları ‘bir daha geri gelmeyecek bir zamandan bir şeyler kurtarmaya’ çağırıyor.


*How the World Went from Post-Politics to Hyper-Politics başlığıyla 3 Ocak 2021 tarihinde Tribune’de yayımlanan Anton Jäger’in bu yazısı, Halil Can İnce tarafından Türkçeye çevrildi.