//

Pusulanın yönü, sınıfın gücü

"Sandık, Sokak ve Ötesi: Türkiye’de Siyasallaşma Biçimleri" başlıklı dosya kapsamında Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Hem Türkiye’de emekçi sınıfların siyasete yaklaşımını hem de halkçı-demokratik güçlerin önümüzdeki sürece nasıl yanıt verebileceğini konuştuk. Bir solukta okunacak bu söyleşide Gürkan, hem mevcut iktidarın ‘olağanüstü’ adımları karşısında gelişecek ittifaklara hem de son dönemde yükselen fiili direnişlere dönük sorularımızı yanıtladı.

1991 Büyük Madenci Yürüyüşü. Fotoğraf: Mehmet Özer

Bağımsız, Demokratik Bir Ülke ve İnsanca Yaşam Bildirgesi açıklanırken partinizin Genel Başkanı Ercüment Akdeniz, “Biz sosyalist bir partiyiz. Biz elbette, dünyanın ve Türkiye’nin kurtuluşunu, bütün zenginliklerin ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla olacağını biliyoruz. Ama bugün en geniş ve en güçlü halk ittifakının sağlanması için acilen bir araya geleceğimiz talepleri bir araya getirdik.” demişti. Sosyalist bir programla en geniş halk ittifakını sağlayacak program arasındaki farkı nasıl açıklarsınız?

Selma Gürkan: Partimizin programı, işçi sınıfının iktidar programıdır. Gerek ekonomik talepleri, gerek sosyoekonomik tahlilleri, gerekse de siyasal alanı tarif edişi bakımından partinin programı meseleyi bir iktidar perspektifi içerisinde ele alır. Partimiz, işçi sınıfının iktidarını hedefler; dolayısıyla programı da işçi sınıfının iktidarının gerçekleşmesi için gerekli koşulları, ekonomi başta olmak üzere bütün bir toplumsal hayatın nasıl örgütleneceğini, politikaların nasıl oluşturulacağını ortaya koyar. Kısaca partimizin programı, yeni bir dünyayı, sosyalist bir düzeni ve savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünyayı kurmanın yolunu işaret eder. Öte yandan Bildirge, partimiz dâhil tüm emek ve demokrasi güçlerinin bugünkü acil görevlerini tespit ediyor. İşçi sınıfı iktidara giderken farklı müttefikleri olabilir, demokrasi mücadelesi içerisinde veya güncel ekonomik/politik taleplerle verdiği mücadelelerde kuracağı ittifaklar farklılaşabilir. Bu açıdan biz bu Bildirge ile Türkiye’nin mevcut ekonomik ve siyasal koşullarını tahlil ederek bunun doğurduğu ihtiyacı karşılayacak taleplerimizi sıralıyoruz. Bu talepleri kazanabilmek için de ne tür birliktelikler gerektiğini, nasıl bir mücadele platformuna ihtiyacımız olduğunu anlatıyoruz. Bildirge bize böylesi bir yol haritası sunuyor.

Nedir bugünün acil ihtiyaçları

EMEP Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan. Fotoğraf: Burcu Yıldırım / EVRENSEL

Bugün bütün güçleriyle iktidar olmuş bir tek adam yönetimiyle karşı karşıyayız. AKP hükümetinden bahsederken artık basitçe dönemsel bir hükümetten söz etmiyoruz; AKP, aynı zamanda bir siyasi rejimi yeniden yapılandırmak üzere görev almış, kendi pozisyonunu bu görev etrafında belirlemiş, iktidarlaşmış bir siyasi partidir. Uyguladığı politikalarla, getirdiği düzenlemelerle bu tek adam yönetiminin Türkiye’de faşist bir rejimi inşa etme görevini üstlendiğini de gözlemiyoruz. Türkiye’de artık faşist bir yönetim olduğunu, devlet kurumlarının bütün gücüyle faşist bir karaktere büründüğünü ve buna karşı mücadele etmek gerektiğini söylemiyorum. Henüz böyle bir aşamada değiliz. Öte yandan baskı politikaları, toplumsal yaşamı yeniden örgütleme girişimleri, dinin, milliyetçiliğin ve ırkçılığın kullanılması gibi etkenleri düşündüğümüzde siyasi iktidarın gerici-faşist bir rejimi inşa etme yolunda hızla ilerlediğini de söyleyebiliriz. Grevler, toplu gösteri ve yürüyüş hakkı, ifade özgürlüğü gibi hak ve özgürlükler hukuken değilse de fiilen yasaklı durumda. Toplumsal muhalefet çok çeşitli saldırılara ve kısıtlamalara maruz kalıyor. Bu yönleriyle hükümet, faşizmi inşa etme yolunda hızla ilerlese de henüz başarabilmiş değil. Mücadele güçlerinin bunun karşısında hâlâ direndiğini söyleyebiliriz.

Siyasal alandaki bu gericiliğinin yanı sıra ekonomik alanda AKP, tekellerin usta bir sermaye partisidir. AKP iktidarı, tekellerin en gerici kanadının iktidarıdır. Uyguladıkları ekonomi programı da bir avuç tekele hizmet eden ekonomi programıdır. İşte bu gidişatın acilen durdurulması gerekir. Bu nedenle biz de hem ekonomik koşullara hem de demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin bu acil talepler üzerinden hareket etmeye çalışıyoruz. Sosyalist bir program ile acil talepler arasındaki fark da burada açığa çıkıyor. Örneğin, parti programımızda emperyalistlerin, tekelci burjuvazinin ve toprak sahiplerinin egemenliğinin yıkılması için bütün üretimin toplumsallaştırılmasını, burjuvazinin, tekellerin bugün elinde tuttukları ekonomik varlıklara el konulmasını savunuyoruz. Öte yandan Bildirgemizde ise “yerli ve yabancı sermaye sahiplerine kredi ve ihaleler yoluyla sağlananlar başta olmak üzere tanınan tüm ayrıcalıklara son verilmelidir” şeklinde ifade ettiğimiz, henüz işçi sınıfının iktidarının söz konusu olmadığı bir durumda bugün yaşanan ekonomik krizin işçi ve emekçiler açısından yarattığı sonuçlara karşı bir mücadele hattı öneriyoruz. Tekellerin elindeki iktisadi değerlere el koyma biçiminde değil ama sömürüyü geriletme, oradaki kâr oranlarını mümkün olduğunca azaltma, onların egemenliğini geriletme ve sınırlama yönündeki taleplerimizi dillendiriyoruz.

Demokrasi programı ile başlayan, daha sonra sosyalizm programına uzanan stratejik tasarının parçası gibi mi okumak gerekir bu söylediğinizi?

“Önce bir demokrasiyi kazanalım da sonra sosyalizmi kazanırız” gibi bir sıralama doğal olarak söz konusu olamaz. Bugün tekellerin ekonomik yağmasına karşı emekçi halk kitleleri için ekonomik hak talebiyle verdiğimiz her mücadele, emekçi sınıfların mücadele deneyimlerini artırdığı gibi onun politik bilincini de artırmaya hizmet ediyorsa bu önemli bir gelişmedir. Bugün ekonomik talepler, siyasi özgürlükler ve demokratik haklar etrafındaki mücadelemiz, azami hedefimizden asla bağımsız değildir; aksine, onu besleyen ve güçlendiren bir hat izler. Perspektif o olur zaten. Söz gelimi, asgari ücrete dair talepler etrafında bir mücadele versek bile bu, nihai hedefimizle bağlantılı, onunla ters düşmeyen, onunla diyalektik bir bağ içerisinde olan bir mücadele olmak zorunda. Bu açıdan verdiğimiz her mücadeleye, işçi sınıfının iktidarına giden yola döşenmiş taşlar olarak bakmamız gerekir.

Tek adam yönetimi, yukarıdan aşağıya her yerde bir tek adamın kararlarının geçerli olduğu bir siyaset düzenidir. Bunun karşısında bizim tartışmamız gereken şey, halkın dört yıldan dört yıla seçtiği temsilcilerle siyaset yapma hakkı değil, tam tersine, her türlü devlet yönetim mekanizmalarında söz sahibi olduğu, kararlara katıldığı ve katıldığı kararları denetleyebildiği bir mekanizmadır. Bu açıdan sadece sandıkla sınırlı bir siyaset yerine devlet yönetimine katılımı da mümkün kılacak bir yol açabilirsek bu dönemin kazanımı da bu olur, diye düşünüyorum.

Malûm, Türkiye’de siyasetin gündemini bir süredir olası bir seçim (vaktinde veya değil) belirliyor. Sözünü ettiğiniz çerçeve içerisinde, sınıfın iktidarına giden yolda, seçimler tam olarak nerede duruyor?

Eldeki veriler, ülkemizde seçimlere katılma oranlarının %80’in üzerinde olduğuna işaret ediyor. Bu da bize halkın taleplerini dile getirme, beklentilerine cevap bulma bakımından sandıktan beklentilerinin hâlâ çok yüksek olduğunu gösterir. Bizler masa başında bir mühendislik projesiyle mücadele örgütleyen partiler değiliz. “Marksizm bir eylem kılavuzudur, donuk bir teori değildir” diyoruz ya hani, işte tam da bu açıdan biz işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların mücadele eğilimlerini, egemen olan sınıfın siyasi iktidarının ya da siyasi öznelerinin propagandalarından etkilenme düzeylerini, bunlara karşı verecekleri mücadeleleri, kendinde sınıf olma hâlinden kendisi için sınıf olmaya doğru giderken bu bilincin ne kadar ilerlediğini, örgütlü gücünün ne kadar büyüdüğünü, yani özetle, mevcut sınıfsal güç ilişkilerini dikkate alarak mücadeleyi örgütleriz, hedeflerimizi bu şekilde belirleriz. Özellikle bu bakımdan Türkiye siyasetinde sandığın, seçimlerin hâlâ önemli bir işlevi olduğunu söyleyebiliyor olsak da sosyalistler için sandıkla sınırlı bir siyaset elbette olamaz. Siyaset, bir mücadeleler toplamıdır. Bugün asgari ücret talebiyle verilen mücadele de kendi içinde bir siyasettir, özelleştirmelere karşı verilen mücadele de. Örneğin, üretici köylülerin ve çevre örgütlerinin vermiş olduğu çevre mücadelesini sadece toprağına ve doğasına sahip çıkma mücadelesi olarak değerlendiremeyiz. Bu mücadele aynı zamanda maden şirketlerine, enerji şirketlerine karşı bir mücadeledir; o şirketlerin, tekellerin iktidarı olan hükümetlerin çıkardığı yasalara, getirdiği düzenlemelere karşı verilen mücadeledir. Bu mücadeleler bir taraftan kendi örgütlülüğünü de sağlar. Dolayısıyla bizlerin savunduğu şey sandıkla sınırlı bir siyaset ilişkisi değildir; emekçi sınıfların, halk güçlerinin kendi örgütlenmesini yaratmak, kendi talepleri, kendi geleceği için mücadelenin esas öznesi olmalarını sağlamaktır. Bizim gibi partilerin ortaya koyduğu program “Oyunuzu bize verin, biz hükümet olduğumuzda bunu yapabiliriz” gibi bir şey değil. Hükümet olduğumuzda bunu yapamayacağımızı biliyoruz. Aslolan halkın örgütlü olması, işçi sınıfının örgütlü olması, bu örgütlü gücüyle siyasete müdahil olmasıdır.

Nitekim tarihsel deneyimler de buna işaret ediyor. Geçmişte de değişimi mümkün kılan esas şeyin, emekçi sınıfların mücadelesi olduğunu görüyoruz. Örneğin yakın tarihimize baktığımızda; 1970 15-16 Haziran büyük işçi direnişi örgütlenişi, değiştirici ve yaptırım gücüyle tarihteki yerini almıştır. Netaş grevi, 12 Eylül askerî faşist diktatörlüğünün karanlığını dağıtmada bir işaret fişeği işlevi görmüştü. Onun ardından gelen grevlerle, ‘89 bahar eylemlilikleriyle 12 Eylül’ün o karanlığı dağıtılabilmişti. TEKEL işçilerinin Aralık 2009’da başlayan ve 78 gün süren direnişinin iş yasasında yarattığı değişiklik de önemlidir. Tam da bu nedenle siyasi iktidar halkı siyasetten uzak tutar, çünkü alınacak kararlarda emekçi sınıfların söz ve yetki sahibi olmasını istemez. İktidarlar halkın kendi örgütlü gücünün farkına varmasını istemezler, halkın beklentilerini sürekli sandığa bağlarlar. Bu söylediğim, burjuvazinin bütün klikleri için geçerlidir; iktidardaki için de muhalefette olan için de. Bugün siyasi iktidar, halkın örgütlü gücünü bu yüzden engellemeye çalışıyor. Sendikal örgütlenmelerin oranı AKP döneminde çok daha fazla düşmüştür. Bu nedenledir ki yapılan toplu sözleşme grevlerinin sayısı azalmış, toplu sözleşmeler sendikalardan ziyade hakem kurulları aracılığıyla sağlanmış ya da sendikalara zorla imzalatılmıştır.

Özellikle bu dönem örneğin, burjuva muhalefetinde de benzer bir şeyi gördük: “Bekleyin, sandık kurulsun; biz geleceğiz, değiştireceğiz.” Oysa mesele değiştirmekse, değiştirecek olan sandık değildir, değiştirecek olan işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların, demokrasi isteyen halk güçlerinin, barış ve özgürlükler için mücadele eden muhalif kesimin örgütlü gücü ve mücadeledeki ısrarıdır. Biz Emek Partisi olarak siyasetin asıl öznesini ortaya çıkarmaya çalışıyoruz, çalışmalarımızı bu yönde ilerletiyoruz. Seçimler sermaye düzeninin teşhiri açısından önemli bir olanaktır. Burjuvazinin siyaset düzeni içerisinde emekçi sınıflardan, ezilenlerden yana bir mevzi kazanılacaksa seçimlerin bunun için değerlendirilmesi gerekir. Ama esas demokratikleşmenin tek bir güvencesi vardır, o da emekçi sınıflar ve halkın örgütlü gücüdür. Tarih de bunu göstermiştir.

Şu anda iki ittifak ile karşı karşıyayız: Siyasal iktidarın Cumhur İttifakı ve burjuva muhalefetinin Millet İttifakı. Biz biliyoruz ki Millet İttifakı’nın temsil ettiği sermaye kesimleri açısından bugün bir tereddüt söz konusu. Bu iktidarın uygulamaları, politikaları aslında sermaye düzeninin geleceği açısından onlara göre tehdit içeriyor. Bu nedenle bir alternatif oluşturmaya çalışıyorlar ve bu alternatifin adresi de Millet İttifakı olarak görülüyor. Hâlbuki dönüp baktığımızda onların uygulayacakları ekonomi politikaları da tümüyle bir avuç tekelin ve burjuvazinin bir kliğini temsil eden ekonomi programı. Onların mutabakat metinlerinde işçi sınıfı yoktur, sömürünün geriletilmesi yoktur; artık kapitalistlerin kendisinin bile ifade ettiği “daha adil bir kapitalizm” ihtiyacı vardır. Bölüşüm ve dağıtım sistemine dair bir adaletten bahsediliyor ama tekellerin iktidarı ve egemenliği devam ettiği sürece işçilerin ve emekçilerin payına düşecek bir ekonomik hak yoktur. Bu sebeple biz diyoruz ki işte tam da bu nedenle bu iki ittifakın karşısında üçüncü bir seçenek, üçüncü bir ittifak gereklidir. Ancak bu, bir seçim ittifakı da değildir. Tek adam yönetiminin de güçlendirilmiş parlamenter sistem adı altında restorasyon programıyla burjuvazinin başka bir kliğinin iktidar ihtiyacının da ötesinde, işçi ve emekçi sınıfların ekonomik taleplerini, sınıfın demokratik hak ve özgürlüklerini gören bir seçenek, bir mücadele birlikteliğidir. Bu mücadele birlikteliğinin de eğer oluşabiliyorsa asgari müştereklerde ortaklaşacağımız bir politik programla bir ittifaka dönüştürülmesinin önemli olduğunu düşünüyoruz.

Bugün bütün güçleriyle iktidar olmuş bir tek adam yönetimiyle karşı karşıyayız. AKP hükümetinden bahsederken artık basitçe dönemsel bir hükümetten söz etmiyoruz; AKP, aynı zamanda bir siyasi rejimi yeniden yapılandırmak üzere görev almış, kendi pozisyonunu bu görev etrafında belirlemiş, iktidarlaşmış bir siyasi partidir. Uyguladığı politikalarla, getirdiği düzenlemelerle bu tek adam yönetiminin Türkiye’de faşist bir rejimi inşa etme görevini üstlendiğini de gözlemiyoruz.

Hem sizin söylediklerinizden hem de genel tabloya bakınca, seçimlerin Türkiye’de verili durumda sahiden de önemli bir siyasete katılım aracı haline geldiğini fiilen gözlemlemek mümkün. Peki, bu hep böyle miydi, yoksa biraz konjonktürel bir şey mi?

Türkiye siyasi tarihinde seçimlere katılım hep yüksek olmuştur. Halk beklentiyi oraya bağlamıştır çünkü burjuva siyasetinin temel felsefesi budur. Elbette ki mücadelenin, siyasallaşmanın yükseldiği dönemlerde bu durumun değiştiğini görüyoruz. Bu bakımdan konjonktürel de bir şey.

AKP iktidarının ilk 10 yılı, kendi güçlerini tahkim etme dönemiydi. Özellikle referandumdan sonra attığı adımlarla iktidarlaşma yoluna doğru gitti. Burada sandığın kutsanması ya da emekçi sınıfların siyasetle ilişkisinin sandıkla sınırlı bir biçimde kurulması bakımından burjuva muhalefetinin de önemli bir etkisi oldu. Ama bu durumun bugün emekçi sınıflar ve halk güçleri açısından bir avantaja çevirebileceğimiz bir yönü de olabilir. Şu anda bir rejim tartışması yürütülüyor. Mevcut tek adam yönetiminin karşısında da bir güçlendirilmiş parlamenter sistem öneriliyor. Bir rejim tartışması hâlihazırda sürüyorken biz de burada işçi sınıfı ve emekçi sınıflar açısından bir rejim tartışması yürütüyoruz. Tek adam yönetimi, yukarıdan aşağıya her yerde bir tek adamın kararlarının geçerli olduğu bir siyaset düzenidir. Bunun karşısında bizim tartışmamız gereken şey, halkın dört yıldan dört yıla seçtiği temsilcilerle siyaset yapma hakkı değil, tam tersine, her türlü devlet yönetim mekanizmalarında söz sahibi olduğu, kararlara katıldığı ve katıldığı kararları denetleyebildiği bir mekanizmadır. Bu açıdan sadece sandıkla sınırlı bir siyaset yerine devlet yönetimine katılımı da mümkün kılacak bir yol açabilirsek bu dönemin kazanımı da bu olur, diye düşünüyorum. Bana kalırsa, üçüncü seçeneğin görevi ve işlevi biraz da bu olması gerekir. Bugün de siyasi partilerle, emek ve meslek örgütleriyle, inanç örgütleriyle, farklı mücadele platformlarıyla bu kapsamda bir tartışma sürdürüyoruz.

Bir seçim söz konusu olursa önümüze çıkması muhtemel kavşaklar neler? Sosyalistler ne yapmalı?

Seçimle gitmesi, hükümetin siyasi olarak ömrünü tüketmesine de katkı sağlayacaktır. Burada kaçınmamız gereken iki tutuma dikkat çekmek istiyorum: “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” demek de “hele bir AKP’yi gönderelim de sonrasına öyle bakarız” demek de son derece yanlıştır. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin kaybetmesi, onun siyasi olarak kırılmasında ve zayıflamasında elbette önemli bir etkide bulunacaktır. Emek Partisi, yerel seçimlerde de benzer bir tespit yapmıştı. 2019 yılında yapılan son yerel seçimlerde birkaç farklı taktik uygulamıştık. Bir kısım yerde kendi bağımsız adaylarımızla demokratik halkçı belediyecilik açısından halkın siyasette özne olduğu bir mekanizmayı tartışmaya açtık. Demokrasi güçleri ile ittifak yaparak seçime girdiğimiz yerler de oldu. Öte yandan, üç büyükşehir belediyesini, İstanbul, Ankara ve İzmir’i özel olarak ele aldık. İttifak yapalım ya da yapmayalım, bu 3 kente sadece büyükşehir belediye başkanlığında CHP’nin adaylarına oy vereceğimizi belirttik. Bu tutum, CHP’nin belediyeciliğinin desteklenmesi ya da Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve Tunç Soyer’in onaylanması anlamına gelmiyordu. İzmir’de CHP yerel yönetimde zaten iktidardaydı ama AKP’nin Ankara ve İstanbul’un yerel yönetimlerdeki iktidarını kaybetmesi, onun siyasi etkisinin kırılmasında önemli bir etkisi olacağı için böyle bir taktik karar aldık. Partimizin bu seçimlere dair taktik tutumunu açıkça ifade ettik.

Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de biz, şayet tek adam yönetiminin gitmesini temin edecek bir sonuç almayı sağlayacaksa, olası iki adaydan Millet İttifakı’nın adayına oy vermeyi rahatça tartışıyoruz. Adayın kim olacağı da elbette kritik. Toplumun beklentilerine karşılık verecek ve asgari demokrasi programına sahip bir ismin olmasını önemli buluyoruz. Örneğin, ikinci bir Ekmeleddin İhsanoğlu vakası olmamalı. Sanırım Millet İttifakı da buradan ders çıkarmıştır. Onlar da kılı kırk yarıyor diye düşünüyorum. Seçim taktiğimiz henüz belirlenmiş değil fakat oy verme tartışmalarındaki rahatlık açısından bunu söylüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eğer iki adayla seçime gidilmesi gibi bir olasılık ortaya çıkarsa, zamanı geldiğinde biz tek adam yönetiminin geriletilmesi bakımından Millet İttifakı’nın adayına oy vermeyi de tartışırız; ama bu, “AKP gitsin, sonrasına bakarız” anlamına da gelmiyor. Rejim tartışmaları, anayasa tartışmaları bu kadar yakıcı bir biçimde sürerken işçi sınıfı ve emekçi sınıfların sorunlarının çözümünü başka bir burjuva kliğin siyasi iktidarına bağlayamayız. İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların yarına dair umutlarını kendi örgütlü gücüne bağlaması bizim esas sorumluluğumuzdur.

Ya önümüze bir sandık konulmazsa? Seçimle gitmezlerse? Halk güçleri bu ihtimal karşısında nasıl bir hazırlık yapabilir?

Bu ihtimal karşısında her seferinde üstüne basa basa söylediğimiz gibi örgütlü bir müdahale şart. Mesela, İstanbul seçimlerinin kazanılmasında en önemli etken neydi? Bir anlayış ortaya kondu, bu anlayış etrafında bütün toplumsal kesimler birleşti, böylece sandık da korundu. Örneğin, benim de takip ettiğim ve siyasi partilerin yanı sıra değişik demokratik kitle örgütleri ve mücadele inisiyatiflerinin yer aldığı Adil bir Seçim için Sandık Güvenliği Platformu var. Bu sandık güvenliği platformu sadece seçim günü sandıkları koruma, denetleme görevini üstlenmiyor. Seçim öncesinden başlamak üzere daha adil ve güvenli seçimin olanakları üzerine çalışıyor. Seçimden önce neler yapılacağına, seçim günü sandığın nasıl korunacağına, seçimden sonraki bir hafta içerisinde ortaya çıkan usulsüzlüklere nasıl itiraz edileceğine dönük örgütlü bir müdahaleyi hedefliyor.

İktidarın seçim yapmama ya da seçimde her türlü hileyi yapma gibi bir hedefi olabilir. Bunun önünde birtakım engeller de var: Örgütlü güç, sıkı bir denetim, mücadele ve kararlılık. Kuru kuruya seçimlerin kendiliğinden demokratik işleyebileceğini düşünmek de zaten hayalcilik olur. AKP’den önce de seçimler demokratik değildi. Burjuva siyaseti içerisinde böylesi seçimlerin demokratik ve güvenilir olduğunu iddia etmek, sınıf siyaseti açısından son derece tehlikeli ve yanlış olur. İşçilerin, emekçilerin ve halk güçlerinin siyasi açıdan avantajlı olduğunu söylemiyoruz. AKP’den önce demokratik bir düzen mi vardı? Hayır, öyle bir şey yoktu. Anayasadan tutalım da yasal güvencelere kadar, işçi sınıfının sendikal hak ve özgürlüklerine kadar yine anti-demokratik bir siyasal düzen vardı. 12 Eylül anayasası hâlâ geçerliliğini koruyor. Dolayısıyla o dönemin demokratik olduğunu iddia etmek de saflık olur. Bugünün siyasal gericiliğinin özgünlüğünü düşündüğümüzde ise başka bir özel durum, bizi bekleyen acil görevler var.

Bugünkü ittifak tartışmalarıyla örneğin Halkların Demokratik Kongresi’ni meydana getiren ittifak tartışmaları arasında gerek diziliş gerek talepler ve tartışma başlıkları bakımından ne gibi farklar var?

HDK tartışmalarını en azından Emek Partisi açısından tüketeli epey oldu, bizim için bitmiş bir tartışmaya yeniden müdahil olmak istemeyiz ama bugünün siyasal ve ekonomik koşullarının özgünlüğünü düşündüğümüzde, bu ittifakların da kendi özgünlükleri olduğunu söylemek lazım. Daha ileri bir siyasal hareketlenme olsa veya toplumsal muhalefetin, işçi ve emekçi hareketin politik seviyesinin daha yüksek olduğu bir dönemde yaşıyor olsak elbette ki o dönemin ittifakları daha farklı olurdu. Bugünün ittifaklarının da bu açıdan kendi özgünlükleri var. Bu nedenle toplumsal kesimlerin, farklı siyasal kesimlerin bir araya gelişlerini izliyoruz.

Millet İttifakı ile Cumhur İttifakı’nı aynılaştırmayı da doğru bulmayız. Öyle bir durumda sığ bir siyaset yapmış oluruz. İlerleyen günlerde demokrasi mücadelesindeki taleplerimiz ortaklaştığında Millet İttifakı ile kimi yol kesişimleri de söz konusu olabilir. Demokrasi mücadelesi açısından, hak ve özgürlükler mücadelesi açısından bu kesişimler olacaktır. İstanbul özelinde son yerel seçimlerde ya da adalet yürüyüşünde olduğu gibi. Bizim açımızdan en dikkat edeceğimiz nokta işçi sınıfının kendi geleceğini, umutlarını ve hayallerini oraya bağlamamak olacaktır. Sınıfın kendi gücü ve mücadelesi, pusulanın yönünü göstermektedir. Bugünün özgünlüğünü düşündüğümüzde elbette ki bu siyasal gericiliği dağıtmak için farklı toplumsal kesimlerle asgari talepler etrafında bugünün koşullarını gözeterek bir araya geleceğimiz ittifaklardan kaçınmamak gerektiğini söylüyoruz. Her dönem için kuracağınız mücadele birlikleri ya da yapacağınız ittifaklar sittin sene sürecek ittifaklar değildir. Mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verir; o ihtiyaç biter, yeni dönemin ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa onun etrafında mücadeleyi örersiniz. Bu çok diyalektik bir ilişkidir zaten, öyle de olması gerekir. Dolayısıyla kurulan ittifaklarda rahat olmak gerekir. Bu nedenle biz üçüncü seçenek içerisinde ittifakları tartışırken, adını bir araya geldiğimiz güçlerle koyacağız, bu politik platformda esas olarak ekonomik ve siyasal taleplerden asgari müştereklerde ortaklaştığımızda ortaya koyduğumuz taleplerle ortaklaşan her kesimle birlikte yol yürümekten kaçınmamak gerekiyor. Örneğin, düne kadar yetmez ama evetçiler tartışması sürüyordu; ama bugün açısından bu kesimler de siyasi gericiliği dağıtmak için ortak taleplerle oluşan mücadele birlikteliğine “biz de varız” diyorlarsa biz “siz düne kadar yetmez ama evetçiydiniz, bu iktidara payende oldunuz, sizinle asla aynı yerde durmayız” diyemeyiz. Aynı şekilde sadece sosyalistlerin, komünistlerin veya sadece daha ileri siyasal programda birleşenlerin bir ittifakı da değil tarif ettiğimiz platform. Bu açıdan da oluşturulacak ittifak memleketin temel problemlerine işaret etmeli.

Bugün ekonomik kriz, onun yarattığı sorunlar ve halkın yaşadığı sorunların çözümü için asgari ücretin yükseltilmesi, temel yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ÖTV gibi dolaylı vergilerin kaldırılması gibi taleplerin yanı sıra sermaye kesimlerine servet vergisi konması, özelleştirmelerin son bulması, tekellerin bu alandaki egemenliğinin kısıtlanması gibi sınırlandırmalara yönelik ekonomik talepler öne sürülebilir. Diğer taraftan da gerçek bir inanç özgürlüğü ve inanmama hakkını içeren bir laiklik, Kürt sorunun eşit haklara dayanan çözümü, kadınların hak eşitliği, işçi sınıfının sendikal hak ve özgürlükleri, toplu pazarlık ve grev hakkı başta olmak üzere siyaset hakkı, siyasi partiler yasası ve seçim yasasının demokratikleştirilmesi gibi temel talepler etrafında bir araya gelinebilir. Türkiye’nin geleceğini tek adam yönetimine ya da güçlendirilmiş parlamenter sisteme bağlamadan, bir mücadele programını da içeren bir ittifak kurmak bugünün görevidir.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eğer iki adayla seçime gidilmesi gibi bir olasılık ortaya çıkarsa, zamanı geldiğinde biz tek adam yönetiminin geriletilmesi bakımından Millet İttifakı’nın adayına oy vermeyi de tartışırız; ama bu, “AKP gitsin, sonrasına bakarız” anlamına da gelmiyor. Rejim tartışmaları, anayasa tartışmaları bu kadar yakıcı bir biçimde sürerken işçi sınıfı ve emekçi sınıfların sorunlarının çözümünü başka bir burjuva kliğin siyasi iktidarına bağlayamayız.

Basına da yansıdığı üzere, bu doğrultuda bir dizi görüşme devam ediyor. Bu görüşmeler ne aşamada?

İlk çağrıyı HDP yapmıştı, bizler de ikili görüşmelerimizde bunun bir ihtiyaç olduğunu ifade etmiştik. Böylece Türkiye’nin demokratikleşmesi yönündeki mücadelede ortaklaştığımız bir masa kurulmuş oldu. Türkiye’deki mevcut ekonomik koşullara ve bu koşullara karşı nasıl bir mücadele örgütleyebileceğimize ilişkin tartışmalarımız Türkiye Komünist Partisi, Emek Partisi ve Sol Parti’nin dâhil olduğu üçlü görüşmelerle bir süredir devam ediyordu. Diğer taraftan Halkevleri, TKH, TİP gibi partilerle ikili görüşmelerimiz de oldu. Bizim dışımızda Sol Parti’nin de bu partilerle ikili görüşmeleri var. HDP’nin ikili görüştüğü başka kesimler de var. Ayrıca HDP’nin bölgede Kürt siyasal hareketini birleştirme yönünde girişimleri oluyor.

Bir yandan dünya örneklerini yakından izlemeye de gayret ediyoruz. Örneğin, Şili’deki süreç önemli bir deneyim olarak ortada duruyor. Gelişmeleri daha yakından bildiğimiz, 2011’den bu yana süren Tunus Halk Cephesi deneyimi bir başka örnek. Arap ayaklanması öncesinde hükümet kurulduktan sonra bozulan ve yeniden kurulan ittifaklar önemli deneyimler teşkil ediyor. Tabii ki PODEMOS ve SYRIZA gibi olumsuz örnekler de var. Her ne kadar halk güçlerini ve sol güçleri bir araya getirseler de içerdiği ekonomik ve siyasal programların uluslararası tekellere hizmet eder pozisyona gelmesi nedeniyle bu ikisi, olumsuz birer deneyim olarak görülebilir. Dünya ölçeğindeki ortak mücadele deneyimlerine de mercek tutmalı, bu deneyimlerin olumlu ve olumsuz sonuçlarından dersler çıkarmalıyız. Benzer bir durum Türkiye açısından da geçerli. Mücadelenin ihtiyacına göre kurulup sönümlenebilen çeşitli barış meclisleri, kadın ve emek platformları, Demokrasi İçin Birlik gibi deneyimler Türkiye’de de var.

Sözünü ettiklerimiz birikim yaratma açısından önemli deneyimlerden oluşuyor. Dolayısıyla seçimleri de kapsayan ama esas olarak daha demokratik bir ülke için yağma, sömürü düzeni karşısında işçiler ve emekçiler için bir ekonomiyi eksen edinen, aynı zamanda siyasal özgürlükler açısından daha ileri bir yöne sahip bir mücadele platformunda birleşmenin bugün açısından ihtiyaç olduğunu ortaya koyabiliriz. Görüşmeler hâlâ sürüyor, henüz netleşen bir sonuç yok.

HDP’nin çağrısıyla gerçekleşen “Üçüncü İttifak” toplantısından bir kare.

Seçimler, siyasal yaşama katılımı sağlayan pek çok araçtan yalnızca biri. Siz de verdiğiniz cevaplarda bunu sıkça vurguladınız. Peki, alternatifler neler? Türkiye’de hangi toplumsal gruplar, hangi araçlarla siyasete katılıyor?

Türkiye’de toplumsal mücadeleler tarihinde de siyasi mücadeleler tarihinde de geriye dönüp baktığımızda mücadele ile edinilmiş kazanımlar var. Bu bir yanı ile siyasete müdahaledir. Ama özellikle AKP döneminde sınıfın da örgütlü gücünün zayıflaması, deneyimli sınıf militanlarının çalışma hayatının dışında kalması, genç işçi ve emekçilerin deneyimsiz olması, grev ve direnişler gibi farklı araçların değerlendirilmesinde bir dezavantaj yaratıyor gibi görünüyordu. Örneğin, Gezi direnişinin Türkiye’nin demokrasi mücadelesi açısından Türkiye siyasi tarihinde bir ilk olduğunu söyleyebiliriz. 81 ilin 80’inde halk sokağa çıkmıştı. Belki daha pasif bir örnek ama Susurluk döneminde Türkiye’nin dört bir tarafında “Karanlığa karşı 1 Dakika Aydınlık” eylemleri başlatılmıştı. Pasif bir direniş olmasına rağmen bu, devletin girdiği kirli ilişkilerin teşhiri ve buna karşı bir hesap sorma mücadelesinin gelişimi açısından önemli bir örnekti. Tek başına o mücadele biçimini kutsamak ya da olumlamak değil ama Susurluk eylemlerinin böyle bir işlevinin olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer taraftan kullanılan farklı araçlar daha önce de örnek verdiğim üretici köylülerin tek tek yaptıkları direnişlerin zaman zaman mahkeme kararlarını etkileyecek düzeyde mücadeleler olması kimi zaman yasaları da geri çektirmeleri olmuştu. Aslında bir mevzi savaşı sürüyor burada. Her köylü bulunduğu alanda bir mevzi mücadelesi veriyor. İttifak ve üçüncü seçenek tartışmaları, buralarda bir mücadelenin ortaklaşması buralarda bir mayalanma olgunlaşma olduğunda bu taleplerin birleşmesi ortaklaşması ve bu kolektife dâhil edilmesi mümkün olduğunda elbette ki bu alanda da daha ileri başarılar elde edileceğini söyleyebiliriz. Bu açıdan da grevler, direnişler, mevzi direnişleri ya da genel direnişler bütün bu siyasete müdahale açısından yol, uğrak noktaları diye ifade edebiliriz.

Türkiye’de “sokakta siyaset” yapma konusunda ufkumuz ve olanaklarımız neler? Sizce bu aracı yeterince kullanabiliyor muyuz veya ne gibi engellerle karşılaşıyoruz?

Çok klasik olacak ama iktidarın baskısı, terör eylemleriyle sokağa çıkmayı engelleme girişimleri gibi iktidar cenahından gelen ve bizim dışımızda gelişen engelleri ifade edebiliriz. Çünkü şunu çok açıkça biliyoruz ki 10 Ekim’den sonra sokağa çıkma konusunda halkta ciddi bir kaygı oluştu. Orada oldukça kalabalık bir kitle vardı, sendikaların organize ettiği ama siyasal bir taleple, barış talebiyle organize ettiği bir eylemdi. Bu bakımdan da önemliydi. Siyasi partilerden sendikalara kadar geniş bir kesimin katıldığı bir eylem-etkinlikti. Oradaki saldırının sokağın engellenmesi yönünde önemli bir etkisi olduğunu ifade edebiliriz. Diğer taraftan yasaklar, polis ve emniyet gücünün halka karşı kullanılması, bütün bunlar olumsuz anlamda sokağın kullanılmasını etkiliyor.

Fakat esasen bizim de profesyonel eylemci kadrolarla sokağı kullanma alışkanlığından vazgeçmemiz, bunu aşmamız gerekiyor. Bu, siyasetin öznesinin doğrudan emekçiler, işçi sınıfı ve onların örgütlü gücü olmasına kadar gidiyor. Biz, onların adına siyaset yapan, onların haklarını savunan, onlar için mücadele eden profesyoneller olmak yerine halkı harekete geçiren, onun örgütlenmesini, siyaset yapmasını sağlayan bir perspektifi benimsediğimizde ya da çalışmalarımızı buna yönelttiğimizde bu durum değişecektir. Mesela 1990-1991’deki Büyük Madenci Yürüyüşünü hatırlıyorum; üç veya dört gün sürmüştü. İşçiler engelleri aşa aşa Bolu’ya kadar geldiler. O kalabalık olduktan sonra, önüne ne kadar barikat koyarsan koy engellemek mümkün değil. Fakat 50-100 kişiysen, polis panzerini, bariyerini koyuyor ve engelliyor. Ama sen on binlerce-yüzbinlerce kişiysen ve örgütlüysen seni engelleyemiyor. Madenciler yürüyüşü çok örgütlü bir mücadeleydi. Benzer bir şey, adalet yürüyüşünde de Kılıçdaroğlu ile başladı; sonra genel olarak halkın adalet, demokrasi talebine dönüşen bir yürüyüş oldu. Sembolik olarak bir partinin siyasi lideriyle başladı ama sonrasında başta adalet olmak üzere halkın demokratik talepleriyle birleşen 20 günlük bir harekete dönüştü. Bunlar sokak siyaseti açısından önemli deneyimler. Yakın dönemden değilse de bir diğer örnek benim KESK’e bağlı sendikalarda çalıştığım dönemden, 2002 yılındaki ilk toplu sözleşmeden verilebilir. 10 gün süren bir toplu sözleşmeydi. Sokağı kullanma dinamikleri açısından düşündüğümüzde toplu sözleşmeyi bir merkezden takip etme adına Kızılay’da, Güvenpark’ta çadırlar kurmuştuk ve geceli gündüzlü orada kalarak toplu sözleşmeyi takip etmiştik. Bu hem sokak siyasetine dair bir fikir vermesi hem de mekânsal olarak sokağın kullanımı açısından önemli bir örnek.

Tabii sokak dediğimizde sadece mitingler değil, aynı zamanda doğrudan mücadeleyi de işaret etmemiz gerekir. Bu açıdan iş yerlerinde yapılacak grevler ve direnişler dâhil, sokak mücadelesini veya onun alanını daha geniş tarif etmemiz gerekiyor. Son dönemde pandeminin de etkisiyle sağlık sektöründe hekimlerin yaptığı grev ve beyaz nöbetler, işyeri önü eylemleri gibi eylemler var. Bütün bunlar sadece sağlık emekçilerinin ekonomik ve sosyal talepleriyle sınırlı mücadeleler değil, aynı zamanda siyasete de müdahil olan talepler etrafında gelişen mücadeleler olarak da önem taşıyorlar.

Ama bugün başka bir şey daha kendisini gösteriyor. 2021 Aralık sonuna doğru başlayan ve 2 aylık dilimde 100’ün üzerinde işyerinde yaşanan tek tek direnişlere baktığımızda sendikalı olmayan işyerlerinde önemli direnişler var; ama bunun yanında, sendikalı olan yerlerde de sendikayı aşan bir örgütlülükten bahsedebiliriz. İşçiler sendikaya rağmen, kendi doğal örgütlenmeleri ve komiteleriyle bir araya geliyor, ortak karar alıyor ve uyguluyor.

Halk adına, sınırlı bir grupla eylem yapmaya dönük eleştiriniz oldukça önemli. Bunu aşabilmek için de herhalde doğru kanalları harekete geçirebilmek gerekiyor. Sizce eldeki araçlar işçilerin ihtiyaçlarına yanıt üretebiliyor mu?

İşçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların örgütlü gücünün zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Bu, en başta sendikal örgütlülüktür. İstatistikler de bunu doğruluyor: İşçi sınıfının aşağı yukarı yüzde sekizi örgütlü durumda, dolayısıyla sendikal örgütlülüğü zayıf. Ama bu zayıflık istatistiki rakamların da ötesinde anlamlar taşıyor. Bu yüzde sekiz, üyelikle sınırlı bir örgütlülük; yani sendikayı yöneten bir örgütlülükten bahsedemiyoruz. Çalışan nüfusun yaklaşık yüzde sekizi sendikaya üye ama bu yüzdelik dilimin ne düzeyde kolektif tartışmalar yürütüp kolektif kararlar alarak bunu sendikanın kararına dönüştürebildiğini ve beraberce uyguladığını sorarsak bunun yüzde bire bile tekabül etmediğini ifade edebiliriz. Bunda sarı sendikacılık ve bürokratik sendikacılık uğursuzluğunun da önemli bir rolü var.

Ama bugün başka bir şey daha kendisini gösteriyor. 2021 Aralık sonuna doğru başlayan ve 2 aylık dilimde 100’ün üzerinde işyerinde yaşanan tek tek direnişlere baktığımızda sendikalı olmayan işyerlerinde önemli direnişler var; ama bunun yanında, sendikalı olan yerlerde de sendikayı aşan bir örgütlülükten bahsedebiliriz. İşçiler sendikaya rağmen, kendi doğal örgütlenmeleri ve komiteleriyle bir araya geliyor, ortak karar alıyor ve uyguluyor. Geçtiğimiz günlerde Hopa Limanı’nda iki-üç gün süren bir direnişi takip ettik. Cuma günü işçiler bir saat iş durdurdu, sonra işverenle görüşme yaptılar. Araya hafta sonu girdi ve pazartesi işverenle görüşme yaptıklarında taleplerinin bir kısmı kabul edilmişti. Burada önemli gördüğümüz şey şu: İşçiler belki sendikalı değiller ama örgütlüler, kendi sözcüleri var. TÜİK enflasyonu %36 olarak açıklamışken onlar “bu artış bize yetmez” demişler. Aldıkları artış bu enflasyon oranının bile altında. Ortak bir akılla fikir yürütüyorlar, izleyecekleri yola bu şekilde karar veriyorlar. Kendi temsilcilerini seçiyorlar, işverenle görüşecek bir komite oluşturuyorlar ve ardından da gidip görüşüyorlar. Bunun sonucunda işveren geri adım atıyor ve işçiler taleplerini kabul ettiriyor.

Bugün her ne kadar genç işçiler deneyimsiz olsa da sınıfın kolektif deneyimi ve birikimi var. Örneğin, Antep’te işçilerin çok uzun süredir, tekstil ve dokuma atölyelerinde bir mücadele deneyimi söz konusu. O birikim ve deneyimle, işçiler ortak karar alma, aldıkları kararları beraberce uygulama konusunda bir adım attılar. Melike Tekstil’den başlayan bir mücadele kazanımla sonuçlandı. Daha sonra peş peşe bütün tekstil atölyeleri bundan etkilendiler. Antep’te geçmişte de bir atölyede meydana gelen eylem hepsine sıçrardı, böyle bir gelenek var. Ayrıca Antep, tıpkı Adana ve İstanbul-Çağlayan gibi mülteci işçilerin de yoğun olduğu bir yer. Suriye’den göçün ana güzergâhlarından biri. Burada mülteci işçilerle yerli işçilerin ücret farklılığını gidermek için ortak mücadele ettikleri deneyimler de yaşandı. Yani hem işçilerin birliğini ve örgütlülüğünü sağlama hem de göçmen ve yerli işçilerin birliğini sağlama, taleplerini ortaklaştırma konusunda önemli deneyimler biriktiğini söyleyebiliriz. 2021 Aralık’tan bu yana yüzün üzerinde iş yerinde direniş oluyor. Bunların bir kısmı sendikalı, bir kısmı sendikasız ama ortak fikir şu: Örgütlü! Motorlu kuryeler görünürde en örgütsüz kesim. Üstelik de esnaf çalışma düzeni diye adlandırılıyor, herkesin kendi kârından sorumlu olduğu bir çalışma düzeni. Orada bile ortak sınıf çıkarları perspektifiyle kuryelerin örgütlü mücadelesi söz konusu.

Bu tabloda sınıf mücadelesinin de siyasi yaşamın da gidişatını değiştirebilecek en önemli eksiklik metal, petrokimya, cam ve maden gibi ana işkollarındaki hareketlilik. Buralar hem kurumsal kimliğe sahip işyerlerinin olduğu hem de çok sayıda işçinin çalıştığı sektörler. Henüz buralarda bir hareketin emarelerini göremesek de biriken öfkeyi görüyoruz. Buralarda bir hareket başladığında hem ekonomi politikalarında bir değişikliğe yol açacaktır hem de siyasetin gidişatını etkileyecektir. Geçmiş deneyimlere bakıldığında örneklerini görebiliriz. 1991 Madenci Yürüyüşü’nün siyasi sonuçları bu bakımdan da önemlidir. ‘Orta direk’ teorisinin mimarı olan, 12 Eylül’den aldığı güçle oluşturduğu ideolojik ve politik platformla bu memlekette asla iktidardan gitmeyecekmiş gibi görünen Anavatan Partisi, yürüyüşün ardından iktidarı kaybetmişti. Benzer bir biçimde 2001 krizi de Doğru Yol Partisi dâhil burjuva kliklerinin önemli partilerini barajın altında bırakmıştı. Bu krizin sonucunda, halkın ekonomik ve demokratik beklentilerine dönük vaatler sunması AKP’nin iktidara gelmesinde önemliydi. ABD ve finans lobilerinden onay almıştı ama bu tip söylemlerin de payı oldu. Yine o yıllardaki politikalarıyla CHP de 1999 seçimlerinde baraj altında kalmıştı. Bunlar emekçi sınıfların siyasete müdahalesi açısından (her ne kadar bir seçime işaret etse de) burjuva siyasetinin izlediği politikalar sonucunda başına gelenleri göstermesi bakımından önemli örneklerdi.

Direniş pratiklerinden örnekler vermek de mümkün. Tekel işçilerinin direnişi hem işçi sınıfını birleştirdi hem de çalışma hayatında kölelik koşulları dediğimiz 4-C’yi geçersiz kılma açısından önemli bir sonucu oldu. Bu yanıyla siyasete müdahale yönünden önemli bir deneyimdi. Benzer bir şey 1970’teki 15-16 Haziran eylemleri için geçerli. Sendikalar Kanunu ile Grev ve Lokavt Kanun tasarılarına karşı direnişlerin işçi sınıfı için bedelleri çok ağır oldu ama bu yasaların da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesini sağladı. Bu açıdan da yaptırım gücü olan bir eylemdi. Yine 1999’da 24 Haziran Mezarda Emeklilik Yasasına Hayır mitingi bütün toplumsal kesimleri birleştiren bir eylemdi ve yasanın geriye çekilmesini sağlamıştı. 1 Mart 2003’te savaş tezkeresinin Meclis’te reddi de büyük 1 Mart mitingi ile birlikte olmuştu.

Bu örneklerle bir kere daha altını çizmek gerekir ki burjuva siyaset düzeninin değişmesini ve emekçi sınıflar ile demokrasi güçleri lehine kazanımların elde edilmesini sağlayacak esas güvence, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflar ve onların örgütlü gücünün bir özne olarak siyasete müdahalesidir.