Covid-19’a karşı verilen mücadele, şu zamana kadar çoğu kez bir savaşa benzetildi. Bu dil, mevzubahis mücadeleyi gösterişli kılmak adına kullanılıyor; fakat virüs karşısında verilen mücadele ile insanlar karşısında verilen mücadele arasındaki benzerliklerden söz etmek hiç de abes değil. Nitekim, “savaş gazeteciliği” ve “pandemi gazeteciliği” pek çok ortak niteliğe sahip. İkisinde de gazeteciler “ölüm kalım” meseleleri ile alakadar oluyor, bunları aktarmak durumunda kalıyorlar. Şüphe yok ki korku, kamu ilgisini en derinden celbeden unsur; ve bu, tüm nüfusu tehlike altında bırakan salgınlarda daha da açığa çıkıyor. Bir savaşta en büyük endişe, işgal edilen alanın ardından, savaş meydanına en yakın bölgelerde yaşanıyor.
Askeri şiddet kaynaklı tehlikeler ile ölümcül bir hastalıktan kaynaklanan tehlikeler, esasında birbirinden çok farklı şeylermiş gibi görünebilir. Ancak hükümet perspektifinden bakıldığında ikisinin de bir varoluşsal tehdit oluşturduğu açık, zira iki kriz durumunda da “başarısızlığın” bir çeşit rejim değişikliğiyle sonlanması muhtemel. İnsanlar savaş kaybeden veya koronavirüs gibi doğal afetlerle başa çıkamayan hükümetleri nadiren affederler. İktidar sahipleri, bu gibi durumlarda siyasi hayatları adına, hatta belki somut anlamda “var olabilmek için” savaştıklarının bilincindedir; bu sebeple, başarı olarak kabul edilebilecek her şeyi üstlenirken hüsranlardan doğan sorumluluktan kaçmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar.
İlk Salgın Deneyimim
İlk salgın deneyimimi İrlanda’nın Cork kentinde, 1956 yazında, henüz altı yaşında çocuk felcine yakalandığımda yaşadım. Cork’taki salgın, ABDli virolog Jonas Salk bunun için bir aşı geliştirdikten kısa süre sonra meydana geldi. Aşı ABD’de dolaşımdaydı, fakat Avrupa’da henüz mevcut değildi. Çocuk felci salgınları yirminci yüzyılın ilk yarısında çok sık görülüyordu ve bu salgınlar birçok bakımdan Covid-19 deneyimini epeyce andırıyordu: Çok sayıda insan bu hastalığı geçirdi, fakat sadece küçük bir azınlık bu hastalık dolayısıyla hayatını kaybetti veya kalıcı engeller ile yaşamak durumunda kaldı. Ne var ki, Covid-19’un aksine bu hastalık karşısındaki ana risk grubu yaşlılar değil, çocuklardı. Tam adı poliomyelit olan bu hastalığın yarattığı dehşet, Covid-19’dakinden bile daha büyüktü çünkü hastalık çocukları hedef alıyordu ve kurbanlarının yolculuğu mezarlıkta sonlanmıyordu; bilakis, bu yolculuk koltuk değnekleriyle ya da tekerlekli sandalyelerle sürdürülüyordu, bazen de ömür boyu mahkum olunan solunum cihazlarıyla[1].
Ebeveynler hastalığın kaynağını tespit etmekte zorlanıyorlardı, çünkü hastalık en çok hasta olduğunun bilincinde olmayan asemptomatik taşıyıcılar tarafından yayılıyordu. Salgının en sert yaşandığı yerler Boston, Chicago, Kopenhag, Melbourne, New York ve Stockholm gibi modern kentlerin görece varlıklı mahalleleriydi. Bu mahallelerde yaşayan insanlar, büyük bir temiz su stoğuna ve geniş kanalizasyon sistemlerine sahiptiler; ancak tüm bunların onları çocuk felcine karşı edinecekleri doğal bağışıklıktan mahrum bıraktığının farkında değildiler. Salgının Cork’taki durağında da aynı tablo ortaya çıkmıştı: hastaların çoğu kentin varsıl bölgelerinde yaşıyorken kenar mahallelerde yaşayan nüfus salgından genel olarak etkilenmemişti. Kentin her yerinde hastalığın yayılmasına sebep olmuş olabileceklerin tespit edilmesi için hummalı bir çalışma yürütülüyordu, örneğin yabancı göçmenler bu şüphenin başlıca nesnelerinden biriydi. 1916’da New York’ta ortaya çıkan salgının kaynağı olarak hayvanlardan bile şüphelenilmişti, hatta bu sebeple yaklaşık 72.000 kedi ve 8.000 köpek öldürülmüştü.
İlk salgınımda muzdarip olduğum bu hastalık bacaklarımı kalıcı olarak zayıflattı ve beni topal bıraktı. Bu sebeple Orta Doğu’da tehlikeli koşullar altında gazetecilik yaparken bile yalnızca yürüyebiliyordum, koşamıyordum. Engellerime dair her zaman bilinçli oldum, ancak bu engelleri nasıl edindiğim meselesi ya da 56’daki salgın üzerine bunun üzerinden kırk yıl geçene dek pek kafa yormadım. Ta ki 1990’larda, ABD yaptırımları sebebiyle çökmekte olan Irak sağlık sisteminin yetersiz teçhizatlı hastanelerini gezene dek. Henüz bir çocukken ben de İrlanda’da aynı ölçüde vasat bir hastaneye yatırılmıştım, ve Irak’ta o vahim koşullardaki çocukları gördüğümde bana ne olduğu üzerine daha çok şey öğrenmem gerektiğini anladım. O zamanlar konuya ilişkin hiçbir bilgim yoktu. Ne İrlanda’daki çocuk felci salgınının tam olarak ne zaman meydana geldiğini biliyordum, ne de salgının bir bakteri mi yoksa virüs kaynaklı mı olduğunu.
Cehaletimi giderebilmek adına dönemin gazetelerini ve İrlanda Sağlık Bakanlığı’nın belgelerini taramaya başladım; bir yandan da hala hayatta olan doktorlar, hemşireler ve hastalar ile röportajlar yaptım. O zamanlar benim de tanı koyulduktan sonra götürüldüğüm yer olan St. Finbarr’s hastanesinde doktorluk yapan Kathleen O’Callaghan, kent insanının hastalıktan çok korktuğunu söylüyordu, hatta “hastanenin duvarlarının yanından yürümek yerine yolun karşı tarafına geçerlerdi” diyordu. Babam ona salgını sorduğumda, kimsenin enfekte olan kişilerin evlerine gitmek istememesinden dolayı hastalara polis tarafından yemek götürüldüğünü anlatıyordu. Bir Kızılhaç hemşiresi olan ve Cork’taki salgında ambulans şoförlüğü yapan Maureen O’Sullivan ise, salgın bittikten sonra bile insanlar her ambulans sesi duyduklarında “çocuk felci geri geldi” derlerdi ve çocuklarını evlerine kapatırlardı, hatta dizlerinin üzerine çöküp dua bile ederlerdi, diyordu.
“Savaşta ilk olarak hakikat ölür” ifadesi, ne kadar ucuz ve klişe olursa olsun, birçok durumda yanlış bilgi aktarımına veya (iktidar sahiplerinin medyayı yönlendirmesiyle) savaşın “bir tarafı yücelten bir versiyonunun” inşası için meşruiyet oluşturulmasına açık kapı bırakması dolayısıyla oldukça tehlikelidir. Buradan hareketle, pandemilerde de ilk ölenin hakikat olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ölümcül bir hastalığın hızlı bir şekilde yayılmasının ardından oluşacak kaos ve iktidar sahiplerinin de sonu gelmeyen ölümler karşısında sorumluluktan kaçma çabası, bizi tıpkı savaşlarda ortaya çıkan bir tabloyla karşı karşıya bırakacaktır.
Memleketim Cork gibi yoksul bir şehrin yöneticileri, salgınların en önemli unsurlarından birinin korku olduğunu bugünün ulusal hükümetlerinden daha iyi biliyordu. Salgına dair çıkan haberleri kontrol altında tutarak kamuoyunu nispi bir rahatlığa sevk etmeye çalışıyorlardı. Times gibi İngiliz gazeteleri çocuk felcinin Cork’ta zirve yaptığını yazdığında şehrin otoriteleri bunun bir İngiliz yalanı olduğunu, olayın mübalağa edildiğini söylüyorlardı. Ancak haberleri bastırma çabaları hiçbir zaman istedikleri sonucu vermedi. Bilakis, yaşananları önemsizmiş gibi göstermeye çalışırken kendi itibarlarından oldular. Televizyonun olmadığı bu zamanlarda memleketim Cork’taki ana haber kaynağı, Cork Examiner gazetesiydi. Gazete, 1956 Haziran’ının başında ilk çocuk felci vakaları açıklanmaya başlandığında sayıların tamamını eksiksiz biçimde yayımlıyordu, fakat salgının zannedildiği kadar ciddi olmadığını vaaz etmek konusunda oldukça ısrarlıydılar.
İlk sayfanın ortalarında sürekli “Anlamsız Panik” ve “Salgın Henüz Tehlikeli Değil” gibi başlıklar boy gösteriyordu. Tepede ise o yıl yaşanan Süveyş Krizi ve Macar ayaklanması gibi hadiselere dair koca harflerle yazılmış manşetler yer alıyordu. Böyle bir gazetecilik tutumu, arzu edilenin aksine Cork’ta çok daha büyük bir panik havasının oluşmasına yol açtı, zira insanlar gazetelerde yayımlanan ölüm istatistiklerinin gerçekte daha yüksek olduğuna kanaat getirmişti. Hatta kimilerine göre ölüm sayısını azaltmak için gece yarıları hastanelerden gizlice cesetler çıkarılıyordu.
Babam, mesele böylesine bir noktaya vardığında kentteki dükkan sahiplerinin bir araya geldiğini, bir heyet oluşturarak Cork Examiner yöneticilerinin karşısına çıktıklarını ve onları salgına dair haber yapmayı kesmemeleri halinde reklamlarını çekmekle tehdit ettiklerini söyledi. Başta babamın anlattıklarına şüpheyle yaklaştım, fakat yıllar sonra dönemin gazetelerini tararken babamın haklı olduğunu, hakikaten gazetenin belli bir tarihten sonra, her gün çok sayıda yeni vaka görülmesine rağmen, salgın haberi yapmayı neredeyse tamamen bıraktığını gördüm.
Savaş ve Salgınlarda Yalan Haber
Cork’taki çocuk felci salgınını anlatan “Broken Boy”[2] adlı kitabımı yazmak için araştırma yaptığım süreçte gazetecilik hayatımın yirmi beşinci yılındaydım. 1970’lerde Kuzey İrlanda’daki çatışmalarla başlayan gazetecilik yolculuğum; Lübnan iç savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali, ABD’nin 11 Eylül sonrası Afganistan’a girişi ve 2003’teki Irak işgali ile devam etti. 2005’te kitabı yayımladıktan sonra İngiliz gazetesi “Independent” için hem bunlar gibi bitmek bilmeyen çatışmaları hem de 2011’deki Arap Baharı ile Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde meydana gelen çatışmaları nakletmeye devam ettim.
Ocak ayında koronavirüs pandemisi henüz ortaya çıkmışken “War in the Age of Trump: The Defeat of Isis, the Fall of the Kurds, the Confrontation with Iran”[3] adlı kitabımı bitirmekteydim (yakın zamanda basıldı). Covid-19 pandemisi ve 64 sene önceki çocuk felci salgını arasındaki benzerlikleri fark etmem uzun sürmedi. Sanıyorum ikisinin de paylaştığı en temel unsur kitlesel bir korku haliydi, ancak hükümetler bunu kavramakta güçlük çekiyordu. İkamet ettiğim Birleşik Krallık’taki başbakan Boris Johnson’ın tutumu bunun en iyi örneğiydi. Johnson’a göre karantina yöntemini düzenli uygulayabilmek için insanlar arasında endişe uyandırmak gerekiyordu; fakat aslına bakıldığında insanların halihazırda korku içinde oldukları ve güvene ihtiyaç duydukları açıktı.
İki salgın arasındaki benzerliğin ardından, savaşlar ve salgınlar arasında da bir benzerlik olduğunu fark ettim. İkisinde de “doğru bilgi aktarımı” konusunda problemler söz konusuydu. Mesuliyet sahibi konumdakiler başarısızlığa uğrasalar, hata yapsalar ve birçok anlamda “sınıfta kalsalar” bile kendilerine muhtelif başarılar çıkarmakta hiç şaşmıyorlardı -Donald Trump bunun en uç örneği-. Burada Konfederasyon ordusu komutanlarından “Stonewall” Jackson’ın sözleri aklıma geliyor. Jackson, kısa zaman önce bir muharebeye sahne olan alanda gezerken bir subaya şu soruyu yöneltir: “Bir harp meydanının yalancılar için nasıl bir fırsat doğurduğunu hiç düşündünüz mü bayım?”
Söz konusu savaşlar olduğunda bu sözlerin doğru olduğu su götürmezdir; fakat bana öyle geliyor ki aynı sözler, Trump’ın defalarca kez kanıtladığı şekilde, salgınlarda da bir o kadar geçerlidir. Geriye dönüp baktığımızda, savaşlar esnasındaki dezenformasyon kampanyalarının kötü anıldığını, hatta çoğu zaman beraberinde tehditler getirdiğini görüyoruz. Fakat bir süreliğine düşünelim: birbirini öldürmek isteyen insanların birbirleri hakkında yalan söylemekten geri durmayacağı oldukça akla yatkındır. “Savaşta ilk olarak hakikat ölür” ifadesi, ne kadar ucuz ve klişe olursa olsun, birçok durumda yanlış bilgi aktarımına veya (iktidar sahiplerinin medyayı yönlendirmesiyle) savaşın “bir tarafı yücelten bir versiyonunun” inşası için meşruiyet oluşturulmasına açık kapı bırakması dolayısıyla oldukça tehlikelidir. Buradan hareketle, pandemilerde de ilk ölenin hakikat olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ölümcül bir hastalığın hızlı bir şekilde yayılmasının ardından oluşacak kaos ve iktidar sahiplerinin de sonu gelmeyen ölümler karşısında sorumluluktan kaçma çabası, bizi tıpkı savaşlarda ortaya çıkan bir tabloyla karşı karşıya bırakacaktır.
Ne var ki, savaşlarda, salgınlarda ya da genel olarak herhangi bir anda hakikatin üzerinin örtülmesi kaçınılmaz bir senaryo değildir. Gazeteciler, bireysel ya da kolektif biçimde daimi olarak propagandacılar ve halkla ilişkiler ekipleriyle mücadele edecektirler; ne var ki, hangi tarafın kazanacağı bir muammadır.
Ne yazık ki savaşlar ve salgınlar acıklı hadiselerdir ve acı, “hakiki kavrayış”a karşı ağır basar. “En çok batan en çok satar”[4] söylemi, habercilik alanında öncelikleri belirler; gerek Texas’taki bir yoğun bakım ünitesi, gerekse Afganistan’daki bir bombalama olsun. Böyle manzaralar oldukça çarpıcıdır, lakin bize aslında ne olup bittiğine dair bir fikir vermekten de uzaktırlar.
Savaş gazeteciliğinin yakın geçmişi pek iç açıcı değildir. Gazeteciler daima iktidar sahiplerinin borozanlarıyla mücadele etmek durumundadırlar. Ancak üzülerek söylemek zorundayım ki Washington hükümetinin Saddam Hüseyin Irak’ına 1991’de açtığı ilk Körfez Savaşı’ndan beri bu borozanların hakiki gazetecilik karşısında giderek daha güçlü bir konum aldığını görüyorum. Bu “haber savaşını” günden güne borozanlar kazanırken doğru habercilik, bizatihi görgü tanıklığına dayanan gazetecilik giderek güç kaybetmekte.
Kaybolmaya Yüz Tutmuş “Haber”
Savaş gazeteciliği, doğası gereği, her daim zor ve tehlikeli bir iştir, ancak son zamanlarda daha da zorlaştığı görülüyor. ABD’nin Afgan ve Irak savaşlarını haberleştirmek oldukça eziyetliydi, fakat o dönemdeki gazetecilik, daha yakın dönemdeki Libya ve Suriye’deki pek sınırlı gazetecilikle, hatta belki dumanlarla sarılı Yemen’deki yok olmaya yüz tutmuş gazetecilikle karşılaştırıldığında koşulların o kadar da zor olmadığı izlenimini veriyor. Bu “haber yokluğu”; kimlerin kimlerle ve neden savaştığı, kimlerin galibiyet ve kimlerin mağlubiyet ile çıkacağı ihtimalleri gibi en temel meselelerde bile yanılgıların ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Elbette propaganda, çarpıtma veya “yanlış bilgi aktarımı” konusunda pek yeni bir şey yok. Antik Mısır firavunları, bugün asırlardır ayakta olan anıtlarının üzerine kendilerini yücelten, hatta savaş meydanındaki mağlubiyetlerini büyük zaferler olarak addeden uydurma hikayeler yazdırırlarmış. Geçtiğimiz yıllarda savaş propagandalarına dair değişen tek bir şey var, artık hükümetler bu konuda daha kurnazlar ve haberleri şekillendirmek konusunda ellerinde çok daha fazla kaynak mevcut. Saddam Hüseyin gibi düşmanlar karşısında “şeytanlaştırma” işi, zor bir iş olmaktan çıkıyor, çünkü Hüseyin’in gerçekten de şeytani bir diktatör olması bu anlamda her şeyi kolaylaştırıyor.
Bununla birlikte, Irak’ın 1990 yılındaki Kuveyt işgali ve buna müteakip ABD liderliğindeki karşı işgal sürecinin en büyük haberinin bir yalan olduğu ortaya çıkmış durumda. Bu haber, Ağustos 1990’da işgalci Irak askerlerinin bir hastanedeki bebekleri küvözlerinden çıkararak ölüme terk ettiklerini iddia ediyordu. Hadisenin yaşandığı hastanede gönüllü olarak çalıştığını söyleyen Kuveytli bir kadın, ABD meclisi huzurunda bu olaya tanıklık ettiğine yemin ediyordu. Bu kadının tanıklığı, George H. W. Bush hükümetinin ve ABD müttefiklerinin Irak’a açmak istediği savaşa yönelik uluslararası desteğin oluşturulmasında oldukça önemli bir rol oynadı.
Gazetecilik yaptığım savaşların hiçbiri kesin olarak bitmiş değil. Fakat bunların unutulmasının asıl sebebi, artık haber bültenlerinde yer almıyor olmaları. Bana öyle geliyor ki Covid-19 için başarılı bir aşı bulunamazsa ve bu aşı küresel dolaşıma girmezse, benzer bir şey koronavirüs salgını için de yaşanabilir.
Ne yazık ki, aslında kadının anlattığı hikaye koca bir yalandı. Bu “sözde hastane gönüllüsünün” gerçekte Kuveyt’in Washington büyükelçisinin kızı olduğu ortaya çıktı. Bazı gazeteciler ve insan hakları uzmanları kadının tanıklığına baştan beri şüpheyle yaklaşmışlardı, fakat sesleri hikayenin yarattığı velvelenin içinde bastırıldı. Bu olay, “algı operasyonu” mefhumunun en başarılı örneklerinden biriydi: doğrudan haber niteliği taşıyordu, aksini ispat etmesi zordu, ve aksi ispat edildiğinde ise her şey için çok geçti, zira vazifesini yerine getirmişti, ABD liderliğindeki koalisyonun Irak’a savaş açması için gerekli desteği yaratmıştı.
2001-2002 yılları arasında ABD’nin Afganistan’da yürüttüğü savaşta da gazetecilik yaptım. Bu savaşın uluslararası medyada aktarımı, Taliban’ın ABD ordusu ve onun Afgan müttefikleri tarafından bozguna uğratıldığı izlenimini vermişti. Televizyonda çarpıcı bombalama sahneleri ve Taliban mevzilerinde patlayan füzelerin görüntüleri yer alıyordu ve haberlere göre muhalif Kuzey İttifakı güçleri, Afgan başkenti Kabul’u “özgürleştirmek” için karşı konulamaz bir biçimde ilerliyordu.
Ancak güneydeki Kandahar Bölgesi’ne çekilen Taliban’ı takip ederken fark ettiğim üzere onlar herhangi bir anlamda “yenilmiş” değildiler, yalnızca aldıkları “dağılma ve eve dönme” emrini uyguluyorlardı. Bu emri veren Taliban liderleri şunu kesin olarak anlamıştı: düşman onlardan daha güçlüydü ve koşullar kendi lehlerine dönene dek beklemeleri daha akıllıca olacaktı. Nitekim, 2006’daki büyük geri dönüşleriyle “yenilmediklerini” açıkça gösterdiler. Bunu izleyen süreçte savaşı kararlı bir biçimde sürdürdüler. Öyle ki, 2009’a gelindiğinde Kabul’un en güneyindeki polis merkezinin yanından geçmek bile tehlikeli bir hal almıştı çünkü Taliban devriyeleri yolun herhangi bir noktasında keyfi kontrol noktaları oluşturabiliyordu.
Gazetecilik yaptığım savaşların hiçbiri kesin olarak bitmiş değil. Fakat bunların unutulmasının asıl sebebi, artık haber bültenlerinde yer almıyor olmaları. Bana öyle geliyor ki Covid-19 için başarılı bir aşı bulunamazsa ve bu aşı küresel dolaşıma girmezse, benzer bir şey koronavirüs salgını için de yaşanabilir. Salgın haberlerinin bugün medyada kurduğu hakimiyet göz önüne alındığında bu söylediğim imkansız görünebilir, ancak benzer süreçler geçmişte de yaşanmıştır. Hükümetler 1918’de, 1. Dünya Savaşı esnasında “İspanyol Gribi” adı verilen şeyle baş etmenin yolunu bununla ilgili bilgileri tamamen bastırmakta buldular. Savaşta taraf olmayan İspanya, diğer ülkelerin yaptığı gibi salgını sansürlemedi ve bu sebeple salgın, muhtemelen ABD’de ortaya çıkmış olmasına rağmen haksız biçimde “İspanyol Gribi” olarak adlandırıldı.
Cork’taki çocuk felci salgını, iddialara göre 1956 Eylül’ünün ortalarında, yani yerel basın haber yapmayı bıraktığında aniden sona erdi. Fakat bu tarihin iki hafta sonrasında bile aralarında benim de olduğum birçok çocuk bu hastalığa yakalanmaya devam etti. Benzer şekilde bugün de, geçmişte manşetleri süsleyen Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki savaşlar kendilerine haber bültenlerinde yer bulmakta zorlanıyorlar.
Gelecek yıllarda koronavirüs de bunlarla aynı kaderi paylaşabilir.
*Patrick Cockburn’un 6 Ağustos’ta “tomdispatch.com” adlı web sitesinde yayımlanmış bu yazısı, Özgür Umut Baz tarafından textum için Türkçeye çevrilmiştir. Orijinal başlığı “War and Pandemic Journalism” (Savaş ve Pandemi Gazeteciliği) olan yazı, çeviride “Savaş ve Pandemi” olarak değiştirilmiştir. Kaynak: http://www.tomdispatch.com/post/176737/tomgram:_patrick_cockburn,_my_pandemics/
[1] Ç. N. :Cockburn’ün sözünü ettiği solunum cihazı, 40’larda ve 50’lerde çocuk felci vakaları başta olmak üzere solunum sistemini etkileyen hastalıklarının tedavisinde sıklıkla kullanılan fakat ileri teknoloji solunum cihazlarının yerini almasıyla üretimi durdurulan “iron lung” (çelik ciğer) adlı bir makine.
[2] “Kırık Çocuk”
[3] “Trump Çağında Savaş: Işid’in Yenilgisi, Kürtlerin Düşüşü ve İran’la Muvacehe”
[4] “If it bleeds, it leads”