Şiddet üzerine

Ugo Palheta'nın Historical Materialism'in web sitesinde yayımlanan "Faşizm, faşistleşme, anti-faşizm" başlıklı yazısına cevaben kaleme aldığı bu yazısında David Renton, faşizmin şiddet ile ilişkisi üzerine bir tartışma yürütüyor.

Trump destekçilerinin 6 Ocak günü ABD Kongre Binası önünde gerçekleştirdikleri eylemden bir kare. Fotoğraf: Amy Harris/REX/Shutterstock

Öncelikle Palheta’nın geniş kapsamlı ve ilgi çekici makalesini yayımlayan Historical Materialism‘e teşekkürler.[1] Benim için oldukça öğretici bir metindi – ki eminim diğer okuyucular da aynı şeyi düşünüyordur. Palheta’nın makalesi salt geçmişte geliştirilen modelleri tekrarlamaktansa bugünün krizine açıklık getirmemiz gerektiğine dair bir noktadan yola çıkıyor. Fi tarihinde bir yazar ‘faşizm belirli biçimler alır’ dedi diye, bu biçimleri olmadık şekilde günümüze uydurmaya çalışan solun bu noktayı dikkate alacağı konusunda onun gibi ben de ümitsizim. Burada, Palheta’nın sunduğu argümanlardan özel olarak bir bölümle ilgili itirazım olacak: 15. tezdeki şiddet üzerine. Sınırlı eleştirilerimin, yaptığı katkılara şükran duygusu içerisinde formüle edildiğini belirtmem yerinde olacaktır.

Palheta, “kitlesel paramiliter örgütlenme biçimindeki devlet harici şiddetin, faşistlerin yükselişinde (muhtemelen abartılmış olsa da) önemli bir rol oynadığı yadsınamaz” diyor. Bana öyle geliyor ki, bu noktadan sonra, yazısında iki tarihsel problem var. Birincisi, Palheta, şiddetin faşizme sağladığı faydayı hafife alarak, onu faşizmin yalnızca iktidara gelmeden önce kullandığı bir araç olarak görüyor. Bu varsayımı yapmak için hiçbir sebep yok. Dediğini kabul edecek olsaydık, birçok çağdaş düşünürün faşizmin ayırt edici eylemleri olarak işaret ettiği noktayı kaçırırdık: çevredeki diğer devletlere karşı şiddet (savaş) uygulama ve Avrupa’da soykırım gerçekleştirme niyeti. Palheta “diğer gerici hareketlerin” de şiddet kullandığını belirtiyor. Doğrudur, ancak yalnızca bir dereceye kadar. Bununla birlikte, 1918’den beri, Birinci Dünya olarak adlandırdığımız ülkelerden yalnızca İtalya ve Almanya diğer merkez ülkelere karşı savaş açan veya vatandaşlarına soykırım uygulayan ülkelerdi.[2]

İkincisi, Palheta silahlı çetelerin olmadığı ya da hiç şiddet içermeyen bir faşizm olasılığını gündeme getiriyor: “Fakat bir hareket yahut bir rejim olarak faşizmin belirleyici özelliği ne silahlı çetelerin kurulması ne de siyasal şiddet kullanımıdır.” Hitler’in veya Mussolini’nin şiddet kullanmayan ve Avrupa’yı yahut dünyayı soykırıma/savaşlara sürüklemeyecek bir halefini hayal etmek mümkünse, o zaman bu halef ne bakımdan faşist olabilir? Eğer sıradan bir merkez sağ hükümetten kopuşu[3] değil de, onun devamını temsil eden bir faşizmden söz ediyorsak, o zaman neden anti-faşizme ihtiyaç duyalım? Zira 70 yılı aşkın siyasi mücadele, faşizmin normal siyasetten daha kötü bir duruma geçişi işaret ettiği varsayımına dayanıyordu.

Kendi gelişim süreci içerisinde, şiddeti farklı biçimlerde kullanan bir dizi siyasi strateji olarak faşizmin nasıl işlediğini açıklamaya yönelik en kapsamlı girişim, Fransız faşizmi tarihçisi Robert Paxton’un beş aşamalı kuramıdır.[4] Faşistler, ilk aşamada kitlesel gösteriler, askeri eğitim ve rakiplerine saldırılar yoluyla militan kazanırlar. İkinci aşamada, faşist partiler iktidar için mücadele ederken, devletin şiddet tekeline meydan okumaları gerekir. Ancak bu aşamada faşizm, sıklıkla diğer sağ partilerle ittifak içinde olmaya çalışır; bu nedenle partinin çıkarları ile milislerinin çıkarları arasında bir gerilim bulunur. İktidarı alırlarken, kalan sol muhalifleri cezalandırmak için milis yapılarını kısmen geri plana alıp, devletin mevcut yapılarını kullanmayı vadederler. Faşizm iktidarda daha radikal hale geldikçe, çok daha vahşi bir şiddet türü olanaklı hale gelir: savaş yoluyla askeri gücün kullanılması, yeni sömürge yönetimi biçimleri yaratma ve faşizmin ırksal düşmanlarına karşı soykırım uygulama. İtalya ve Almanya için olduğu kadar hiçbir zaman iktidarı ele geçiremeyen faşist partiler için de geçerli olan bu modelde faşizm, uyguladığı şiddet ile karakterize olur ve bu şiddet her zaman için tekrar hortlayabilir. Öte yandan şiddetin açığa çıktığı biçim, faşist taktiklerdeki değişikliklerde kendini gösterir.

Paxton’un faşizm modelinin, liberallerden Marksistlere kadar uzanan yelpazede herkese referans olmasının bir nedeni var. Zira Mussolini iktidarı almadan önce İtalya’da gerçekleşen çok yüksek düzeydeki politik şiddeti, işkencelerin ve katliamların rejimi konsolide etmek için kullanılması (Matteotti cinayeti) vb. olguları anlamlandırma olanağı sunuyor. Bununla karşılaştırıldığında, Palheta’nın “klasik faşizmin en belirgin boyutu olan milis güçler, onları taktiksel açıdan kullanan faşist liderliğin stratejilerine tabidir” ifadesi çok daha yetersiz kalıyor. Evet, elbette faşist milisler isteğe bağlı olarak kullanıldı; ki siyasi liderler zaman zaman onlarla aralarına mesafe koyardı.[5] Ne de olsa, faşist liderlikler için birden fazla şiddet kaynağı mevcuttu. Sonuçta, Hitler veya Mussolini için Alman ve İtalyan orduları, faşist çetelerden daha büyük bir ödüldü. Ancak bu durum, şu noktayı hiçbir şekilde geçersiz kılmaz: politik şiddet içermeyen faşizm, işçi sınıfı olmayan Marksizm’e benzer.

Palheta, neo-faşist partilerin (Fransa’daki Ulusal Birlik [UB][i] de dâhil) milisler kurma arzusundan vazgeçtiklerini belirtiyor. Bu süreç için beş gerekçe sunuyor. Kuşkusuz Palheta, UB politikalarını benden çok daha iyi biliyor ve buradan bakınca, açıklamaları ikna edici görünüyor. Örneğin, politik şiddetin gayrimeşrulaştırılması sürecine değinirken oldukça haklı. Nitekim faşist deneyimlerin bir ürünü olan bu gayrimeşru hale gelme süreci, sokak şiddetiyle özdeşleştirilen ve hızla popülaritesini kaybeden savaş sonrası erken dönem faşist partiler için de (Britanya’daki Ulusal Cephe gibi) büyük engel teşkil ediyordu.[6]

Palheta’nın sorgulamaya devam etmediği şey şu: bu seçimin, yani şiddetin bilinçli reddinin ve bununla beraber gelen, siyasi rekabetin tek meşru alanı olarak olağan seçimleri kabul etme eğiliminin neo-faşist partiler üzerinde herhangi bir etkisi oluyor mu? Çünkü şiddet ve olağan siyasetin reddi üzerine kurulmuş bir gelenek, bir kez iktidarı darbe yoluyla alma ihtimalinden vazgeçip “normal” siyaseti savunduğunda, genelde daha ılımlı ve nihayetinde çevresindeki partilerden farksız hale geliyor.

Bu, The New Authoritarians[7] adlı kitabımda ortaya koyduğum bir soruydu. Geçtiğimiz yüzyıl, bir zamanlar devletin şiddet tekeline meydan okuyan ve sonradan bundan vazgeçen partilerin örnekleri ile doluydu. Bu tür partiler zamanla daha ılımlı olma eğiliminde olmuştur. Örnekleri hem solda (Komünistler[ii]) hem de sağda (MSI/AN[iii]) görüldü. Peki, Ulusal Birlik’in iktidarda farklı bir yol izlemesini beklemek için bir neden var mı?

Bu zor bir soru. Özellikle UB bağlamında olmasa da böyle bir siyaseti geri çağırabilecek olan faşizmin aşırı sağda oynadığı rolü ve içinde bulunduğumuz dönemi düşününce, aklıma olumlu cevaplar geliyor.[8] Hiç şüphe yok ki, başka yazarlar, söz konusu oluşumların özgül tarihlerine dayanan daha iyi cevaplarla gelebilirler. Ancak Mussolini veya Hitler siyasetini tanınmaz hale getirerek bu sorudan kaçılamaz.

Palheta’nın yazısı yalnızca muhalefette olan UB deneyimiyle değil, aynı zamanda iktidarda olan Emmanuel Macron deneyimiyle de şekillenmiş. Onun “neo-faşizm” sınıflandırması, hem “faşizm”i (dışarıdaki parti olarak UB) hem de “faşistleşme”yi (iktidardaki En Marche) içine alacak kadar geniş. Bana öyle geliyor ki, ikincisini de açıklayabilecek başka siyasi nazariyeler vardır: kendisini faşizmin yükselişini önlemek için gerekli bir olağanüstü rejim olarak dayatan ve aşırı sağın tehdidini kendi otoriter yönetim biçimini haklı çıkarmak için kullanan bir liderlik biçimi. Bunun, tarihte Papen ve von Schleicher’in Almanya’daki başarısız “önleyici” diktatörlükleri gibi çok açık emsalleri var fakat faşistleşme (mesela, liberalizm ve sosyal demokrasideki gizli otoriterlikten bahseden Üçüncü Dönem Komintern fantezileri)[9] bunlardan biri değil.[10]

Yarı otoriter yönetim biçimleriyle uyumlu olan birçok farklı siyaset tarzı için avantajlı bir dönemden geçiyoruz. Öte yandan, güç dengeleri ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor. Fransa örneği, en az üç açıdan görece özgün bir örnek sergiliyor: sağda faşist kökenli bir partinin siyasi hegemonyası, o partinin daha ılımlı bir ortakla gelişebilecek herhangi bir koalisyon olasılığına karşı uzlaşmazlığı ve siyasi sistemin, söz konusu partinin kaçınılmaz görünen iktidarına bir alternatif bulmak için aldığı önlemler.

Buna karşılık, Britanya’da, merkez sağ partiyi ele geçiren daha militan bir sağ siyaset büyüdü veya Amerika’da Cumhuriyetçi bir Başkan, destekçilerinden oluşan bir orduyu sokağa çağırmadan mümkün olanın sınırlarına ulaştı. 6 Ocak 2021’de ABD Kongre Binası’ndaki ölümler, son dört yılın genelinde siyasi şiddet ne kadar uzak görünse de otoriterliğin yükselişi durumunda bu seçeneğin geri dönebileceğini gösteriyor.[11]

Sonuç olarak, günümüzün otoriter siyasetini tutarlı bir bütün olarak ele alma projesinde Palheta ile aynı görüşteyim. Bence haklı olduğu en önemli nokta, anti-faşistlerin dikkatini sokak çetelerinden iktidarı elinde tutan insanlara çevirmeye sevk etmesi. Ancak, eğer “neofaşizm” kelimesinin gerçek bir anlamı olacaksa, o zaman bunun kendisi Fransa’nın bir kitlesel çöküş yoluna pekâlâ girebileceğine dair bir uyarıdır – ki ancak ortak siyasi eylemle bunun içinden çıkılabilir. Eğer bu öngörü doğruysa, o zaman hepimizin, şu anda şiddetin görünürde ‘yokluğunun’, yakın gelecekteki ‘her yerdeliğine’ nasıl bir öncel oluşturduğuna dair daha gelişkin bir açıklama getirmeye ihtiyacımız var.


[1] https://www.historicalmaterialism.org/blog/fascism-fascisation-antifascism

[2] Palheta’nın on yedinci tezi, faşizm ile sömürgecilik mirası arasındaki ilişkiyi hakkıyla ele alıyor.

[3] Merkez sağın veya merkez solun sıradan kapitalist hükümeti, zaten bir dereceye kadar şiddete başvurmaktadır – 1984’te Britanya Orgreave’de grevdeki madencilere yönelik polis saldırısı, Falkland savaşı veya Irak savaşı… Faşizmden, hatta neo-faşizmden bahsedebilmek için bundan fazlası gerekir.

[4] R.O. Paxton, The Anatomy of Fascism (Londra: Penguin, 2004).

[5] Bu tür bir kopuşa örnek olarak, Hitler’in 1930’ların başlarında Berlin’de partisinin cinayetlerinden kendisini uzak tutmasını merkeze alan bir çalışma için: B. C. Hett, Crossing Hitler: The Man Who Put the Nazis on the Witness Stand (Oxford: Oxford University Press, 2008) .

[6] Bkz. D. Renton, Never Again: Rock Against Racism and the Anti-Nazi League 1976-1982 (Londra: Routledge, 2018).

[7] Londra: Pluto, 2019.

[8] D. Renton, ‘Will Fascism Return to the Far Right?’, Jacobin, 10 Şubat 2019.

[9] Söz konusu nesil ve 1933’ten sonra bile sosyal demokrasinin Komünizmin ilk düşmanı olduğu konusundaki ısrarı için, R. Palme Dutt, Facism and Social Revolution: A Study of the Economics and Politics of the Extreme Stages of the Extreme Stages of Capitalism in Decay (Londra: Martin Lawrence, 1934) , P. 112.

[10] Ve onların da arkasında: Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, 7. bölüm.

[11] Trump’ın destekçileri arasındaki radikalleşmeye dair bir vaka çalışması için: C. Sheets, ‘The Radicalization of Kevin Greeson’, ProPublica, 15 January 2021.


[i] 1972’den beri Front National (Ulusal Cephe) ismiyle devam eden parti, 2018’de Rassemblement National (Ulusal Birlik) ismini aldı. -ç.n

[ii] Metinde “the Communists” olarak geçen ifade İtalyan Komünist Partisi’ni işaret ediyor. -ç.n.

[iii] Movimento Sociale Italiano – Alleanza Nazionale: Mussolini taraftarlarınca 1946’da kurulan İtalyan Toplumsal Hareketi’nin çözülmesi ile onun devamcısı olarak 1995’te kurulan Ulusal İttifak. -ç.n.


* “On Violence: A Reply to Ugo Palheta’s ‘Fascism, Fascisation, Antifascism’” başlığıyla 30 Ocak 2021 tarihinde Historical Materialism’in web sitesinde yayımlanan David Renton’ın bu yazısı, Tahsin Mert Saygın tarafından Türkçeye çevrilmiştir.